Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Berweuli

Sayfa: 1 2 3 [4] 5 6
46
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 05 Eylül 2016, 10:59:07 »
Eve Dönüş

Uli için artık her gün bir öncekinin tekrarıydı. Sabahları, kim tarafından taşındığını hatırlamadan, Opampe’nin ağır aksak ilerleyen arabasında gözlerini açıyordu. Öğlen verilen kısa molalarda Reis’in eşinin ziyaretlerine metanetle katlanıyor, güneş batmadan önce belirlenen mola yerine kadar arabanın arkasında boş bir çuval gibi oturuyordu. Geceleri ise Okro’nun kafesinde zaman daha hızlı geçiyordu. Çingenelerin ateş başında çalıp söyledikleri şarkılara Okro’nun kalp atışları karışıyor hiç olmadığı kadar huzurlu bir uykuya dalıyordu.

Yıllarını tükettiği hapishanede bile Çingenelerin arasındaki kadar tembellik yaptığını hatırlamıyordu. Hapisken her koşulda kendisini oyalayacak bir şeyler bulmuş, en kötü ihtimalle hücresini arşınlayarak enerjisini tüketmişti. Hatta Durwa, Nzeli Krallığı’nda konuşulan, ortak lisana göre daha kaba olan dillerini bile ona öğretmişti. Çocukluğunda aldığı eğitimin bir parçası olarak kuzeyde kullanılan ortak lisanı biliyordu. Karşılık olarak lisanını, Azure olmayanlara öğretilmesi yasak anadilini, ihtiyara memnuniyetle öğretmişti. Uli yasağı delmişti ama bir Azure'nin Azuran topraklarının dışına çıkması da yasaktı. Yasakları önce onlar delmişken vicdan yapmaya gerek görmemişti o zamanlar.

Hapisken bir şekilde, çoğunlukla Durwa’nın sayesinde olsa da hayata tutunurken şimdi hiç olmadığı kadar özgür olmasına rağmen oturduğu yerden bir adım dahi uzaklaşamayacağını hissediyordu. Başının üzerinde yükselen gökyüzü yıllarını dört duvar arasından geçirmiş birisi için fazlasıyla geniş, soluduğu hava fazlasıyla ferah, çevresindeki insanlar ise hiç görmediği kadar renkliydi.  Tüm bunlarla yüzleşmek yerine uzun zamandır alışkın olduğu gibi başının üzerinde alçak bir tavana, rahatça nefes almak yerine uykuya, insanlarla konuşmak yerine sevgili kaplanına kaçıyordu.

Rutin geçen bu yolculuk, sık sık yağan yağmurun eşliğinde sonunda denizin kokusunu onlara ulaştırdı. Uli, hatırladığından daha meyus, daha uysal bulduğu denizi göründüğünde kafilenin sevincini önce anlayamadı fakat daha sonra Opampe’den güneş batmadan önce evlerine varacaklarını öğrendi. Akşama doğru zik zak çizen yolun artırdığı eğimden dolayı arabalar daha temkinli ve yavaş hareket ediyordu artık. Eve varmak düşüncesi çingeneler gibi onda her hangi bir coşku yaratmasa da bir arabanın üstünde yolculuk yapmaktan yakında kurtulacağı için memnundu.

Gözlerini yoldan ayıramayan yaşlı şifacı arkasına heyecanla seslendi. “Pulera, bu manzara kaçmaz! Civane’yi böyle görme fırsatını uzun süre bulamazsın.” Uli düşüncelerini bölen bu çağrıya aldırmadı. “Eğer orada öyle boş bir çuval gibi oturmaya devam edeceksen, kasabaya vardığımızda Dina’ya söyle, sana kalacak başka bir yer bulsun.”

Uli Opampe’nin arkadaşlığına alışmıştı fakat diğerlerinin yanında hissettiği gerginlikten bir türlü kurtulamadığından yaşlı kadının tehdidini yerine getireceğinin korkusuyla öne doğru isteksizce emekledi. Arkalıksız sıraya tırmanıp suratsız bir şekilde bacaklarını öne geçirdi. Yaşlı kadının yüzüne bakmayı akıl edebilseydi, alaycı bir gülümseme görecekti fakat onun yerine az önce heyecanla methedilen manzaraya odaklandı.

Yağmur bugünkü yükünü bırakmış gri renkli bulutlar dağılmaya başlamıştı. İkindi güneşi, millerce uzaklıktaki denizin dalgalı yüzeyine,  bulutların arasından sızarak ışıktan bir perde gibi iniyordu. Aydınlıktan nasibini alamayan yerler koyu gölgelerle doluydu. Açık yeşilden neftiye yumuşak geçişler yapan, bodur ağaçlarla kaplı tepenin ardında ise sahil saklanıyordu.

“Nasıl ama? Dediğim kadar var değil mi?” diyerek Opampe memnuniyetle içini çekti.

Opampe kaç yaşındaydı? Zihnine düşen bu soruyla Uli, dönüp ilk defa yaşlı kadının profilini merakla inceledi. Dolgun bir yüzü vardı, alnı ve elmacık kemiklerinin üzerindeki cildi pürüzsüzdü. Gözlerinin ve ağzının kenarındaki yoğun çizgiler olmasa bu yüze yaşlı demek, bu dimdik oturan bedene ihtiyar demek insafsızlık olurdu. Uli şifacıyı incelerken Opampe de avuçlarında sımsıkı tuttuğu yularları yukarı aşağı sallayarak atları hızlandırdı. Yaşlı kadının hareketleri tutuksuz ve hızlıydı. Hayır, ihtiyarlığa ait kusurlardan uzaktı. Bakışlarını kendi ellerine indirdi. Kucağında birleştirdiği kemikten parmakları birbirinden ayırsa destekleri ortadan kalkınca titreyeceklerini biliyordu. Şimdi kim yaşlıydı o mu kendisi mi?

 “Şu kayalıkları dolandık mı, evdeyiz.” Opampe gözlerini bir an yoldan ayırıp keyifle kıza baktı. Evine döndüğü için gözlerinde yanıp sönen ışıltılar gibi yaşlı kadının içi de sevinçle kıpır kıpırdı. Uli’nin ‘ev’ kelimesine vermiş olduğu tepkiyi, dudağının bir ucunun neşesiz bir şekilde yukarı kıvrılmasını, gördüğünde tekrar bakışlarını yola çevirdi. “Eh bir süre için burası da senin evin olduğuna göre, şu yüzündeki ekşi süt içmiş ifadeyi sil artık.” 

Uli, ekşi sütten bir yudum daha almış gibi yüzünü biraz daha kararttı. Eve varmak için duydukları heyecanı kıskanıyordu sadece… ama bunu kabullenmeye yanaşmadı. ‘Beni istemeyenleri ben de istemeyeceğim.’ Bunca yıldır kendi kendine yinelediği cümlenin bir kez daha üzerinden geçti.

Ağaçlı tepeninin eteklerinden dolandıklarında, sollarında iki insan boyunda dik kayalıklar, sağlarında ise irili ufaklı kayalar ve çakıllarla kaplı bir sahil göz alabildiğince uzanıyordu. Düz giden yol, bir süre sonra yay çizerek denizden uzaklaşmaya başladı. Konvoy daha yarım daireyi tamamlayamadan heyecanlı bir kalabalık tarafından önleri kesildi. Uli kafilede neden hiç çocuk olmadığını şimdi daha iyi anlıyordu. Arabaların çevresinde gürültüyle dolanan en büyüğü 12 - 13 yaşlarında yirmiden fazla çocuk onları neşeyle karşılıyordu.

Önlerinden koşarak geçen iki oğlan Opampe’ye el sallayıp gülümsedi. Küçük olanı, yaşlı kadının yanında oturan yabancıyı fark ettiğinde yavaşlayıp durdu. Arkadaşını da kendi yanına çekip eliyle kızı işaret etti. Gülümsemiyorlardı, merakla kendisini inceliyorlardı. Uli rahatsız olarak yüzünü diğer tarafa çevirdiğinde şalı ile yüzünü kapama isteğini zorlukla bastırdı. Aylardır görmedikleri ailelerinin onları çağırması ile kıza olan ilgilerini kaybeden çocuklar koşarak uzaklaştılar.

Bakışları üzerine çekecek kadar perişan mı görünüyordu? Hapishanede yıllar geçip giderken, aynadaki aksini görmeye olan arzusu gittikçe solmuştu. Gençliğinin ilk yıllarında aynanın önünden ayrılmayan Uli en son ne zaman aynadaki yansımasını görmüştü. Yüzünü örtme arzusu bastıramayacağı düzeye geldiğinde hiçbir şey söylemeden tentenin karanlığı altına girdi,  Opampe de kalması için ısrar etmedi

Kayalıkları döndükleri esnada kısa bir an sahilin görüntüsü, ardından deniz Uli’nin önüne serildi, bulutlar gibi griydi şimdi. Takiplerindeki arabanın görüşünü kapatmasıyla, deniz uzaktan gelen dalgaların sesiydi şimdi. Azalan denizin sesi ile yer değiştiren rüzgârın uğultusu yol boyunca peşlerini bırakmadı, ağaçların hışırtısı ise gittikçe arttı.

Opampe köyünden bahsettiğinde Uli’nin gözünde birkaç evden oluşan dağınık bir görüntü canlanmıştı. Ancak hayalinden çok farklı bir manzara ile karşı karşıyaydı şimdi. İç içe geçmiş, duvarlarının birbirine yaslandığı, bahçesiz İki katlı, ahşap ve taş işçiliğinin ilginç bir karışımı olan evlerin arasından geçiyorlardı. Aylardır görmedikleri komşularına ya da akrabalarına, cumbalarından ve pencerelerinden sarkan çingeneler el sallayıp, hoş geldiklerini söylüyorlardı. Kimisi evlerinden çıkarak onlarla birlikte yürümeye bile başlamışlardı.

İlgi ile bakan yaşlı bir adam ile göz göze gelince Uli örtüyü kapatıp arkasına yaslandı. Yine de merakına yenilerek Opampe’nin sırtından kalan açıklıktan dışarı bakmaya devam etti. Evlerin arasından çıktıklarında, önlerinde uzun ağaçların kalın gövdelerinin sınırını çizdiği geniş bir açıklık uzanıyordu. Konvoydaki her bir araba, hayvanları taşıyanlar hariç, ikinci bir sınır gibi ağaçların çok yakınına yan yana dizildiler. Opampe de atları diğerlerinin yanına yönlendirdi. Yularları oturduğu yerin kenarındaki çiviye taktıktan sonra arkasına bakmadan arabadan indi. Kavuşma heyecanı ile Uli’yi unutmuş olmalıydı.

Uli de kendini hatırlatmaya kalkışmadı. Gelenleri karşılayan, kasabadaki sakinlerin görüntüsü midesinin dehşetle kasılmasına yetmişti. Heyecanlı seslerini duyduğu insanların gürültüsü yavaşça uzaklaşırken uzun süre arabada tek başına oturdu.



Yüzüne dokunan bir el Uli’yi ürpertti. Sıçrayarak doğruldu. Aynı anda küçük bir gölge de geriye kaçtı, arabanın diğer köşesine çekildi. Bir süre karanlıkta birbirlerini tartarak beklediler. Uli yüzünü seçemediği ama ufak tefekliğine bakarak bir çocuğa ait olduğunu tahmin ettiği gölgeye sordu. “Ne kadar zamandır burada uyuyorum?”  Vakti anlamak için etrafına göz gezdirdi. Onu çevreleyen karanlık aysız bir geceyi işaret ediyordu. Opampe’nin gece yarılarına kadar onu arabada unutmuş olmasına içerlediğini hissetti.

Sonunda habercisi arabanın önüne kayıp yere atladı. “Opa, seni yemeğe çağırmamı istedi.” Küçük bir kızın tatlı sesi onu bilgilendirirken Uli ‘Opa’ kelimesine takıldı. Yaşlı şifacı, isminin böyle kısaltıldığını biliyor muydu acaba? Bu düşünceyle hafifçe gülümsedi.

“Hadi gel!” Uli’nin ağır hareketleri küçük kızı sabırsızlandırmıştı. 

Sonunda arabadan çıktığında Uli arkasına merakla baktı; atlar arabalardan alınmıştı. Ağaçların arasından sızan karanlık genç kızı ürküttü. Rüzgâr durmamacasına aralarında gezinirken “Gelmiyor musun?” sözleri ile Uli bir kez daha sıçradı. “Korkma, ağaçlar birbirleri ile konuşuyorlar sadece.”

Uli, küçük kızın korkusunu sezerek onu teskin etmeye çalışmasına şaşırdı. “Hep böyle midir? Rüzgâr hiç dinmez mi?” Yan yana yürüyorlardı artık. Evlerin pencerelerinden sızan soluk ışıklar gittikçe yaklaşıyordu ve arkalarındaki karanlıktan yavaşça uzaklaşıyorlardı.

“Ben onların konuştuklarını düşünmeyi tercih ediyorum.”

Uli, küçük kızın hayal gücünün yoksunluğundan dolayı onu küçümsediğini sezdi.

“Hep böyle değiller. Kışın daha gürültücü olurlar.”

Kız neden daha hızlı yürümediğini anlamaya çalışarak iki adım hızlansa geriye dönüp Uli’ye bakıyordu. Çamurların, çimenlere ve çakıllara karıştığı bir araziyi boydan boya geçerken daha hızlı yürümesi mümkün değildi. Tüm sabırsızlığına rağmen küçük kız, Uli’nin yavaşlığına sinirleniyor gibi de görünmüyordu.

“Adım Minta. Opa, isminin Pulera olduğunu söyledi.”

“İsmimi veren o zaten.” Uli hoşnutsuzlukla yüzünü buruşturdu.

“Benimkini de.” diyen Minta genişçe gülümsedi.

Uli, evlerin cumbalarına asılmış fenerlerin ışıklarının altında küçük yüzü inceledi.On yaşında bile görünmüyordu fakat yaşından beklenmeyecek kadar ciddi bir yüzü vardı, küçük ama bir çocuğa göre oldukça güzeldi. Beyaz solgun tenini daha da solduran yetersiz ışık bir an mavi gözlerinde parladı. Saçları çingenelerin çoğunda rastlanan altın sarısıydı.  Küçük kızın büyüyüp genç bir kadın olduğunda neye dönüşeceğini merak etti.

Uli de tıpkı onun gibi inceleniyordu fakat Minta’nın yüzünden geçen ifadelerden anladığı kadarıyla onun beğenisinin zerresi küçük kızda yoktu. Bakışları öğlen onu gören çocuklardaki korkuya benzer izleri aradı ama yerine merhametli bir ciddiyet ile karşılaştığında korkulmayı tercih edeceğini düşündü.

“Ben seni çağırmaya daha önce gelecektim aslında ama Opa bana izin vermedi. Herkesin evlerine çekilmesini beklememi söyledi.”  Gülümsedi. “Ne demek istediğini şimdi anladım. Ama merak etme Opa’nın yemeklerine ihtiyacın var sadece.” diyen Minta açık yüreklilikle teşhisini söylemişti.

Uli ise arabanın içinde unutulduğunu düşünüp durmuş, Opampe’ye içerlemişti. Boğazını tıkayan şeyi yutmak için uğraşırken Minta, bu kez onu kendi hızından kurtarmak için, elini küçük avucunun içine aldığında Uli de memnuniyetle bunu kabul etti. Şaşkınlığı dakikalar geçtikçe artarken küçük kızı bir büyük, kendisini ise çocuk gibi hissetmeye başlamıştı ve bu uzun süredir tatmadığı bir duyguydu.

Evlerden dışarıya taşan, solgun ışıklar ve ev sakinlerinin bölük pörçük sesleri arasında sokağı boydan boya geçtiler. Minta, sokağın sonundaki evlerden birinin önünde Uli’yi durdurdu. Erişebilmek için parmak uçlarında kalkarak kapının yanından sarkan kalın bir sicimi çekince ardından gelen tık sesi ile kapı açıldı. Girdikleri alan karanlıktı, yukarı kattan gelen hafif titrek bir ışık tavanı aydınlatmaya yetiyordu sadece. Basamakların önüne geldiklerinde üst kattan gelen öfkeli bir erkek sesi ile durdular.

“Çocuk bakıcılığı yaptığım için olmasın sakın!”

Sesin sahibi yeni gelenleri göremediği gibi Uli de onu göremiyordu. Minta onu yüreklendirmek için gülümseyerek elinden tuttu fakat Uli yukarı çıkmakta isteksizdi. O esnada Opampe kendisine bağıran gence anlayamadıkları bir şeyler söyledi.

Minta daha fazla dayanamayarak Uli’nin elini bırakıp merdivenleri tırmanarak geldiklerini onlara haber verdi. “Pulera’yı korkutuyorsun.”

Küçük kızın uyarısına bir homurtu eşlik etti. “Ne bu, beş yaşında mı?”

Merdivenlerin başına gelen Opampe’nin gölgesi ile Uli de yukarıya çıkmaktan daha fazla kaçınamayacağını anladı. “Amma uyuyorsun be kızım. Seni uyandıramayınca arabada bırakmak zorunda kaldım. Bir kemik torbasından farkın yok ama bu yaşlı kadıncağızın seni kucağına alıp taşımasını da beklemiyorsun umarım.”

Basamakları aştığında yaşlı kadının omzunun arkasından görüşüne giren oğlan, Uli’yi hoşnutsuzlukla süzüyordu. Sağ elindeki bastona verdiği ağırlıktan dolayı duruşu yana doğru kayıktı. Bir de siyah uzun saçlarını fark etti. Siyah, Uli’nin çingeneler arasında görmeye alışık olmadığı bir renkti. Oğlanın keskin bakışlarına Uli de aynı şekilde karşılık vermek isterdi fakat attığı kaçamak bir iki bakıştan sonra Opampe’ye telaşla döndü. Ondan bir cevap beklemediğini biliyordu fakat o anda keskin bakışlardan kaçmak için bahane olarak sarıldı. “İçirdiğin otlardan olmalı.”

“Eminim ondandır.” Opampe’nin yumuşak ses tonu hızla azara geçti. “Kabalık yapma da hoş geldin de.”

Uli, yaşlı kadının kendisine bakarak söylediği sözleri, üzerine alınmadan edemedi. Buna gerek olmadığını söylemek için ağzını açınca Opampe onu durdurdu. “Sen değil Pulera.”

Sözün muhatabı, Opampe’nin sırtına öfkeyle kısa bir bakış attı. “Hoş geldin.” Zoraki söylenmiş olduğu her harfinden belliydi. Daha fazla bu sahneye bakmaya dayanamayarak, sofada kurulu masaya yönelirken sağ bacağına yüklenmemek için dayandığı bastonun ahşap zeminde çıkardığı sesten başka bir şey duyulmadı.

“Torunum, Oguz” diyerek Opampe başıyla arkasını işaret etti. “Hadi yemekleri soğutmadan yiyelim. Uzun bir gündü. Yorgunum ve açım. Bu yaşlı kadının devrilmesi için bu kadarı bile yeterli.”

Opampe masanın başına otururken Uli de onun soluna geçti. Minta Oguz’un yanına, tam karşısına oturduğunda ikisini de rahat rahat inceleme fırsatı buldu.

Opampe, Minta için torunum dememişti. Küçük kızın da Opa’sından bahsederken nine diye bir hitap kullanıp kullanmadığını hatırlayamadı. Yaşlı kadın ile Oguz arasında bir benzerlik aradı, onu da bulamadı. Minta’nın sarı saçları, beyaz duru teni, Opampe’yi daha çok anımsatmasına rağmen Oguz dış kapının dış mandalı kadar farklıydı. Siyah uzun saçlarını ensesinden özensiz bir şekilde toplamıştı. Yemeğini yerken siyah kaşlarının altından parlayan siyah gözleri arada bir Uli’yi kontrol ediyordu. On yedi-on sekiz yaşlarında olmalıydı. Yeni bitme seyrek sakallarını kesse, saçına tarak sürse ve şu öfkeli bakışlarını silse güzel bir çocuk tanımına girerdi ama buna aldırmadığı açıktı.

Oguz, tabağındakileri yemek yerine kızın onu ve Minta’yı incelediğini fark etti. Başıyla ninesini işaret ederken “Onun torunu ben değil de Minta olmalı diye düşünüyorsun, değil mi?” dedi alayla. Uli’nin cevap vermek yerine bakışlarını tabağına indirmesine aldırmayan oğlan “Bence de Minta olmalıydı.” diye açıkça memnuniyetsizliğini ortaya döktü.

“Oguz!” Opampe’nin uyaran nidası, masaya az önceki sessizliği geri getirdi fakat kaçan iştahlar için aynı şey söz konusu değildi. Uli açısından yemek yemek uzun süredir talep gören bir konu değildi fakat Minta’nın Oguz’un yorumundan olumsuz etkilendiğini görebiliyordu. Masada, tabaklarındakilerle oynayarak on beş dakika daha oyalandılar.

“İyi ki döndünüz.” Alayla ortaya koyduğu cümlenin ardından, Oguz bastonuna dayanarak masadan kalktı ve sofanın karşısındaki kapının ardında öfkesiyle birlikte kayboldu.

Uli, yaşlı şifacının sakinlikle yemeğini devam etmesine şaşkın bir şekilde zoraki birkaç lokmayı daha midesine gönderdi.

“Bütün yaz burada kalmak onu huysuz yapıyor. Yoksa döndüğüne sevindiğine eminim Opa.” Minta, Oguz için bahaneler bulurken yaşlı şifacı tabağını ve bardağını alarak kalktı.

“Onun yerine özür dilemekten vazgeç, küçük hanım.”

Sofra, yaşlı kadın ve küçük kız tarafından kısa sürede kaldırıldı. Uli’ye Minta’nın odasında ufak bir yer yatağı ayarlandı. Ardından saatin erken olmasına rağmen, lambalar söndürülerek herkes odasına çekildi. Tanıştıklarından beri sürekli konuşan Minta’nın uyumamasına rağmen garip sessizliği dışarıda esen rüzgârın uğultusu ile büyüyordu. Uli uyuyamayacağını düşünmesine rağmen, çok kısa sürede uykuya daldı.


47
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 29 Ağustos 2016, 15:39:43 »
Her ne kadar şalına ve battaniyelere sıkı sıkı sarılmış olsa da Uli, müzik eşliğinde dans edenleri, önünde uzandığı ateşin alçak alevleri üzerinden dikkatle izliyordu. Şifacının tekrar başına geldiğini fark ettiğinde sıkıntıyla içini çekti; ona istediği isimle seslenmesini söylememiş miydi, neden hala ısrar ediyordu?

Opampe kızın yanına diz çöktü. “Reis’in senden bir ricası var.” dedi tereddütlü bir sesle. “Kaplanlardan biri için yardımın lazım, kızım.”

“Maymunlar gibi kaplanların da bir isimleri var zannediyordum.” Uli’nin sözleri, artık ateşe diktiği boş bakışlarını yalanlıyordu.

Opampe’nin yaşlı kahkahası Uli’yi irkiltti, neden güldüğünü anlayamamıştı.

“Günlerden beri senden duyduğum, konuştuğun zamanlarda elbette, en anlamlı sözdü.” Opampe, kızın üzerindeki battaniyeleri kaldırırken Reis’in ve Kusta’nın isteklerini aceleyle sıraladı. Uli’yi ayağa kaldırılıp kafeslere doğru yönlendirirken kızın sessizliğini beklemediği onay olarak kabul etti.

