226
Kurgu İskelesi / Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« : 10 Ağustos 2011, 15:23:31 »
Bölüm 2
Sothain, dev beyaz kanatlarının altında, gökyüzünün en yüksek noktasındaki bulutların arasında süzülüyordu. İnsanlar arasında Ma’andealleren olarak biliniyordu. Gökyüzü Tanrıları ise ona Ilgarath diyordu. Aslında hepsi hemen hemen aynı anlama geliyordu: “Baş Melek.”
Binlerce yıl sadece tanrılara hizmet ettikten sonra; kendisini ve Gökyüzü Tanrıları’nı yaratan Galo, onu can verdiği insanlara göz kulak olması için Gökyüzü Tanrıları’nın arasına bırakmış ve onlarla denk kılmıştı. Elbette bu onların hiç hoşuna gitmemişti. Kendilerinden daha aşağı bir varlığın, Galo’nun baş meleğinin onlarla denk tutulmasını kendilerine yedirememişlerdi. İçlerinden bazıları, bu hoşnutsuzluğu kısa sürede görmezden gelmeyi başarsa da, tanrıların içlerinde en yaşlıları olan Elderioth babasına karşı çıkmıştı. Kainatın en uzak ucunda sürgünde olmasının sebebi de buydu zaten.
Arasından geçtiği bir bulut kümesinin ardında Tanrıların Bahçelerini görünce içine bir huzur çöktü. Kanatlarını güçlü bir biçimde çırparak bulutların üstüne yükseldi ve dev sarayın avlusuna doğru dalışa geçti. Boreald’dan yapılma gümüş renkli sarayı ilk gördüğü andan beri, ihtişamına erişebilecek tek şeyin, Adı Ebedi Olsun, Galo olduğunu düşünüyordu. Onu sadece bir kez görebilmişti ama gördüğü tek kusursuz varlıktı. Hatta varlıktan daha ötesiydi.
“Sothain... Sana insani duygular veriyorum, onları anlayabilesin diye... Sana tanrısal güçler veriyorum, onları yönetebilesin diye... Sana kanatlar veriyorum, onların gökyüzüne hakim olabilesin diye... Sana bir kalp veriyorum, canlıları sevebilesin diye...” diye fısıldamıştı kulağına, onu yarattığı gün. Bir silüet gibiydi, ama capcanlıydı. Sanki çok uzaktaymış gibiydi ama tam karşısındaydı. Sanki karanlığın kendisi gibiydi ama güneşin parlaklığı yanında sönük kalırdı.
Sarayın avlusuna ayak basar basmaz girişe doğru yöneldi. Dev saray, asla yerinden oynamayan bulutlar kümesinin üzerine inşa edilmişti. Denildiğine göre, mucit tanrı Izara tarafından yapılmıştı. Yeryüzünde tek bir yerde bulunun ve insanların şekillendiremedikleri için hiç uğramadıkları bir mağarada bulunan Boreald’dan dövmüştü bu sarayı, Izara. Sarayın; yeryüzündeki dağlar kadar büyük minareleri ve neredeyse gezegeni geceleri aydınlatan Ay kadar geniş kubbeleri vardı. Etrafı sadece Tanrıların Bahçeleri’ne bahşedilmiş altın rengi Oga Ağaçları’yla çevriliydi.
Sarayın girişi, metrelerce yükseklikte platin kaplı bir kapıyla örtülüydü. Sadece tanrıların ve kendisinin dokunuşuyla açılıyordu. Herhangi başka bir varlığın gelip kapıyı açmayı deneyebileceğinden değil de, sarayın ihtişamına uygun bir giriş olması için yapılmıştı bu kapı. Sothain elini kapıya dayayarak, dev kanatlarının geriye doğru iki yana açılmasını bekledi. Gürleyerek ağır ağır hareket eden kapılardan geçilebilecek bir açıklık oluştuğu anda içeri adımını attı. İçeri adımını atar atmaz bir güç onu dışarı fırlattı. Bedeni, sanki insanların bir oyuncağıymış gibi havada uçarak sarayın avlusuna çarptı.
Neye uğradığını şaşırarak ayağa fırladı. Karşısındaki girişten, gölgelerin içinden uzun boylu bir adam çıktı. İnce ve köşeli yüzünde hain bir sırıtışla, ona doğru yürümeye başladı.
“Sworioth! Bu ne demek oluyor?” Yüzünde şaşkın ve kızgın bir ifadeyle gerilemeye başladı. Karşısında tüm ihtişamıyla savaş tanrısı duruyordu. Geniş omuzluklu Boreald Zırhı ve kınındaki dev mythril kılıcıyla ona doğru yürüyordu.
