Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Berweuli

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6
61
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 26 Temmuz 2016, 20:43:42 »
Arka Kapı


Uli bu gece de uyuyamamıştı fakat bu sefer hücresini arşınlamak yerine sırtını duvara dayamış, yaz gecesinin boğucu sessizliği ile gece nöbetçilerinin rutin sesleri arasında tavana dalıp gitmişti. Yatağında sırtüstü uzanmış olan Kızıl’ın, uzun süredir hareketsiz yatmasına rağmen uyumadığını, adamın düzensiz nefes alıp vermesinden anlayabiliyordu. Her ne kadar adam bir ay zannetse de yaklaşık iki haftadır aynı hücreyi paylaşıyorlardı ve Kızıl’ın uykusunda, buna uyuma denilebilirse eğer, sık sık uyandığı o kısacık dalma anlarında huzursuzca kıpırdandığına çok kereler şahit olmuştu.

Ayaklarının altından gelen bir patlama ile yataklarında sarsıldıklarında, Uli gecenin tek düzeliği gibi dört duvar arasındaki zoraki sakinliğinin de bozulduğunu bilmiyordu. Sırtını korkuyla duvardan uzaklaştırırken Kızıl’ın tepkisi daha da büyük oldu. Hızla doğrulan adam, taştan duvarların izin verdiği her sesi yakalayabilmek için dikkat kesilmişti. Gözleri Uli’ye dikili olmasına rağmen bakışları onu görmeden geçip gidiyordu sanki.

İlk büyük patlamada tüm huzuru kaçan hapishanede o ana kadar uyuyan bir kaç mahkum ya da gardiyan varsa eğer, ikinci ve hemen ardından gelen üçüncü sarsıntı ile hepsi ayaklanmış olmalıydı. Kulak kesilmelerine gerek yoktu artık. Mahkumların merak ve korku dolu bir şekilde neler olduğunu anlamak için sordukları sorulara gardiyanların sakin olmaları için azarlayan ya da onları yatıştırmaya çalışan sözleri karışıyordu.

Uli’yi ne patlamanın sebepleri ne de sonuçları ilgilendiriyordu. Sırtını tekrar duvara yaslarken artık ayaklanmış olan Kızıl’ın hareketlerini merakla izlediğinden, duvardaki parmaklıklı pencereden hücreye dolan dumanı çok geç fark edebildi.

Moita, köşedeki sürahiyi alıp çarşafını ıslattığında, duman hücrenin bir kısmını kaplamıştı bile. Islak çarşafı pencerenin tamamını kaplayacak şekilde sıkıştırmaya çalışan adam Uli’yi harekete geçirmek için öksürükleri arasında seslendi. “Kapıya yakın dur!”

Uli yatağından şaşkınlıkla kalkıp gerilerken bir yandan da Moita’nın pencereyi kapamak için harcadığı çabayı dumanların içinden tedirginlikle izliyordu. Sırtı kapıya çarpınca durabildi fakat dayandığı çelik aniden açıldı. Eğer Durwa’nın koca elleri onu omuzlarından yakalamasaydı, düşecekti.

“Buradan çıkıyorsunuz.” dedi Durwa, hiçbir şey açıklamadan.

Başgardiyanın emri üzerine çarşafla uğraşmayı bırakan Moita, kapıya koşarak temiz havayı aceleyle ciğerlerine çekti. Semu’nun çıkardığı kelepçeyi fark ettiğinde Moita, bağlanacağını anladığından söylenmesine gerek kalmadan hoşnutsuzlukla ellerini önde birleştirdi. Durwa kelepçelediği adamı kolundan tutarak yönlendirirken, Semu’nun yanında Uli’nin serbestçe yürümesine izin verdi.

Dumana maruz kalan yakınlardaki hücreler de boşaltılıyor, mahkûmlar gardiyanlar refakatinde başka katlara ve hücrelere naklediliyorlardı. Başgardiyan refakatindeki iki mahkûmu, zemin kata indirmek için koridorun sonundaki merdivenlere yönlendirdiğinde diğerlerinden farklı yöne gittiklerini fark eden Semu, “D bloğuna götürmeyecek miyiz, efendim?” diye merakla sordu.

Durwa “Ceza hücrelerine gidiyoruz.” derken sorudan rahatsız olduğunu kaşlarını çatarak belli etti.