Dina ve Livan onlardan önce gelmişler kafesin birkaç adım gerisinde bekliyorlardı.  Şifacı çevreyi hızla taradığında Kusta haricindeki tüm hayvan bakıcılarının uzaklaştırılmış olduğunu fark etti. Kızı Okro’nun kafesine yönlendirdikten sonra oradan çok fazla uzaklaşamadı, Reis’in yanına gitmek yerine kızın arkasında sessizce dikiliyor, endişesini sezdirmeyen bakışları, dişi kaplan ile kızın arasında temkinle gidip geliyordu.

Okro kafeste sinirli turlarından birini daha tamamladı ve kafesin izin verdiği ölçüde kızın yakınında durdu. Derin derin nefes alırken hareketlenen burnu demir parmaklıklardan dışarıya taşıyordu.

Uli, parmaklıklara bir kol boyu mesafe kala durdu. Kendinden ne istendiğini anlamıştı anlamasına da bunu herkesin önünde tekrarlamaya gönlü yoktu. İnsanların gözünde bir büyücü, bir ucube olmamak için Durwa ile yılardır saklamaya çalıştıkları her şeyi şimdi gözler önüne sermesini istiyorlardı ondan. Kendisini bir ganimet gibi görüp, onu da bu kaplan gibi bir kafese kapatıp para karşılığında sergilerler miydi? Bu düşünce ile bir adım geriledi. Opampe ondan yardımını istediğinde keşke kabul etmeseydi. Geriye bir adım daha attı fakat bu kez kararlıydı. Döndü ve meşale ışığında mümkün olduğu kadarıyla Reis’le göz göze gelmeye çalıştı.

“Ne yapmamı istediğinizi anlamıyorum. Hayatımı kurtardığınızı biliyorum ama o kafese tekrar girmeye niyetim yok.” Opampe’nin yüzüne bakmadan kafeslerden, beklenti içindeki insanlardan ve kaplandan nerdeyse koşarak uzaklaştı.

Livan kızın önünü kesmek için hareketlendiğinde Dina kocasını engelledi. Ne demişti, kızı istemediği bir şeyi yapmaya zorlamayacaklardı. Reis içini çekip hoşnutsuz bir kabullenişle Kusta’yı bir el hareketi ile durdurdu.


 
  Kamp sessizlik içinde uyurken Uli uyumak için çabalamaktan yorgun Opampe’nin yanında uzanıyordu. Dayanamayacaktı, kendisine kızarak doğruldu. O esnada yaşlı şifacı sırtını Uli’ye döndü ve uykusunda derin derin soludu. Uli yavaşça arabanın arkasındaki, kumaştan perdeyi araladı, yere inerken gözü şifacının sırtındaydı; işini kolaylaştırdığı için yaşlı kadına içinden teşekkür etti.

Kampın içinden kafeslere doğru yürürken göremediği nöbetçilerin her an önüne çıkma ihtimaline karşı yüreği ağzındaydı. Acaba hayvanların başında da nöbetçiler var mıydı? Bu fikir zihnine üşüştüğünde artık kafeslerin önündeydi. Daha fazla ilerleyemeden endişeyle etrafını dinledi; hayvanların kıpırtılarından başka bir şey duyulmuyordu.

Hatırladığı kadarıyla kaplanınki, kafes sıralarının ortasındaydı. Belki çingeneler ayak seslerinden uyanmamıştı ama yanlarından geçerken hayvanların bir kısmı, uykularını bölenin kim olduğunu anlamak için, başlarını kaldırıp mahmur mahmur bakarken bir kısmı parmaklıkların ardından hırlamalar ile gözünü korkutmaya çalışıyordu. En gürültücüleri olan maymunların önünden hızla geçti. Büyük bir kedi, gölgeler arasında parlayan sivri dişlerini göstererek kızı tehdit etti, Uli boş bulunarak panikle sıçradı. Sırtı sert demir çubuklara çarptı, ensesindeki ıslaklık ile yeni bir şok daha yaşadı. Ağzından çıkan hafif çığlığı eli ile bastırmaya çalıştı. “Lanet olsun!” Şuana kadar iyi gitmiş olsa bile bütün kampı uyandırmasına az kalmıştı. Kafese döndüğünde gözleri hayretle açıldı, kendisini yalayan hayvan aradığı kaplandı.

“Okro’ydu değil mi?” diye sordu Uli. Arabanın tekerine basarak kendisini yukarı çekti. Kafesin kilit sürgüsünü çekerken altın sarısı kaplana kendisini tanıtmaya gerek görmedi. İçeri süzülürken arkalarındaki kafesten gelen ikinci bir kükreme ile ikisi de oldukları yerde kaldılar. Uli beyaz kaplanı ilk defa fark ediyordu; Okro'dan belki daha iriydi ama kaplan kafesinin izin verdiği ölçüde onlara yaklaştıkça gecenin karanlığında bile kar gibi beyaz kürkü ortaya çıkmıştı. Bu kükremeli protestonun ne demek olduğunu belki Okro anlamıştı fakat Uli’ye hiçbir şey ifade etmiyordu.

Altın kaplan komşusuna aldırmayıp kıza yanaştığında Uli’in aklından beyaz kaplan hızla uzaklaştı. Artık bir kol mesafesindeki Okro’nun kafasında elini yavaşça gezdirdi. Yakaladığı  ilk his güçlü bir sitemdi. Ardından bunu desteklercesine Okro dişlerini göstererek sanki ona cilve yapıyormuşçasına hırladı.

Dokunmak kişinin bedenini Uli’ye açar, yoğunlaştığında ise o canlıdaki her bir hücreye ulaşabilirdi. Bu aynı zamanda kendi iyileştirme gücünü dokunduğu bedene aktarma gibi masumane yetenekleri Uli’ye bahşetse de düşünceleri kontrol edemezdi.  Rebu’nun baskını sırasında, şuanda uysal bir kedi gibi elinin altında keyifle mırıldanan kaplan saklandığı kapıyı kırdığında, tek bir dokunuşla kaplanın sakinleştirmemiş miydi?

Uzanan kaplanın yanına oturduktan kısa bir süre sonra uykunun onu çağırdığını hissetti. Gözlerini kaparken uzun zamandır hissetmediği kadar mutlu bir şekilde gülümsedi.


Sis denizden esen meltemle arabaların arasını ve bulabildiği tüm boşlukları yavaşça dolduruyordu. Opampe’nin görüşü de aynı hızla daralırken yaşlı şifacı çaresizlikle etrafında döndü. Sabaha karşı uyandığında kızı yerinde bulamadığındaki endişesi dakikalar geçtikçe artıyordu.

Bu telaşla bütün kampı ayağa kaldırdığında Vasili kızın kaçtığını iddia etmiş ancak içlerine kadar girip kaçırılmış olma ihtimaline de öfkeyle itiraz etmişti. Onun ve adamlarının haberi olmadan kampa girilmesini hakaret addetmesine rağmen kaçanı engellemeyeceklerini de beyan etmişti. Yine de adamlarına tüm kamp ve çevresinin, kızdan bir iz bulunana kadar aranması emrini vermişti.

"Bu siste başka kimse kaybolmasa bari." diye söylendi yaşlı şifacı kafeslerin olduğu alana girerken. Hayvanlar da en az yaşlı şifacı kadar huzursuzdu. Opampe’nin aklına en son gelen ama aslında ilk bakması gereken yer kaplanların kafesiydi. Orada da kızı bulamazsa ne yapacağını bilmiyordu.

Kafeslere çok fazla yaklaşmaması gerektiğini bilmesine rağmen sisten bir adım ötesini dahi net göremiyorken tedbiri elden bıraktı. Kafasını parmaklıklara korkuyla yaklaştırdı. Manzara şaşırtıcıdan çok rahatlatıcıydı. Kızın kafası Okro’nun göğsünde uyurken, ne sis ne de kamptaki telaş onlara ulaşamamıştı.

“Pulera.” diye fısıldadı yaşlı kadın. Eski lisanda ‘sis’ anlamına gelen bu sözcük o an kıza çok yakışmıştı. Zaten kendisine istediği gibi seslenebileceğini söylememiş miydi?

“Kızı buldum!” diye bağırdı kadın kampa doğru. “Pulera’yı buldum!”


48
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 29 Ağustos 2016, 15:38:43 »
Sis

Opampe’nin at arabası, geniş yolda ilerleyen konvoyun sonlarındaydı. Tekerleklerin ve atların çakıl taşları üzerinde çıkardığı gürültüye, tenteye düşen yağmurun sesi de karışıyordu. Eylül ayına ve sabahtan beri yağan yağmura aldırmayan hava, şaşırtıcı bir şekilde ılıktı. Arabanın arkasından sarkan gerektiğinde bir kapı görevi gören örtü yola çıkmadan önce yaşlı şifacı tarafından kaldırılmıştı. Uli, açıklığın dibinde dakikalardır hareketsiz oturmasından dolayı, güneyin en sert rüzgârlarının bile donduramadığı ellerini ısıtabilmek için yünlü bir şalın kıvrımları arasına gizlemişti. Yine de ne kavurucu çölü ne de tepelerinden kolay kolay inmeyen o kızgın güneşi özlüyordu.
 
Oturduğu yerden sadece sırtını görebildiği yaşlı şifacı, önde arabayı sürüyor, arada sırada atları şevklendirmek için diliyle damağını dövmeleri duyuluyordu. Sabah yola çıkarken onun da yanında oturması için ısrar etmiş ama Uli bir yere yaslanmadan uzun süre oturmakta zorlandığını bahane ederek yanaşmamıştı. Şuanda bile, sırtını kalın direğe dayadığı halde tekerlerin her çukura girişinde arabayla birlikte sarsılıyordu. Bakışları, bir süredir arkalarındaki arabayı çeken iki atın hareketlerine kilitlenmiş, ne çevresine dikkat ediyor ne de düşüncelerinin izini sürüyordu. Sadece atların ıslak sırtlarından yükselen buharı dalgın bir şekilde izliyordu.

Kabile Reisi’nin eşi olduğunu söyleyen bir kadın, ismini söylemişti ama Uli şimdi ne olduğunu hatırlayamıyordu, uyandığında zincire geçirilmiş bir kadın yüzüğünü avucuna bırakmış ve Moita’nın onu geri almak için döneceğine dair verdiği sözü aktarmıştı. Kızıl'ın onu çingenelere bırakmasının üzerinden 15 gün geçtiği söylenmişti, dağınık zihninin kendine gelmesinden sonra sayabildiği kadarıyla ise sadece altı gün. Birbirinin aynı günler boyunca kendi içinden çıkmayı reddeden Uli ne çingenelere bir fayda sağlıyor ne de yollarına tümsek oluyordu. 

Onu bu halinden çıkarmak isteyen Şifacı'nın yardımına yetişen Reis'in eşi, günün kısa bir bölümünde Uli ile birlikte yolculuk etmekte ısrar ediyordu. Kızın ağzını açıp tek kelime etmeyişine aldırmadan, yanında sabırla oturuyor; kendinden, ailesinden ve kabilesinden bahsederken Uli’nin tepkisiz kalması onu yıldırmıyordu. Fakat Uli, ne o kadınla ne de o çok sevgili kabilesi ile ilgileniyordu. Ateşini düşürüp onu iyileştiren bu insanların isimlerine bile ilgi duymadığı gibi yüzü dahi kızarmadan umursamazlığını onlara belli ediyordu.

İlk zamanlarda Moita’ya karşı hissettiği öfke zamanla yerini, yine terk edildiğini düşündüğünden, yakıcı bir acıya bırakmıştı. Moita’ya kızgın, Durwa’ya ise kırgındı. Yaşlı adam, artık onu koruyamayacağını düşünüp yükünü bir başkasının sırtına, Kızıl'a yükleyerek kurtulmuştu. Moita’nın ise onu neredeyse otuz yıl boyunca kollayan Durwa gibi olmasını beklemiyordu ama birkaç gün bile olsa ona katlanamamıştı işte.

Uli, ne kadar nankör olduğunu fark edemeyecek kadar kendine acımakla meşguldü ki bulanık aklı, tıpkı şuanda onu tedavi etmek için ellerinden geleni yapan çingeneler gibi hapishaneye gelene kadar Kızıl'ın da onun için bir yabancı olduğunu hatırlamıyordu bile.

Yanlarından hızla geçen bir atlının araba sürücülerine durmalarını söyleyen çağrısı ile tek sıra halinde ilerleyen konvoy, kısa bir an, durmaya çalışan tekerleklerin çıkardığı seslere boğuldu. Anlaşılan akşam için konaklama yeri seçilmişti. İki arabanın yan yana ilerleyebileceği genişlikteki yolun sağını işgal eden at arabalarını bu gece tarlalara sokup çember oluşturmayacaklardı. Yağmur durmuş olmasına rağmen çamur olan araziye girip batma riskini göze almayacaklardı.

Arabalarından inen çingeneler akşam yemeğini hazırlamak ve uyuyacakları çadırları kurmak için neşeli ve gürültülü bir şekilde koştururken Uli onları sessizce izledi. Opampe bile elindeki kaplarla temiz su aramak için seyrek ağaçların arasına giren kadınların arasına karışmıştı.

Uli’nin nazarında her şey o kadar soluk ve renksizdi ki çingenelerin bu kadar canlı ve neşeli olabilmesine anlam veremiyordu. Bir süre sonra pamuk ipliğine bağlı olan dikkati dağıldı ve başı yaslandığı at arabasının tahta duvarına düştü.



Uli’yi uyandıran yaşlı şifacının üzerine eğilmiş gölgesi ve kalkmasını fısıldayan yaşlı sesi oldu. Rüyasız bir uykudan gözlerini gecenin karanlığa açtığında arabada olmadığını fark etti. Küçük bir ateşin yanında, kalın örtülerin arasında yatıyordu.

 “Yemek vaktini kaçırdın.” dedi Opampe cevap alamayacağını bilerek. Kızın sesini çok az duymuşlardı. Bu yüzden yaşlı şifacı her hangi bir cevap beklemeden Uli’nin omuzlarına şallarından birini attı ve eline tahtadan bir kâse ve kaşık sıkıştırdı.

“Senin için birkaç parça et ayırabildiğime şükret. Yoksa bizim aç kurtların seni düşünecekleri yok.” diyen Opampe kızın karşısına oturdu,

Uli kâseye hoşnutsuzlukla baktı. İri parçalar halinde doğranmış et ve patatesten oluşan yemek yiyebileceğinden de fazlaydı. Şifacının dediği gibiyse eğer, yemeğinde gözü olan birileri varsa seve seve ona verebileceğini düşündü. Opampe’nin keskin bakışlarını yüzünde hissedince aceleyle iri bir patates parçasını ağzına attı. Zorda olsa sonunda kâsenin yarısını erittiğinde daha fazla yutamayacağını hissetti. Kaşığı bırakırken özellikle Opampe ile göz göze gelmemeye dikkat etti.

Opampe kâseyi almak için yerinden kalkarken “Bu gece kampta eğlence var.” dedi cevap alamayacağını bile bile. “Yazın son gecesi ve sonbaharın da ilk. Çok yorgun değilsen aramıza katılabilirsin.” diye ekledi. Yaşlı şifacı ısrar etmedi. Zaten hiçbir şey için ısrarcı değildi. Uli’nin yemediği dolu tabakları önünden aldığında bile tek kelime etmezdi ama bu gece inatla oturup kızın lokmalarını saymıştı.

Opampe, yarı yolda aniden döndü. “Hala ismini söylemeyecek misin?” Yaşlı şifacı Uli’yi sorusuyla gafil avlamıştı. Kadın geriye yürüyerek aralarındaki birkaç adımlık mesafeyi hızla kapadı ve tepesine dikildi. Şaşkınlığından yararlanıp kızın ismini ağzından kaçırıvereceğini düşünür gibiydi. “Hadi kızım söyle de biz de seni ‘kız’ diye çağırmaktan kurtulalım. Bizim sirkte kafesteki maymunun bile ismi varken bir isminin olmadığını söyleyerek beni aptal yerine koymaya da kalkma sakın.”

“İsmim var ama…” Uli hoşnutsuzlukla başını ateşe çevirdi. “Beni istediğiniz şekilde çağırın.” dedi bir hışımla.

Opampe hâlbuki istediği cevabı bu sefer alabileceğine o kadar emindi ki. “Annenden daha iyi bir isim vereceğimize güvenin tamsa eğer..." Kızdan hiçbir itiraz gelmeyince “İstediğin gibi olsun.” dedi yaşlı şifacı hoşnutsuzlukla.

Uli, diğerlerine göre büyük olan ateşe doğru Opampe’nin ilerleyişini izlerken sağ yanına uzanıp örtüleri üzerine çekti. Yeni başlayan melodinin neşeli nağmeleriyle dans eden çingenelerin, ateşin kızıllığını yansıtarak koyulaşan sarı başlarının temposunu izledi.

Opampe, Uli’nin artıklarını köpeklerin önüne boşaltırken söyleniyordu: “Şeytan diyor ki, git başına çök, ismini öğrenene kadar da uyutma.”

Livan, yaşlı kadının, onu fark etmediğini bilerek öksürdü. “Hiç yakıştıramadım.” Reis’in dudakları eğlenircesine yukarı kıvrılmıştı.

“Neden yakışmayacakmış?” Opampe elindeki kâseyi arabanın kenarına iliştirdikten sonra ellerini kalçalarına yerleştirerek Reis’e döndü. Kır saçları yüzüne vuran meşalenin ışığında alev alevdi. Kırışıklıkların yüzünde oluşturduğu gölgeler ışıkla daha da derinleşirken ifadesini sertleştiriyordu. Yüzüne aniden yayılan bir gülümseme hala sağlam ve bembeyaz olan dişlerini ortaya çıkardığında tüm gölgeler silindi. Yaşlı kadının gülümsemesi ile Livan, yaşlı kadının gençliğindeki o ihtişamını hatırladı.

Bir zamanlar çingeneler arasında hatta kabilenin dışında bile güzelliği dillere destandı. Onu izlemeye gelenlerden panayır çadırı dolup taşardı ama o, hayranlarının hiçbir iltifatına metelik vermez, onların vermek istediklerini kibarca alır ama almak istediklerini büyük bir beceriyle geri çevirirdi. Ta ki o esmer yabancı gönlünü çalmayı başarana kadar bir afet ama bir o kadar da ulaşılması zor bir kadın olarak kalmıştı.

Çingenelerin birbirlerine tutkuyla bağlı oldukları o zamanlarda bile herkes tarafından bilinirdi. Hep kendi aralarında evlenmişler, ne güzel kadınlarını dışarıya vermeye gönülleri razı olmuş ne de konakladıkları yerlerde her hangi birinin kızına, karısına yan gözle bakmaya tenezzül etmişlerdi. Bu, kabilelerinin yazılı bir kuralı ya da ceza gerektiren bir kanunu değildi fakat çingenelerin erkekleri, çocukluklarından beri bilirlerdi ki dünyanın en güzel kızları bir gün eşleri olacaktı. Zaman zaman istisnalar olsa da bu hep böyle ola gelmişti.

Opampe’nin o yaz, esmer yabancı ile gitmesine kimse engel olmamıştı. Arkasında, kabilesini ve ailesini üzüntü içinde bırakmıştı ama hiçbir zaman, adı lanetle anılmamış aksine hüzünlü bir özlemle zikredilmişti. Aylar sonra, utanç ve pişmanlıkla, kucağında; kara saçlı, kara gözlü bir bebekle döndüğünde aldatılmanın ve yüzüstü bırakılmanın kederini yüzüne vurup daha fazla üzüntüsünü arttırmamışlardı.

Livan, kimseye başından geçenleri anlatmasa da Opampe’nin bir daha ne şarkı söylediğini duymuş ne de dans ettiğini görmüştü. Ninesinden kalma aile geleneğini devralmış ve şifa dağıtarak kabilesinin arasında bir gün bile şikâyet etmeden yaşamıştı.

“Seni neyin bu kadar sinirlendirdiğini merak ettim.” diyen Livan, arabaya tek omzuyla yaslandı.

“Önemli bir şey değil.” Opampe omzunu silkerek konuyu değiştirdi. Livan’ın yanındaki Kusta’yı yeni görmüştü.  “Yine hayvanlarından biri mi rahatsızlandı?” diye hayvan terbiyecisine kuşkuyla sordu.

“Öyle de denilebilir.” dedi Kusta, Livan’a bakarak. Söze Reis’in girmesini beklediği bakışlarından anlaşılıyordu.

“Okro yine huysuzlandı.” dedi Livan aceleyle.

Opampe konuşmanın nereye varacağını anlıyordu ama inatla bunu belli etmeye yanaşmadı. Kusta’ya uyarıcı bir bakış atmayı da ihmal etmedi.

“Kusta iki gündür bir şey yedirememiş. Yavrusunu zaten yanına yaklaştırmıyor. Düşündüm ki…”

Yaşlı Şifacı, Reis’in sessizliği uzayınca  “Düşündün ki?” diye sordu ardından ne geleceğini tahmin ederek.

“Düşündük ki...” diye düzeltti Livan eliyle Kusta’yı işaret ederek. “Bir ihtimal ama belki kız işimize yarayabilir.”

“Olmaz.” Opampe hızla kestirip attı.

Livan doğrularak uzun boyu ile yaşlı kadının önünde dikildi. “Hayatının tehlikede olmayacağına eminim. Okro öldürmek isteseydi kapıyı kırdığında kız zaten ölmüştü.”

“Neden bilmiyorum ama endişe ettiğim onun hayatı değil. Kızın hayvanlardan daha çok insanlarla vakit geçirmeye ihtiyacı var. Okro’nun da öyle.”

“Bu her ikisine de iyi gelebilir.” Kusta, yaşlı şifacının keskin gözlerinin bir açıklama beklediğinin farkındaydı. “Okro yanına yavrusunu yaklaştırmıyor ama kız ikisinin arasını yapabilir. Kızla kaplanın bir şekilde iletişim kurduklarını düşünüyorum.”

“Nasıl?” Yaşlı adamı anlamaya çalışırken Opampe’nin kaşları birleşmişti.

"Emin değilim ama dokunarak yaptığını söyleyebilirim. Bence aralarındaki bağlantı kızın ellerinde. Benim bunca yıl yapamadığımı o küçük kız bir dokunuşla yapabildiyse bunu denemeye değer.” Kusta hararetle fikrini savunurken şifacının allak bullak olduğunu fark edemedi.

“Çocukken kendi ninemden bazı şifacıların hiçbir bitki ya da araç kullanmadan hastaları iyileştirebildiklerini duymuştum ama hiç görmedim. Ama bir dokunuşla bir hayvan ile iletişim kurmak... apayrı bir şey." Opampe, inanamayarak başını iki yana salladı.

“Bunu öğrenmenin tek yolu var.” Livan merakını tatmin etmeye hevesli görünüyordu.

Opampe, yorgun kollarını göğsünün altında birleştirdi. “Kıza soracağım ama eğer istemezse kimse onu o kafese zorla sokamaz haberiniz olsun.”

“Ben Dina’ya haber vereyim.” dedi Livan memnun bir şekilde yanlarından uzaklaşırken.

“Karının bundan hoşlanacağını sanmıyorum.” Opampe keyifle Reis’in arkasından seslendi.

“İnan onu ikna etmek senden daha kolay.” dedi Livan aralarına yeterli mesafe koyduğundan emin olduktan sonra.


