46
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 05 Eylül 2016, 10:59:07 »
Eve Dönüş
Uli için artık her gün bir öncekinin tekrarıydı. Sabahları, kim tarafından taşındığını hatırlamadan, Opampe’nin ağır aksak ilerleyen arabasında gözlerini açıyordu. Öğlen verilen kısa molalarda Reis’in eşinin ziyaretlerine metanetle katlanıyor, güneş batmadan önce belirlenen mola yerine kadar arabanın arkasında boş bir çuval gibi oturuyordu. Geceleri ise Okro’nun kafesinde zaman daha hızlı geçiyordu. Çingenelerin ateş başında çalıp söyledikleri şarkılara Okro’nun kalp atışları karışıyor hiç olmadığı kadar huzurlu bir uykuya dalıyordu.
Yıllarını tükettiği hapishanede bile Çingenelerin arasındaki kadar tembellik yaptığını hatırlamıyordu. Hapisken her koşulda kendisini oyalayacak bir şeyler bulmuş, en kötü ihtimalle hücresini arşınlayarak enerjisini tüketmişti. Hatta Durwa, Nzeli Krallığı’nda konuşulan, ortak lisana göre daha kaba olan dillerini bile ona öğretmişti. Çocukluğunda aldığı eğitimin bir parçası olarak kuzeyde kullanılan ortak lisanı biliyordu. Karşılık olarak lisanını, Azure olmayanlara öğretilmesi yasak anadilini, ihtiyara memnuniyetle öğretmişti. Uli yasağı delmişti ama bir Azure'nin Azuran topraklarının dışına çıkması da yasaktı. Yasakları önce onlar delmişken vicdan yapmaya gerek görmemişti o zamanlar.
Hapisken bir şekilde, çoğunlukla Durwa’nın sayesinde olsa da hayata tutunurken şimdi hiç olmadığı kadar özgür olmasına rağmen oturduğu yerden bir adım dahi uzaklaşamayacağını hissediyordu. Başının üzerinde yükselen gökyüzü yıllarını dört duvar arasından geçirmiş birisi için fazlasıyla geniş, soluduğu hava fazlasıyla ferah, çevresindeki insanlar ise hiç görmediği kadar renkliydi. Tüm bunlarla yüzleşmek yerine uzun zamandır alışkın olduğu gibi başının üzerinde alçak bir tavana, rahatça nefes almak yerine uykuya, insanlarla konuşmak yerine sevgili kaplanına kaçıyordu.
Rutin geçen bu yolculuk, sık sık yağan yağmurun eşliğinde sonunda denizin kokusunu onlara ulaştırdı. Uli, hatırladığından daha meyus, daha uysal bulduğu denizi göründüğünde kafilenin sevincini önce anlayamadı fakat daha sonra Opampe’den güneş batmadan önce evlerine varacaklarını öğrendi. Akşama doğru zik zak çizen yolun artırdığı eğimden dolayı arabalar daha temkinli ve yavaş hareket ediyordu artık. Eve varmak düşüncesi çingeneler gibi onda her hangi bir coşku yaratmasa da bir arabanın üstünde yolculuk yapmaktan yakında kurtulacağı için memnundu.
Gözlerini yoldan ayıramayan yaşlı şifacı arkasına heyecanla seslendi. “Pulera, bu manzara kaçmaz! Civane’yi böyle görme fırsatını uzun süre bulamazsın.” Uli düşüncelerini bölen bu çağrıya aldırmadı. “Eğer orada öyle boş bir çuval gibi oturmaya devam edeceksen, kasabaya vardığımızda Dina’ya söyle, sana kalacak başka bir yer bulsun.”
Uli Opampe’nin arkadaşlığına alışmıştı fakat diğerlerinin yanında hissettiği gerginlikten bir türlü kurtulamadığından yaşlı kadının tehdidini yerine getireceğinin korkusuyla öne doğru isteksizce emekledi. Arkalıksız sıraya tırmanıp suratsız bir şekilde bacaklarını öne geçirdi. Yaşlı kadının yüzüne bakmayı akıl edebilseydi, alaycı bir gülümseme görecekti fakat onun yerine az önce heyecanla methedilen manzaraya odaklandı.
Yağmur bugünkü yükünü bırakmış gri renkli bulutlar dağılmaya başlamıştı. İkindi güneşi, millerce uzaklıktaki denizin dalgalı yüzeyine, bulutların arasından sızarak ışıktan bir perde gibi iniyordu. Aydınlıktan nasibini alamayan yerler koyu gölgelerle doluydu. Açık yeşilden neftiye yumuşak geçişler yapan, bodur ağaçlarla kaplı tepenin ardında ise sahil saklanıyordu.
“Nasıl ama? Dediğim kadar var değil mi?” diyerek Opampe memnuniyetle içini çekti.
Opampe kaç yaşındaydı? Zihnine düşen bu soruyla Uli, dönüp ilk defa yaşlı kadının profilini merakla inceledi. Dolgun bir yüzü vardı, alnı ve elmacık kemiklerinin üzerindeki cildi pürüzsüzdü. Gözlerinin ve ağzının kenarındaki yoğun çizgiler olmasa bu yüze yaşlı demek, bu dimdik oturan bedene ihtiyar demek insafsızlık olurdu. Uli şifacıyı incelerken Opampe de avuçlarında sımsıkı tuttuğu yularları yukarı aşağı sallayarak atları hızlandırdı. Yaşlı kadının hareketleri tutuksuz ve hızlıydı. Hayır, ihtiyarlığa ait kusurlardan uzaktı. Bakışlarını kendi ellerine indirdi. Kucağında birleştirdiği kemikten parmakları birbirinden ayırsa destekleri ortadan kalkınca titreyeceklerini biliyordu. Şimdi kim yaşlıydı o mu kendisi mi?