“Zavallı Ilgarath... Yoksa ne olduğundan haberin yok mu?” Yüzündeki alaycı bir ifadeyle ellerini havaya kaldırıp duraksadı. “Ah... Doğru ya! İnsan oyuncaklarınla oynamaktan, saraya uğramaz oldun.” Tok bir kahkaha attıktan sonra tekrar ona doğru yaklaşmaya başladı.
“Ağzından oldum olası balçıktan başka bir şey akmadı Sworioth! Bana neler olduğunu açıkla, yoksa...”
Lafını bitiremeden, Sworioth yok olup tekrar önünde belirdi ve Sothain’i göğsünden tutup yere çarptı. Bakışları, her zamanki gibi yok etmeye meyilli bir manyağın bakışlarına dönüşmüştü.
“Yoksa ne olur, Melek?” Son lafı tükürür gibi söylemişti. “Beni döver misin?” Bir elini Sothain’in göğsüne bastırarak durmaya devam etti.
“Babamızın beni size denk kıldığını unutma! Daha fazla ileri gidersen, zavallı hayatının sona erdiğinden emin olurum.” dedi Sothain. Göğsündeki baskı tonlarcaydı. Zorlukla konuşabiliyordu ama bu noktada geri adım atabilecek kadar zavallı değildi.
“Babamızın kainatın hangi köşesinde ya da yarattığı bambaşka bir evrenin hangi deliğinde olduğunu hiçbirimizin bilmediğinin farkındasın değil mi? Ama bilmediğin şey, abimin sürgünden geri dönmeye hazırlandığı.” Yüzünde hain bir sırıtışla, elini Sothain’in göğsünden çeken Sworioth, arkasını dönerek sarayın girişine doğru aylak aylak yürümeye başladı.
“Sen neden bahsediyorsun? Elderioth bizzat, Adı Ebedi Olsun, Galo tarafından oraya zincirlendi. Oradan kurtulması mümkün değil!” Sothain’in gözleri şaşkınlıkla büyümüştü. Eğer söyledikleri gerçekse, hatta gerçeğe biraz bile yakınsa, bu Aldovel’i çok değiştirecekti. Kötü niyetli Elderioth, babasını ve onun yaratım gücünü kıskandığı için, sürgüne gönderilmeden önce Aldovel’e çok zarar vermiş ve çarpık yaratımları yüzünden yıllarca süren savaşlara sebep olmuştu.
“Artık sana ve hizmetlerine, gökyüzünün bu katında ihtiyaç duyulmuyor, Ilgarath. Seni Tanrıların Bahçeleri’nden ve bu saraydan men ediyorum...”
“Hayır! Bunu yapamazsın!” Yapabilir miydi? Yaşananlara hiç anlam veremiyordu. Buradan hemen uzaklaşması gerektiğine karar vererek kanatlarını gerdi. Bir an sonra kanatlarını kıpırdatamıyordu.
“Sonsuza dek yeryüzüne ve onun toprağına bağlı olasın. Bir insan gibi yaşayıp, insan gibi ölesin.”
“Dur! Ya diğer tanrılar? Onlara ne hesap vereceksin?” Kanatlarını tekrar ve tekrar oynatmayı denediyse de başarılı olamadı. Artık her şeyin bittiğini anlıyordu.
“Git ve o çok sevdiğin insancıklarınla kucaklaş, Melek!” Sözcükler ağzından tükürük gibi saçılmıştı. Elini kaldırarak havada tuttu ve yumruklarını sıktı anda Sothain kendini havada buldu. Sarayın çok uzağına fırlamış ve aşağıya düşüyordu. Kanatları hala kıpırdamıyordu. Etrafında düşüşünü yavaşlatabilecek hiçbir şey yoktu. Sadece bulutlar ve bomboş gökyüzü vardı. İlk defa gözünden yaşlar dökülmeye başladı. İlk defa bu kadar insan gibi hissediyordu. Bedeni toprağa yaklaşırken gözlerini yumdu. Ama yere sertçe çarpmak yerine, bir kuşun tüyü gibi yavaşça indiğini farketti.
Ayağa kalktığında kendini boş bir düzlükte buldu. Etrafta bitkiler dışında hiçbir canlı yoktu. Ne yapacağını bilemez vaziyette etrafına bakındı. Kafasını gökyüzüne kaldırdığında, üstünde bulutların toplanmaya başladığını ve bulutların kapkara olduğunu gördü. Galo onu her şeye hazırlamıştı. Ama buna... Gözyaşları içinde yürümeye başladı. Aklından geçen tek düşünce ise, dünyanın kaderiydi.