49
Sissoylu kitabına dahil olmak isterdim ve tabii ki bir sissoylu olarak. Vin'i çok severim ama direk o olmak yerine Kelsier'in kız kardeşi de olabilirim hiç sorun değil benim için :))

50
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 19 Ağustos 2016, 11:15:59 »
Aile Yadigarı

Gri bulutlar, yağmurla yıkadıkları gökyüzünü parlak yıldızlara terk etmeye başladığında dolunay yeni doğmuştu. Hızı gittikçe azalan damlalar ağaçlara, yapraklara, toprağa düşmeye devam ediyor, ormanın sessizliğinde masallarda cirit atan devlerin adımları gibi gürültü çıkarıyorlardı. Üzerine uzandıkları toprak gibi hiçbir kuru yeri kalmayan Rebu ve adamları, geceyi ormanın derinliklerinde geçirirken ateş yakamayacak kadar çaresizdiler.

 Rebu, zamanın aleyhine işlediğini ve her geçen dakika ile Moita’nın elinden kayıp gittiğini bilmesine rağmen ne geri dönmeye ne de bir süre önce avuçlarında hissettiği zaferin yakıcı ateşini unutmaya niyetliydi. İçlerinde güvendiği sadece iki adamı olan grubunu bir arada tutan ödülün çekiciliği Alizarin çölünün sıcağı karşısında erimiş, bir kısmı çöle girmeden bir kısmı da çölden çıktıktan sonra ayrılmışlardı. Gün geçtikçe grupta yükselen hoşnutsuzlukları bastıran ve onları devam etmeye iten hırsının, bu akşam yağmurla birlikte sabun köpüğü gibi kaybolduğunu hissediyordu.

  Gecenin sakinliğini bölen bir ok,  nöbete gönderdiği adamlarının olağandışı sessizliğini  Rebu’ya haber verdi fakat artık çok geçti. Ödül Avcısı, başının bir karış yukarısından dayandığı ağacın gövdesine gömülen okun hedefini çok iyi bildiğinden emindi. Kılıcına davranırken yanında uyuyan adamını sert bir şekilde tekmeledi. Ayağa kalkıp açık bir hedef haline geldiğinin farkında olarak bekledi. İsteselerdi, kimsenin ruhu bile duymadan çoktan ölmüş olacağını biliyordu.

 Nöbette olan dört adamının artık ona faydasının olmayacağı belliydi. Geriye kalan adamları da bir çığın yardan aşağı hareketlenmesi gibi hızla uyanıyorlardı. Bir adamının korkuyla atların bağlandığı tarafa doğru koşarken olduğu yerde durduğunu ve arkadaşına çarpana kadar geri geri yürüdüğünü gördü. Ardından kaçış umutlarının bağlarının çözülüp kovalandıkları duyuldu, atları salmışlardı. Yayını kaldıran bir adamı sanki karanlığı okunun ucuyla dağıtmak istercesine korkuyla çevresini tarıyordu fakat hedefte kimseyi bulamadı. Rebu, birilerinin ortaya çıkacağından emin, temkinle bekledi.

Kısa bir süre sonra iri yarı bir siluetin onlara doğru, telaşsız adımlarla yaklaştığını gördüler. Rebu adamlarını ani bir hareket yapmamaları için uyardı. “Yalnız değil.” Eh bir akılsızlık yaparlarsa artık onların sorunuydu.

Mgeri karanlığı Moita ile arasına alırken önündeki iri gövdenin siperinde takipteydi, bunun bilincinde olan adam rahat bir şekilde yürüyordu. Sağındaki ağaçların arasında Arte, solunda atları kaçıran Guroni, ödül avcılarının arkasında da Dadali pusuya yatmıştı. Ok ve yayla bir türlü yıldızı barışmayan Barva da ablasının yakınlarında bir yerdeydi. Moita, sonunda sırtlarını birbirine verip bir çember oluşturmayı başarabilmiş gruba beş altı adım kala durdu. İki yay kendisine doğrultulmuş, tüm kılıçlar çekilmişti. Ayın ışığında birkaç hançerin parıltısı gözüne ilişti ama ödül avcısını ayan beyan görmesini engelleyecek kadar göz alıcı değillerdi.

“Baktık siz gelmediniz, biz size gelelim dedik.” dedi Moita ince bir alayla.

“Ne istiyorsun, çay ikramı mı?” diye sordu Rebu bir adım öne çıkarak.

Moita “Yüzüğümü...” dedi kısaca ne düşündüğünü belli etmeden.

Rebu’nun arkasından bir yayın kirişinin gerildiği duyuldu fakat karanlıktan bırakılan başka bir ok, sanki sesle tetiklenmişçesine yay sahibinin sırtına saplandı. Ödül avcısının adamlarından biri yüzükoyun yere kapaklandı.

 ‘Dadali…’ diye içini çeken Moita, çaresizlikle ellerini iki yana açtı. “Gördüğün gibi ben de adamlarımı kontrol edemiyorum. O yüzden çaya gerek yok, muhabbeti de daha fazla uzatmayalım derim.” dedi adam tüm neşesini geride bırakan bir sesle.

“Yüzüğü cesedimden alman daha kolay olmaz mıydı?” diye sordu Rebu merakla.

Moita “Ne yazık ki bir cesetle birilerine mesaj gönderemezsin.” dedi lafı dolandırmadan amacını açıklayarak.

 Rebu’nun gömüldüğü sessizlikte öfke yüklüydü. Kapana kıstırıldığı yetmiyormuş gibi bir de ona ulak muamelesi yapmak,  dişlerini sıktı ama tek kelime etmedi. Bir eli sıkıca kılıcının kabzasını kavrarken diğeri gömleğinin içine kaydı.

Moita, o gömlekten yüzük yerine bir hançerin çıkabileceğini bilecek kadar tetikteydi. “Soysuz’a söyle: kendi pisliğini kendisi temizlesin.”

Rebu, ay ışığında parlayan altın halkayı, Moita’nın görebileceği şekilde elinde bir kaç kere tarttı ve yüzüğünü tanıdığından emin olduktan sonra mücevheri adama doğru fırlattı. Yakalamasını beklemeden hafifliğinin avantajıyla Ödül Avcısı ileri atıldı ve o ana kadar zar zor tutulan yayların boşalıp, kılıçların çekilmesi için gerekli işareti vermiş oldu.

Rebu, Moita’ya doğru koşarken başını yalayıp geçen okun ürpertisini saç diplerinde hissetti fakat aldırmadı. Kılıcına yoldaş olsun diye belinden hançerini de çekti. Moita çok istediği yüzüğün yanına düşmesine aldırmadı, uzun zamandır Üç Göz ile karşılaşacağı bu anı bekliyordu.

Rebu ince, kısa kılıcını Moita’nın karnını boydan boya kesmek için savurdu. İri yarı adam kendisinden beklenmeyecek bir hızla doksan derece dönerken dirseğini geriye indirdi. Rebu boyunu avantajına kullandı. Sert dirsekten başını geriye çekerek kurtulan ödül avcısı beklemedi, sol elindeki hançeri Moita’nın belinden omuzlarına doğru kaydırdı. Metal ete değemeden kızıl adam az öncekinin aksi yönünde döndü. İki rakip, yanlarından geçen bir vızıltı ile birbirlerinden hızla uzaklaştı.

Mgeri’nin bıçaklarından biri aralarındaki havayı yarıp ilerideki ödül avcılarından birinin omzuna saplandı. Paralı adamların arasında yay tutan diğer bir adam okla vurulmuş yerde hareketsiz yatıyordu. Guroni soldan arbedeye girmiş şimdi de iki adamı karşısına almış, büyük bir ustalıkla onlarla baş ediyordu.

Diğerlerinden daha genç olan bir ödül avcısı, ilk işinde bu kadar şansızlıkla karşılaşmasına küfrederek, canını kurtarma telaşı ile Dadali ve Barva’nın kucağına doğru gittiğini bilmeden ağaçların arasına daldı. Alacağı para ile geçireceği sefahat içindeki birkaç ay artık umurunda değildi. Karanlıkta bir deve tosladığında arkalarından bir kadının hayal kırıklığı yüklü sesi duyuldu.

“O benimdi!”

“Bütün erkekler senin olamaz ablacım.” Barva, kaçağı yakasından yakalayıp ileriye fırlattı. Ağaca sert bir şekilde çarpan bedenin başına gelen Barva, hafifçe tekmeleyerek adamı yokladı. “Bayılmış.”

“Zaten hepsini kim ister ki.” dedi Dadali hoşnutsuzlukla. Yayını indirmeden kardeşinin yanına geldi. Olduğu yerden Moita’nın Rebu’yu köşeye sıkıştırdığını görebiliyordu. Kuzeninin ağır kılıcı karşısında bir hançer ve kılıçla mücadele veren ödül avcısı dövüşteki tüm ustalığına rağmen an geçtikçe yoruluyor gibiydi. Mgeri ve Guroni birer ödül avcısını kendilerine pay etmişler, dövüşüyorlardı. Yerde yatan üç avcı kıpırtısız, büyük ihtimalle ölüydüler. Diğer bir tanesi yaralıydı, acısından etrafla ilgilenecek hali yoktu.  Diğer bir tanesi ise ayaklarının dibinde baygındı.

“Bir kişi eksik…” Dadali, soluna döndü ve kardeşini beklemeden ilerledi.

Dadali’nin uyarısıyla kamp yerini aceleyle gözden geçiren Barva, hızla ablasını geçti.  Çıkardığı gürültüye aldırmadan Arte'nin kollaması gereken bölgeyi taradı. Az sonra metalin metalle mücadelesinin soğuk sesleri kulaklarında yankılandı. İri yarı adam toprağı titreten hızlı bir koşu tutturdu. On adım ilerisinde Arte'yi son ödül avcısı ile kapışırken buldu. Adamın ardı ardına gelen hamleleri ile gerileyen Arte'nin sağ kolu boş bir çuval gibi yanında sarkıyor, sol eline aldığı kılıcı ile rakibinin hamlelerini karşılamakta zorlanıyordu. Biraz daha dayanmasını ümit eden Barva, ormanı çınlatan bir nara ile ileri atıldı.

Arte, vahşi çığlıkla en az avcı kadar afallayarak duraklamıştı. Barva ‘hadi önüne dön be çocuk’ diye içinden küfretti ama Arte'nin dikkatini toplamasını beklemeden kılıcını savuran avcının eli hava da asılı kaldı. Barva, arkasından rüzgârdan daha hızlı gelen, ona yetişen ve geçen ok ile rahatladı. Genç adamın yanına gelene kadar Arte yorgunlukla dizlerinin üzerine çökmüş, eliyle omzunu kapamaya, akan kanı geçte olsa engellemeye çalışıyordu.

 “Bağırman şart mıydı?” diyen Arte acıyla iri adama çıkıştı.

“İşe yaramadığını söyleyemezsin.” dedi Barva keyifli bir övünçle.

“Baş edemediğimi söyleyemezsin.” Arte sesindeki hayal kırıklığını bastırmaya çalıştı.

“Barva söyleyemese de ben söylerim; baş edemiyordun.” Dadali, önlerinde ölü olarak yatan adamın sırtına ayağını dayayarak destek aldı ve okunu hızla çekti. Okun üzerindeki kanı cesedin ıslak giysisine sildi.

“Ona nasıl katlanıyorsun?” diye fısıldadı Arte, omzunu incelemek için üzerine eğilmiş olan Barva’ya.

“Çoğu geceler keşke Guroni ablam olsaydı diye dua ederek uyuyorum.” diyen Barva, Arte'nin sağlam omzuna elini koyarak genç adamı yatıştırmaya çalıştı. “Korkma yaşayacaksın.” derken sırıtıyordu.

Arte, Guroni’nin yaralandığını duyduğunda vereceği tepkiyi düşünerek yüzünü buruşturdu. Onu koruyup kollamalarına gerek olmadığını söylemesi, abisinin üzerinde artık bir işe yaramayacaktı.

Barva, Arte'nin sol kolunu omzuna alarak onu ayağa kaldırdı. “Bakalım bizimkiler ortalığı temizlemişler mi?”

Dadali, kamp yerine yaklaştıklarında arkadaşları tarafından kazara vurulmamak için  “Biziz!” diye seslendi.

Kısa süre önce ortalığı çınlatan tüm o hengâme artık yoktu. Mgeri, teslim olmuş bir ödül avcısını kaçmaması için bağlıyordu. Guroni etrafa saçılmış eşyaları karıştırıyor, ganimetleri kontrol ediyordu. En iyi ihtimalle işlerine yarayabilecek bilgiler barındıran bir parşömen bulurdu, en kötü durumda ödül avcılarının ceplerini boşaltırlar ya da yiyeceklerine el koyarlardı. Her ne kadar aç kalmak gibi bir dertleri olmasa da fazladan yiyecek yolculuklarını daha da hızlandıracaktı.

Guroni, Barva’nın desteğindeki kardeşinin Dadali’nin arkasından ağır aksak yürüdüğünü görünce elindeki eşyalara hışımla yere fırlattı.

Diğerlerinin bir şey söylemesine izin vermeden “Barva dikkatini dağıttı.” dedi Dadali aceleyle. Arte'nin onlar varmadan çok önce yaralandığını Guroni’nin bilmesine gerek yoktu.

“Dikkatinin dağılmasına izin vermemeliydin.” diye Guroni azarlarken kardeşinin yanında sarkan koluna gözü takıldı. Devam edemedi, diğer yandan kolunu beline dolayarak kardeşini destekledi.

“Demesi kolay.” diyen Arte bıkkınlıkla söylenirken Barva ile Guroni onu en yakın ağacın altına taşıdılar.

Dadali Moita'yı bir ağacın önünde dikilirken buldu ama Rebu'yu göremiyordu. Genç kadın kuzenine yaklaşırken yerdeki altın bir parıltı dikkatini çekti. Eğilip Moita’nın ve onun ailesinin amblemi olan, pençeleri arasında hançer tutan bir şahin figürünün kabartıldığı yüzüğü aldı.  Onu Moita’ya uzatırken Rebu’yu kuzeninin önünde, bir ağacın dibinde bağlanmış buldu. Ödül avcısının kanayan burnu kırılmış olmalıydı bir de dizinin üst kısmından pantolonu kızıla boyayan bir yara dikkat çekiyordu.

Moita, Dadali'nin uzattığı yüzüğü aldı ve şöyle bir inceledi. Rebu, onu Ngalo Lu hapishanesine bıraktığında, Soysuz Ladre’ye tutsağının kimliğini kanıtlamak için yüzüğünü ondan almıştı. Rebu’dayken çizildiğine ya da sahtesi ile değiştirildiğine dair bir işaret, bir iz arıyor gibiydi fakat hiçbir şey söylemeden yüzüğü parmağına taktı.

Elinden kaçırdığı ganimetini izleyen Rebu “Yüzüğü aldığında daha çok sevineceğini umuyordum.” dedi ve kırık burnundan ağzına dolan kanı ikilinin ayaklarının dibine tükürdü.

Moita yüzüklü elini yumruk yaptı. “Yüzük bahaneydi.” diye sırıttı.

Rebu’nun kırık kahkahası ormanda çınladı. “Bana saldırmak için…” burnundan hırıltılar çıkıyordu. “… bahaneye mi ihtiyaç duydun?”

“Düzeltiyorum.” dedi Moita gülümsemesi daha da büyüyerek. “Beni tekrar elinden nasıl kaçırdığını Soysuz’a açıklarken senin bahaneye ihtiyacın olacak diye düşündüm.”

“Ona hiçbir şey açıklamak zorunda değilim.” diyen Rebu öfkeyle haykırdı. Kelimeler ya kırık burnunda takılıyor ya da kan dolu ağzında boğuluyordu. 

Moita, bir dizini yere dayayarak Rebu’nun boyuna indi. “Bu mesele seninle benim aramda değil. Eğer öyle olsaydı, şu anda ağzınla bile nefes alamazdın.”

“Ben sadece para ile ilgilenirim.” Rebu dişlerinin arsından nefretle fısıldadı. “Benim ki de kişisel değil.”

“Anlaştık o halde.” Moita yüzüğünü görebilmesi için yumruğunu adamın gözünün önünde tuttu. “Bu mesele Soysuz’la benim aramda. Bu yüzük gibi onda benim olan ne varsa geri alacağım.

“Maleni Hanım’ı da mı?” Rebu kızıl dişlerini göstererek zevkle gülümsedi, adamı ilk defa sarstığını hissediyordu.

Moita, göz ucuyla Dadali’nin hareketlenmesini yakaladı, eliyle kuzenini durdurdu. Ayağa kalktı ve Rebu’yu tepeden süzdü ve hiçbir şey söylemeden dönerek bir daha görmemeyi dilediği adamdan uzaklaştı.

Yanında yürüyen Dadali, “Üzerinde bir şey buldun mu?” diye sordu. Maleni’nin ismine değinmemesi gerektiğini çok iyi biliyordu.

“Temiz.” dedi Moita kısaca.

Barva, Arte'nin yarasını sarmış, kalın bir askı ile  boynundan sarkıtmıştı.

“Ata binebilir mi?” diye sordu Moita ve Guroni’nin omzuna sanki kardeşinin yaralanması kendi suçuymuş gibi özür dilercesine dokundu.

“Gündüz molaya kadar idare eder. Kanamayı durdurdum. Yarayı günışığında dikmek en iyisi…” Barva içini çekerek doğruldu. Arte'nin kolunu kullanamayacak kadar derin yaralandığından korkmuştu ama uzun süre eskisi gibi olamayacak olsa da genç adamın durumu umduğundan daha iyiydi.

Aldığı tatmin edici cevapla “Sağ kalanlara yiyecek bir şeyler bırakın...” diyen Moita etrafını hızlıca inceledi. "Gidiyoruz."

Ellerinin bağlı olmalarının ödül avcılarını çok oyalamayacağını biliyordu. Artık onların peşine düşmek gibi bir arzuları kaldıysa eğer ormana dağılan atlarını bulup onları takip edebilecek geride yaralı üç kişi bırakıyorlardı. Barva ve Guroni, Arte'yi aralarına alırlarken Mgeri yiyecekleri bağlı adamlardan birinin önüne bıraktı. Dadali kendisinin olmadığına aldırmadan ortalıkta ne kadar ok varsa topladı. Oyalanmadan kamp yerinden yaya olarak uzaklaştılar. Artık birilerini sürekli enselerinde hissetmeden, en önemlisi de kış gelmeden Kuzey’e varabileceklerdi.


51
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 18 Ağustos 2016, 09:46:19 »
***

Kiana, askerlerin malikânenin bir yerlerinden bulup salonun döküntüleri arasına yerleştirdikleri dikdörtgen masanın etrafında yavaşça dönüyor ve sadece belli bölgeleri örtülü kadının cesedini inceliyordu. “Bunu neden tartıştığımızı hala anlayamıyorum.” dedi bakışlarını cesetten ayırmadan.

Cadı’nın karşısındaki duvara yaslanmış olan Aghon, ayakta olmanın üstünlüğünü oturmanın rahatlığa tercih etmişti. “Bir ceset ne işinize yarar ki?” diyen adam işi yokuşa sürmeye niyetli ama yine de keyifli bir şekilde sırıtıyordu.

Kiana, “Yamyam olmadığımıza emin olabilirsin.” diyerek alınganlığı kendine kalkan yaptı.

“Onu demek istemediğimi biliyorsun.” diyen Aghon itiraz etti.

“Açıkçası, ne demek istediğinden pek emin değilim.” Kiana durup Aghon’u süzerken ince dudaklarını hafifçe büzdü. “Aynı tarafta değil miyiz, yoksa?” diye soran kadın, adama ima ettiklerinin farkındaydı.

“Senin karşında olmaktansa yanında olmayı tercih ederim.” Aghon’un kalın sesinin tınısındaki imayı yüzündeki çapkın sırıtış destekliyordu.

Kiana hatırlatılmak istenenlere aldırmadan “Sen bir Sedar askerisin ve Kralınız Mickal, Zedana’yı istila etmek istiyor, unuttun mu?” Kiana, artık Aghon’un ulusunun Sedar olduğundan emin olmasa da hizmet ettiği ordunun güneye yürürken neden olduğu yıkımı yumuşatmak gereği duymamıştı. Zira ordunun kuzeyden güneye ilerleyişindeki tavrı, istila kelimesinden daha hafifini kaldırabilecek durumda değildi. “Ecem de size yardım ediyor.”

“Neden diye düşündün mü hiç? Neyin karşılığında buradasın?” diye soran Aghon,  kadınla hiç bu kadar rahat tartışamamış olduklarından anın verdiği memnuniyet ile gülümsüyordu.

Kiana, masaya yaslanarak Kam kadını arkasında bırakırken yüzünü Aghon’a dönmüş ve kollarını göğsünde bağlamıştı. “Ecem’i sorgulamam.”

“Neden? Yoksa kraliçenin gayrı meşru kızı mısın?”

Kiana’nın kahkahası virane evi çınlatırken Aghon sırtını dayadığı duvarı terk edip yavaş adımlarla Cadı’nın önüne kadar geldi.

Adamın soran bakışları ile karşılaştığında Kiana’nın dudakları yavaşça eski ciddiyetlerine kavuştular. “Bu saçma soruyu sorarken ciddi değilsin değil mi?”

“Elbette değilim.” Aghon, karşısındaki uzun boylu kadının siyah kıvırcık saçlarını yüzünden geriye doğru tararken aralarında asılı kalan sessizliği içine çekerek bozdu. “Kraliçe’ne bağlılığını takdir etsem de bazen bu sadakatinin normal olmadığını düşünüyorum.”

Kiana, bir elini Aghon’un göğsüne dayayıp aralarındaki, saniyeler içinde kapanabilecek mesafeyi aynı tutmaya çalıştı. “Ne Ecem’in çocuğu ne yeğeni ne de her hangi bir akrabasıyım. Onun kudretinin önünde eğilmem için kan bağına ihtiyacım yok.”

Kadının sesinde hissedilmeye başlayan öfkenin titreşimlerini yakalayan Aghon, omuzlarından dirseğine doğru Kiana’nın ince kollarını okşarken “Kuzeyin en korkulan Kraliçesi ile akraba olmayacağım için mutluyum o halde.” dedi.

Kiana’nın dudakları alayla kıvrıldı. “Ama Güney’in en korkulan cadısı ile olmak istiyorsun…” Sözleri bir sorudan ziyade bir tespit gibiydi.

“Ben sadece…” Aghon az önceki tüm o şakacı ve çapkın tavırlarından bir pelerinden kurtulur gibi sıyrılırken kadının her iki elini yavaşça kavradı. “Kiana ile olmak isterdim.” Sözlerinin doğruluğunu kanıtlamak istercesine bakışları ile kadına binlerce yemin sunuyor gibiydi.

‘Ya çok iyi bir yalancısın ya da tam bir aptal âşık.’ Kiana, aralarındaki sessizliğin uzamasına izin verirken hissettiği kuşkuyu bakışlarından saklamaya gerek duymuyordu. “Bu kadar duygusal olduğunu bilmiyordum.”

“Aghon, gelsen iyi olacak.” Orist, böldüğü hassas anın farkında olmadan etli yüzündeki kalın kaşlarını çatmıştı.

Aghon, derin bir soluk alarak sabrının taşmak üzere olduğunu gösterdi. “Anlaşılan Kale’ye dönmeden bir rahat yok.” Kadının ellerini son bir kez sıkıp bıraktı.  “Kurtulduğunu zannetme.” diyerek Kiana’yı uyardı ve ardından gönülsüzce kadından ayrılırken girişte inatla dikilen Orist’e çıkıştı. “Umarım önemli bir şeydir.”

Dikkatle dinlendiğinin farkında olan Orist, sadece başıyla komutanına geriyi işaret etti.