“Şu kayalıkları dolandık mı, evdeyiz.” Opampe gözlerini bir an yoldan ayırıp keyifle kıza baktı. Evine döndüğü için gözlerinde yanıp sönen ışıltılar gibi yaşlı kadının içi de sevinçle kıpır kıpırdı. Uli’nin ‘ev’ kelimesine vermiş olduğu tepkiyi, dudağının bir ucunun neşesiz bir şekilde yukarı kıvrılmasını, gördüğünde tekrar bakışlarını yola çevirdi. “Eh bir süre için burası da senin evin olduğuna göre, şu yüzündeki ekşi süt içmiş ifadeyi sil artık.”
Uli, ekşi sütten bir yudum daha almış gibi yüzünü biraz daha kararttı. Eve varmak için duydukları heyecanı kıskanıyordu sadece… ama bunu kabullenmeye yanaşmadı. ‘Beni istemeyenleri ben de istemeyeceğim.’ Bunca yıldır kendi kendine yinelediği cümlenin bir kez daha üzerinden geçti.
Ağaçlı tepeninin eteklerinden dolandıklarında, sollarında iki insan boyunda dik kayalıklar, sağlarında ise irili ufaklı kayalar ve çakıllarla kaplı bir sahil göz alabildiğince uzanıyordu. Düz giden yol, bir süre sonra yay çizerek denizden uzaklaşmaya başladı. Konvoy daha yarım daireyi tamamlayamadan heyecanlı bir kalabalık tarafından önleri kesildi. Uli kafilede neden hiç çocuk olmadığını şimdi daha iyi anlıyordu. Arabaların çevresinde gürültüyle dolanan en büyüğü 12 - 13 yaşlarında yirmiden fazla çocuk onları neşeyle karşılıyordu.
Önlerinden koşarak geçen iki oğlan Opampe’ye el sallayıp gülümsedi. Küçük olanı, yaşlı kadının yanında oturan yabancıyı fark ettiğinde yavaşlayıp durdu. Arkadaşını da kendi yanına çekip eliyle kızı işaret etti. Gülümsemiyorlardı, merakla kendisini inceliyorlardı. Uli rahatsız olarak yüzünü diğer tarafa çevirdiğinde şalı ile yüzünü kapama isteğini zorlukla bastırdı. Aylardır görmedikleri ailelerinin onları çağırması ile kıza olan ilgilerini kaybeden çocuklar koşarak uzaklaştılar.
Bakışları üzerine çekecek kadar perişan mı görünüyordu? Hapishanede yıllar geçip giderken, aynadaki aksini görmeye olan arzusu gittikçe solmuştu. Gençliğinin ilk yıllarında aynanın önünden ayrılmayan Uli en son ne zaman aynadaki yansımasını görmüştü. Yüzünü örtme arzusu bastıramayacağı düzeye geldiğinde hiçbir şey söylemeden tentenin karanlığı altına girdi, Opampe de kalması için ısrar etmedi
Kayalıkları döndükleri esnada kısa bir an sahilin görüntüsü, ardından deniz Uli’nin önüne serildi, bulutlar gibi griydi şimdi. Takiplerindeki arabanın görüşünü kapatmasıyla, deniz uzaktan gelen dalgaların sesiydi şimdi. Azalan denizin sesi ile yer değiştiren rüzgârın uğultusu yol boyunca peşlerini bırakmadı, ağaçların hışırtısı ise gittikçe arttı.
Opampe köyünden bahsettiğinde Uli’nin gözünde birkaç evden oluşan dağınık bir görüntü canlanmıştı. Ancak hayalinden çok farklı bir manzara ile karşı karşıyaydı şimdi. İç içe geçmiş, duvarlarının birbirine yaslandığı, bahçesiz İki katlı, ahşap ve taş işçiliğinin ilginç bir karışımı olan evlerin arasından geçiyorlardı. Aylardır görmedikleri komşularına ya da akrabalarına, cumbalarından ve pencerelerinden sarkan çingeneler el sallayıp, hoş geldiklerini söylüyorlardı. Kimisi evlerinden çıkarak onlarla birlikte yürümeye bile başlamışlardı.
İlgi ile bakan yaşlı bir adam ile göz göze gelince Uli örtüyü kapatıp arkasına yaslandı. Yine de merakına yenilerek Opampe’nin sırtından kalan açıklıktan dışarı bakmaya devam etti. Evlerin arasından çıktıklarında, önlerinde uzun ağaçların kalın gövdelerinin sınırını çizdiği geniş bir açıklık uzanıyordu. Konvoydaki her bir araba, hayvanları taşıyanlar hariç, ikinci bir sınır gibi ağaçların çok yakınına yan yana dizildiler. Opampe de atları diğerlerinin yanına yönlendirdi. Yularları oturduğu yerin kenarındaki çiviye taktıktan sonra arkasına bakmadan arabadan indi. Kavuşma heyecanı ile Uli’yi unutmuş olmalıydı.
Uli de kendini hatırlatmaya kalkışmadı. Gelenleri karşılayan, kasabadaki sakinlerin görüntüsü midesinin dehşetle kasılmasına yetmişti. Heyecanlı seslerini duyduğu insanların gürültüsü yavaşça uzaklaşırken uzun süre arabada tek başına oturdu.