Semu anlamakta biraz gecikti. “Ama diğerleri...”

“Diğerlerini almaya Rebu gelmeyecek.” dedi Durwa, Moita’nın önemini Semu’ya hatırlatarak.

İtiraz şansı kalmayan Semu uysal bir şekilde Başgardiyana boyun eğerken iki kat daha indiler. Ceza hücreleri L şeklindeki hapishanenin alt kuyruğunun en ucundaydı. Zemin katta ilerledikçe boş hücreler çoğaldı, koridor ya da merdiven başlarındaki demir kapılar azaldı. Ceza hücrelerinin bulunduğu koridor ise gardiyanlardan tamamen arınmıştı ve hücreleri boştu. 

Başgardiyan yanındaki anahtarlarla bir hücrenin demir kapısını açtığında Uli, Kızıl’ı buraya kapatmalarına hak verse de diğerleri ile birlikte yukarı götürebilecekken neden ona da Rebu’nun kaçağıyla aynı muamelenin yapıldığını sorguluyordu. Durwa nasıl oluyor da buna izin veriyordu bunu anlamakta zorlanıyordu. Hücrelerinden çıkarıldıklarından beri ihtiyar ile göz göze gelmeye çalışmış ama başarılı olamamıştı. Yine de içerlediğini belli etmemek için sessizliğini korudu.

Penceresiz koridorları geçerken taşıdığı meşale ile önden yürümüş olan Semu hücreye de ilk girdi.  Moita ve Uli’nin peşinden giren Durwa, ardından kapıyı kilitlediği esnada önlerinden gelen bir gürültü ile hızla döndü. Semu boş bir çuval gibi düşerken beraberinde götürdüğü meşale yerde yuvarlanıyor, hücredeki tek ışık bir kaybolup bir parlıyordu. Hızla kılıcına davranan Başgardiyan daha muhatabını göremeden kolundaki acıyla silahını elinden düşürdü. Uli hücrede kendilerinden başka kaç kişi olduğunu göremiyordu fakat Durwa’yı korumak için panikle kapıya doğru atıldı.

“Dur! Bekle.” Moita, Semu’nun üzerine eğilerek bağlı ellerinin izin verdiği ölçüde gardiyanın hareketsiz bedenini kontrol etti.

O anda Uli, yüzünü göremediği iri yarı karanlık bir siluetin Kızıl’ın sözünü dinlediğini şaşkınlıkla fark etti. Durwa’ya dönerek “Kaçacaklar.” derken ihtiyarın kolunu görebilmek için gömleğinin kolunu sıyırmaya çalışıyordu.

“Gerek yok. İyiyim.” dedi Durwa Uli’nin elini durdurarak.

“Ölmemiş sadece bayılmış. Dadali bazen haklı, elinin ayarı yok, Barva.” dedi Moita rahatlayarak. Ayağa kalkıp, sönmek üzere olan meşaleyi aldı, tutacaklardan birine yerleştirdi. Alevler yavaşça canlanarak karanlık hücreyi aydınlattı.

“Bazen mi? O her zaman haklıdır.” dedi Barva sırıtırken, ablasının haklı olmasından bu kez hoşlandığını hissetti.

Uli artık saldırganı tam olarak görebiliyordu. Adam Kızıl’dan daha iriydi fakat onu asıl şaşırtan Moita ile olan benzerliğiydi. Durwa, koluna dokununca irkildi. Aşırı tepki vermiş olmalıydı ki iki adam da aniden ona döndüler.

“Uli ile tanış. Bizi buradan çıkaracak asıl kişi o.” Moita açıklama yaparken onlara doğru yaklaşmıştı.

Uli doğruldu ve ince bedeniyle başgardiyana siper olmaya çalıştı. “Sizinle hiç bir yere…” Durwa’nın yanından uzanarak Moita’nın kelepçelerini çözdüğünü görünce, az önce kararlı çıkan sesi aniden kısıldı. “...gelmiyorum.”

Moita şimdiye kadar, Uli’nin de bu planın içinde olduğunu, her şeyden haberdar olduğunu düşünmüştü fakat yanıldığı ortadaydı. Durwa, Uli’den büyük bir itirazla karşılaşacağını bildiği için kaçışı oldubittiye getirmek istemiş olmalıydı. İhtiyarla çocuğun meseleyi halletmesi için uzaklaştı ve Barva’nın uzattığı gardiyan kıyafetlerini giymeye koyuldu.