Heybetli adamın uzun sarı saçlarının girişteki kapısız açılıktan kaybolmasını izleyen Kiana, ardındaki Kam’ın varlığını hatırlayarak kadının ölmeden önce bir hançer gibi böğrüne sapladığı sözlerini içinden tekrarladı. ‘Aşığın kendi halkına ihanet eden bir Kam, sana ihanet eden bir Kam. Seni benim ellerime getirdi.’


Daria gelip hazırladıkları merhemin yeterince soğuduğunu haber verdiğinde dakikalardır yaslandığı yerde tek kasını oynatmadan şüphelerinin ve hislerinin birbirleri ile mücadelesini sahiplenmeden izliyordu. Sırtını sıvazlayan soğuk bir rüzgârın dokunuşuyla irkilir gibi seyrettiği sonuçsuz mücadelen uzaklaştı.

“Hadi şu işi bitirelim de gidelim. Bir gece daha burada kalmak istemiyorum.” Kiana, Daria’nın uzattığı kâsedeki kıvamlı karışımı alarak iki avcunun arasında yoğururken cesedi kuzeye yapacağı uzun yolculuk boyunca çürümekten koruyacak büyülü sözleri mırıldanmaya başlamıştı.

Kam’ın çıplak bedeni toprak gibi bir renk ile yavaş yavaş kaplanırken Daria korkuyla büyümüş gözlerini morarmaya başlamış ve kaskatı kesilmiş cesetten kaçırdı. Yine de masanın etrafında dönen Cadı’yı uysal bir şekilde takip ediyordu.

Bahçedeki çam ağaçlarından elde ettikleri reçineleri, kokulu birkaç bitki ile karıştırıp kaynatmak için harcadıkları zamanı düşündüğünde Daria, cesedin nahoş kokusunun yerini yavaş yavaş odunsu bir rayiha aldığı için mutluydu.

Daria “İşsiz kalmazsın.” diye mırıldandı. Kime ne söylediğini fark edince titrek eli ile aceleyle ağzını örttü.

Bir tepki vermeden işine devam eden Cadı’nın güçlü kulakları, kızın sözlerini kolayca yakalamıştı. “Ne dedin?” diye dalgınca sordu yine de.

Daria birkaç kere öksürerek cesaret topladı. Her ne kadar Kiana bu sabah oldukça keyifli görünse de iyileştiğinden beri kadında daha önce rastlamadığı bir farklılık seziyor ama ne olduğunu bulamıyordu. “Cadılık yapmasan işsiz kalmazsın. En kötü ihtimalle parfüm yapıp satarsın."

“Cadılık bir meslek değil, Daria. Cadı doğarsın, yaşarsın ve cadı olarak ölürsün.” Kiana, başını kaldırıp kısa bir an kızı süzdü.

“Ama istesen güçlerini kullanmazsın, değil mi?” Daria, büyü yapamayan bir Kiana’yı gözünün önüne getirmekte zorlansa da kadının bir insan olarak daha mutlu olabileceği fikrini düşünmeden edemiyordu.

Kiana “Öyle bir arzum asla olmadı.” derken Daria’nın kol boyu şeritler halinde kestiği eski bir örtünün parçalarını Kam’ın ayaklarının altından geçirmeye başladı.

Daria tüm tiksintisine rağmen hanımına yardım edebilmek için elindeki kâseden kurtulup masaya yanaşmıştı. Kısa sürede ölü kadın, ikinci bir deri gibi kaplandığı güzel kokulu merhemin üstünden geniş şeritler halinde kundaktaki bir bebek gibi sarıp sarmalanmış ve bedeni canlıyken olduğundan daha küçük kalmıştı.

Kiana başının üzerinde toplanan iki parçaya düğüm atarken evdeki ve bahçedeki ani sessizliği fark etti. Ardından mermer üzerinde yürüyen kararlı adımların yankısını arttıran kaliteli çizmelerin varlığını ve peşinden gelen pelerinlerin hışırtısını yakaladı.

“Soldaki kapısız salondayım, Lentis.” Kiana sesini yükseltmemiş, arta kalan kumaşlarla elindeki yağı temizlemeye girişmişti. Gelenlerden birisi erkekti ve Kiana ondan daha güçlü kulakları olduğunu biliyordu. İlk anda Cadı’nın kendisi ile konuştuğunu zanneden Daria’ya başıyla ortadan kaybolmasını işaret etti. Kızı gelen cadıların gözüne sokma riskine girmek ancak aptallık olurdu.

Yıkık duvardan geçerek bir başka viran odanın dağınıklığında kaybolan Daria’dan saniyeler sonra iki uzun siluet kızın ardında bıraktığı boşluğa doğru yürüyordu. Havadaki tarçın ve çam kokusu, Kraliçe Biritriel’in iki fedaisini, kıymetli cadısından önce karşılarken iki baş Kiana’nın önünde saygıyla eğildi.

Mickal’ın sarayından buraya kadarki iki günlük yolu bir gecede kat etmiş olmalarına rağmen kıyafetlerinde ne yağmurun soğuk ıslaklığını ne de geçtikleri yolların çamurunu barındırıyorlardı. Yüzlerinden ise yorgunluğun herhangi bir izi seçilmiyordu. Bir erkek bir dişi olan fedailerin her ikisi de ırklarının belirgin özelliğine sahiptiler, ince ve uzun vücut hatları gibi yüzleri de kemikli ve güzeldi. Kraliçelerinin rengi olan beyaz pelerinlerinin altındaki koyu renk deri zırhlarının çağrıştırdığı savaşçı görünümlerinin aksine üzerlerinde ne bir kılıç ne de bir hançer taşıyorlardı. Yol boyunca ya da eve yaklaştıkları anlarda kendilerine bulaşılmasını önleyen silahları değil, kim olduklarını bildiren bu tekinsiz görünüşleriydi.

Erkek olan koyu renk gözlerini örtülü bedenin üzerinde kuşku ile dolaştırdı. “Çelimsiz bir şeye benziyor.” Kam’ı küçümseyen sözleri gibi bakışları da kibir doluydu.

“Görünüş seni aldatmasın, Lentis.” diyen Kiana, elindeki paçavraları taş yığınlarının üzerine doğru fırlattı.

Diğer cadı bakışlarını geniş odada gezdirerek bir gün önceki tuzaktan geriye kalan, yeni oldukları belli olan yıkıntıları ilgi ve alayla inceledi. Kam’ın ufak tefek bedenin düşündürdüğü güçsüzlüğe rağmen zorlu bir mücadelenin yaşandığı varsaydı.

“Seni de Cillia.” Kiana, yüzündeki ifadeyi hızla yok eden dişi Cadı’yı hazırlıksız yakalamıştı. Önünde başlarını saygıyla eğen iki cadının fırsatları olsa kardeşinin ihanetine rağmen Kraliçe Biritriel’in gözdesi olarak koruduğu yeri ele geçirebilmek için gözlerini kırpmadan onu yok deneyeceklerini biliyordu.

Lentis, öne çıkarak “İletmemizi istediğiniz başka bir şey var mı, efendim?” diye sordu.

Kiana, Mickal’ın sarayından gelseler de bu ikisine kardeşini soramayacağını çok iyi biliyordu, bu yüzden kısaca “Hızla ve güvenle gidin.” dedi.

Lentis Kam’ı bir omzuna aldı. Ceset bir saat öncesindeki katılığının aksine huzurlu bir uykuya dalmış bir kadın gibi gevşemiş ve adamın vücudunun biçimini alarak omzundan sırtına doğru sarkmıştı.

Artık yaralarını sarmış ve dinlenmiş olan Bendol’ün askerleri evden çıkan iki cadıyı korku ve kuşku ile süzüyorlardı. Kendi Cadı’ları da üzerlerine benzer bir korku salsa da bu duyguyu zamanla kanıksamışlardı ama bu iki fedai Kiana’dan daha bir savaşçı görünümlüydüler. Dişi olan da erkekler gibi vücudunu saran bir pantolon ve deri tunik tarzında bir zırh giymişti. Hâlbuki kendi Cadıları savaşa giderken bile soylu bir hanım gibi uzun geniş etekli elbiseleri tercih ediyordu. Kendileri gibi uzun ve güçlü atlarına binerek hızla büyük evden uzaklaştıklarında adamlar rahat bir nefes aldı.

52
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 16 Ağustos 2016, 09:55:06 »
El Kapısı

“Yaşayacak mı?” diye soran Dina, endişe ile Kusta’nın vereceği cevabın iyi olmasını diledi.

“Bir şey söylemek için erken.” Kusta, kumaş katları arasından süzülen sütü, koca nasırlı elleri arasında kımıldanan yavru kaplanın ağzına tutuyordu. Küçük bedende çırpınan minik kalbin aceleci atışlarını hissedebiliyordu.  Sirklerinin tek dişi kaplanı Okro, sabaha doğru üç yavru dünyaya getirmişti. Yavruların anneyi emmediğini ancak ikisi öldüğünde fark edebilmişlerdi.  Annenin sütünde bir sorun olmalıydı çünkü şu anda Kusta’nın verdiği at sütünü yavru az da olsa içiyordu.

 “Peki Okro nasıl?” Livan, Kusta’nın başının üzerinden ileriye baktı.

Demir parmaklıklı kafesin içinde volta atan iri sarı kaplan, kendinden söz edildiğini anlamış gibi onlara doğru hırladı.

 “Yavruyu reddetmez değil mi?” Dina, dayanamayarak yavrunun kürkünü, beyazın üzerindeki siyah tüyleri parmağıyla hafifçe okşadı.

“Okro’nun ilk doğumuydu. Yavruyu emziremezse yanına yaklaştırmama ihtimali yüksek.”

Az önce yanına gelen Livan’ın oğlu Vasili, kocasının kulağına bir şeyler fısıldarken Dina, hayvan bakıcısı Kusta’nın sözlerine dikkatini kaybetti.

Livan, “Sizden başkası görmedi değil mi?”  diye sordu oğlunu araştırarak.

“Palu hemen bana haber verdi.” Vasili, kendilerini dikkatle dinleyen üvey annesini gülümsemesiz bir bakışla selamladı.

“Gidelim.” Livan, yavru kaplanı ve akıbetini ertelerken Dina’yı da yanında sürükledi.

Dina, “Ne oluyor?” diye mırıldandı.

“Oraya gittiğimizde anlarsın.” Livan daha fazla açıklama yapmak istemedi.

Konakladıkları kamp yerinden ve kalabalıktan uzaklaşırken, Vasili ikisini ağaçlıkların ilerisine götürdü. Palu ve iki nöbetçinin yanında, yabancı üç kişi vardı. Arkalarından vuran ışıktan dolayı, ağaçların bitiminde, sadece karanlık bir siluetten ibarettiler.

Yaklaştıklarında eşini kucaklayan adamın kızıl kafası Dina’yı sevinçle gülümsetti. “Moita! Görüşmeyeli uzun zaman oldu.”

Livan’dan ayrılan Moita birkaç adım gerisinde çingene liderinin ikinci eşinin neşeyle parlayan yüzüne gülümsedi. Kadın eşinin omzuna gelecek kadar uzundu. Livan’ın çingenelerinin kadınlarının ününü hak edecek kadar da güzeldi. “Ben de sizleri tekrar gördüğüme memnunum fakat acelemiz var.”

“Olmadığı zaman mı oldu?” Dina, sitemkar bir şekilde kollarını göğsünde kavuşturdu.

 Livan’ın uzun kolu eşinin beline dolanırken “Yine hangi arı kovanına çomak soktunuz?” diye sordu merakla.

“Rebu peşimizde.” Moita, Livan’ın dudaklarından dökülen uzun ıslıkla adama keyifle sırıttı. Bu ıslık ona göre bir takdir ifadesiydi.

Moita’nın arkasında sadece kucağında bir yığın taşıyan Barva ve Guroni’den başkasını göremeyince merakla kaşları yükselen Livan “Diğerleri nerede?” diye endişe ile sordu.

“Onlarla daha sonra kuzeyde buluşacağız.” Moita geriye Barva’ya dönüp Uli’yi ondan aldı.

“Yolunuzu ayıran nedir peki?”

“Yardımınıza ihtiyacımız var.” Moita kucağındaki Uli’nin yüzünü açarken Dina ilgiyle öne çıktı. “Yanımızda götüremeyeceğimiz kadar hasta.”

Livan’ın kaşları çatılırken Dina çoktan, baygın Uli’nin alnını yoklamış, nabzını tutmuştu. Görüntüsünün acizliği yüreğini titretirken kaygıyla kaşları birleşti. “Onu bu hale nasıl getirdiniz?”

“O da bizim gibi bir kaçak. Yanınızda bulunması bile sizi tehlikeye sokmaya yeter.” Livan onu almayı reddetse bile Moita onları suçlayamazdı ama reddedeceğine inansaydı bunca yolu da gelmeyeceğini biliyordu.

Dina onu şefkatle adamın kollarından alarak kolayca kucakladı. Livan’a kalmadan Dina çoktan kararını vermişti. Livan kolunu Dina’nın omzuna dolarken gülümsedi. “Emin ellerde olacak merak etme.”

Moita, Dina’ya yaklaşarak “Uyandığında ve gittiğimizi öğrendiğinde çok kızacak, biliyorum. Bunu ona verirsen belki beni anlar. Ayrıca geri almak için döneceğimi de söyle.” Boynundan çıkardığı bir zincire takılı kadın yüzüğünü Dina’nın avucuna bıraktı. Barva ve Guroni, Moita’nın ne verdiğini gördüklerinde şaşkınlıkla kısa bir an bakıştılar. Rebu’ya yakalandığında, ailesine ait armanın küçük bir kopyasının işlendiği yüzüğünü, yakaladığı kişinin Moita olduğunu kanıtlamak için ondan alınmış fakat buna dokunulmamıştı.

Üçlü atlarına binerken Dina, sonradan aklına yeni gelmiş gibi Barva’yı uyardı. “Bir abla tavsiyesi, Tena’nın gözüne görünmeden gidin.”

Mahcup bir şekilde ensesini kaşıyan Barva, “Beni gördüğünü söylemezsin değil mi?” derken, koca adam kızardı. Tena’nın erkek kardeşlerini düşünürken ablası Dina’yı hesaba katmadığını fark etti. Hele ki kadının kendisinden yana olduğunu hiç düşünmemişti.

“Daha ölümüme susamadım, oğlum.” Dina sırıtırken Barva daha da mahcup oldu.

Dina’nın kucağındaki Uli’ye son bir kez süzen Moita, Vasili ile de vedalaştıktan sonra arkasına bakmadan konaklama yerinden hızla uzaklaştı.


***
Moita’nın ayrılışının ardından sadece bir gece geçmişti. Vasili, bir gün içerisinde ikinci defadır, yabancı birilerinin konak yerlerine yaklaşmakta olduğunu, babasına haber veriyordu. Farklı olarak ilkinin aksine bu seferkine hazırlıklıydılar. Livan tedbiri elden bırakmayarak konakladıkları yerin çevresine daha sık ve daha uzağa gözcülerini yerleştirmiş,  yaklaşan birilerini çok önceden öğrenme şansını elde etmişti.

Bu yüzden Livan, en büyük oğluyla birlikte Dina’nın tüm gece ayrılmadığı çadıra girdiğinde her şey planladığı gibi ilerliyordu.  Eşi, çingenelerinin şifacısı yaşlı Opampe ile birlikte, ilk gördüklerinde erkek zannettikleri çocuğun etrafındaydılar. Yüksek ateşinden başka bir yarası ya da sorunu olup olmadığını anlamak için iskeletten farksız bedenini yokladıklarında bir kız olduğunu keşfetmişlerdi. Cinsiyetiyle birlikte bilmedikleri diğer mevzu ismiydi. Ne Moita aceleyle ayrılırken söylemeyi akıl edebilmişti ne de onlar adama sormayı. Kendine gelemediği için de ona soramadıklarından ismi sadece ‘kız’ olarak kalmıştı.

Livan eşinin olumsuz bakışlarından kızın durumunun düzelmediğini anladı.  “Ne zaman burada olurlar?” Vasili’ye sormasına rağmen Dina ile endişeli bakışlarını paylaşıyordu. 

“Yarım saati bulmaz.”

“Dina, kızı hazırlayın… Vasili…” Livan bir an durakladı, eliyle alnındaki saçlarını geriye doğru tararken bakışlarını oğluna çevirdi. “Kusta’ya söyle Okro’yu kafesten sandığa alsın. Biz de birazdan geliyoruz.”

Vasili babasının emrinin sebebini sorgulamadan hızla yanlarından ayrılırken Livan’ın ne yapmaya çalıştığını anlayan Dina itiraz etti. “Okro yeteri kadar sakinleşmedi. Kızın kokusunu aldığı anda kapıyı kırabilir.”

“Rebu, bütün kampı aramak isteyecektir. Tek bakamayacağı yer, vahşi hayvanların kafesleri.”

“Boz’un ki olmaz mı?” Dina, Livan’ın kızı kucaklamasına yardım ederken hala endişeliydi.

“O kaplana güveneceğime kızı Rebu’ya elimle teslim ederim daha iyi.”


Konak yerinin kuzeyine yerleştirilmiş kafeslerin arasında, Vasili’den aldığı işaretle Kusta, adamlarına emirler yağdırıyordu. Büyükçe bir kafesin kapağına sadece bir kaplanın ayakta durabileceği ebatlardaki kalın tahtadan, sağlam bir sandığın ağzını dayamışlar, Okro’yu sandığa sokmaya çalışıyorlardı. Okro’yu kolayca ikna etmek için avlanmış ceylanın hala sıcak bedeni kaplanı sandıkta bekliyor olmasına rağmen, taze etin kokusu bile dişi kaplanın inadını kıramıyordu. Sonunda Kusta’nın sabrı bitti, kafese doğru birkaç kere sertçe savurduğu kırbaç darbesiyle dişi kaplan sandığa girmeye mecbur kaldı. Sandığın tepesindeki kişi anında demir kapağı aşağıya indirdi. Tekerlekli sandığı iterek kafesten uzaklaştıran adamlar demir parmaklıklar arasındaki kapının açığa çıkmasını sağladılar.

 Livan ile daha önce konuştukları gibi Kusta, hazır ettiği büyük bir kova çamuru, işinin bitmesini kenarda bekleyen Dina ve yaşlı şifacıya teslim etti. Dün gece Çingenelerin Lideri ve ileri gelenleri ile yaptıkları istişarede Okro’nun kokusunu almaması için kızı çamura bulamaktan başka çare bulamamışlardı.

Kadınlar söyleneni hızlıca yerine getirdiklerinde, Uli, neredeyse burun deliğine kadar kalın bir çamur tabakası ile kaplanmıştı. Çamur yığınını, kafesin arkasındaki kapalı bölmeye taşıyan Kusta Dina’nın endişeli bakışları arasında kızı zemindeki saman süprüntülerinin üzerine bıraktı. Bölmenin kapısını kapadı ve üzerine kilitledi. Kafesten ayrılan Kusta’nın hemen ardından adamları sandığı büyük bir hızla kafesin ağzına dayadılar ve kapağı açtılar.

Okro, hızla sandıktan fırlarken dokunmadığı ceylanı geride bırakmaya aldırmıyor görünüyordu. Kafesine döner dönmez içeride birkaç tur attı. Sarı parlak tüylerinin arasından geçen çok sayıda siyah şeritler, demir kafesinde hırçın bir şekilde dolandıkça güçlü kaslarının üzerinde, gün ışında parlıyordu.  Kapalı bölmenin kapısının önünde durdu arka ayaklarının üzerine kalkarak kapıyı birkaç kez tırmaladı, gerindi. Birkaç turun ardından bunu yineledikten sonra sonunda pes ederek kapının önüne yattı.

Livan, Okro’yu izlerken karısının omzuna sarılıp onu rahatlatmaya çalıştı. “Her şey iyi olacak, bana güven. Hadi, gelenleri sakinlikle karşılayalım.”


***
Vasili babasının sağ yanında dikilirken bıyık altından konuştu. “Hırpani görünüşlerine bakılırsa… Moita epey yormuş bunları.”

On kişilik atlı grubu hızlı manevralarla at arabalarının arasından sıyrılıp Livan’ın, birkaç adamı ile onları beklediği açıklığa geldiler. Günlerdir çöl güneşinin altında ve kızıl tozun arasında yapılan yolculuk, kıyafetlerine pejmürdelik, yüzlerine hoşnutsuzluk ve bakışlarına, her an patlamaya hazır bir gerginlik eklemişti.

“Bir de onlara giderlerken bak, evlat. ” diyen Livan Rebu’yu ilgi ile süzüyordu. Üç Gözle birkaç kere yolları keşişmiş fakat hiçbir zaman şimdiki kadar içli dışlı olmamışlardı.

Önde, doru atın üzerindeki Rebu’ydu. Livan’a birkaç adım kala atını durdururken dikleşti. Çingenelerin liderini inceleyecek kadar kısa bir an gözlerini kıstı. “Bir grup kaçağı arıyoruz. Karşılaşmış olma ihtimaliniz yüksek. Bu yöne doğru geldiklerine dair izler bulduk. Hiç böyle birilerini gördünüz mü?” Sesi sert ve ahenksizdi. Ne kendini tanıtma ihtiyacı duymuştu ne de sorusunun cevapsız kalacağına dair bir tereddüdü vardı. Orta boylu ve ince yapılıydı. Yaygın kullanışın aksine kısa olan kumral saçları, adamın dar alnının büyük bir bölümünü işgal ediyordu. Kısık gözlerinin altındaki gölgeler yorgunluğunun tek belirtisiydi. İnce dudakları kemikli yüzünde güçlü bir iradenin altını çizen ince bir çizgi gibiydi.

"Kaçanın ya da kovalayanın iyi olup olmadığı beni ilgilendirmez ama bunları sormak için yetkinizi görebilir miyim?” dedi Livan aksi bir sesle.

Rebu’nun adamın cevaplarına ihtiyacı olduğundan hiç olmadığı kadar uysal davrandı. Eyerinin deri gözünden çıkardığı, kendisine istediği soruyu sorma ya da istediğini alma hakkını veren ve Batı Nzeli’nin tüm kapılarını açan, Nzeli Kralı’nın mührünü tam kalbinde barındıran parşömeni, öne çıkan Vasili’nin ellerine bıraktı. Çingene liderinin parşömeni inceleyen yüzünde mührün etkisinin oluşmasını sabırla bekledi. Nedense yazıların üzerinde gezinen gözlerde oldukça rahat bir ifade vardı. Bu Rebu’nun zihnine, ya saklayacak hiçbir şeyi olmayacak kadar masum ya da yakalanmayacağını düşünecek kadar kendinden emin bir adam görüntüsü çiziyordu.

Livan mühre bakıp ödül avcısına gülümsedi. Parşömeni tekrar oğluna verip Rebu’ya geçirmesini izlerken “Bunu, kabilemi korumak için yaptığımı anlayışla karşılamalısınız.” diye belirtti.

“Elbette… elbette…” diye sabırsızlıkla söylenen Rebu, parşömenin eyerinin gözünde hızla kaybolmasını sağladı. “Buna yetkim olduğunu gördüğünüze göre…” Olduğu yerde sürekli hareket eden atını geriye döndürürken “Kaç gündür burada konaklıyorsunuz?” diye eski sorularına bir tane daha ekledi.

“Beş gün oldu.”

“Yabancı birilerini gördünüz mü?”

“Sadece dün üç kişi yardım için kampımıza geldi. Aradığınız kişiler mi bilemem ama aralarında hasta bir kişi olduğunu söylediler. Şifacımız olup olmadığını sordular.”