Yüzüne dokunan bir el Uli’yi ürpertti. Sıçrayarak doğruldu. Aynı anda küçük bir gölge de geriye kaçtı, arabanın diğer köşesine çekildi. Bir süre karanlıkta birbirlerini tartarak beklediler. Uli yüzünü seçemediği ama ufak tefekliğine bakarak bir çocuğa ait olduğunu tahmin ettiği gölgeye sordu. “Ne kadar zamandır burada uyuyorum?” Vakti anlamak için etrafına göz gezdirdi. Onu çevreleyen karanlık aysız bir geceyi işaret ediyordu. Opampe’nin gece yarılarına kadar onu arabada unutmuş olmasına içerlediğini hissetti.
Sonunda habercisi arabanın önüne kayıp yere atladı. “Opa, seni yemeğe çağırmamı istedi.” Küçük bir kızın tatlı sesi onu bilgilendirirken Uli ‘Opa’ kelimesine takıldı. Yaşlı şifacı, isminin böyle kısaltıldığını biliyor muydu acaba? Bu düşünceyle hafifçe gülümsedi.
“Hadi gel!” Uli’nin ağır hareketleri küçük kızı sabırsızlandırmıştı.
Sonunda arabadan çıktığında Uli arkasına merakla baktı; atlar arabalardan alınmıştı. Ağaçların arasından sızan karanlık genç kızı ürküttü. Rüzgâr durmamacasına aralarında gezinirken “Gelmiyor musun?” sözleri ile Uli bir kez daha sıçradı. “Korkma, ağaçlar birbirleri ile konuşuyorlar sadece.”
Uli, küçük kızın korkusunu sezerek onu teskin etmeye çalışmasına şaşırdı. “Hep böyle midir? Rüzgâr hiç dinmez mi?” Yan yana yürüyorlardı artık. Evlerin pencerelerinden sızan soluk ışıklar gittikçe yaklaşıyordu ve arkalarındaki karanlıktan yavaşça uzaklaşıyorlardı.
“Ben onların konuştuklarını düşünmeyi tercih ediyorum.”
Uli, küçük kızın hayal gücünün yoksunluğundan dolayı onu küçümsediğini sezdi.
“Hep böyle değiller. Kışın daha gürültücü olurlar.”
Kız neden daha hızlı yürümediğini anlamaya çalışarak iki adım hızlansa geriye dönüp Uli’ye bakıyordu. Çamurların, çimenlere ve çakıllara karıştığı bir araziyi boydan boya geçerken daha hızlı yürümesi mümkün değildi. Tüm sabırsızlığına rağmen küçük kız, Uli’nin yavaşlığına sinirleniyor gibi de görünmüyordu.
“Adım Minta. Opa, isminin Pulera olduğunu söyledi.”
“İsmimi veren o zaten.” Uli hoşnutsuzlukla yüzünü buruşturdu.
“Benimkini de.” diyen Minta genişçe gülümsedi.
Uli, evlerin cumbalarına asılmış fenerlerin ışıklarının altında küçük yüzü inceledi.On yaşında bile görünmüyordu fakat yaşından beklenmeyecek kadar ciddi bir yüzü vardı, küçük ama bir çocuğa göre oldukça güzeldi. Beyaz solgun tenini daha da solduran yetersiz ışık bir an mavi gözlerinde parladı. Saçları çingenelerin çoğunda rastlanan altın sarısıydı. Küçük kızın büyüyüp genç bir kadın olduğunda neye dönüşeceğini merak etti.
Uli de tıpkı onun gibi inceleniyordu fakat Minta’nın yüzünden geçen ifadelerden anladığı kadarıyla onun beğenisinin zerresi küçük kızda yoktu. Bakışları öğlen onu gören çocuklardaki korkuya benzer izleri aradı ama yerine merhametli bir ciddiyet ile karşılaştığında korkulmayı tercih edeceğini düşündü.
“Ben seni çağırmaya daha önce gelecektim aslında ama Opa bana izin vermedi. Herkesin evlerine çekilmesini beklememi söyledi.” Gülümsedi. “Ne demek istediğini şimdi anladım. Ama merak etme Opa’nın yemeklerine ihtiyacın var sadece.” diyen Minta açık yüreklilikle teşhisini söylemişti.
Uli ise arabanın içinde unutulduğunu düşünüp durmuş, Opampe’ye içerlemişti. Boğazını tıkayan şeyi yutmak için uğraşırken Minta, bu kez onu kendi hızından kurtarmak için, elini küçük avucunun içine aldığında Uli de memnuniyetle bunu kabul etti. Şaşkınlığı dakikalar geçtikçe artarken küçük kızı bir büyük, kendisini ise çocuk gibi hissetmeye başlamıştı ve bu uzun süredir tatmadığı bir duyguydu.
Evlerden dışarıya taşan, solgun ışıklar ve ev sakinlerinin bölük pörçük sesleri arasında sokağı boydan boya geçtiler. Minta, sokağın sonundaki evlerden birinin önünde Uli’yi durdurdu. Erişebilmek için parmak uçlarında kalkarak kapının yanından sarkan kalın bir sicimi çekince ardından gelen tık sesi ile kapı açıldı. Girdikleri alan karanlıktı, yukarı kattan gelen hafif titrek bir ışık tavanı aydınlatmaya yetiyordu sadece. Basamakların önüne geldiklerinde üst kattan gelen öfkeli bir erkek sesi ile durdular.
“Çocuk bakıcılığı yaptığım için olmasın sakın!”
Sesin sahibi yeni gelenleri göremediği gibi Uli de onu göremiyordu. Minta onu yüreklendirmek için gülümseyerek elinden tuttu fakat Uli yukarı çıkmakta isteksizdi. O esnada Opampe kendisine bağıran gence anlayamadıkları bir şeyler söyledi.