Anahtarları Barva’ya fırlatan başgardiyanın ağzını açmasına fırsat kalmadan Uli atıldı. “Durwa! Kaçmalarına yardım mı edeceksin?”

“Evet.”

“Bunu neden yaptığını anlamıyorum.” diye fısıldadı Uli, büyük bir hayal kırıklığı ile.

“Seni yanlarında götürmeleri karşılığında onlarla anlaştım.” diyen Durwa, şefkatle Uli’ye uzandı.

Durwa’nın sözleri karşısında Uli geriledi ve gardiyanın elinden kurtuldu. “Sen ne dediğini bilmiyorsun.”

“Buradan kurtulmak için yakalayabileceğin tek fırsat bu. Kaçmakta uzman olduklarını düşünürsen onlarla gidersen güvende olacaksın.” Durwa ikna etmek için kararlı bir şekilde konuşurken Uli’nin omzunu tekrar yakaladı. Yaralı kolu yanında sarkıyordu.

Uli korkuyla büyümüş gözlerini kırpmaya bile cesaret edemedi. “Topraklarını sattıkları gibi beni de satmayacaklarını nereden biliyorsun?” Duyulmaktan çekindiğinden, dinlenip dinlenmediğinden emin olmak için Kızıl’ı ve yanındaki adamı kontrol etti. Giyinmekle meşgul görünüyorlardı. Durwa’ya dönerek “Onlara güvenemeyiz.” dedi aynı kararlı tonla.

“Hiçbir şey bilmiyorlar, merak etme.” dedi Durwa, Uli’nin omzunu hafifçe sıkarken.

Durwa’nın onu kaçırmak için bu kadar kararlı olduğunu görmek, düşünmediği, gerilere ittiği tüm korkularını bir anda yüzeye çıkarmıştı. Yıllarca bir hücrede yaşamaya zorlandıktan sonra, şimdi gitmesi isteniyordu. Durwa onu hiç bilmediği topraklara hiç tanımadığı insanlarla gönderiyordu. Ne hapse girerken ne de hapisten çıkarken fikri bile sorulmuyordu. Uli, korkuyla kapıya doğru geriledi. “Yapamam, artık dışarıda yaşayamam… Ne olur Durwa, beni gönderme.” diye yalvardı.

“Seni bulurum… Nerede olursan ol bulurum.”

Uli başını iki yana inatla sallarken “Hayır, gitmek istemiyorum.” diye inledi.

Durwa çaresizlikle Uli’yi süzdükten sonra Moita’ya “Hadi, götürün onu!” diye bağırdı.

Bir kendisine doğru yaklaşan Moita’ya bir de Durwa’ya şaşkınlıkla bakan Uli, ihtiyara yalvardı. “Lütfen… gönderme…” Moita’nın ellerini itmeye çalıştı. Fakat kendisinin iki katı olan adamın gücünü engelleyebilmesi imkansızdı.

Moita bir deri bir kemik olan bedeni kapıya doğru sürüklemekte zorlanmadı. Uli’nin çırpınmalarından çok hala onu göndermemesi için acıyla yalvaran sesi, hıçkırıklarla sarsılan bedeni elini kolunu bağlıyordu. “Durwa için işi daha da zorlaştırıyorsun.” diye Moita fısıldadığında Uli’nin elleri kolları yavaşça düştü. “İşte böyle, evlat.”

Durwa, Barva’ya dönerek başıyla işaret etti.

“Bunu görmesen iyi olur.” Moita, Uli’yi hücreden uzaklaştırırken Barva, ihtiyara sert bir yumruk attı.


Barva birkaç dakika içinde Durwa’nın kılıcıyla yanlarına geldiğinde elindeki kan lekelerini gizlemeye çalıştı. Uli ile göz göze geldiklerinde iri yarı adam utanarak bakışlarını kaçırdı. Fakat “Durwa nasıl?” diyen Uli’nin endişeli sorusundan kaçamadı.

Barva kısaca “Bayıldı.” dedi fakat ihtiyarın birkaç kaburgasının kırdığını söyleyemedi.