“Sadece üç kişiler miydi?” Rebu, sorularını sorarken kendilerini izleyen meraklı kalabalık artmaya başlamıştı. 

“Evet.” Sanki ardından gelecek soruyu tahmin etmiş gibi Livan ekledi. “Hasta yanlarında değildi.”

Ödül avcısının atından inmemesi, onları merakla dinleyen çingene kabilesi tarafından saygısızlık addedildiğinden homurdanmalar yükselmeye başladı. Omuzlarına bile gelmediği liderlerinin önünde ezilmemek için inmediği düşüncesiyle birkaç yüzde oluşan küstah ifadeyi ise Rebu kaçırmadı.

“Kampı arayın.” Rebu adamlarına dönüp, sebepsiz emrini verdiğinde, yedi kişi itaatkar bir şekilde atından hızla inip arabaların ve çadırların arasına dağıldılar.

Sözüne itimat edilmediğini fark eden çingenelerin liderinin yüzünde ve kalabalık arasında yükselen hoşnutsuzluğun içinde Rebu, atında sakince oturdu. Arama için bir sebebi olmasa da yüzlerde silinen küstahlığı izlerken memnun bir şekilde gülümsedi. Çadırında kalmaya daha fazla dayanamamış olan Dina, eşinin yanına gelmiş ve verilen emri duymuş, aramayı asık bir yüzle izliyordu.

Ödül avcıları her at abasını taradılar, her sandığı açtılar, her çadırın örtüsünü kaldırdılar. Geride bıraktıkları dağınıklığa aldırmadan, kızgın sahiplerinden bir özrü esirgeyerek bakılmadık delik, açılmadık kilit bırakmadılar. Kafeslerinin etrafında dolanan iki ödül avcısının varlığı o taraftan yükselen hayvanların ve bakıcıların isyankar seslerini yükseltirken Livan, tüm bu arama işinin bitmesini sakinlikle bekledi. Tütününü çıkarıp sardı, hala atının üstünde duran Rebu’ya da ikram etti. Red cevabını alınca hiç mi içmediğini sordu.  Yine hayır cevabı ile karşılaştı.

Bu isteksiz sohbet esnasında, adamları parça parça Rebu’nun yanına gelerek hiçbir şey bulamadıklarını bildirdiler. Rebu, sonuca şaşırmadı. Kampı arama işi ona birkaç saat kaybettirse de çingenelere kendisinden çekinmeleri gerektiğini anlatmak için gerekliydi.  Dün gelen üçlünün ne yöne gittiğini öğrenip izlerini de kontrol ettikten sonra artık bu sefil göçebeler arasında oyalanmasına gerek kalmadı. Arkasına bakmadan adamlarını kuzeye doğru yönlendirdi.

Kusta birkaç dakikadır geride Rebu ve adamlarının ayrılmasını sessizce bekliyordu. İstediği gerçekleşince uzun Livan’a yaklaştı. “Görmeniz gereken bir şey var.” dedi hala dağılmamış kalabalığa duyurmadan. Gözleri Livan ve Dina arasında gidip geldi. Dina endişeyle içini çekerken, eşinin kaşları birleşti.

“Okro kapıyı kırmış.”

Dina korkuyla içini çekti. “Ya kız?”

“Kendiniz görmelisiniz.” Kusta daha fazla bir şey söylemeden kafeslere yöneldi.

Vasili’den Rebu ve adamlarının yeteri kadar uzaklaştığının onayını bekleyen Livan’dan önce, Dina hayvan terbiyecisinin ardına düştü.

“Hazırlanın! Yarın sabah gün doğumu ile buradan ayrılıyoruz.” Livan kalabalığı dağıtacak sihirli kelimeleri yüksek sesle duyurdu. Ardından Dina’yı Okro’nun kafesinin yanında buldu. Karısı ağzından çıkması muhtemel herhangi bir çığlığı iki eli ile örterken üzüntüden uzak bir şaşkınlıkla manzarayı izliyordu. Dina’nın başının üzerinden Livan’ın gördüğü de çingenelerin liderinde benzer bir etki yarattı.

Kız, Okro’nun altın sarısı tüylerini döşek yapmış, dişi kaplanın göğsüne başını dayamış uyuyordu. Hayvan her nefes alıp verdikçe, kendi teri ile yıkanmış kızın çamurlu yüzü yavaşça inip kalkıyordu.


53
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 11 Ağustos 2016, 22:18:31 »
Gunslingers, güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Cadı'da bir kaç güzel yorum almıştım ama burada ses çıkmayınca acaba bu kurguda bir şeyleri yanlış mı yapıyorum hissine kapılmadım değil ama yorumunuz dediğiniz gibi teşvikten öte mutlu etti :D Hem teşekkür edip hem de yanıtı bölümsüz  bırakamamak istedim. Keyifli okumalar :)



***

“Peşimizdeler.” Dadali’nin uyaran sesi, tüm başların geriye dönmesine sebep oldu.

 Uli, kadını duymasına rağmen geriye bakacak gücü kendinde bulamadı. Güneş çok yakıcıydı, hava çok kuru, idareli tükettikleri su ise sürekli kuruyan dudaklarını bile ıslatmaya yetmiyordu. Uli, hayatı boyunca böyle bir eziyete maruz kalmamıştı. Hâlbuki hapishaneye kapatıldığında bile daha zor durumlarla baş edebilmişti.  Eski gücü yerinde olsaydı bu sıcak onu bu kadar etkiler miydi, bilmiyordu. Üstelik bir süredir diğerlerinin arkasında oturamayacak kadar da bitkindi. Şuanda Moita’nın önünde, adamın tek kolu ile kendisini desteklemesiyle eyerde düşmeden durabiliyordu. İşte Rebu onlara yetişmişti, o anda zihninde bu cümle neşeyle yankılandı. Zaten kaçmayı da o istememişti ki. Bu diğerlerine ihanet gibi hissettirse de bir süredir yakalanmayı diliyordu.

Moita, kucağındaki Uli’nin dualarından habersiz, geride bıraktıkları kızıl çölün değişmeyen manzarasını taradı. Ağzını ve burnunu tozdan korumak için sardığı kumaşın kıvrımları arasından görünen bir çift mavi göz, kaygı ile kısıldı. Yer yer kızıl kayaların yükseldiği eğimsiz arazide ne bir toz bulutu ne de bir hareket fark edebildi. Dadali’nin işareti ile bakışlarını yerden yükselen sıcak dalgaların bulanıklığından bulutsuz mavi gökyüzüne çevirdiğinde belli belirsiz bir noktanın bir eksen etrafında döndüğünü gördü.

Dadali’nin atmacası Toli’den başkası değildi. Sahibine yerlerini bildirmek için yaptığı gibi işaret etmek istediği yerin üstünde bir daire çiziyordu. Sessizce ama altındakilerin varlığını sadece başlarını kaldırarak fark edebilecekleri şekilde yüksekten uçuyordu.

Moita, öfkeyle yakıcı havayı kumaş kıvrımları arasından solurken Dadali ve Barva ile bakıştılar. Onların da kaşları endişeyle çatılıydı. Tüm öngörülerinde yanılmıştı. Üç Göz’ün bu kadar ısrarcı olabileceğini hesaba katmamıştı. Rebu, hayatını bir çölde tehlikeye atacak kadar gözünü karartabildiğine göre, Soysuz’un ona ne kadar altın vaat ettiğini merak etmemek elinde değildi.

O esnada göğsüne düşen bir ağırlıkla başını eğdi. Uli yeniden kendinden geçmişti. Bu adamlar onları yakalayamasa bile, tıpkı yaşlı gardiyanı daha önceden uyardığı gibi, yol Uli’nin canına okuyacaktı. Onu yanlarına katan Durwa’ya içinden söylenirken diğerlerini harekete geçirmek için atını mahmuzladı.

Dört gündür çok kısa molalarla kuzey yönünde ilerlemişlerdi ama beklentilerinin aksine çöl tükenmek bilmiyordu. Atlarıyla da paylaştıkları suları ancak onları bir gün daha ayakta tutabilirdi. Onlar da kendileri gibi zor koşullara idmanlı güçlü hayvanlardı ama bahtlarına Alizarin Çöl’ü düşmüştü. Eğer bu gece bir su kaynağına ulaşıp biraz dinlenemezlerse, devam etmekte oldukça zorlanacaklardı. Arkalarındakilerin, ödül avcıları olmadıklarını, öyle olsa bile, daha görüş mesafesine ulaşamadıklarını düşünmekten başka umutları yoktu.

Bunu bilen Moita, Toli’nin uyarısından sonra, tepelerinde beyinlerini kaynatan güneş ikindiye dönene kadar adamlarını durmaksızın ilerletti. Önlerinde seyrek bir bitki örtüsü belirmeye başladığında, diğerlerine belli etmediği yollarını kaybettiklerine dair endişeyi sırtından atabildi. Yapraksız uzun dikenlere sahip, şekilsiz çalılar sonunda bir su kaynağına yakın olduklarına işaretti. Kısa bir süredir hızını düşürmüş olan gruba öncülük eden Guroni, araştırdığı yönde, temiz su sağlayabilecekleri bir kuyu olduğunu haber verdiğinde Moita rahat bir nefes alabildi.

Sıcağa rağmen, gece yönlerini kaybetme korkusu ile şu ana kadar gündüz yolculuk etmişlerdi. Artık devam edecek halleri kalmadığından, peşlerindekiler cehennem zebanileri bile olsa hiç kimsenin iyice dinlenene kadar yerinden kıpırdamaya halinin olmadığını bilen Moita, kuyunun yanına geldiklerinde erken mola verilmesini söyledi. Bir süredir bilmediği bir dilde sayıklayan Uli kucağındayken atından yavaşça kaydı. Onu kuyunun yakınlarında yere dikkatle yatırdıktan sonra matarasında kalan son suyu kızın kurumuş dudaklarına değdirdi. Uli uyanmayınca “Hadi Uli… içmelisin.”  diyerek ısrar etti.

Gözlerini aralayan Uli, sudan bir yudum aldıktan sonra üzerine doğru eğilen bir çift mavi göze odaklandı. “Esvara?” Gülümseyerek Moita’ya bakıyordu ama onu görüyor gibi değildi. Gözleri başka yerlerde dolanırcasına cam gibiydi.

“Esvara mı?” Yanlarına çöken Mgeri son anda duyduğu kelimeyi tekrarladı.

“Hayal görüyor.” Moita, bir yudum daha içmesi için matarayı tekrar yaklaştırırken “Benim Esvara.” diyerek Uli’yi yatıştırmaya çalıştı. İkinci yudumu içemeden tekrar daldığında Moita, boynuna inmiş kumaşı çözüp çocuğun başının altına koydu.

Güneşin batması ile düşen ısı, bedenleri ani bir ivme ile soğuturken Moita adamlarının ancak gece yarısına kadar dinlenmelerine izin verdi. Yola ay ışığında devam edeceklerdi. Boşalan mataralar ve kaplar dolduruldu, atların ihtiyaçları olabildiğince giderildi. Dinlenmiş bedenlerle birlikte moraller biraz daha yükselmişti. Moita için artık peşlerindekilerin de aynı zor şartlarla baş etmeye çalıştıklarını bilmek yeterli değildi. Çölde yalnız olmadıklarını anlamak, iyimserliğinin pek de işe yaramadığını açıkça kanıtlamıştı. Tekrar yola çıkmak için ayaklandıklarında, eşyalarını atına yerleştiren Barva’ya seslendi. “Kuyuyu doldurun!”

Bir anda ani bir sessizlik aralarına düşmüştü. Barva, tüm şaşkınlığına rağmen Moita’nın sözünü tekrarlattırmadan Arte ve Guroni’yi de yanına alarak kuyunun başına gitti. Çevredeki kızıl kayaların çokluğu işlerini kısa sürede bitirmelerini sağlayacaktı. Suya düşen taşların çıkardığı gürültü bir süre sonra duyulan tek ses oldu.

 “Uzun süre karşılaşabilecekleri tek kuyuyu kapatırsak, çölden sağ çıkamayabilirler, farkında mısın?” diyen Mgeri,  Moita’nın yanına gelirken oldukça gergindi.

“Farkındayım.”

“Ya Rebu’nun adamları değillerse. Bizimle hiç alakası olmayan insanların hayatları ile oynuyor olabiliriz.”

Moita atının boynundaki kayışları kontrol ederken Mgeri’ye bakmadan cevap verdi. “Uzun süredir çölde gördüğümüz tek hareket onlar. Ardımızda hiç kimse yokken, bu mesafeyi bu hızla kapatan Rebu’dan başkası olamaz.”

“Ya değillerse?” diye Mgeri ısrar etti.

“Öyle ya da değil, bu riski göze alıyorum.” diyen Moita,  kaşlarını çatmış olan Mgeri’ye döndü.  “Arkamızdakilerin biraz akılları varsa bizim peşimizden gelmek yerine doğuya dönerler. Sadece bir günlük mesafede birkaç kuyu daha var. Oraya kadar idare edebilirler. Bu çölü geçmeye cüret eden birinin en azından bu kadarını bilmesi gerekir. Onlar kuyu bulmakla oyalanırken biz de çölden çıkmak için yeteri kadar zaman kazanmış oluruz.” Moita, Mgeri’nin itirazlarındaki haklılığını kabul etse de bu kararı almak zorunda olan kişi, kendisi olduğu için arkadaşını şanslı saydı. En azından bunun yükünü o taşımayacaktı.

İlgilenmesi için Uli’nin başına gönderdiği Dadali, şimdi yanlarındaydı. Mgeri’nin Moita’nın emirlerine karşı çıktığını duyduğu belli, kadının kaşları yine çatılmıştı. Uli’nin kendine geldiğini söyleyecek kadar yanlarında oyalandıktan sonra soğuk bir bakışla Mgeri’yi süzdükten sonra ayrıldı.

Mgeri, Moita’nın annesiymiş gibi davranan kadının korumacı tavırlarına alışkın olduğundan aldırmadı. “Umarım haklısındır.” diye söylendi kendi atı ve eşyaları ile ilgilenmek için ayrılırken. Kuyuya tek bir taş bile atmaya niyeti yoktu.

Moita,  Mgeri’nin uzaklaşmasının ardından Uli’nin uzandığı yere gelip çömeldi, sıcak eliyle kızın alnına dokunurken endişeyle sordu. “Beni iyileştirmek için yaptığın şey, her neyse, neden onu kullanmıyorsun?”

Uli göz kapaklarını aralamaya üşendi, alnındaki sıcak temastan kurtulmak istese de kıpırdayamadı. “Yapamam… Gücüm yok.” Moita’nın iyileştirme gücünü biliyor olmasını fark etmedi bile. Derin bir nefes aldı. “Beni bırakacak mısın?” Kızıl’ın yüzünü görebilmek için şimdi kahverengi gözlerini kocaman açmıştı. Özgürlüğe bu kadar yaklaşmışken geriye dönmek istemiyordu. Nasıl yakalanmayı dileyebilmişti? Şimdi de adamdan bunun aksini duymak için can atıyordu.

“Bunu yapacaksam eğer seni şimdi burada bırakmam akıllıca olur. Böylelikle Rebu seni bulur ve hapishaneye geri götürür. Fakat ne yaparsın ki Durwa seni bıraktığım için cehenneme gitsem bile beni bulur ve derimi yüzer. Açıkçası o ihtiyar, darağacından çok daha korkutucu.”

Moita sözlerinin karşılığında Uli’den hafif, titrek bir gülümseme aldı. “Yakalanırsan gerçekten asılacak mısın?”

“Yakalayabilirlerse…” dedi Moita, Uli’nin doğrulmasına yardım ederken, böyle bir ihtimale inanmadığı sesinden anlaşılıyordu. “Oldukça uzun süredir kaçıyoruz. Bu sefer de ipe gitmeye hiç niyetim yok.”

“Üç yıldır, değil mi?”

“Yoksa Durwa hikâyemizi çoktan anlattı mı?” Moita, oldukça eğleniyor, ihtiyarın daha ne kadarını bildiğini merak ediyordu. Uli’nin su içmesi için matarayı yaklaştırdı.

İki yudum arasında “Çok kısa tuttu.” dedi Uli aceleyle. Sanki Durwa’nın ağzı sıkılığından memnun değildi.

“Uzun bir hikâye olduğunu mu düşünüyorsun?” dedi Moita. Çocuğun hikâyesini en az onun kadar merak ettiğini hissetti. O esnada Barva yanlarına gelerek her şeyin hazır olduğunu söyledi. Moita, Uli’nin hafif bedenini rahatlıkla yerden kaldırırken kulağına fısıldadı. “Belki bir gün anlatırım.”



Kuyunun yanında verdikleri moladan itibaren takip edildiklerine dair bir hareket yoktu. Fakat bir süredir Moita’yı asıl endişelendiren yakalanmaktan ziyade Uli’nin yüksek ateşiydi. Sudan başka bir şey içmeyi ya da yemeyi reddeden Uli, bilinçsiz bir şekilde uyuyor ve bir türlü iyileşmeye yanaşmıyordu. Bu durumda Barva’nın şifa bilgisi ve bitki kesesi de çaresiz kalmıştı. Çocuğun rahat bir yatakta, bakıma, serin bir ortama, direncini arttıracak şekilde beslenmeye ihtiyacı varken, toz ciğerlerine doluyor, boğazı kısıtlı su ile ıslanıyor ve kemiklerini birbirine geçirecek bir tempoda at sırtında yapılan bu yolculukla başa çıkmaya çalışıyordu.

Çölden çıkalı sadece iki gün olmuştu. Kuzey doğudan, dağlardan gelen çayın yanında dinleniyorlardı. Yazın son günleriydi, cılız su ancak ayaklarını ıslatacak kadar, neşesiz bir şekilde akıyordu.  Öğleni bodur ağaçların gölgesinin altında dinlenerek geçirirken çevreyi incelemek için ayrılan Dadali dönmüş, Guroni ise hala ortalarda yoktu.

 Uli’yi bedenini kavuran ateşi ile baş başa, bir ağacın gölgesinde bırakan Moita ve diğerleri, bulduklarını ve gördüklerini anlatan Dadali’nin etrafına toplanmışlardı.

“Kanyon Mezarlığı’ndan çıktığımız tepeye kadar tırmandım.  Gözle görülebilecek kadar yakın mesafede hiç bir hareket yok fakat her ihtimale karşı Toli’yi daha güneye gönderdim. Aslında kapalı kuyuya kadar yaklaşması niyetinde değildim.” Dadali kuyunun kapalı olmasının sorumlusu değillermiş gibi konuşurken Mgeri’nin teki kaşı alayla kalkmış, dudağının kenarı yukarı doğru kıvrılmıştı. Bunu fark eden Dadali sözünü yarıda keserken adamın alaycı yüzünü taklit etti.  “Önceden bu yufka yürekliliğini, Moita’nın mali hesaplarının arasında sıkışıp kalmana bağlardım, Mgeri. Eline kılıç aldığında yüreğinin biraz da olsa katılaşacağını düşünmüştüm ama geçen bunca zamana bakıyorum da değişen hiç bir şey yok.”

“Her ne kadar bunu sen söylüyor olsan da değişmediğimi duyduğuma mutlu oldum, Dadali.” Mgeri, kadının çıkışını sakinliğini koruyarak bastırmaya çalıştı.

“Ama ben değiştim. Zamanında bize kimse acımadı şimdi de durmuş, kaybettiklerimizin yanında bir kuyunun hesabını yapmayacağım.”

“Kaybettiklerimizi unutmuyorum ama…”

Dadali’nin sesi acıyla keskinleşti.  “Ben geleceğimi kaybettim ya sen Mgeri?”

Mgeri, kadının gözlerindeki acıyı görmeye daha fazla dayanamayacağını hissederek cevap vermeden başını çevirdi.

Barva o ana kadar ablası ve Mgeri arasında geçen tartışmaya müdahil olmak istememişti fakat her iki tarafında kendilerini eski üzüntülere kaptırmak üzere olduklarını hissediyordu. “Hadi ama… geçmişi deşmenin zamanı değil. Rebu’nun arkasından güldüğümüzde istediğiniz kadar birbirinize girersiniz.”

Dalgın bir şekilde sessizce oturan Moita, “Devam et, Dadali.” diyerek araya girdi. 

Genç kadın, Mgeri’ye bakmadan tekrar anlatmaya başladı fakat sesinde az önceki güçten eser yoktu. “Planladığın gibi yollarını değiştireceklerini düşünüyordum fakat Toli benim bulunduğum yüksekliğin çok aşağısında bir harekete rastladı.”

Kızıl kahve sakallarının bir gölge gibi kapladığı yüzünü buruşturan Barva homurdandı. “Bu Rebu ahmağı kendini öldürmeyi kafasına koymuş.”

“İnatçı bir adam, hapishaneye kadar onunla çok kısa bir yolculuk yaptım ama kolay pes eden bir tip olmadığı adamlarını yönlendirişinden belli. Acımasız da. Hafife almayın.” Dadali’ye döndü. “O olup olmadığına dair bir kanıta hayır demezdim, Dadali.” Moita’nın mavi gözleri kadının üzerinde beklentiyle birkaç saniye dolaştı.

Dadali kucağındaki kumaşın kıvrımlarını hızla araladı ve eline aldığı oku Moita’ya fırlattı. “Toli bir hatıra alarak, aralarından sıyrılmayı başardı.” Atmacasının becerileri ile her zaman övünen kadın az önce olanları unutmuş gibi kuzenine keyifle gülümsedi.

Moita yakaladığı oku incelemek için göz hizasına doğru kaldırdı. Alelade bir gövdenin ucuna yerleştirilmiş kırmızı, üç yönlü tüyler ile sıradan bir metal uçtan oluşan okun onu böğründen yaralayan oka benzeyip benzemediğinden emin olamadı, yarasından oku çıkaran Uli’ye göstermeden de olamayacaktı. Oku kadına geri verdi. “Bu sende kalsın… Uli kendine geldiğinde doğrulatırız. Planda değişikliğe gerek yok. Bu adamlar kuzeyi bizim kadar iyi tanıyamazlar bu avantajımızı kullanarak yapabildiğimiz kadar kısa sürede Nzeli topraklarından çıkacağız…”

O esnada bir atın aceleci ayak sesleri ve birisinin yere hızla atlayan adımları ile başlarını geriye döndürdüler. Guroni, terden ıslanmış ve kızarmış yüzü ile Dadali’nin yanına hızla çöktü. Oturur oturmaz eline tutuşturulan, çayın soğuk suyu ile dolu maşrapayı arada yudumlayarak alelacele anlatmaya başladı. “Önümüz temiz. Yerleşim yerlerinden çok uzak değiliz ama sadece kuzey batıya doğru inen vadide, bir saatlik mesafemizde güney batıya yönelmiş bir konvoy var. Tüccar değiller. At arabaları için seçtikleri kumaşların rengi onlarca mil öteden fark edilebilecek cinsten. Çingeneler olduklarına eminim.”

“Uzun Livan’ın çingeneleri olabilirler mi?  Onları unutmuştum. Aslında güneye göçmek için tam zamanları…” Moita’nın dudaklarında hafif bir gülümseme peyda oldu. Livan, lakabı gibi, Barva ve kendisine bile boyun ağrıttıracak kadar uzundu, bir o kadar da ince…

“Benim de aklıma ilk onlar geldi. Emin olmak için biraz yaklaşmayı göze aldım. Gecikmemin sebebi de bu. At arabalarının haricinde yanlarında hayvan kafesleri de var…”

“Vahşi hayvanları ehlileştiren tek çingene kabilesi Livan ve ailesidir. Onlardan başkası olamaz.” dedi Moita düşünceli bir şekilde sakalını kaşıyarak.