Minta daha fazla dayanamayarak Uli’nin elini bırakıp merdivenleri tırmanarak geldiklerini onlara haber verdi. “Pulera’yı korkutuyorsun.”
Küçük kızın uyarısına bir homurtu eşlik etti. “Ne bu, beş yaşında mı?”
Merdivenlerin başına gelen Opampe’nin gölgesi ile Uli de yukarıya çıkmaktan daha fazla kaçınamayacağını anladı. “Amma uyuyorsun be kızım. Seni uyandıramayınca arabada bırakmak zorunda kaldım. Bir kemik torbasından farkın yok ama bu yaşlı kadıncağızın seni kucağına alıp taşımasını da beklemiyorsun umarım.”
Basamakları aştığında yaşlı kadının omzunun arkasından görüşüne giren oğlan, Uli’yi hoşnutsuzlukla süzüyordu. Sağ elindeki bastona verdiği ağırlıktan dolayı duruşu yana doğru kayıktı. Bir de siyah uzun saçlarını fark etti. Siyah, Uli’nin çingeneler arasında görmeye alışık olmadığı bir renkti. Oğlanın keskin bakışlarına Uli de aynı şekilde karşılık vermek isterdi fakat attığı kaçamak bir iki bakıştan sonra Opampe’ye telaşla döndü. Ondan bir cevap beklemediğini biliyordu fakat o anda keskin bakışlardan kaçmak için bahane olarak sarıldı. “İçirdiğin otlardan olmalı.”
“Eminim ondandır.” Opampe’nin yumuşak ses tonu hızla azara geçti. “Kabalık yapma da hoş geldin de.”
Uli, yaşlı kadının kendisine bakarak söylediği sözleri, üzerine alınmadan edemedi. Buna gerek olmadığını söylemek için ağzını açınca Opampe onu durdurdu. “Sen değil Pulera.”
Sözün muhatabı, Opampe’nin sırtına öfkeyle kısa bir bakış attı. “Hoş geldin.” Zoraki söylenmiş olduğu her harfinden belliydi. Daha fazla bu sahneye bakmaya dayanamayarak, sofada kurulu masaya yönelirken sağ bacağına yüklenmemek için dayandığı bastonun ahşap zeminde çıkardığı sesten başka bir şey duyulmadı.
“Torunum, Oguz” diyerek Opampe başıyla arkasını işaret etti. “Hadi yemekleri soğutmadan yiyelim. Uzun bir gündü. Yorgunum ve açım. Bu yaşlı kadının devrilmesi için bu kadarı bile yeterli.”
Opampe masanın başına otururken Uli de onun soluna geçti. Minta Oguz’un yanına, tam karşısına oturduğunda ikisini de rahat rahat inceleme fırsatı buldu.
Opampe, Minta için torunum dememişti. Küçük kızın da Opa’sından bahsederken nine diye bir hitap kullanıp kullanmadığını hatırlayamadı. Yaşlı kadın ile Oguz arasında bir benzerlik aradı, onu da bulamadı. Minta’nın sarı saçları, beyaz duru teni, Opampe’yi daha çok anımsatmasına rağmen Oguz dış kapının dış mandalı kadar farklıydı. Siyah uzun saçlarını ensesinden özensiz bir şekilde toplamıştı. Yemeğini yerken siyah kaşlarının altından parlayan siyah gözleri arada bir Uli’yi kontrol ediyordu. On yedi-on sekiz yaşlarında olmalıydı. Yeni bitme seyrek sakallarını kesse, saçına tarak sürse ve şu öfkeli bakışlarını silse güzel bir çocuk tanımına girerdi ama buna aldırmadığı açıktı.
Oguz, tabağındakileri yemek yerine kızın onu ve Minta’yı incelediğini fark etti. Başıyla ninesini işaret ederken “Onun torunu ben değil de Minta olmalı diye düşünüyorsun, değil mi?” dedi alayla. Uli’nin cevap vermek yerine bakışlarını tabağına indirmesine aldırmayan oğlan “Bence de Minta olmalıydı.” diye açıkça memnuniyetsizliğini ortaya döktü.
“Oguz!” Opampe’nin uyaran nidası, masaya az önceki sessizliği geri getirdi fakat kaçan iştahlar için aynı şey söz konusu değildi. Uli açısından yemek yemek uzun süredir talep gören bir konu değildi fakat Minta’nın Oguz’un yorumundan olumsuz etkilendiğini görebiliyordu. Masada, tabaklarındakilerle oynayarak on beş dakika daha oyalandılar.
“İyi ki döndünüz.” Alayla ortaya koyduğu cümlenin ardından, Oguz bastonuna dayanarak masadan kalktı ve sofanın karşısındaki kapının ardında öfkesiyle birlikte kayboldu.
Uli, yaşlı şifacının sakinlikle yemeğini devam etmesine şaşkın bir şekilde zoraki birkaç lokmayı daha midesine gönderdi.
“Bütün yaz burada kalmak onu huysuz yapıyor. Yoksa döndüğüne sevindiğine eminim Opa.” Minta, Oguz için bahaneler bulurken yaşlı şifacı tabağını ve bardağını alarak kalktı.
“Onun yerine özür dilemekten vazgeç, küçük hanım.”
Sofra, yaşlı kadın ve küçük kız tarafından kısa sürede kaldırıldı. Uli’ye Minta’nın odasında ufak bir yer yatağı ayarlandı. Ardından saatin erken olmasına rağmen, lambalar söndürülerek herkes odasına çekildi. Tanıştıklarından beri sürekli konuşan Minta’nın uyumamasına rağmen garip sessizliği dışarıda esen rüzgârın uğultusu ile büyüyordu. Uli uyuyamayacağını düşünmesine rağmen, çok kısa sürede uykuya daldı.