Devam edecek...
Sothain, dev beyaz kanatlarının altında, gökyüzünün en yüksek noktasındaki bulutların arasında süzülüyordu. İnsanlar arasında Ma’andealleren olarak biliniyordu. Gökyüzü Tanrıları ise ona Ilgarath diyordu. Aslında hepsi hemen hemen aynı anlama geliyordu: “Baş Melek.”
Binlerce yıl sadece tanrılara hizmet ettikten sonra; kendisini ve Gökyüzü Tanrıları’nı yaratan Galo, onu can verdiği insanlara göz kulak olması için Gökyüzü Tanrıları’nın arasına bırakmış ve onlarla denk kılmıştı. Elbette bu onların hiç hoşuna gitmemişti. Kendilerinden daha aşağı bir varlığın, Galo’nun baş meleğinin onlarla denk tutulmasını kendilerine yedirememişlerdi. İçlerinden bazıları, bu hoşnutsuzluğu kısa sürede görmezden gelmeyi başarsa da, tanrıların içlerinde en yaşlıları olan Elderioth babasına karşı çıkmıştı. Kainatın en uzak ucunda sürgünde olmasının sebebi de buydu zaten.
Arasından geçtiği bir bulut kümesinin ardında Tanrıların Bahçelerini görünce içine bir huzur çöktü. Kanatlarını güçlü bir biçimde çırparak bulutların üstüne yükseldi ve dev sarayın avlusuna doğru dalışa geçti. Boreald’dan yapılma gümüş renkli sarayı ilk gördüğü andan beri, ihtişamına erişebilecek tek şeyin, Adı Ebedi Olsun, Galo olduğunu düşünüyordu. Onu sadece bir kez görebilmişti ama gördüğü tek kusursuz varlıktı. Hatta varlıktan daha ötesiydi.
“Sothain... Sana insani duygular veriyorum, onları anlayabilesin diye... Sana tanrısal güçler veriyorum, onları yönetebilesin diye... Sana kanatlar veriyorum, onların gökyüzüne hakim olabilesin diye... Sana bir kalp veriyorum, canlıları sevebilesin diye...” diye fısıldamıştı kulağına, onu yarattığı gün. Bir silüet gibiydi, ama capcanlıydı. Sanki çok uzaktaymış gibiydi ama tam karşısındaydı. Sanki karanlığın kendisi gibiydi ama güneşin parlaklığı yanında sönük kalırdı.
Sarayın avlusuna ayak basar basmaz girişe doğru yöneldi. Dev saray, asla yerinden oynamayan bulutlar kümesinin üzerine inşa edilmişti. Denildiğine göre, mucit tanrı Izara tarafından yapılmıştı. Yeryüzünde tek bir yerde bulunun ve insanların şekillendiremedikleri için hiç uğramadıkları bir mağarada bulunan Boreald’dan dövmüştü bu sarayı, Izara. Sarayın; yeryüzündeki dağlar kadar büyük minareleri ve neredeyse gezegeni geceleri aydınlatan Ay kadar geniş kubbeleri vardı. Etrafı sadece Tanrıların Bahçeleri’ne bahşedilmiş altın rengi Oga Ağaçları’yla çevriliydi.
Sarayın girişi, metrelerce yükseklikte platin kaplı bir kapıyla örtülüydü. Sadece tanrıların ve kendisinin dokunuşuyla açılıyordu. Herhangi başka bir varlığın gelip kapıyı açmayı deneyebileceğinden değil de, sarayın ihtişamına uygun bir giriş olması için yapılmıştı bu kapı. Sothain elini kapıya dayayarak, dev kanatlarının geriye doğru iki yana açılmasını bekledi. Gürleyerek ağır ağır hareket eden kapılardan geçilebilecek bir açıklık oluştuğu anda içeri adımını attı. İçeri adımını atar atmaz bir güç onu dışarı fırlattı. Bedeni, sanki insanların bir oyuncağıymış gibi havada uçarak sarayın avlusuna çarptı.
Neye uğradığını şaşırarak ayağa fırladı. Karşısındaki girişten, gölgelerin içinden uzun boylu bir adam çıktı. İnce ve köşeli yüzünde hain bir sırıtışla, ona doğru yürümeye başladı.
“Sworioth! Bu ne demek oluyor?” Yüzünde şaşkın ve kızgın bir ifadeyle gerilemeye başladı. Karşısında tüm ihtişamıyla savaş tanrısı duruyordu. Geniş omuzluklu Boreald Zırhı ve kınındaki dev mythril kılıcıyla ona doğru yürüyordu.