“Kaçışımızla bir ilgisi olmadığını kanıtlamak için bu gerekliydi. Kendisi böyle olmasını istedi. Anlıyor musun?” diyen Moita, kendini Uli’nin gözlerinde neden temize çıkarmaya çalıştığına anlam veremedi.

“Ne yapmamı istiyorsunuz?” diye sordu Uli hiç de istekli olmayan bir sesle. Gözyaşlarını yanağından silmeye çalışırken öfkeyle Kızıl’ı süzüyordu; eğer Moita yakalanıp buraya getirilmeseydi ihtiyarın aklına onu kaçırmak gibi bir fikir düşmeyecekti.

“Bizi labirentlerden dışarı çıkar, ondan sonrasını bize bırak. Bizde seni bu hapishaneden, bu kasabadan güvenli bir şekilde uzaklaştıralım.” dedi Moita Uli’yi ikna etmek için.

Uli, ‘ya sonra?’ diye sormak istedi ama dudaklarından farklı şeyler döküldü. “Şu anda nerede olduğumuz hakkında hiç bir fikrim yok.” dedi önlerindeki karanlık koridoru çaresizlikle gösterirken.

“Meşale taşımayı göze alamayız.” diye açıkladı Moita.

“İhtiyar, bu koridorun sonundan sağa dönmemizi, ardından sol yapmamızı söyledi. Kilitli bir kapı bizi labirente çıkaracakmış. Orasını biliyormuşsun Uli. İki gün önce, akşam gezintisinden hapishaneye oradan girmişsiniz.” Barva, Başgardiyanın sözlerini aktarırken Uli’nin yeni bir isyanı ile karşılaşmaktan tedirgindi.

Uli, Durwa’nın tüm o bulmaca saçmalıklarını bu yüzden, kaçma durumunda yolunu bulabilsin diye yaptığını şimdi anlıyordu. Başını kabullenmişlikle sallarken, karanlıkta göremeyebileceklerini hatırladı. “Orayı biliyorum.” diye ihtiyarın sözlerini onayladı.

Barva, Uli’nin sakinliğini görünce rahatladı. “O çıkıştan sonra bizi surun arka kapısına götürmen gerek.”

“Orası çok sıkı korunur. Çıkardığınız yangına rağmen nöbetçiler yerlerinden ayrılmayacaklardır.” dedi Uli itiraz ederek.

“Sen bizi labirentten geçir, gerisini merak etme.” dedi Moita. Uli’nin koluna dokunarak yürümesi için yönlendirdi.

Barva, hiç bir talimat beklemeden öne geçti. Moita Uli’yi aralarına aldı ve arkayı kollayarak ilerledi. Herhangi bir sorunla ya da gardiyanla karşılaşmadan labirente açılan kilitli kapıyı buldular. Durwa’dan aldığı anahtarlarla kapıyı açan Barva’nın ardından karanlıkta bile yeşili insanı boğan çalıdan dehlizlere aceleyle girdiler.

62
Garry Oldman'ın Dracula filmi çocukluğumun izlediğim ilk vampiri olması sebebiyle unutamadığım filmlerden birisidir. Kötü karakterlere hayranlığım sanırım bu film ile başladı. Ardından Vampirle Görüşme'deki vampirlerin yaşadığı çelişkiler ile sempatim iyice arttı ve Blade üniversite yıllarımın el üstünde tuttuğum tek vampiri idi. Aklıma ilk gelenler bunlar. :)

63
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 24 Temmuz 2016, 23:58:28 »
***

Otuz üç atlı bir insan boyundaki taş duvarların sınırlarını çizdiği,çıplak ağaçların arasında sahipsizlikten bodur dikenli çalıların hüküm sürdüğü bahçenin girişinde durduğunda güneş, hırçın denizin üzerinden doğmak üzereydi. Sis, ince ince yağan yağmurun etkisiyle yavaşça dağılırken denizin tuzlu kokusu, atların toynakları altında ezilen ıslak çimenlerin rayihasına karışıyordu. İki gündür onları kandıran yalancı güneş bugün doğsa bile gri karanlık bulutların arkasında kalacak gibiydi. Ormandan çıktıktan sonra uçsuz bucaksız ve tek bir canlının görünmediği çayırlardan geçerken olduğu gibi şimdi de atlarından inerken aynı şekilde suratsız ve bir an önce ayrılma isteği ile keyifsizlerdi.