Uli için artık her gün bir öncekinin tekrarıydı. Sabahları, kim tarafından taşındığını hatırlamadan, Opampe’nin ağır aksak ilerleyen arabasında gözlerini açıyordu. Öğlen verilen kısa molalarda Reis’in eşinin ziyaretlerine metanetle katlanıyor, güneş batmadan önce belirlenen mola yerine kadar arabanın arkasında boş bir çuval gibi oturuyordu. Geceleri ise Okro’nun kafesinde zaman daha hızlı geçiyordu. Çingenelerin ateş başında çalıp söyledikleri şarkılara Okro’nun kalp atışları karışıyor hiç olmadığı kadar huzurlu bir uykuya dalıyordu.
Yıllarını tükettiği hapishanede bile Çingenelerin arasındaki kadar tembellik yaptığını hatırlamıyordu. Hapisken her koşulda kendisini oyalayacak bir şeyler bulmuş, en kötü ihtimalle hücresini arşınlayarak enerjisini tüketmişti. Hatta Durwa, Nzeli Krallığı’nda konuşulan, ortak lisana göre daha kaba olan dillerini bile ona öğretmişti. Çocukluğunda aldığı eğitimin bir parçası olarak kuzeyde kullanılan ortak lisanı biliyordu. Karşılık olarak lisanını, Azure olmayanlara öğretilmesi yasak anadilini, ihtiyara memnuniyetle öğretmişti. Uli yasağı delmişti ama bir Azure'nin Azuran topraklarının dışına çıkması da yasaktı. Yasakları önce onlar delmişken vicdan yapmaya gerek görmemişti o zamanlar.
Hapisken bir şekilde, çoğunlukla Durwa’nın sayesinde olsa da hayata tutunurken şimdi hiç olmadığı kadar özgür olmasına rağmen oturduğu yerden bir adım dahi uzaklaşamayacağını hissediyordu. Başının üzerinde yükselen gökyüzü yıllarını dört duvar arasından geçirmiş birisi için fazlasıyla geniş, soluduğu hava fazlasıyla ferah, çevresindeki insanlar ise hiç görmediği kadar renkliydi. Tüm bunlarla yüzleşmek yerine uzun zamandır alışkın olduğu gibi başının üzerinde alçak bir tavana, rahatça nefes almak yerine uykuya, insanlarla konuşmak yerine sevgili kaplanına kaçıyordu.
Rutin geçen bu yolculuk, sık sık yağan yağmurun eşliğinde sonunda denizin kokusunu onlara ulaştırdı. Uli, hatırladığından daha meyus, daha uysal bulduğu denizi göründüğünde kafilenin sevincini önce anlayamadı fakat daha sonra Opampe’den güneş batmadan önce evlerine varacaklarını öğrendi. Akşama doğru zik zak çizen yolun artırdığı eğimden dolayı arabalar daha temkinli ve yavaş hareket ediyordu artık. Eve varmak düşüncesi çingeneler gibi onda her hangi bir coşku yaratmasa da bir arabanın üstünde yolculuk yapmaktan yakında kurtulacağı için memnundu.
Gözlerini yoldan ayıramayan yaşlı şifacı arkasına heyecanla seslendi. “Pulera, bu manzara kaçmaz! Civane’yi böyle görme fırsatını uzun süre bulamazsın.” Uli düşüncelerini bölen bu çağrıya aldırmadı. “Eğer orada öyle boş bir çuval gibi oturmaya devam edeceksen, kasabaya vardığımızda Dina’ya söyle, sana kalacak başka bir yer bulsun.”
Uli Opampe’nin arkadaşlığına alışmıştı fakat diğerlerinin yanında hissettiği gerginlikten bir türlü kurtulamadığından yaşlı kadının tehdidini yerine getireceğinin korkusuyla öne doğru isteksizce emekledi. Arkalıksız sıraya tırmanıp suratsız bir şekilde bacaklarını öne geçirdi. Yaşlı kadının yüzüne bakmayı akıl edebilseydi, alaycı bir gülümseme görecekti fakat onun yerine az önce heyecanla methedilen manzaraya odaklandı.
Yağmur bugünkü yükünü bırakmış gri renkli bulutlar dağılmaya başlamıştı. İkindi güneşi, millerce uzaklıktaki denizin dalgalı yüzeyine, bulutların arasından sızarak ışıktan bir perde gibi iniyordu. Aydınlıktan nasibini alamayan yerler koyu gölgelerle doluydu. Açık yeşilden neftiye yumuşak geçişler yapan, bodur ağaçlarla kaplı tepenin ardında ise sahil saklanıyordu.
“Nasıl ama? Dediğim kadar var değil mi?” diyerek Opampe memnuniyetle içini çekti.
Opampe kaç yaşındaydı? Zihnine düşen bu soruyla Uli, dönüp ilk defa yaşlı kadının profilini merakla inceledi. Dolgun bir yüzü vardı, alnı ve elmacık kemiklerinin üzerindeki cildi pürüzsüzdü. Gözlerinin ve ağzının kenarındaki yoğun çizgiler olmasa bu yüze yaşlı demek, bu dimdik oturan bedene ihtiyar demek insafsızlık olurdu. Uli şifacıyı incelerken Opampe de avuçlarında sımsıkı tuttuğu yularları yukarı aşağı sallayarak atları hızlandırdı. Yaşlı kadının hareketleri tutuksuz ve hızlıydı. Hayır, ihtiyarlığa ait kusurlardan uzaktı. Bakışlarını kendi ellerine indirdi. Kucağında birleştirdiği kemikten parmakları birbirinden ayırsa destekleri ortadan kalkınca titreyeceklerini biliyordu. Şimdi kim yaşlıydı o mu kendisi mi?