“Zavallı Ilgarath... Yoksa ne olduğundan haberin yok mu?” Yüzündeki alaycı bir ifadeyle ellerini havaya kaldırıp duraksadı. “Ah... Doğru ya! İnsan oyuncaklarınla oynamaktan, saraya uğramaz oldun.” Tok bir kahkaha attıktan sonra tekrar ona doğru yaklaşmaya başladı.
“Ağzından oldum olası balçıktan başka bir şey akmadı Sworioth! Bana neler olduğunu açıkla, yoksa...”
Lafını bitiremeden, Sworioth yok olup tekrar önünde belirdi ve Sothain’i göğsünden tutup yere çarptı. Bakışları, her zamanki gibi yok etmeye meyilli bir manyağın bakışlarına dönüşmüştü.
“Yoksa ne olur, Melek?” Son lafı tükürür gibi söylemişti. “Beni döver misin?” Bir elini Sothain’in göğsüne bastırarak durmaya devam etti.
“Babamızın beni size denk kıldığını unutma! Daha fazla ileri gidersen, zavallı hayatının sona erdiğinden emin olurum.” dedi Sothain. Göğsündeki baskı tonlarcaydı. Zorlukla konuşabiliyordu ama bu noktada geri adım atabilecek kadar zavallı değildi.
“Babamızın kainatın hangi köşesinde ya da yarattığı bambaşka bir evrenin hangi deliğinde olduğunu hiçbirimizin bilmediğinin farkındasın değil mi? Ama bilmediğin şey, abimin sürgünden geri dönmeye hazırlandığı.” Yüzünde hain bir sırıtışla, elini Sothain’in göğsünden çeken Sworioth, arkasını dönerek sarayın girişine doğru aylak aylak yürümeye başladı.
“Sen neden bahsediyorsun? Elderioth bizzat, Adı Ebedi Olsun, Galo tarafından oraya zincirlendi. Oradan kurtulması mümkün değil!” Sothain’in gözleri şaşkınlıkla büyümüştü. Eğer söyledikleri gerçekse, hatta gerçeğe biraz bile yakınsa, bu Aldovel’i çok değiştirecekti. Kötü niyetli Elderioth, babasını ve onun yaratım gücünü kıskandığı için, sürgüne gönderilmeden önce Aldovel’e çok zarar vermiş ve çarpık yaratımları yüzünden yıllarca süren savaşlara sebep olmuştu.
“Artık sana ve hizmetlerine, gökyüzünün bu katında ihtiyaç duyulmuyor, Ilgarath. Seni Tanrıların Bahçeleri’nden ve bu saraydan men ediyorum...”
“Hayır! Bunu yapamazsın!” Yapabilir miydi? Yaşananlara hiç anlam veremiyordu. Buradan hemen uzaklaşması gerektiğine karar vererek kanatlarını gerdi. Bir an sonra kanatlarını kıpırdatamıyordu.
“Sonsuza dek yeryüzüne ve onun toprağına bağlı olasın. Bir insan gibi yaşayıp, insan gibi ölesin.”
“Dur! Ya diğer tanrılar? Onlara ne hesap vereceksin?” Kanatlarını tekrar ve tekrar oynatmayı denediyse de başarılı olamadı. Artık her şeyin bittiğini anlıyordu.
“Git ve o çok sevdiğin insancıklarınla kucaklaş, Melek!” Sözcükler ağzından tükürük gibi saçılmıştı. Elini kaldırarak havada tuttu ve yumruklarını sıktı anda Sothain kendini havada buldu. Sarayın çok uzağına fırlamış ve aşağıya düşüyordu. Kanatları hala kıpırdamıyordu. Etrafında düşüşünü yavaşlatabilecek hiçbir şey yoktu. Sadece bulutlar ve bomboş gökyüzü vardı. İlk defa gözünden yaşlar dökülmeye başladı. İlk defa bu kadar insan gibi hissediyordu. Bedeni toprağa yaklaşırken gözlerini yumdu. Ama yere sertçe çarpmak yerine, bir kuşun tüyü gibi yavaşça indiğini farketti.
Ayağa kalktığında kendini boş bir düzlükte buldu. Etrafta bitkiler dışında hiçbir canlı yoktu. Ne yapacağını bilemez vaziyette etrafına bakındı. Kafasını gökyüzüne kaldırdığında, üstünde bulutların toplanmaya başladığını ve bulutların kapkara olduğunu gördü. Galo onu her şeye hazırlamıştı. Ama buna... Gözyaşları içinde yürümeye başladı. Aklından geçen tek düşünce ise, dünyanın kaderiydi.
Devam edecek...