“Onların bu kadar yakınlarında olup da yanlarından geçip gitmek yazık olacak.” diye hayıflandı Barva. Kısa bir an durduktan sonra düşünceli bir şekilde Moita’ya baktı. “Aslında Uli’yi bırakabileceğimiz onlardan daha güvenilir kişiler bulamayız.”

“Kesinlikle olmaz.” diyen Moita öfkeyle soludu.

“Şifacı değilim ama bu şekilde giderse Yuzini’ye varmadan onu kaybedeceğiz. Bunu anlayabilecek kadar ölüm gördüm…” dedi Barva, ısrarla.

“İkisine de söz verdim. Ne olursa olsun…”

“Eminim Durwa da onun ölmesini istemez. Barva kırk yılda bir, doğru bir laf eder. Bu da onlardan birisi.” Mgeri uzun süredir koruduğu sessizliğini aniden bozmuştu.

Dadali de Moita gibi Mgeri’ye şaşkınlıkla baktı. Moita kadar olmasa da Mgeri başından beri Uli için endişelenmiş ve sık sık onunla ilgilenmişti. Moita, adamın söylediklerinde ciddi olduğunu kavrayınca Dadali’ye döndü. “Sen ne düşünüyorsun?”

“Uli için en iyisi bu. Bizim için de tabi ki.” Dadali, Moita’nın kararan yüzünü gördüğünde kuzeninin, hoşuna gitmese de bu fikri kabul ettiğini anladı.


54
Tartışma Platformu / Ynt: Dişi Protagonist
« : 09 Ağustos 2016, 20:14:26 »
Spor, film, dizi vs.'de erkek yerine kadının tercih edilmesini "attan inip eşeğe binmeye" benzetmeniz çok büyük bir talihsizlik olmuş bence. Bir bayan olsaydım bu sözünüz karşısında öfkeden deliye dönerdim herhâlde.

O sozumden deliye donecekse o kisinin problemi. Ben sozumun arkasindayim, Nba finali izledikten sonra wnba finali izlemek attan inip esege binmektir.

Buraya kadar bir çok arkadaş farklı kitap ya da filmlerden örnekler vererek açıklamaya çalışmışlar ama siz anlamamakta inat etmişsiniz gibi geliyor bana ve ısrarla kadın ve erkek arasındaki fiziksel güçteki farklılıklardan dolayı kendi deyiminizle tek kelime ile cinsiyetçilik yapıyorsunuz. Kadın ve erkeğin ister Türkiye'de yaşıyor olsun isterse Amerika birbirine üstünlük sağladıkları bir çok yön mevcuttur ama siz ısrarla Hercul ve Zeyna'yı kıyaslayarak sanki erkek sadece fizikten meydana geliyormuşçasına fikrinizi savunuyorsunuz ve bu da bu başlıkta sürekli bir kısır döngüye çeviriyor konuyu. Bence burada sizin cinsiyetçiliğiniz kadını ikinci plana itmekten çok bu başlığı okuyana erkeği sadece bir kas yığını olarak gösteriyor. (erkekler çok fena alınmalı :D)

Okumadığınızı düşünerek fantastikte ve ya başka türdeki güçlü kadın ya da erkeklerden örnek vermeyeceğim.

55
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 09 Ağustos 2016, 10:32:40 »
Yavaşça soğuyan cansız bedenin kaybettiği her ısıyı teninde hissederken birkaç dakika önce yıktığı tavanın molozları arasında kıpırtısızca yatan kadının göğsü belli belirsiz inip kalkıyordu. Böğrüne saplanmış hançerin kavrayarak soğuk metali hızla bedeninden uzaklaştırırken Kiana keskin bir nefes aldı, sanki içine ne kadar çok hava çekerse hissedeceği acı o kadar azalacaktı. Ardından geniş odada mermere düşen metalin sesi yankılandı.

Cadı yaşadığı dehşet arasında, dışarıdaki arbedenin seslerini dinlerken yarasını eliyle kapadı. Tavanın çarpık deliğinden Lurd’un çocukluk odasının görünen bölümlerine dikili gözleri cam gibi parlarken kadın uzandığı mermerin soğukluğu sırtından göğsüne oradan da kalbine sızıyordu. Nefes almayı bıraksa tüm dertlerinden azat olmaz mıydı? Bir an bu fikrin kolaylığı cazipliği aklını çeldi.

Aghon’un normal olmadığını biliyordu ama bir kam olması ise beklediğinden çok öte, kaldırabileceğinden de fazlaydı. Birkaç hafta içinde yüzyıllardır bir cadının rastlanabileceğinden daha fazla Kam’a rastlamak ona nasip olduğu için mi yoksa binlerce yıldır vuku bulmadığına adı gibi emin olduğu bir cadı ve bir kamın ilişkisinin içinde kendisini bulduğu iç mi dehşete kapılmalıydı? Ya ihanete ne demeliydi? Tuzağa çekilmişlerdi, onların burada olacağı biliniyordu. Tıpkı şimdi ölü bir halde yanında yatan kadının birkaç gece önce Uyvar Kalesi’ne elini kolunu sallayarak girmesi gibi. Solgun dudakları son nefes öncesi, son arzular için aralanır gibi kıpırdadığında böğründeki acıyı hissizleşti ve dışarıdaki sesler uzaklaşırken içine çektiği nefes dudaklarında asılı kaldı.

Daria, önünde bir heykel gibi dikilen Aghon'u geçti ve bir zamanlar evin görkemli salonuyken birkaç dakika önce dövüşen iki ezeli düşmanın bıraktığı harabe ile yılların kimsesizliğini aratır vaziyetteki odaya girdi. Kız, kederle ağırlaşan dizlerini Kiana'nın hareketsiz bedeninin yanına bıraktı. Kimin olduğu belli olmayan kanlarla lekeli elleri kadının boynunu ve kıpırtısız göğsünü telaşlı bir şekilde yoklarken gözleri Cadı'nın taşları kadar siyah ama boş gözbebeklerine takılı kaldı.

Daria, omzunun üzerinden geriye hala o geniş kubbeli girişten içeriye adım atamayan Aghon'a bakarken "Nefes almıyor." dedi kederle. Kız, engelleri kolayca yıkılan gözyaşlarının ardından adamın sarsıldığını fark edemedi. Elbisesinin yakasından yakaladığı Cadı’yı sert bir şekilde silkelerken "Nefes al!" diye sızlandı.

Sonunda buzları çözülen Aghon’un ağır çizmelerinin yürüdükçe çıkardığı sesler arkasında yankılandı. Cadı’nın üzerine eğilen adamın yüzünün gevşediğini soluklarının rahatladığını fark edince Daria umutlanmasına engel olamadı. “Ne gördün? Yaşıyor değil mi?" diye soruları art arda sıralarken kızın elleri bu kez adamın deriden zırhını kavradı.

Aghon, yavaşça Daria’nın tutuşundan kurtulduktan sonra yerdeki hançeri aldı ve Cadı'nın bedenindeki kan lekelerini gözleri ile takip etti. "Sadece kendisini iyileştiriyor Daria, Cadımız birazdan kendine gelecek. Beklemekten başka yapabileceğimiz bir şey yok" dedi.

Rahat bir nefes almak yerine “Nerden biliyorsun?” diye kuşkusunu dile getiren Daria gözlerini Kiana’ya dikmişti. “Bir cadının bu şekilde kendini iyileştirebileceğini nereden biliyorsun? Kaç kere bir cadı gördün ki?” bu kez bakışları kuşkuyla Aghon’u yakalamıştı.

Aghon, Daria’nın sorgusuna cevap vermek yerine eldiveninden kurtardığı parmaklarını Cadı'nın boynuna dayadı. Belli belirsizce kıvrılan dudaklarının bir gülümsemenin hoş biçimini almasına beyhude yere çabaladı. “Birazdan uyandığında sorularını ona sorarsın, Daria.” diyen adam Kiana'yı istemeden de olsa bıraktı. Diğer taraftaki Kam’ın cesedine yönelirken “Öfkesini göz ardı edebilirsek elbette.” diye mırıldandı.

Varsın essin gürlesin ama yanında nefes alsın diye düşünen Aghon’un, az önce odaya girmesine engel olan o korkuyu tekrar yaşamamak için yapabileceklerinin sınırı çoktan kalkmıştı. Kam’ın giysilerini karıştırırken bir kaç dakika önce soğuk terler döktüren korkularını da yüreğinden uzaklaştırdı. Ceset temizdi, üzerinde ne bir takı ne de özel bir eşya vardı. Sadece kemerine takılı deri iki keseyi dolduran keskin kenarlı demir parçaları bulabildi ve Kiana’yı yaralayan hançerin bir benzerini kadının çizmesinden çıkardı. Diğeri gibi ikinci hançere de el koydu ve metalleri yanına aldı.

Kiana uyandığında etrafında hiçbir silah bırakmamaya özen gösteriyordu göstermesine de Kam kadının ona ne söylediğini kim bilebilirdi ki. Odanın kapısında dikilen Orist'i görünce Daria'yı kadının başında nöbette bıraktı. Aghon, adamının geniş yüzünde keyfince yayılmış endişenin izlerini yakalamakta gecikmedi.

"Beş ölümüz var." diyen Orist, Aghon'u evin kapısına doğru takip etti. Ardından "Altı ağır üç tane de hafif yaralı." diye rapor etti.

Aghon, cevabı tahmin edebilse de "Onlardan sağ ele geçirilen var mı?" diye sordu.

Daha bahçeye çıkmadan adamların yaralıları yıkık dökük olsa da başlarının üzerine bir çatı sağlayan eve taşındıklarına şahitlik ettiler. Yollarından çekildikleri adamları Kiana'nın uzağında mutfak tarafına yönlendirdiler.

"Ölülerini arkalarında bırakıp yaralılarını da sırtlanıp kaçtılar, puştlar." dedi Orist, tiksintiyle.

"Ölüler gömülsün, onları da Kale’ye taşıyarak gücümüzü harcamayalım. Yaralılarla da ilgilenilsin. Bu gece buradayız." dedi Aghon, mutfağa girmeden geriye dönerek. "Bahçede ve dışında sık dönüşümlü nöbet tutulsun. Çatıya da bir gözcü gönder."

Orist kısa bir tereddüdün ardından "Onları da mı gömelim?" diye sordu şaşırarak.

"İçerideki kadın da dahil tüm ölüler gömülsün." diye tekrarladı Aghon. Orist'i merdivenlerin dibinde bırakıp Lurd'un çocukluk odasından geriye kalanları görmek için hızla üst kata tırmandı. Odadan geriye çok bir şey kalmamıştı, şömineye yakın zemin aşağıya inerken Lurd'un oyuncak dolabını da beraberinde götürmüştü. Yatak ve kitaplı kaşağıya meyletse de hala odanın içerisindeydiler. Şöminenin ateşi kora düşmüştü fakat bir süre önce şiddetle yandığı, duvarları siyaha boyamış islerden belliydi. Genç adam temkinli adımlarla içeriye girdi ve mümkün olduğu kadar ateşe yaklaştı. Kınından sıyırdığı kılıcı ile korları karıştırırken aradığını bulmakta gecikmedi. Cadı'nın ateşi ile şeklini kaybetmeye başlamış bir küpe teki çeliğinin ucuna geldiğinde onu korlardan ve küllerden ayırıp çıkarmak da zorlanmadı. Odadan çıkarken küpeden geriye kalanlar yavaşça ısısını kaybederek cebinde sessizce kayboldu.

Aghon, aşağıya indiğinde yaralıların taşınması devam ediyordu. Kendisini süzen askerlerin keyifsiz ifadelerini benzer bir sertlikle geri çeviren genç adam, şikâyetler daha kendisine ulaşamadan önlerini kesti. Oyalanmadan iki kadını bıraktığı odaya yöneldi.

Daria'nın dudaklarına dayadığı bir mataradan su içen Kiana, yaklaşan adamı fark etmekte gecikmedi. Daria gibi Aghon’un kıyafetlerinde, zırhında yağmurun ve muhtemelen düşmanlarının kanının izleri vardı ama en çok da yüzü Lurd'un odasından gönderdiği adamdan çok uzaktı. Matarayı uzaklaştırırken "Daria kaçtıklarını söyledi." diye herkesin bildiği durumu yineledi.

“Sağ kalanlar kaçtılar.” dedi Aghon, yanlarına gelip çömelirken bakışları kadının kesik kıyafetlerinden görünen teninde gezindi.

Daria, adamın bakışlarının takibindin çıkardığı sonucunda “Dediğin gibi, kendisini iyileştiriyormuş.” dedi bir nebze canlılık kazanan sesi ile.

Kiana dilene kadar gelen ‘beni öldürmek o kadar kolay değil’ beyanını yuttu sessizce. Ne beylik sözlere ihtiyacı vardı ne de birilerine bir şeyi ispat etmeye. Güneye inmeden de olduğu gibi artık tek amacı vardı, insanların birbirlerini yemesi umurunda değildi, içine atıldığı bu çamurdan çıkıp kardeşini kurtardığında hiçbir şeyin de önemi kalmayacaktı.

Kiana “Biraz dinlendiğimde daha iyi olacağım.” dedi Daria’yı rahatlatmak için.

Aghon “Daria, yaralılar mutfağa taşındı. Gidip yapabileceğin bir şey var mı diye bakabilir misin?” dedi, kadınla yalnız kalabilmek için.

Kiana, hızla sırtını dikleştirirken “Daria onların hizmetçisi değil. Eminim adamların kesiklerini kendileri dikebilirler.” dedi öfkeyle.

Daria’nın bakışları Aghon ile Cadı arasında gidip gelirken “Tamam, ben dışarıda beklerim. Sorun değil.” dedi öfkeli ebeveynlerini yatıştırmaya çalışan bir çocuk gibi. Girişe doğru yürürken de kaybolmalarından korkarcasına birkaç kere dönüp omzunun üzerinden bakmayı ihmal etmedi.

Kiana, Aghon’un destek olma çabalarını kibarca kabul ederek ayağa kalktı ve elbisesinin kirini üstün körü de olsa kontrol etti. Ayaklarının dibindeki Kam’ın açık kalmış gözlerine yukarıdan bakarken “O akşam köprüde saldıran kadındı.” dedi, sıkıntılı bir sesle. Eğilerek artık feri sönmüş o gözlere sanki kendisi öldürmemiş gibi kederle baktı ve onları yavaşça kapattı. Doğrulduğunda kendisini izleyen adama döndü. “Kadından Bendol’e ben bahsederim. O gece köprüde yalnız olduğumu ve kadını kaçırdığımı söyleyeceğim. General’in senin orada olduğunu bilmemesi, en iyisi.”

“Muhbir’in üzerime kalmasından mı korkuyorsun?” Aghon kadına yaklaşırken dudakları sözlerinin ardına sakladığı imalarla yukarı doğru kıvrılmıştı. Biliyor muydu, sorusu hala netlik kazanmamıştı.

“Bendol neden daha önce ona bildirmediğini sorgulayacaktır.” Kiana, bildiğimi anlamamalı dedi kendi kendine. Adamın kollarının onu sarmasına izin verirken acı çeken yüzünü o geniş omuzlara gömdü.

“Ya gerçekten içerideki muhbir bensem?” diye sordu Aghon, rahatlamanın verdiği ihtiyatsızlıkla. Öğrenmemişti.

“Beni öldürmek için birçok fırsatın vardı, değil mi?” Kiana’nın sesi gömüldüğü rahat kollardan dolayı boğuk çıkıyordu. “Ama yapmadın.”

“Evet, yapmadım.” diye mırıldandı Aghon. Kadının kollarını kavrayarak yüzünü görebilmek için kendinden biraz uzaklaştırdı. Yanağındaki kiri silmek için uzandı. “İnan bana seni canlı istiyorum.” derken o kalın sesi daha da boğuklaşmıştı. Yüzünü elleri arasına aldı ve öfkesiyle kendisini uzak tuttuğu ince dudaklara uzandığında girişten gelen yoğun öksürük sesi ile gözlerini kapadı. Elleri iki yanına düşerken bakışları ilerideki duvara kaydı. “Birazdan geliyorum Orist.”

Kiana, odanın yakınlarında sadık bir bekçi gibi ondan istenmemiş bir nöbeti tutan Daria’ya Orist’in komutanını sormasını duymuştu. Aghon’un öpmesine izin verip vermemek konusunda bocalayan zihni bedenini kontrol edemeden ani bir tepkinin yol açacağı sorulardan kıl payı kurtulmuştu. Hesapçı gülümsemesini utangaçlığın elinin ardına saklasa da sırtını girişe döndü.” Aghon’a yandan bakarken sarışın adamın kolay kolay kızarmayan yüzüne “Sorun değil, gidebilirsin. Ben iyiyim.” dedi.

Aghon “Seninle sonra görüşürüz.” diyerek inandırıcı olmayan tehdidini kadına gönderdi. Tam dönüp gidecekken “Unutmadan, Bendol’ün istediği bilgiyi alabildin mi?” diye sordu.

Kiana tereddütsüz “Hayır. Kadından fırsatım olmadı.” dedi. Adamın tepkisini ölçerken kendinden bir bilgi vermemeye gayret ediyordu. Aghon’un sessizliği üzerine “Nasıl olsa bu gece buradayız, değil mi?” diye sordu.

“Buradayız.” diyen Aghon’un gözleri merakla kısılmıştı.

Kiana “Daha vaktim var o halde.” diyerek omzunu silkti.

“Küpe yanında mı?” diye soran Aghon elinin cebine doğru gitmesine engel oldu.

“Elbette.” diyen Kiana, dönüp çıkışa doğru yürüyen adamın arkasından zehir gibi bir gülümse gönderdi.


****

Büyük evin ikinci karındaki odalardan birini mesken tutan Kiana, Lurd’un yerini öğrenmek paravanının arkasında kendisine ait bir saatin garantisini elde etmişti. Geniş odanın bir zamanlar evin sahiplerine hizmet ettiği büyük şöminesinden ve tozlarla kaplı eskimiş ama yine de gösterişlerinden bir şey kaybetmemiş mobilyalarından belliydi.

Şimdi şöminedeki ateşi besleyen ahşap küçük mobilyaların çıtırtıları arasında odadaki tek ses Kiana’nın elbisesinin geniş eteklerinin hışırtısıydı. Büyük sandığın içindeki bazı kadın kıyafetlerinin şaşası ile kaşları yükselirken yıllar önce Lurd’un ve ailesinin aceleyle evlerini aceleyle terk ettiklerine hükmetti. Elbiselerden birini alarak yanması için şömineye fırlattı. Tutuşan kumaşın ise dönüşen dumanlarını izledi, artık bu mekanda onu giyecek bir insan evladı yoktu.

Eteklerinin kirlenmesine aldırmadan ateşin dibine diz çöktü. Fısıltı düzeyinde tutmaya gayret ettiği sesinden dökülen emirlerle ateş biraz daha yükseldi, geriye sadece elbisenin biçiminde kara bir görüntü alevlerin arasında kaldı. İnce uzun parmaklarını ateşin ortasına uzattı. “Ecem!” diye seslendi. Ateş bağrındaki elden habersiz yanmaya devam ediyordu.

“Sevgili Kiana.” Çok geçmeden Kiana, kraliçesinin berrak sesini duydu. “Umarım Mickal yeni bir densizlik yapmamıştır.”

“Minnetimi kabul edin Ecem.” dedi Kiana, sanki görüyormuşçasına başını göğsüne eğerken. “Sayenizde o günden beri başka bir durum olmadı.”

“Sevgili Cadı’m. Bana sunduğun hizmetlerin karşılığında daha iyisini elde edeceksin. Çok yakında.” diye güzel günler vaat eden Biritriel’in memnun gülümsemesi sesiyle Cadı’nın kulaklarına doldu.

Kiana, “Lurd’un yerini buldum.” dedi değerini arttırmaya çalışarak. “Boal Dağı’nda saklanıyor.”

Ateşten bir kahkaha yükseldi memnuniyetle. “Yapabileceğini biliyordum. Sen benim en güçlü cadımsın Kiana. Sana güveniyorum.”

“Ecem bir şey daha var.” Kiana, ateşin içindeki elini yumruk yaptı. “Bir Kam.”

“Kam’lar yüzyıllar önce yok edildiler, Kiana.” dedi Kraliçe uyaran bir ses tonuyla.

“Bugün bir Kam’ı öldürdüm.”

Uzun süren sessizliği Kraliçe’nin artık normale dönmüş sesi bozdu. “Emin misin?”

“Evet. Baskına uğradık ve içlerinden birisi Kam’dı.” Kiana gelecek yanıtı beklerken saniyeler geçti.

“Kadının cesedini istiyorum. Onu bana gönder Kiana.” Biritriel’in sesi kesildiğinde Kiana konuşmanın bittiğini var olmayan bir kapının kapanma hissi ile algıladı.

Daria dakikalar sonra onu bulduğunda hala ateşin önünde sessizce oturuyordu.


Not:
Zamansızlıktan başlardaki bölümler kadar sık ve dikkatle yazılarda düzeltmeler yapamıyorum. Yazım hataları ve anlatım bozuklukları var ise şimdiden affola. Heyifli okumalar :)


56
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 05 Ağustos 2016, 10:48:21 »
Kulağına çalınan seslerle Uli’nin gözleri kendiliğinden aralandı. Kıvrıldığı kayanın dibinden, duyduğu kadın sesinin sahibini ileride bir çember halinde oturan gölgeler arasında zar zor seçebildi. Kadın yine konuştu. Uli daha iyi görebilmek için ayağa kalkarken omuzlarından kayan örtüsünü son anda yakaladı. Konuşmalar kısa bir an durdu ve başların bir kısmı kendisine döndü. Moita ve diğerleri de grubun içerisindeydiler. Anlaşılan günlerdir onları bekleyen adamlarla buluşabilmişlerdi.

Barva’nın, neden sürekli gökyüzüne baktığını bir gün önce öğrenebilmişti. Mgeri’nin bir atmaca olduğunu söylediği kuş kendilerine doğru alçaldığında, Barva’nın sevinç nidası ile korkup kaçmadıysa ancak ya çok cesur bir hayvan olmalıydı ya da bir tanıdık. Atmacanın her iki özelliğe de sahip olduğunu Uli kısa sürede anlamıştı. Barva’dan başkasına yanaşmayan Toli, Moita’nın adamlarının, onları Son Vadi’de beklediğini yazan bir pusulayla gelmişti. Şimdi ise ne zaman ve nasıl ulaştıklarını fark edemediği Son Vadi dedikleri yerde olmalıydılar.

Mgeri, yerinden kalkarak tekrar uyumaya meyilli Uli’nin kararsızlığını sonlandırdı. Yanındaki yeri gösterirken, “Bizimkilerle tanışma vakti…” diyerek Uli’ye nazikçe gülümsedi.

Gökyüzündeki aydınlık, güneşin doğmak üzere olduğunu söylüyordu. Ateş yakılmamıştı, bu yüzden Uli yüzleri tam olarak seçemiyordu fakat çölü birlikte kat ettiği üç adamın haricinde üç kişi daha saydı. Yeni gelenleri merakla incelerken, Mgeri tanıştırma görevini kendiliğinden üstlendi.  Orta boylu tıknaz olan Guroni’ydi. Onun kardeşi Arte ise daha uzun boylu ve inceydi.

Mgeri, en çok merak ettiği kadını en sona bırakmıştı. “Dadali. Moita’nın kuzeni ve bu iri oğlanın ablası.” derken sağ yanındaki Barva’nın omzuna tozunu almak istercesine iki kere vurdu.