“Şu kayalıkları dolandık mı, evdeyiz.” Opampe gözlerini bir an yoldan ayırıp keyifle kıza baktı. Evine döndüğü için gözlerinde yanıp sönen ışıltılar gibi yaşlı kadının içi de sevinçle kıpır kıpırdı. Uli’nin ‘ev’ kelimesine vermiş olduğu tepkiyi, dudağının bir ucunun neşesiz bir şekilde yukarı kıvrılmasını, gördüğünde tekrar bakışlarını yola çevirdi. “Eh bir süre için burası da senin evin olduğuna göre, şu yüzündeki ekşi süt içmiş ifadeyi sil artık.”
Uli, ekşi sütten bir yudum daha almış gibi yüzünü biraz daha kararttı. Eve varmak için duydukları heyecanı kıskanıyordu sadece… ama bunu kabullenmeye yanaşmadı. ‘Beni istemeyenleri ben de istemeyeceğim.’ Bunca yıldır kendi kendine yinelediği cümlenin bir kez daha üzerinden geçti.
Ağaçlı tepeninin eteklerinden dolandıklarında, sollarında iki insan boyunda dik kayalıklar, sağlarında ise irili ufaklı kayalar ve çakıllarla kaplı bir sahil göz alabildiğince uzanıyordu. Düz giden yol, bir süre sonra yay çizerek denizden uzaklaşmaya başladı. Konvoy daha yarım daireyi tamamlayamadan heyecanlı bir kalabalık tarafından önleri kesildi. Uli kafilede neden hiç çocuk olmadığını şimdi daha iyi anlıyordu. Arabaların çevresinde gürültüyle dolanan en büyüğü 12 - 13 yaşlarında yirmiden fazla çocuk onları neşeyle karşılıyordu.
Önlerinden koşarak geçen iki oğlan Opampe’ye el sallayıp gülümsedi. Küçük olanı, yaşlı kadının yanında oturan yabancıyı fark ettiğinde yavaşlayıp durdu. Arkadaşını da kendi yanına çekip eliyle kızı işaret etti. Gülümsemiyorlardı, merakla kendisini inceliyorlardı. Uli rahatsız olarak yüzünü diğer tarafa çevirdiğinde şalı ile yüzünü kapama isteğini zorlukla bastırdı. Aylardır görmedikleri ailelerinin onları çağırması ile kıza olan ilgilerini kaybeden çocuklar koşarak uzaklaştılar.
Bakışları üzerine çekecek kadar perişan mı görünüyordu? Hapishanede yıllar geçip giderken, aynadaki aksini görmeye olan arzusu gittikçe solmuştu. Gençliğinin ilk yıllarında aynanın önünden ayrılmayan Uli en son ne zaman aynadaki yansımasını görmüştü. Yüzünü örtme arzusu bastıramayacağı düzeye geldiğinde hiçbir şey söylemeden tentenin karanlığı altına girdi, Opampe de kalması için ısrar etmedi
Kayalıkları döndükleri esnada kısa bir an sahilin görüntüsü, ardından deniz Uli’nin önüne serildi, bulutlar gibi griydi şimdi. Takiplerindeki arabanın görüşünü kapatmasıyla, deniz uzaktan gelen dalgaların sesiydi şimdi. Azalan denizin sesi ile yer değiştiren rüzgârın uğultusu yol boyunca peşlerini bırakmadı, ağaçların hışırtısı ise gittikçe arttı.
Opampe köyünden bahsettiğinde Uli’nin gözünde birkaç evden oluşan dağınık bir görüntü canlanmıştı. Ancak hayalinden çok farklı bir manzara ile karşı karşıyaydı şimdi. İç içe geçmiş, duvarlarının birbirine yaslandığı, bahçesiz İki katlı, ahşap ve taş işçiliğinin ilginç bir karışımı olan evlerin arasından geçiyorlardı. Aylardır görmedikleri komşularına ya da akrabalarına, cumbalarından ve pencerelerinden sarkan çingeneler el sallayıp, hoş geldiklerini söylüyorlardı. Kimisi evlerinden çıkarak onlarla birlikte yürümeye bile başlamışlardı.
İlgi ile bakan yaşlı bir adam ile göz göze gelince Uli örtüyü kapatıp arkasına yaslandı. Yine de merakına yenilerek Opampe’nin sırtından kalan açıklıktan dışarı bakmaya devam etti. Evlerin arasından çıktıklarında, önlerinde uzun ağaçların kalın gövdelerinin sınırını çizdiği geniş bir açıklık uzanıyordu. Konvoydaki her bir araba, hayvanları taşıyanlar hariç, ikinci bir sınır gibi ağaçların çok yakınına yan yana dizildiler. Opampe de atları diğerlerinin yanına yönlendirdi. Yularları oturduğu yerin kenarındaki çiviye taktıktan sonra arkasına bakmadan arabadan indi. Kavuşma heyecanı ile Uli’yi unutmuş olmalıydı.
Uli de kendini hatırlatmaya kalkışmadı. Gelenleri karşılayan, kasabadaki sakinlerin görüntüsü midesinin dehşetle kasılmasına yetmişti. Heyecanlı seslerini duyduğu insanların gürültüsü yavaşça uzaklaşırken uzun süre arabada tek başına oturdu.