General’in yanlarına kattığı kısa boylu adamın rehberliğinde Poran liman kasabasının kuzeyindeki yüksek kayalıklar olarak da bilinen Zidar falezlerine, yerleşim yerlerinden uzak durmanın bedeli olarak yolu uzatarak iki günde gelmişlerdi. Savaş zamanı onları durdurup soru soracak yürekte çok az kişi olsa da gizliliğin perdesine sığınmak, köylü zihinler de bile amaçlarının sorgulanmasını engelliyordu.

Ortadan kaybolmasını engellemek için Aghon rehberi iki adamına teslim etti ve adamlarının yarısını bahçenin dışında bırakarak duvar boyunca nöbete dikti. Atlarını geride bırakarak yıllardır el değmemiş, ayak basılmamış bahçeye girdiğinde Kiana’nın adımlarını yanı başında hissetti. Fakat Cadı konuşmak yerine ilgiyle etrafı inceliyor sanki Lurd’un kokusunu almaya çalışıyordu. Dikenli çalılar, bir el büyüklüğündeki taşların toprağın içinde yer yer kaybolduğu evin girişine giden yolda çok fazla ilerleyemeden karşılarına dikildiğinde birkaç adamı öne çıkarak baltalarla yolu açmaya girişti.

Lurd’un çocukluğunun geçtiği söylenen evin ve bahçenin viraneliği her adımla önlerine serilirken Kiana, adam hakkında bilgi kırıntılarını yakalayabiliyordu; hali vakti yerinde soylu bir aile fertlerinin mutsuz adımları toprağın her bir santiminde mutsuz izler bırakmıştı. Şimdi bir donanmanın yüksek komutanlığına ulaşmış o adam, bir zamanlar korkularından kaçmak için bu bahçenin kuytu köşelerine sığınmıştı. Kiana, önüne serilenlere şaşkın ama ne düşündüğünü belli etmeden evin önüne kadar gelip durdu.

Sırtını uçuruma vermiş iki katlı ama enine geniş, taştan evin çatısının bir bölümü yıkılmıştı. İki kanatlı yüksek kapılarından birisi de ev ile olan bağlantılarından kurtulmuş merdivenlerin başında yerdeydi. Kiana eve girmek için basamaklara hamle yaptığında Aghon’un kolunun engeli ile karşılaştı.

“Önden biz gidelim.” diyen Aghon, başıyla Orist, Ikar ve birkaç sağlam adamını öne çıkardı.

Daria, Kiana’nın yanında kalırken neden bu kadar temkinle hareket edildiğini anlamadığı çevresini inceleyen boş bakışlarından anlaşılıyordu.

“Ben içerideyken Orist ile kal. Adamın yanından ayrılma.” diye kızı uyaran Kiana, uzun yeşil eteklerinin yılların tozu ile kaplı gri mermerleri süpürmesine izin vererek içeri girdi.

İkinci kata kadar ulaşan yüksek tavanda evin yeni sahipleri olan birkaç deniz kuşu havalanırken Daria, korkuyla irkildi. Evin zemini gibi girişin iki yanından üst kata çıkan basamaklarda mermerdendi. Girişte duvarlarda ne bir tablo, yerlerde ne bir halı mevcuttu. Sadece rüzgarın getirdiği çer çöp ve kırık dökük eşyaların parçaları vardı. Kiana üst kata gitmesi gerektiğini hissederek merdivenlere yöneldiğinde keskin duyuları evin çeşitleri yerlerinde gezen Aghon ve adamlarının ayak seslerini yakaladı.

“Burada bekle Daria.” dedi Kiana, kızı yanında istemediğini belirterek.Etrafında bir tur dönen ve ne yapacağını bilemeyen Daria sadece başıyla Cadı’yı onayladı.

Üst katta çıkınca soldaki koridora yönelen Kiana sağ kanadın çöken çatı ile kapalı olmasının bir şans olduğunu düşünüyordu. Çünkü Lurd’un odası evin sol kanadındaydı. Elindeki keseyi sıkarken emin adımlarla kilimsiz koridorda ilerledi ve Aghon’u aradığı odada Adam ahşap bir dolabın önünde bulduğunda şaşırmadı.