Dadali, ismi söylenirken sanki ışığın yetersizliği iyi görmesine engel değilmiş gibi Uli’yi dikkatle inceliyordu. Uli, kızardığını hissetti. Kadının varlığının, zayıflığını, çelimsizliğini ve kadınlıktan uzak görüntüsünü daha da vurguladığını hissediyordu. Uli kendisi ile kıyasladığında gömleği ve bir erkek gibi giydiği pantolonuna rağmen arkadaşlarından kesinlikle ayrılıyor, oturuyor olması bile bunun anlaşılmasını engellemiyordu. Sabahın alaca aydınlığında kızıl olduklarına yemin edebileceği, kalın bir örgü halinde sırtına bıraktığı uzun saçları da Uli’nin fikrini destekliyordu; kendisini saymazsa bir grup erkeğin arasındaki tek kadındı.

O esnada Barva yanında oturan ablasının omuzlarına kolunu doladı. “Suç benim mi? Soyumuzun erkekleri her daim iri olmuştur.”

 Mgeri alayla güldü. “Pisboğazının suçunu soyuna atıyorsun yine.”

 Dadali, ikisini de görmezden gelerek Uli’ye sordu. “Peki, sen kimsin?”

Uli sadece ismini söyledikten sonra sustu. Kadının sesi oldukça güzel diye düşündü. Belki de Dadali’nin sesiyle uykusundan uyanmasının sebebi buydu. Bir an onu şarkı söylerken hayal etti. Sonra hayalperestliğine kızarak Mgeri’nin uzattığı bardağa sarıldı ve diğerleri tarafından unutulmayı bekledi. Bir süre sonra Uli’nin pek hoşsohbet olmadığı anlaşılınca yarım kalan tartışmalarına aynı hızla geri döndüler.

“Hala, o ihtiyar gardiyan ile ayağımıza kadar gelen mektubun bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum.” dedi Dadali ısrarla. Konuyu aynı noktaya getirip duruyordu.

“Sadece bir tesadüf olabilir.” En gençleri olan Arte bıkkınlıkla ekledi.

Dadali, alayla ona döndü. “Bu kadar tesadüfe ancak çocuklar inanır.”

Guroni, Dadali’nin bazen çekilmez birisi olduğunu biliyordu hele ki inatçılığı su yüzüne çıktığında katlanılması zor oluyordu. Yine de kadının mantığının şaşmazlığına birçok kereler şahit olmuştu. “O halde bizi de inandır.” diyerek kardeşi Arte ile kadının arasına girdi.

“Pekâlâ…” Dadali, nasıl olurda gözlerinin önündekini göremiyorlar diye düşünürken içini çekti. “Moita’nın tuzağa düşürüldüğü yerden birkaç saatlik mesafedeki İsina’da tesadüf bu ya Bia’ya rastlıyoruz.” Guroni, kadını başıyla onaylarken Dadali, aynı ciddiyetle anlatmaya devam etti. “Nedense hancı da sadece bizim kulaklarımıza, Rebu’nun yakaladığı yaralı kaçağı hangi hapishaneye bıraktığını söylemekte pek hevesliydi. Böyle bir bilginin dışarı sızmasını Rebu’nun isteyebileceğini pek sanmıyorum. Bize, gelin, Moita’yı bu hapishaneden kurtarın diye mesaj bırakacak hali de yok.”

“O halde?...” Moita, Dadali’nin konuşmak için arada şevklendirilmeye ihtiyacı olduğunu bildiğinden nefes aldığı bir andan faydalanarak araya girdi.

“O halde… Geriye tek seçenek kalıyor; Ngola Lu’dan birisi dışarıya bilgi sızdırdı. Rebu’nun kaçağının kimliğini açıklayabileceği kişilerden birisi de bu Başgardiyan. Başka türlü olsa ihtiyar adam, hayatında hiç görmediği Moita’yı nasıl tanısın? O hapishanede Moita’nın kaçmasından çıkarı olabilecek başka kimse olmadığını da zaten biliyoruz.”

Dadali, dâhil bütün bakışlar son cümle ile birlikte Uli’ye döndüğünde, “Çocuğun son ana kadar hiçbir şeyden haberi olmadığını söyledim.” diyerek Moita tüm soruları Uli’den uzaklaştırdı.

Uli, başını önüne eğerken, ihtiyarın kollarının ne kadar geniş olabileceği, kulağının ne kadar delik olabileceği hakkında bir fikirleri olmadığını düşünerek kendi kendine gülümsedi. Rebu, kaçağının Moita olduğunu söylemeseydi bile Durwa’nın kesinlikle bunu bileceğinden emindi.

Dadali, haklılığından emin devam etti. “Durwa, Moita’yı ve onun İsina kasabasının yakınlarında yakalandığını biliyordu ve arkadaşlarının da muhakkak oraya gelip araştırma yapacaklarını da tahmin etti. İsina’daki hancıyı tanıyor ve güveniyor olmalı. Bu bilgiyi gerekli yerlere iletebilmesi için - ki o gerekli kişiler biz oluyoruz- bir handan daha uygun bir yer de bulamazdı zaten.“

Arte dalgınlıkla ilk aklına geleni sordu. “Hancı sizi nasıl tanıdı?” Dadali’nin ters ters kendisine baktığını görünce açıklama ihtiyacı hissetti. “Yani… alnınızda, biz kaçaklarız, diye yazmıyor.”

“Alnımızda biz yabancılarız, diye yazıyordu.” Mgeri Arte'ye göz kırptı.

“Mgeri’nin de daima, ben buralara ait değilim, diye gezindiğini de unutuyorsun.” Barva, taşı gediğine koyduğundan emin bir şekilde Mgeri’ye başını eğdi. Mgeri oturmasının izin verdiği ölçüde iri adama reverans yapıp gülümsedi.

“O tarz kasabalarda çok fazla gelen giden olmaz.” Dadali, konuşması arasında birbirlerine takılma fırsatını kaçırmayan Mgeri ve Barva’ya ters ters baktı. “Hancı, dedikodu yapacak çok kişi bulamadığından, her gün aynı yüzlere aynı şeyleri söylemekten sıkıldığından dem vurup, uzun saatler masamızda oturmuştu hatırlarsanız. Laf arasına da ünlü bir kaçağın Ngola Lu’ya götürüldüğünü sıkıştırmıştı.”

Kafası karışmış bir şekilde Arte tekrar araya girdi. “Başgardiyan Bia’yı nasıl ayarladı peki?”

“Hancı tanıştırmasaydı Bia’yı fark etmemiz çok güçtü aslında. Kıyıda köşede oturan, çekingen birisiydi.” Dadali, sanki önemli bir mesele değilmiş gibi geçiştirdi Arte'nin sorusunu.

“Hancının Bia’nın nereden gelip nereye gittiğini bildiğine eminim.” dedi Mgeri aynı ehemmiyetsizlikle.

Arte hafifçe öksürerek araya girdi yine. “Bu demek oluyor ki Başgardiyan bir kaçağın hapishanesine geleceğini biliyordu ve haftalar öncesinden kaçağın adamlarını içeri sokabilmek için mutfaktan adam kovup, yerine geçecek olanı da başka kasabalardan çağırdı. Bu gardiyanla gerçekten tanışmak isterdim, inanılmaz birisiymiş.”

Dadali ne söylediğinin farkında olmadan konuştu. “Bia’ya rastlamamız tamamen tesadüftü bence.”

“Hâlbuki biz tesadüflere inanacak kadar çocuk değiliz.” Arte alay ve Dadali’nin tezini çürütmüş olmanın hazzıyla geriye kaykıldı. Aynı anda Guroni’nin takdir dolu kalın dirseğini karnında hissetti fakat Dadali’den soğuk bir bakış aldı.

“Sizin Ngalo Lu’ya geleceğinizden haberdardı bence. Bir yolunu bulup muhakkak sizi içeri sokardı.” Sessizlikten faydalanan Uli, ansızın araya girdiği için herkesin şaşırdığını biliyordu. Kızararak Moita’ya döndü. “Senin hapishaneye getirilmenden sonra tuhaf davranmaya başlamıştı. Bir şeyler çevirdiğini anlamam lazımdı. Hâlbuki her şey gözümün önündeydi ama anlayamadım.”

“Eğer tahminlerimiz doğruysa, Durwa’ya çok şey borçluyuz, Uli. Bunu asla unutmayacağımı bilmeni istiyorum.” Moita, elindeki kupayı Uli’ye doğru kaldırdı ve bir dikişte bitirdi. Diğerleri de aynı şeyi yaptığında Uli, hapishaneden kaçtığından beri ilk defa içinin rahatladığını hissediyordu. O esnada Uli, onların Durwa’nın çabalarını hak edecek kişiler olmalarını diledi.

Bardaklar boşalınca sessizlik tekrar aralarına çöktü.

“Belki yakalanman bir rastlantı sonucu olmuş olabilir ama bir kere madenin kaynağını gördü mü, Rebu senin elinden kaçmana kolay kolay izin vermeyecektir.” Dadali yine dayanamamıştı.

“Benim de yakalanmaya niyetim yok.” derken Moita, Dadali’yi rahatlatmak için gülümsedi. “Bir gün daha bu güzergâhtan ilerleyip, sonra kuzeye döneceğiz. Daha fazla kuzey doğuya doğru ilerlersek Rebu’nun yapamadıklarını çöl ziyadesiyle yapacak. Üç gün boyunca önümüze tek bir su kaynağı çıkmayacak, haberiniz olsun.”

Guroni, geldikleri yönü işaret etti.  “Neden, bizim geldiğimiz yoldan, batıya dönmüyoruz? Kuzeye gitmek yerine batıya denize doğru gitmek bizi daha fazla hızlandırmaz mı?”

“Bu yönden kaçtığımızı anlasalar bile çöl bizi olduğu kadar onları da yavaşlatacaktır. Belki de bu kadar düşünmeye bile gerek kalmamıştır, bilemiyorum. Onların çölden geçmeyi göze aldığımızı bildiklerinden emin değiliz. Eğer tahmin ediyorlarsa çöle girmeden batıda yolumuzu kesebilirler. Alizarin Çölü isminin bile bizi korkuttuğunu düşünüp içinden geçmekten alı koyduğuna inanmalarını ümit ediyorum.”

“Her zamanki gibi hayalperestsin…” derken Dadali başını sallayarak kuzeninin iflah olmazlığına gülümsedi. Kadın, geçmişte de olduğu gibi şimdi de onu takip edecekti, çölün içlerine doğru olsa bile.

“Bazen babamızın o romantizminin sen de tekrarlaması beni de şaşırtmıyor değil.” Barva sözlerinin manasını düşünmeden konuşmuştu.

“Bu bir iltifattan çok Moita’nın annesine hakaret gibi…” dedi Mgeri kahkaha ile gülerek.

Uli, sözlerin manası ile boğazına kaçan acı içeceğin yarattığı öksürüğü durduramadı.

“Alışkın olmayanların yanlarında yaptığın şakalara dikkat et, Mgeri. Hadi ben bunlara aldırmayacak kadar romantik bir adamım ama neredeyse çocuğu boğacaktın.” Moita bir bardağa doldurduğu suyu Mgeri’nin Uli’ye içirmesi için uzattı.

Uli öksürüklerinin arasından kan hücum etmiş yüzünü saklamaya çalışarak “Ben ufaklık değilim.” diye itiraz etmeye çalıştı. Ama genzindeki acı buna izin vermedi. Suyu minnetle yudumladı.

57
Bir sürü ortalama veya kötü kitap okuduktan sonra çok beğendiğim bir kitaba rastladıysam çabuk bitmesinden korkarım ama bu korku kitabı elimden bırakmamaya engel değildir ve çabucak da biter.

58
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 01 Ağustos 2016, 12:05:12 »
Ağza ve burna dolan toz, beyinlerini kaynatan bir güneş ve arkalarında kızıl toprakta bıraktıkları izler için duydukları endişe, Moita ve arkadaşlarını çaya ve ardından kanyona varmak için acele ettiriyordu. Buna rağmen Moita, hızlı yol almak yerine güçlerini koruyabilmek ve atlarını kaybetmemek için tempolarına dikkat ediyor ve grubunu zorlamamaya çalışıyordu.

Uli uyansa bile atının üzerinde düşmeden yolculuk yapabilmesine imkân olmadığından üç adam sırayla onu arkalarında taşımaya karar vermişler ve yüklerinin bir kısmını Uli’nin boşta kalan atına yerleştirmişlerdi.

Beline sıkı sıkı tutunarak düşmemeye çalışan beden o kadar zayıftı ki Mgeri onu ilk gördüğünde, Uli onda bağlandığı ipler sayesinde ayakta durabilen, sıska bir kukla izlenimi uyandırmıştı. Çirkindi, acınası bir perişanlık hali vardı üzerinde. Eski sağlıklı bedenine kavuşsa güzel olur muydu onu da kestiremiyordu. Onu ilk gördüğü andan itibaren yirmisinde bir erkek olduğunu düşünmüştü ta ki Moita’nın rahat su içirebilmesi için Uli’yi göğsüne yasladığı ana kadar. Sürekli evlat ya da çocuk diye çağırmasına rağmen Moita’nın da bir süre aynı hücreyi paylaştıkları Uli’nin bir kadın olduğunu biliyor olması gerektiğini düşünüyordu. Belki de anlamamıştı. Eğer öyle ise ona anlatacak olan kendisi değildi ve öğrendiğinde yüzünde oluşacak ifadenin hayali ile keyifle gülümsedi.

Çayda verilen kısa bir mola ile serin akan su, öğle güneşinin altında kavrulmuş bedenlere can katmış, yüzlerdeki toz ve toprak su ile hızla yıkanıp gitmişti. Mataralar tekrar dolup, atlar sulandıktan sonra oyalanmadan çayı sağlarına alarak tekrar kuzey doğuya, kanyona doğru yola çıktılar.

Moita atına binmesine yardım ederken fark etti ki Uli gittikçe solan yüzü, gölgelenmiş gözleri ve sıcaktan çatlayan dudakları ile çok fazla zorlanıyordu. Atına binip, kızın arkasına yerleştikten sonra diğerlerine döndü. “Güneş batmadan önce şu kanyona varalım, beyler!” dedi artık tempolarını arttırmaları gerektiğine işaret ederek.

“Dadali yakınlarda bizimle bağlantı kuracaktır… Gözünüz açık olsun.” Barva bir yandan söylenirken diğer yandan gökyüzünü tarıyordu.  Sonunda atını hızlandırıp Mgeri’nin ardından Moita’ya katıldı.

Öğlen güneşi altında kızılın en göz alıcı renklerini giyinip gölgesini soyunan, yaklaştıkça büyüyen vadiye varmak için atlarını zorladılar. Kanyon, ne yolu kesilecek bir ticaret kafilesinin güzergâhı üzerindeydi ne de yerleşim yerlerine yakındı. Arasından geçen küçük çay da olmasa, buralarda ne bir bitki barınabilirdi ne de bir av hayvanı bulunabilirdi. Bu yüzden her ıssız yolda karşılaşmaktan korkulan eşkıyalarla karşılaşılabilecek bir yer de değildi. Uzun süre devam eden tozlu bir kızıllıktı sadece. Tek cezp edici tarafı kanyonun her iki yanındaki kayalık yarların gölgesindeki güneşten uzak serinlikti.

Uli, Mgeri ile yol alırken arada başını tutamayıp uyukladığından Moita’nın önünde otururken kendisini daha iyi hissediyordu. Bu sebeple gecenin karanlığının ve yorgunluğunun izin vermediklerini şuanda yapabiliyor, gözünün önünden geçen manzaraya dikkat edebiliyordu. Etrafını izlerken hapishanenin duvarlarından gördükleri ile örtüşmeyen çevrenin farklılığının ya da her istediği yere gidebilecek olmasının onu heyecanlandırmadığını fark etti. O kadar özgür olmadığını hissediyordu. Şuanda onun yükünü sırtlanan bu adamlara muhtaçtı. Onların çıkarları ile örtüştüğü sürece onu alıkoyacaklardı. Gerçekten özgür olsaydı nereye gidecekti ki? Gittiğinde sevinç ve özlemle karşılanacağı, ait olduğu bir yer yoktu. Azuran’a geri mi dönecekti? İçini öfkeyle çekti. Bu Moita’nın dikkatinden kaçmamış, başını yana yatırarak Uli’yi kontrol etme ihtiyacı duymuştu. O ise her zamanki gibi bakışlarını hızlıca adamdan kaçırdı.

Moita, hafifçe gülümseyerek başını kaldırdı. Sıradan bir günde karşılıklı içilen soğuk bir içkinin arasında yapılan günlük bir sohbetteymişçesine “Uli, isminin tamamı mı?” diye merakla sordu.

Kısa bir sessizliğin ardından cevap geldi. “Hayır.”

Moita güldü. “Hımm… Ses tonuna bakarak bana tüm ismini söylemeyeceğini hissediyorum.”

“Haklısın.” Uli, hücredeki deneyimlerinden Kızıl’dan kurtulamayacağını hissediyordu. Üstelik yılmadan hala sormaya devam ediyordu.

 “Kaç yaşındasın evlat?”

“Sence?” Uli Moita’yı çok bekletmeden bir çırpıda söyleyivermişti.

Moita bir süre düşündü. “Zayıflığın açıkçası bana pek yardımcı olmuyor. Fakat yapabildiklerini düşündükçe sana gençliği yakıştırmak da zor…20 mi?”

“Doğru bildin.” Uli konuyu çok fazla uzatmadan adamı, söylediği şeyin doğruluğuna inandırmak istiyordu. “Senin yaşını da ben tahmin edeyim mi?”

“Elbette, hatta merakla bekliyorum.” Moita sırtını dikleştirerek, göğsüne yaslanmış Uli’nin de dik durmasını sağladı.

Uli sadece gülümsemekle yetindi. Yarasını iyileştirirken adamın bedeni ona tahmininden de çok bilgi vermişti. Üzerinden kaç mevsim geçtiğinin dışında ensesine yakın saçlarının arasında, gençliğinden kalma yarayı hatta sol kolunun zamanında kaç yerinden kırıldığını bile söyleyebilirdi. Daha en başından yaşının kaç olduğunu bilse de sanki karar veremiyormuş gibi görünmek işine geldi. Ayrıca adamı şaşırtmaktan hoşlandığını hissetti. “33 yaşındasın…”

Moita cevap vermeden bir süre şaşkınlıkla şüphe arasında bocalayarak Uli’yi süzdü. “O kadar yaşlı gösteriyorum ha?” Moita sakallarını hoşnutsuzlukla kaşıdı. “Peki, nasıl bildin?” Sesinde hayranlıktan çok Uli’ye karşı temkinli olması gerektiğini düşündüren bir ciddiyet vardı.

“Ben sana nasıl bildiğini sormadım.” Uli rahatsızlığını gösterircesine kımıldandı.

“Sormadın çünkü… doğru değildi. 25 yaşındasın.”

 “Durwa mı söyledi?” Bu Uli ve Durwa’nın soranlara söylemek için kararlaştırdıkları bir rakamdı.

“İnkâr etmiyorsun.”

“Hakkımda başka neler söyledi?”

“Durwa’ya boşu boşuna kızıp durma. Başka bir şey söylemedi.” Moita, Uli’nin yüzünü görebilmek için öne eğildiğinde onun iyice solduğunu gördü. “Bizi ne olarak görüyorsun bilmiyorum ama endişen yersiz.” dedi çocuğu rahatlatmaya çalışarak.

“Size güvenmiyorum.” derken Uli, Kızıl’dan bakışlarını kaçırdı. Hem onlara muhtaçtı hem de yüzüne karşı onlar hakkındaki kötü düşüncelerini söylüyordu. Yanılıyor olsaydı bile bu sözlerinin karşısında onu yolda bıraksalar kızamazdı.

“Biliyorum.” Moita daha fazla Uli’nin üzerine gitmeden konuşmanın bitmesine izin verdi. Şüphelerini doğrulamış olması yeterliydi. ‘En yakınımdakiler güvenmemişken senin sözlerin sahildeki bir kum tanesi gibi.’ diye içinden geçirdi.


   
Uli, tüm yorgunluğuna aldırmadan uykunun tatlı sıcaklığına direnmeye çalıştı. İlk defa bu kadar uzun süre mola vermelerine rağmen bundan faydalanmak yerine uyanık kalmak istiyordu. Çöle girmelerinin üzerinden iki gün geçmişti ve o bu sürenin bir kısmını yarı baygınlık geri kalanını da nerde olduğuna aldırmadan uyuyarak geçirmişti.

Güneş, hiç bu kadar yakından hissetmediği sıcaklığı ile bedenindeki tüm gücü tüketiyordu. Güneyde güneşin rengi soğuğun rengi olan mavi ve griydi ama bu topraklarda, buradaki her şey, taş, toprak, ender de olsa rastladıkları çöl hayvanları gibi, sarı ya da kızıldı. Kuzeydeki her şeye alışabilirdi fakat sıcakla ve güneşle baş edemeyeceğini biliyordu. Evini hatırlatan gecenin soğuğunu daha da hissedebilmek için örtülerini üzerinden aceleyle attı.

Mgeri ve Moita uyuyorlardı. Barva ise kayalıkların siperine yaktıkları ateşin başında hareketsizce oturuyordu. Güneşin doğmasına daha birkaç saat vardı fakat gündüze göre sıcaklık o kadar düşmüştü ki koskoca adam örtülere gömülmüş ve küçülmüştü. Kendi battaniyesini de yanına alarak ateşin başına Barva’nın karşısına oturdu. Üşümüyordu fakat bunu ona belli etmemek için bir sevgili gibi örtülerine sarıldı.

“Uyuyamadım.” Barva sormasa da Uli açıklamak istemişti.

Barva tarafından hoş karşılanmadığının bilincindeydi. Mgeri’nin sessiz nazikliği Moita’nın ilgili korumacılığının aksine Barva, daima kabalıktan uzak bir umursamazlık içerisindeydi. Şimdi bile kendisine bakmamıştı.

“İki gündür, bir haftaya yetecek kadar uyudun zaten.” diye mırıldanan Barva yıldızsız gökyüzünü süzüyordu.

Uli utanarak bakışlarını kamp ateşine indirdi. Bu onlara yük olduğunu söylemenin farklı bir yolu olmalıydı. Labirentten onları geçirerek kaçmalarına yardımcı olmamış mıydı? Neden bunun için bile bu adam kendisine müteşekkir olmuyordu. Ettikleri iki cümlenin ardından Barva’nın bakışları gökyüzünde, Uli’nin ki alevlerin ışığında dakikalarca sessizlik içinde oturdular.

 “Genç gardiyanı… hani kaçarken ağzına bir şey dayadın ya… Nasıl?” Uli ağzında kelimeleri gevelemeye başladığını anlayınca sustu.

“Nasıl mı, bayılttım?” Barva, sırıtırken örtülerin altına dalan eli, kesesinin içinden, koca avucunda çok küçük kalan metal bir kutuyu çıkardı ve açıp Uli’ye doğru uzattı. “Özel bir bitkinin yağı ve aromasıdır. İki nefes bayıltmak için yeterli.” Zefir’in ismini kendisine saklamıştı. O sırada Uli’nin geriye doğru bedenini çekerek nefesini tuttuğu Barva’nın dikkatinden kaçmadı. Mgeri’ye kutuyu ilk gösterdiğinde, güzel kokulara duyduğu meraka yenilerek, adamın iki saniye de bayıldığını hatırladığında keyifle sırıttı. En azından, bu çocuk Mgeri’den daha sağduyuluydu.