Yüzüne dokunan bir el Uli’yi ürpertti. Sıçrayarak doğruldu. Aynı anda küçük bir gölge de geriye kaçtı, arabanın diğer köşesine çekildi. Bir süre karanlıkta birbirlerini tartarak beklediler. Uli yüzünü seçemediği ama ufak tefekliğine bakarak bir çocuğa ait olduğunu tahmin ettiği gölgeye sordu. “Ne kadar zamandır burada uyuyorum?” Vakti anlamak için etrafına göz gezdirdi. Onu çevreleyen karanlık aysız bir geceyi işaret ediyordu. Opampe’nin gece yarılarına kadar onu arabada unutmuş olmasına içerlediğini hissetti.
Sonunda habercisi arabanın önüne kayıp yere atladı. “Opa, seni yemeğe çağırmamı istedi.” Küçük bir kızın tatlı sesi onu bilgilendirirken Uli ‘Opa’ kelimesine takıldı. Yaşlı şifacı, isminin böyle kısaltıldığını biliyor muydu acaba? Bu düşünceyle hafifçe gülümsedi.
“Hadi gel!” Uli’nin ağır hareketleri küçük kızı sabırsızlandırmıştı.
Sonunda arabadan çıktığında Uli arkasına merakla baktı; atlar arabalardan alınmıştı. Ağaçların arasından sızan karanlık genç kızı ürküttü. Rüzgâr durmamacasına aralarında gezinirken “Gelmiyor musun?” sözleri ile Uli bir kez daha sıçradı. “Korkma, ağaçlar birbirleri ile konuşuyorlar sadece.”
Uli, küçük kızın korkusunu sezerek onu teskin etmeye çalışmasına şaşırdı. “Hep böyle midir? Rüzgâr hiç dinmez mi?” Yan yana yürüyorlardı artık. Evlerin pencerelerinden sızan soluk ışıklar gittikçe yaklaşıyordu ve arkalarındaki karanlıktan yavaşça uzaklaşıyorlardı.
“Ben onların konuştuklarını düşünmeyi tercih ediyorum.”
Uli, küçük kızın hayal gücünün yoksunluğundan dolayı onu küçümsediğini sezdi.
“Hep böyle değiller. Kışın daha gürültücü olurlar.”
Kız neden daha hızlı yürümediğini anlamaya çalışarak iki adım hızlansa geriye dönüp Uli’ye bakıyordu. Çamurların, çimenlere ve çakıllara karıştığı bir araziyi boydan boya geçerken daha hızlı yürümesi mümkün değildi. Tüm sabırsızlığına rağmen küçük kız, Uli’nin yavaşlığına sinirleniyor gibi de görünmüyordu.
“Adım Minta. Opa, isminin Pulera olduğunu söyledi.”
“İsmimi veren o zaten.” Uli hoşnutsuzlukla yüzünü buruşturdu.
“Benimkini de.” diyen Minta genişçe gülümsedi.
Uli, evlerin cumbalarına asılmış fenerlerin ışıklarının altında küçük yüzü inceledi.On yaşında bile görünmüyordu fakat yaşından beklenmeyecek kadar ciddi bir yüzü vardı, küçük ama bir çocuğa göre oldukça güzeldi. Beyaz solgun tenini daha da solduran yetersiz ışık bir an mavi gözlerinde parladı. Saçları çingenelerin çoğunda rastlanan altın sarısıydı. Küçük kızın büyüyüp genç bir kadın olduğunda neye dönüşeceğini merak etti.
Uli de tıpkı onun gibi inceleniyordu fakat Minta’nın yüzünden geçen ifadelerden anladığı kadarıyla onun beğenisinin zerresi küçük kızda yoktu. Bakışları öğlen onu gören çocuklardaki korkuya benzer izleri aradı ama yerine merhametli bir ciddiyet ile karşılaştığında korkulmayı tercih edeceğini düşündü.
“Ben seni çağırmaya daha önce gelecektim aslında ama Opa bana izin vermedi. Herkesin evlerine çekilmesini beklememi söyledi.” Gülümsedi. “Ne demek istediğini şimdi anladım. Ama merak etme Opa’nın yemeklerine ihtiyacın var sadece.” diyen Minta açık yüreklilikle teşhisini söylemişti.
Uli ise arabanın içinde unutulduğunu düşünüp durmuş, Opampe’ye içerlemişti. Boğazını tıkayan şeyi yutmak için uğraşırken Minta, bu kez onu kendi hızından kurtarmak için, elini küçük avucunun içine aldığında Uli de memnuniyetle bunu kabul etti. Şaşkınlığı dakikalar geçtikçe artarken küçük kızı bir büyük, kendisini ise çocuk gibi hissetmeye başlamıştı ve bu uzun süredir tatmadığı bir duyguydu.
Evlerden dışarıya taşan, solgun ışıklar ve ev sakinlerinin bölük pörçük sesleri arasında sokağı boydan boya geçtiler. Minta, sokağın sonundaki evlerden birinin önünde Uli’yi durdurdu. Erişebilmek için parmak uçlarında kalkarak kapının yanından sarkan kalın bir sicimi çekince ardından gelen tık sesi ile kapı açıldı. Girdikleri alan karanlıktı, yukarı kattan gelen hafif titrek bir ışık tavanı aydınlatmaya yetiyordu sadece. Basamakların önüne geldiklerinde üst kattan gelen öfkeli bir erkek sesi ile durdular.
“Çocuk bakıcılığı yaptığım için olmasın sakın!”
Sesin sahibi yeni gelenleri göremediği gibi Uli de onu göremiyordu. Minta onu yüreklendirmek için gülümseyerek elinden tuttu fakat Uli yukarı çıkmakta isteksizdi. O esnada Opampe kendisine bağıran gence anlayamadıkları bir şeyler söyledi.
Minta daha fazla dayanamayarak Uli’nin elini bırakıp merdivenleri tırmanarak geldiklerini onlara haber verdi. “Pulera’yı korkutuyorsun.”