Kiana, bir an adamın geniş sırtını sessizce inceledikten sonra “Daria ile Orist ilgilensin.” dedi varlığını belli etmek için.

Aghon arkaya dönmeden “Aşağıda beklemeni söylemiştim.” dedi. Elindeki her ne ise cebinin için de kaybolmuştu artık. Kiana bunu fark etse de aldırmadı.

“Gereksiz bir tedbir.” dedi Kiana, odaya girerek etrafını incelerken.

Küçük bir yatağın demirden iskeleti pencerenin karşısındaki duvarın dibindeydi. Solundaki bir duvarda küçük bir şöminenin içine atılmış eşya kalıntıları adeta yanmayı bekliyordu. Bir kitaplık, içindeki az sayıda kitaplarla birlikte pencerenin yakınında devrilmişti. Duvarlardaki perileri ve ejderhaları tasvir eden çocuksu resimler kırık pencerelerden içeriye giren yağmur, rüzgâr ve tozların el birliği ile bozulmuş, yer yer yok olmuştu. Sağdaki pencereden ufukta doğmakta olan güneşin gri bulutları kızıla boyaması seçiliyordu. Tüm kire ve terk edilmişliğe rağmen Kiana, bir zamanlar bu odanın çocuksu ihtişamını görebiliyordu.

Kiana, o odayı incelerken kendisini izleyen Aghon’un meraklı bakışlarına döndü. “Şanslı çocukmuş.” dedi. Tüm bu zenginlikler içinde Lurd’un mutlu bir çocuk olmadığını sezmesine rağmen sesindeki alayı gizlemedi.

“Çocukken senin daha mutlu olduğuna bahse girerim.” dedi Aghon. Eli cebinde az önce aldığı şeyi kavramış gibi yumruk halindeydi.

“Ne üzerine?” diye soran Kiana, adamın yanından geçerek az önce incelediği dolabın önüne gelip durdu. Soğuğun bin bir çeşit işkencesini zihninden uzaklaştırmak için yanındaki Aghon’un varlığına tutunurken raftaki devrilmiş küçük biblolardan bir tanesini elini alarak inceledi. Büyük bir maharetle oyularak bir su ejderhasının yılan vari kıvrımlarına dönüştürülmüş olan ahşap, yeşile boyanmıştı. Üzerindeki tozları parmakları ile silerken Aghon’un omzunun üzerinden elindekine baktığını fark etti.

Ejderha biblodan bakışlarını ayırmadan “Bir geceye…” dedi Aghon. Kalın sesi odanın ortasına düştüğünde sessizlik uzadıkça uzadı.

Kiana, kalp atışlarının ani hızını kontrol etmeye çalışırken omzunun üzerinden adama bakmamak için kendisini zorluyordu. Parmakları ahşabın üzerinde kıvrılırken bakışları dolabın tozlu raflarında kendi geçmişine gömülmüştü. O soğuk gün ve gecelerde maruz kaldığı işkencelerin, şu anda bu virane odada bir iddianın şanlı zaferi olacağı aklının ucundan bile geçmezdi. Yine de galip olduğunu bilmesine rağmen gülümsemesi dudaklarında yayılırken mırıldandı. “Sen kazandın.”

Aghon, derin bir nefes alırken kadına dokunmadan birkaç adım geriye gitti. “Ne kadar zamana ihtiyacın var?” diye sordu.

Kiana adamın büyüyü kast ettiğini biliyordu. “Yarım saat.” dedi kısaca.

Uzaklaşan ayak seslerinden Aghon’un ayrıldığını anladığında artık boş olan odaya döndü. Ne yapmıştı böyle? Aghon’a bir gece için söz mü vermişti? Peki ya ona ne demeliydi, odasından kovduğu için ona hala öfkeli değil miydi? Ondan vaz geçmediği düşüncesi Kiana'nın yüreğini  kanatlandırmıştı. Doğru muydu yaptığı? Hislerinin doğruluğundan emin olsa da son zamanlarda hep yanlışları yapıyordu.