 “Biraz daha uyusam iyi olacak.” dedi Uli. Aceleyle kalkarken beceriksiz bir şekilde battaniyelerine dolandı.

Barva, Mgeri’nin mizah anlayışının yarısına sahip değil diye geçirdi içinden. “Uyumakta zorlanıyorsan biraz koklamak ister misin?” diyerek kutuyu Uli’ye doğru salladı.

Uli, kendi kendine gülen adama şaşkınlıkla bakarken o yağa ihtiyacı olmadan uyuyabileceğine emin olduğunu söylememek için kendisini tuttu. Korkuyla başını sallarken, aceleyle uzaklaştı.

Barva, kutuyu yerine kaldırırken, “Sağduyulu fakat kesinlikle espriden anlamıyor.” diye mırıldandı.

59
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 01 Ağustos 2016, 12:03:27 »
Doğru bir yöntem mi kullandım bilmiyorum ama aşağıya kurgunun kaba bir haritasını ekliyorum. Bu konuda bir arkadaşımla yaptığımız ilk harita çalışması. Harita üzerindebir kaç mantık hatası ve kurguyla örtüşmeyen bir kaç nokta var ama özellikle gönderdiğim bir sonraki bölümlerin daha iyi anlaşılması için bu haliyle de olsa eklemeyi uygun buldum. Umarım beğenirsiniz, Keyifli okumalar. :)



Alizarin Çölü

Kaçaklar bir süredir hapishanenin güneyindeki tarlalarda yaya olarak ilerliyorlardı. Onları takip eden ne bir kuş ne de bir insan vardı.  En azından Uli, geriye tedirginlikle baktığı o kısa anlarda kimseyi görememişti. Sadece  karanlığın içinde bir kandil gibi yanan hapishaneyi uzaktan zar zor da olsa seçebiliyordu. Bakışlarını önüne kaydırırken karamsarlıkla içini çekti. Ona hiçbir şey söylemiyorlardı. Nereye gidiyorlardı, yayan mı kaçmayı planlıyorlardı, ne zaman duracaklardı, Uli’nin hiçbir fikri yoktu. Kızıl işin bu kısmını düşünmemesi gerektiğini birçok kere söylemişti fakat Uli yine de endişeleniyordu. Bir de sanki geride kalırsa onu bırakacakları korkusuyla Moita ve Barva gibi güçlü kuvvetli iki adamın temposuna yetişmek için çabalıyordu.

Tükendiğini hissettiği bir anda aniden durduklarında Uli istemsizce olduğu yere, dizlerinin üzerine çöktü. Kalbi o kadar gürültü çıkarıyordu ki sanki kulaklarında atıyordu. O esnada tarlaların bitimindeki ağaçların arasında hareket eden birilerini fark etti. Hızla ayağa kalkarken Kızıl ya da Barva’nın da onları görüp görmediğini anlamaya çalıştı.

 Barva’nın adeta kükremesi ile Uli donup kaldı. “Mgeri! Şaşırttın beni. Gömleklerini valizine, ütüsü bozulmadan yerleştirmeye çalışırken baya gecikeceğini düşünüyordum.” 

Dört atı yedeğinde getiren ince, orta boylu bir siluet onlara yaklaşırken yeni gelenin sesi kibar bir şekilde boş tarlada yankılandı. “Hayatın gömleklerin gibi çok sıradan dostum. Tüm şaşkınlığın bundan.”derken atların yularını Barva’ya fırlattı. Kızıl’ın koca eli, Barva’nın tüm kışkırtmalarına kibar bir gülümsemeyle cevap veren Mgeri’nin elini sertçe kavrarken, Uli rahatlayarak tekrar oturdu. Barva için neredeyse Moita’nın kardeşi denebilecek benzerliğine rağmen yeni gelen adam, Uli’nin üzerinde ikilinin tam zıttı bir izlenim bırakmıştı.

Moita, onları şaşkınlıkla izleyen Uli’ye dönerek “Ata binmesini biliyor musun, evlat?” diye sordu.

Titrek bir sesle “Evet” diyen Uli, bir ata binmeyeli yıllar geçmiş olmasına rağmen en azından artık yürümeyeceklerine memnundu. Atlardan en küçük ve kontrol edilebileni seçen Moita, Uli’yi yanına çağırarak binmesine yardım etmek için iki elini önünde birleştirdi.

Göveri Hanı’nda birbirlerini tanımıyormuş gibi davranmalarına rağmen Mgeri, sürekli Barva ile iletişim halinde olmuş ve hapishane dışında, her türlü ihtiyaçlarını ve bilgiyi temin etmişti. Barva yanlarına birisini daha almak zorunda olduklarını söylerken Mgeri’yi küçük bir at bulması için uyarmıştı. Fakat Mgeri, Moita’yı kaçırmalarının bedelinin, bir iskelet kadar zayıf ve hastalıklı görünen böyle bir çocuk olacağını tahmin etmemişti. Uli’yi merakla süzerken “Yanınızda hapishaneden bir hatıra mı getirdiniz?” diyerek kendi atına çeviklikle atladı.

Moita, Uli’nin eyerine yerleştiğinden emin olduktan sonra kendisi de atına bindi.  “Asıl oraya bıraktığımız hatıra uzun yıllar boyunca unutulmayacak.” dedi neşesiz bir sesle.



Moita ve Barva’nın yaklaşık üç senedir, at sırtında yemek yedikleri, uyudukları, dinlendikleri bu seyahat şekli Uli’yi birkaç saat içinde tüketmişti. At üstünde düşmeden durabilmesi bile bir mucizeyken bu şekilde daha ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu. Parmaklarının tek tek gevşemesi ile Uli, dizginlerin elinden kaydığını hissetti. Atın boynuna doğru eğilip dizginleri yakalamaya çalışırken, neredeyse düşüyordu.

O esnada Uli’yi kontrol etmek için arkasına dönmüş olan Moita, yardım edebilmek için atını geri çevirdi. Dizginleri yakalayıp çocuğun eline teslim ederken “İyi misin?” diye endişeyle sordu.

Uli utandığını hissediyordu. Adamın yüzüne bakmaya cesaret edemeden “İyiyim.” diye mırıldandı.

Moita “Yorulduğun zaman haber ver. Bir çaresine bakarız.” derken aslında Uli’nin durumunun farkında olmasına rağmen şuanda mola vermek için çok erken olduğunu düşünüyordu. Durwa’nın tahminlerine göre, Rebu’nun hapishaneye dönmesine çok az zaman kalmıştı, belki birkaç gün belki de sadece birkaç saat. Kaçtığını öğrendiğinde, Üç Göz tekrar peşlerine düşmek için oyalanmayacaktı. Bu da mesafeyi açmak için onları zorluyordu. Önde olmanın avantajından ne kadar faydalanabilecekleri ise hızlarını korumalarına bağlıydı. Yolun izin verdiği ölçüde Uli’ye cesaret vermek için Moita atını onun yanında sürerken ikisi de ne korkularına ne de endişelerine dair tek bir kelime etmediler.

Tüm gece at sırtında geçtikten sonra gece sabaha kavuştuğunda Ngola Lu Hapishanesi ile aralarındaki mesafe iyice açılmıştı. Yoldan uzak durarak seyrek ağaçlar arasındaki patikalardan ya da tarlaların sınırlarından ilerleyerek mümkün mertebe doğuya doğru hızlarını düşürmeden ilerlediler.

Moita, tırmandıkları tepenin ağaçsız zirvesinden, kuş uçuşuyla bir günlük mesafede olan Krallık’a bakıyordu. Buradan, Quri Kanadı’nın sınırı olduğunu tahmin ettiği dağların kızıl pus içindeki siluetlerini belli belirsiz seçebiliyordu. Sabah güneşinin pırıltılarını yansıtan çayın çizdiği yolu gözleriyle takip etti. Kuzeyde bir kanyonun kızıl, çorak kayalarının ardında kaybolana kadar manzaranın tek düzeliğini kıran bu bodur yeşilliğin müsebbibi olan çay, güneyde gözlerden uzakta Kuzgun Nehrine karışarak Quri Kanadı’nın içinden geçtikten sonra denize kavuşuyordu.

Takipçileri, muhakkak Krallık ve doğu yerine onların batıya doğru kaçacaklarını, Alizarin Çölü’nü geçmeyi göze alamayacaklarını düşüneceklerdi. Moita’nın asıl güvendiği de bu şaşırtmacaydı. Çok iyi bildiği topraklara uzaktan bakarken arkasından gelen gürültü dikkatini dağıtmasaydı o anda tüm molayı manzarayı izleyerek geçirebileceğini düşünüyordu.

Uli, durdukları esnada atından düşerek yere yığılmış ve bembeyaz bir yüzle yerde yatıyordu. Moita, Mgeri’yi çocuğun üzerine eğilmiş endişe ile yüzüne vururken buldu. İnce bedende adamın tüm çabalarına rağmen bir hareket yoktu.

“Burada bir süre dinlenelim.” dedi Moita atından inerken. Eğerinin arkasına asılı matarasını çıkardıktan sonra Uli’nin yanına diz çöktü.

“Önemli bir şeyi yok sadece yorgunluk ve sıcaktan bayılmış.” dedi Mgeri. Oldukça endişeli görünen Moita’yı rahatlatmak için söylediği sözleri kendisi de aslında pek inandırıcı bulmuyordu. Yine de Uli’yi hafifçe kaldırarak sırtının kendisine yaslanmasını sağladı. Moita’da bu esnada kurumuş dudaklara matarayı dayarken çocuğun bir parça su içmesini umut ediyordu.

“Onun bu kadar dayanabilmesi bile bir mucize… Umalım ki sadece hareketsizliğin verdiği hamlık olsun ve birkaç gün içinde bu tempoya alışsın.”

Moita’nın söylediklerine başını sallayan Mgeri, bir yaz gecesinin serinliğinde yapılan at üstündeki bir yolculuğun etkisinin güneşin alnında yapılandan farklı olduğunu bilmesine rağmen Moita’ya itiraz etmedi.

Sağlarında yükselen sabah güneşinden kaçınmak için bulundukları tepeden aşağıya indiler. Alçak toprak yükseltilerini siper alarak gölgede bir mola yeri buldular. En fazla bir saat diye düşündü Moita, daha fazla oyalanmaları söz konusu değildi.

“Bu noktadan sonrasında izimizi çok rahat sürerler.” dedi Moita başlarına gelebilecekleri arkadaşlarına açıklayarak. Ayakta, önlerindeki kırmızı topraklarları süzerken kaşları çatılı ve düşünceliydi.

“Buraya kadar gelebilirlerse eğer…” dedi Barva az önce yedikleri birkaç parça yiyeceğin kalanlarını toplarken. Mgeri sırt üstü uzanmış gözleri kapalı biraz daha dinlenebilmenin keyfindeydi. Baygınlığı atlatmanın ardından Uli, ne kadar çabalarsa çabalasın onları eninde sonunda yavaşlatacağını düşünerek yakaladığı fırsatı değerlendirmenin peşinde derin bir uykuya dalmıştı.

“Sen de biraz dinlensen iyi olur. İlk nöbeti ben alırım.” diyen Barva, Moita’nın yanına giderek koca elini kuzeninin omzuna dayadı. Çölün uyanmaya başlayan sıcağını gözlerini kısarak süzdü. “Bir ok yaran var. Hiç şikâyet etmezsin, bilirim ama bu kadar kısa sürede iyileşmen de bir mucize olurdu.” Barva, Durwa’nın onu bir yemek tepsisi ile hücreye götürmesinin ardından Moita ile bir daha bir araya gelmemişler, tüm kaçış detaylarını ince ince işlemiş olan Durwa’ya güvenerek dikkat çekmemek için birbirlerinden uzak durmuşlardı. Dün gece kaçarken de durup konuşacak vakitleri olmamıştı.

Moita, Barva’ya kaşlarını çatarak döndü. “Koskoca bir aya sen kısa bir süre mi diyorsun?” diye sordu.

“Ne bir ayı, Rebu’nun tuzağına düşmenin üzerinden sadece iki hafta geçti. Hapishanede benim bilmediğim bir şey mi içirdiler sana?” dedi Barva alayla gülerek.

“Sadece iki hafta mı?” Moita, emin olmak için tekrar sorma ihtiyacı duymuştu.

“Tatil gibi değil mi? Ben diyorum ki bir dahaki sefere dinlenmek istediğinde daha güneye inelim. Bu sıcağa denizsiz katlanılmıyor.” dedi Barva sırıtarak. Moita’nın kafa karışıklığının farkında değildi.

Barva konuşmasına devam ederken, Moita artık onu dinlemiyordu. Sırtını kendilerine dönmüş, top halinde, sert toprağın üzerinde büzülmüş Uli’ye bakarken, Durwa ve çocuk tarafından fena kandırıldığını düşünüyordu.

60
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 26 Temmuz 2016, 20:44:52 »
Geriye doğru bakınca labirentin yüksek duvarlarına rağmen gökyüzüne yükselen kızıl ışıklar rahatça görülüyordu. Anlaşılan Barva’nın başlattığı yangın dakikalar geçtikçe azalmak yerine çoğalıyordu. Uli uzun süredir evi olan bu yapının aldığı zarara sevinemediğini hissetti.

Uli “Kapı bu duvara gizlenmiş durumda.” derken kendisinin de artık onlardan biri olduğunu unutarak, bakışlarını arkasındaki iki kaçağa çevirdi. Labirenti geçmeleri kolay olmuş, kendisini bile şaşırtarak yollarını kaybetmeden onları çıkışa getirebilmişti. Gündüz olsa, bozulmuş dallar ve yapraklardan yerini saptamak çok daha kolaydı fakat şimdi karanlıkta gizli kapıyı bulması gerekiyordu. Sert bir nokta arayarak duvar boyunca elleri ile yaprakların arasını yoklamaya başladı. Ne yaptığını anlayan iki adam da ona katıldı.

Kısa bir süre sonra karanlıkta “Burada.” diyen Barva’nın kısık sesi duyuldu. Diğer taraflara göre daha gevşek olan dallar arasından elini uzatarak kilidin yerini araştırdı. Kısa sürede uygun anahtarı da bularak özgürlüklerine açılacak kapılardan birisini daha kolayca araladı fakat iri bedenini çalıların arasından geçirmekte zorlandı. Tamamen dışarı çıkmadan önce, labirentin yüksek çalı duvarları ile surun taştan duvarları arasındaki yolu dikkatle kontrol etti. İçeride kalan kolu ile yolun serbest olduğunu Moita ve Uli’ye işaret etti. Barva’nın tüm bedeni çalılar arasında kaybolunca Moita Uli’nin de geçebilmesi için dalları araladı.

Geniş kandillerle yol ışıklandırılmıştı. Aydınlık yüzünden gözlerini kırpıştıran Uli, Barva’nın kendisini duvarın dibine neden çektiğini göremedi. Tam kapıdan çıkmak üzere olan Moita, Barva’nın işareti ile geriledi.

Surun yüksek duvarlarının üzerinde rutin yürüyüşünü yapan nöbetçinin, gözlerini yangından uzaklaştıramadığından, burnunun ucundakini dahi göremeyecek durumda olması o anda kaçakların hızla gizlenmesini kolaylaştırmıştı. Diğer gardiyanların da bu kadar dikkatsiz olmaları için dua ederek, nöbetçinin uzaklaşmasını nefeslerini tutarak beklediler. Tam rahatlayıp yol boyunca sola doğru yürümeye başlamışlardı ki çok geçmeden arkalarından gelen aceleci ayak sesleri ile yavaşladılar. Artık duvar dibine sinmek ya da saklanmaya çalışmak sadece şüpheleri daha fazla üzerlerine çekmek demekti.

Moita Uli’nin kolunu kavradığında hem ona bir mahkum görüntüsü vermek adına hem de gönülsüz çıktığı bu yoldan Uli’nin geri dönme ihtimaline karşı bir uyarı niteliğindeydi. Adımlar yanlarına yaklaştığında yavaşladı. Yol, bir atlı arabanın geçebileceği kadar genişti. Dört kişi yan yana yürürken yeni gelene bakmamak imkansızdı. Moita, genç gardiyanın terli yüzündeki çekingen ifadeyi yakaladı ve Uli’nin belli belirsiz bir şekilde “Yeni…” diye fısıldadığını duydu.

“Yanlış yöndesin evlat. Yangın geride kaldı.” diyen Moita genç gardiyana sert bir şekilde çıkıştı.

Uli, evlat lafına yüzünü buruşturdu. Kızıl’ın kendinden genç gördüğü herkesi evlat edinme gibi bir huyu olmalıydı.

“Hayır efendim. Arka kapıda ki nöbetçi ile yer değiştirmem söylendi.” Yeni gardiyan içini çekerken sanki kendi kendine söylenir gibi, “Yangında benden daha çok yararlı olacakmış.” diye ekledi.

“Hadi koş evlat, seni oyalamayalım o halde. Görevin acil.” dedi Moita ve Barva’ya kısa bir bakış attı.

Uli, daha ancak birkaç adım ilerleyebilmiş olan genç gardiyanın ardından Barva’nın harekete geçtiğini fark etti. İri yarı adamın genç gardiyana bir şey yapacağını anlayınca ağzından ufak bir çığlığın kaçmasına engel olamadı. Barva, geriye dönmeye fırsat bulamayan gardiyanın ağzına bir kumaş parçasını yapıştırdı. Kumaşa gömülen sessiz haykırışlar ve kurtulmaya çalışan çaresiz hamleler kısa sürede durdu. Barva, gardiyanı bir bebek taşır gibi surun dibine bıraktı.

Uli, gardiyan için attığı çığlıktan utanmıştı. Hala kolunu tutan Kızıl’dan kurtulmak için ondan uzaklaşmaya çalıştı fakat başarılı olamadı.

“Her ihtimale karşı…” dedi Moita kaşlarını çatarak.

“Hangi ihtimale karşı?” Uli, tam aksi olması gerekirken kendisine güvenilmemesinden rahatsız oluyordu.

Moita tekrar yürümeye başladıklarında “Kapıya geldiğimizde, bu kez seni tanıyacaklardır. Şüphelenmemeleri önemli.” dedi açıklayıcı olduğunu umarak.

“Onları uyarmayacağım.” diyen Uli’nin yanlış anladığı açıktı.

“Biliyorum ama bizi tanımayacakları için Barva ile benim yeni olduğumuza inanmaları lazım.”

“Durwa hiçbir zaman beni bu şekilde, bir yerlere sürüklemezdi.” dedi Uli adeta tıslayarak.

Uli’nin bu ateşli haline alışkın olmayan Moita, “İşte biz de tam da buna güveniyoruz…” derken çocuğu merakla süzüyordu. Barva'nın uyarısı ile açıklamasını yarıda bıraktı. Özgürlüklerine açılacak kapıya yaklaşmışlardı.

Arka kapı labirenti de içine alan surların kuzey tarafındaki ön kapıdan daha küçüktü. Genellikle yük arabalarının geçişi için kullanılan kapının iki kanadı da metal parçalarla desteklenmiş, kalın, ahşap plakalardan ibaretti. Taş duvarların arasında dışarıya çıkıntı veriyor ve bu yüzden önündeki yol genişliyordu. Kapının her iki yanında surun üzerine çıkan yüksek taş merdivenler ve onların ilk basamaklarında sıkıntı ile oturan iki gardiyan vardı.

Üçlü yaklaştıkça gardiyanların bakışlarının üzerlerinde kilitlendiğini hissettiler ve merak edilen soruyu daha dillenmeden fark ettiler. Uli, Gardiyan Kelther’i hemen tanıdı. Gardiyanın bakışları ise Uli ve yanındaki yabancı gardiyanlar arasında gidip geliyordu.

Barva tanınma ihtimaline karşın özellikle başını kaldırmamaya dikkat ederken Moita, Uli’yi de yanına çekerek biraz öne çıktı ve “Ateşiniz var mı, efendim?” dedi. Bir eliyle ceplerini karıştırırken bir yandan da gardiyanlardan yaşça daha büyük olana yaklaştı. Sanki piposunu bulamıyor gibi bir süre oyalandı.

“Başgardiyan nerede?” dedi Kelther, Moita’ya sormasına rağmen cevabı Uli’den bekliyor gibi ona bakıyordu. Durwa her zaman Uli ile ilgili her türlü işi kendisi yapmakta ısrarcı olmuştu ve çocuğu yalnız bıraktığı pek nadir görülürdü. Fakat bu gecenin normal bir gece olmadığını hatırladı. Yıllardır Ngola Lu Hapishanesinin başına gelmiş en kötü olay, bu yangındı. Bu sırada genç gardiyanda kendilerine yaklaştı. İnce bir çubuğu kandillerden birinde tutuşturup ateşi Moita’ya doğru uzatırken Kelther’den daha şüpheci görünen hali dikkat çekiciydi.

Uli’den ses çıkmayacağını anlayan Moita, “Başgardiyan yangının başında.” dedi ateşe uzanırken. “Bu gece gördüğüm ateşin hayatım boyunca yeteceğini zannetmiştim ama…” Moita tütüne düşkünlüğünün mazeret olarak kabul edilmesini umarak omzunu silkti. O esnada bir türlü bulamadığı piposunun yerine cebinden çıkan eli, sert bir yumruk halinde ateşi veren gardiyanın yüzünde patladı.

Uli, ağzını örterek çığlığını son anda engellerken hızla geriye çekildi. O ana kadar kenarda bekleyen Barva, Kelther’e doğru hamle etmişti. Gardiyanın Moita’ya yönelen kılıcını Durwa’nın kılıcı ile yarı yolda karşıladı. O kadar sessiz bir şekilde beklemişti ki iki gardiyan da nerdeyse iri yarı adamın varlığını unutmuşlardı. Diğer tarafta Moita’nın yumruğunun burnuna inmesini engelleyemeyen genç gardiyan bu kez can havli ile kılıcına davrandı. Moita, gardiyanın kınından çıkarmaya çalıştığı kılıcın kabzasını adamın elinin üzerinden kavradı ve kabzayı gardiyanın kanamaya başlamış burnuna, yukarıya doğru çekti. Uli dehşetle kemiğin kırıldığını duydu. Artık kınından çıkmış kılıcı Kızıl’ın eline teslim eden gardiyan acıyla burnundan akan kanı engellemeye çalıştı. Bu yüzden kabzanın ensesine indiğini göremedi ve merdivenin dibine yığılıp kaldı.

Kızıl’ı izlemekten Barva’yı kaçırdığını fark eden Uli, Kelther’in başına gelmiş olabileceklerden endişeli, o yana döndü. Gardiyan eflatun üniformasının üzerinde belirmeye başlayan koyu kırmızı lekeleri elleri ile örtmeye çalışıyordu. Adamın şaşkın bakışları Uli’nin gözlerine kilitlendi. Sanki acısını çocuğun şaşkınlığı ile hafifletmeye çalışıyordu.

Barva, gardiyanın yolundan çekilmesi üzerine, beklemeden kanatlı kapıları tutan büyük kalasa yöneldi. Ancak Moita’nın yardımı ile ağır ahşabı yerinden kaldırdıklarında kanatlar hafif bir gıcırtı ile aralandı. Onları izlerken Uli’nin solukları ağırlaştı. Bu ne yüzüne çarpan sıcak yaz esintisi ile ne de geride bıraktığı yaralı Durwa ya da Kelther ile ilgiliydi. Sadece uzun zaman sonra özgür olarak aldığı ilk nefes ciğerlerini yakıyordu.

Sayfa: 1 2 3 [4] 5 6