Küçük kızın uyarısına bir homurtu eşlik etti. “Ne bu, beş yaşında mı?”
Merdivenlerin başına gelen Opampe’nin gölgesi ile Uli de yukarıya çıkmaktan daha fazla kaçınamayacağını anladı. “Amma uyuyorsun be kızım. Seni uyandıramayınca arabada bırakmak zorunda kaldım. Bir kemik torbasından farkın yok ama bu yaşlı kadıncağızın seni kucağına alıp taşımasını da beklemiyorsun umarım.”
Basamakları aştığında yaşlı kadının omzunun arkasından görüşüne giren oğlan, Uli’yi hoşnutsuzlukla süzüyordu. Sağ elindeki bastona verdiği ağırlıktan dolayı duruşu yana doğru kayıktı. Bir de siyah uzun saçlarını fark etti. Siyah, Uli’nin çingeneler arasında görmeye alışık olmadığı bir renkti. Oğlanın keskin bakışlarına Uli de aynı şekilde karşılık vermek isterdi fakat attığı kaçamak bir iki bakıştan sonra Opampe’ye telaşla döndü. Ondan bir cevap beklemediğini biliyordu fakat o anda keskin bakışlardan kaçmak için bahane olarak sarıldı. “İçirdiğin otlardan olmalı.”
“Eminim ondandır.” Opampe’nin yumuşak ses tonu hızla azara geçti. “Kabalık yapma da hoş geldin de.”
Uli, yaşlı kadının kendisine bakarak söylediği sözleri, üzerine alınmadan edemedi. Buna gerek olmadığını söylemek için ağzını açınca Opampe onu durdurdu. “Sen değil Pulera.”
Sözün muhatabı, Opampe’nin sırtına öfkeyle kısa bir bakış attı. “Hoş geldin.” Zoraki söylenmiş olduğu her harfinden belliydi. Daha fazla bu sahneye bakmaya dayanamayarak, sofada kurulu masaya yönelirken sağ bacağına yüklenmemek için dayandığı bastonun ahşap zeminde çıkardığı sesten başka bir şey duyulmadı.
“Torunum, Oguz” diyerek Opampe başıyla arkasını işaret etti. “Hadi yemekleri soğutmadan yiyelim. Uzun bir gündü. Yorgunum ve açım. Bu yaşlı kadının devrilmesi için bu kadarı bile yeterli.”
Opampe masanın başına otururken Uli de onun soluna geçti. Minta Oguz’un yanına, tam karşısına oturduğunda ikisini de rahat rahat inceleme fırsatı buldu.
Opampe, Minta için torunum dememişti. Küçük kızın da Opa’sından bahsederken nine diye bir hitap kullanıp kullanmadığını hatırlayamadı. Yaşlı kadın ile Oguz arasında bir benzerlik aradı, onu da bulamadı. Minta’nın sarı saçları, beyaz duru teni, Opampe’yi daha çok anımsatmasına rağmen Oguz dış kapının dış mandalı kadar farklıydı. Siyah uzun saçlarını ensesinden özensiz bir şekilde toplamıştı. Yemeğini yerken siyah kaşlarının altından parlayan siyah gözleri arada bir Uli’yi kontrol ediyordu. On yedi-on sekiz yaşlarında olmalıydı. Yeni bitme seyrek sakallarını kesse, saçına tarak sürse ve şu öfkeli bakışlarını silse güzel bir çocuk tanımına girerdi ama buna aldırmadığı açıktı.
Oguz, tabağındakileri yemek yerine kızın onu ve Minta’yı incelediğini fark etti. Başıyla ninesini işaret ederken “Onun torunu ben değil de Minta olmalı diye düşünüyorsun, değil mi?” dedi alayla. Uli’nin cevap vermek yerine bakışlarını tabağına indirmesine aldırmayan oğlan “Bence de Minta olmalıydı.” diye açıkça memnuniyetsizliğini ortaya döktü.
“Oguz!” Opampe’nin uyaran nidası, masaya az önceki sessizliği geri getirdi fakat kaçan iştahlar için aynı şey söz konusu değildi. Uli açısından yemek yemek uzun süredir talep gören bir konu değildi fakat Minta’nın Oguz’un yorumundan olumsuz etkilendiğini görebiliyordu. Masada, tabaklarındakilerle oynayarak on beş dakika daha oyalandılar.
“İyi ki döndünüz.” Alayla ortaya koyduğu cümlenin ardından, Oguz bastonuna dayanarak masadan kalktı ve sofanın karşısındaki kapının ardında öfkesiyle birlikte kayboldu.
Uli, yaşlı şifacının sakinlikle yemeğini devam etmesine şaşkın bir şekilde zoraki birkaç lokmayı daha midesine gönderdi.
“Bütün yaz burada kalmak onu huysuz yapıyor. Yoksa döndüğüne sevindiğine eminim Opa.” Minta, Oguz için bahaneler bulurken yaşlı şifacı tabağını ve bardağını alarak kalktı.
“Onun yerine özür dilemekten vazgeç, küçük hanım.”
Sofra, yaşlı kadın ve küçük kız tarafından kısa sürede kaldırıldı. Uli’ye Minta’nın odasında ufak bir yer yatağı ayarlandı. Ardından saatin erken olmasına rağmen, lambalar söndürülerek herkes odasına çekildi. Tanıştıklarından beri sürekli konuşan Minta’nın uyumamasına rağmen garip sessizliği dışarıda esen rüzgârın uğultusu ile büyüyordu. Uli uyuyamayacağını düşünmesine rağmen, çok kısa sürede uykuya daldı.