Pelerininden kurtulurken içinden çıkılmaz soruları zihninden uzaklaştırdı, daha sonra düşünecek ve endişelenecekti.Dertop edip kire aldırmadan odanın ortasına koyduğu pelerinin üzerine diz çöktü. Şimdi yapması gereken bu Lurd denilen denizcinin yerini bulmaktı. Bir elinde küpe diğer elinde ejderha biblosu ile yüzünü şömineye dönen Cadı, büyü için gerekli olan sözleri fısıldarken evin etrafında artan rüzgârın uğultusu ile yağmur damlalarını nöbetteki adamların yüzlerine vuruyordu. Yıllardır yanmayan bacadan tekrar duman çıkarken Kiana, alevleri yükselten sözleri ardı ardına sıraladı.

Gece kadar kara saçların görüşüne girmesi ile dağlarda baharda açan çiçeklerin kokusunu ona kadar ulaştı. Güney’de bahar erken gelmiş olmalıydı. Ahşap kır evinin kapısı açılırken ufak tefek sarışın bir kadın kara saçlı adamı sevinçle karşıladı. Adam avladığı birkaç yabani tavuğu merdivenlere bıraktıktan sonra sarılıp sarmaladığı kadına sıcak bir öpücük sunuyordu.

Kiana, siyahı kaybolup kırmızıya dönmüş gözlerini hızla açtı. Nerede olduğunu bulmuştu. Gözleri her zamanki haline döndüğünde birbirine sarılmış bedenlerin mutlu yüzlerini kafasından uzaklaştırdı. Ayağa kalkarak hala yanmaya devam eden ateşe küpeyi ve bibloyu attı; söyleyeceklerini söylemişlerdi, artık işine yaramazlardı. Alevler iştahla bağrına bırakanların üzerine kapanıp yutarken Kiana, büyü esnasında odada olmayan ama şimdi arkasındaki gölgelerin  içine sığınan kadının varlığı ile bir süre kıpırdamadan şöminenin önünde dikildi.



Evin önünde güneş doğdukça aydınlanan bahçeyi ve ardını gözleyen Aghon, şiddetlenen yağmur nedeniyle Daria’yı evin içine girmesi için ikna eden Orist yanına geldiğinde, arkadaşının etli yüzünün tedirginlikle gergin olduğunu fark etti. Tıpkı kendisi gibi Orist de bu tekinsiz sessizlikten hoşlanmamıştı.

Evin içinden gelen gümbürtüyle eş zamanlı, ardı ardına atılan okların rüzgârı, iki tecrübeli adamın birbirlerinden aksi yönde kaçmalarına sebep oldu. Bahçenin içinde ve dışında başlayan arbede sesleri arasından Aghon, Kiana'nın olduğu evin üst katında devlerin tepiştiğine yemin edebilirdi. Tuzağa düşmüşlerdi, bunun hafifletici hiç bir açıklaması olamazdı. Kendisini savurduğu yerden kalkıp hızla eve girmek istediğinde Daria'nın boğazına dayanan hançer ile bir süre alıkondu.



Kiana, Kam kadının hareketlerini izlerken avucunda ortaya taşlarını kavradı.

"Kuzeyin fahişesi." Kadının dudakları nefret ile kıvrılırken elleri aynı hızla hareket etmişti.

Kiana, kendisini hedef alan metallerin soğuk yüzeyinde şöminedeki ateşin yansımaları görebiliyordu.

Bir kaç sözcükle önünde oluşturduğu rüzgardan kalkan ile onları duvarlara saçarken Kiana'nın taşları aynı hızla kadına yönelmişlerdi.Kam kadın Cadı'nın aksine hızlı hareket ediyordu. Hem kamların fiziksel yetkinliğe cadılardan daha fazla önem vermeleri hem de kadının erkek gibi giyinmesi sayesinde taşlar hedeflerini bulamazken daracık odada kendini sıkışmış gibi hisseden Kiana, ayaklarının dibindeki döşemeleri yerinden oynattı.

Lurd'un çocukluk odası bir alt kattaki büyük odaya indiğinde Kiana, ayaklarına doladığı rüzgar ile düşüşünü yavaşlattı. Kendisi gibi yere sağlam inen Kam'ın elleri boş durmamıştı, kadının çizdiği büyünün etkisi ile Cadı arkasındaki duvar tarafından mıknatıs gibi çekildi. Bir yandan metaller üzerine gelirken diğer taraftaki çekime kendisini bıraktı,  sırtı duvara çarptığında Kiana'nın önünde rüzgar bir fırıldak gibi dönüyor ve sivri metalleri ondan uzaklaştırıyordu.

Rüzgardan kalkanı karşısında Kam'ın şaşkınlığını fırsat bilen Kiana,yapıştığı duvardan kurtulamasa da sözlü bir emri ile elinde peyda olan ateş topunu kadına gönderdi. Göğsüne çarpan yakıcı sıcaklık ile savrulan Kam bir kaç metre geriye sürüklenirken sonunda serbest kalan Kiana üç taşını da avuçlarına çağırdı.

Taşları, kendisine gelmesine izin vermeden kadını kıskıvrak yakaladı. Kiana, ateşten bir halatla bağlıymış gibi kıvranan Kam'ın önüne eğildi ve "Güney'in sürtüğü?" dedi. Cadı isim konusunda karar veremiyormuş gibi gözlerini kıstı, ardından sırıttı. "Her neysen? Yakında senden geriye bir şey kalmadığında isimlerin de bir önemi olmayacak."

"Lanet olsun! Rüzgarı kontrol edememen lazımdı." diye inleyen kadın, ellerini büyü için çaresizce hareket ettirmeye çalışıyordu.

"Senin de burada olmaman gerekiyordu." Kiana, gömleğinden kavradığı kadının yüzünü yüzüne yaklaştırdı. "Saklandığınız ininizden çıkma cesaretini ne zaman gösterdiniz?" dedi tükürürcesine.

Halatı daraldıkça ağzından kan gelen Kam, kızıl dişlerini öne seren bir kahkaha ile tüm evi çınlattı. "Bir Kam ile geziyorsun ve onun ne olduğundan haberin bile yok."

Kiana, önce kadının ne demek istediğini anlamadı, anlamak istemedi. Ardından tüm iplerin uçları yavaşça zihninde birleşirken gözleri önce şaşkınlıkla büyüdü, ardından kandırılmış olmanın öfkesiyle kısıldı.

Kam, kan öksürürken "Sonunda anladın." dedi hırıltılarının arasından. "Aşığın kendi halkına ihanet eden bir Kam." Hala onun gömleğine yapışmış olan Kiana'nın şaşkınlığından yararlanan kadın hançerini elinin altındaki Cadı'nın karnına soktuğunda fısıldadı. "Ya da sana ihanet eden bir Kam. Seni benim ellerime getirdi."

Kiana sağ böğründe hissettiği acıya hazırlıklı değildi ama canını daha da çok yakan uğradığı ihanetti.

64
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 22 Temmuz 2016, 10:56:16 »
Barva, Durwa’nın bu ani değişimini anlamasa da mutfaktan çıkmak için önüne kadar gelen bu şansı kaçırmaya hiç niyeti yoktu. Seri hareketlerle denileni yaptı. Tepsiyi eline alıp önünde kilitli kapıları ardına kadar açan Durwa’yı uysal bir şekilde takip etti. İlerledikçe her kat girişinde her koridor ağzında birer metal demirlerle perdelenmiş kapı ve her kapının ardında ve önünde birer gardiyanla karşılaşıyorlardı.

Sonunda başgardiyan iki kat sonra, koridorun ortasındaki penceresiz demir bir kapının önünde durdu. Fakat diğerlerinde olduğu gibi koridorun başında ve sonundaki kapıların önünde dikilen gardiyanlardan birisi eksikti. Durwa önündeki kapıyı ardına kadar açtığında içeride yanan meşalenin ışığının azlığı ile ilk önce hücreyi boş zannetti. Durwa içeri girmesi için yolu ona açtı ve Barva’nın ardından girerek tekrar kapıyı kilitledi. Bu esnada yataklardan birinin boş olmadığını fark etti.


Durwa misafiri ile içeri girdiğinde Moita hücrede yalnızdı. Keri, Uli’yi kısa bir süre önce hücreden çıkarmış ve her akşam olduğu gibi burçlara götürmüştü. İlk hareket Moita’dan geldi; uzandığı yerden hızla doğrulup yeni geleni sessizce süzdü.

Önünde sessizce bakışan iki adamı göz hapsine alan Durwa “Tepsiyi yatağa bırak.” dedi yeni aşçı yamağına. Barva tepsiyi söylenen yere bırakırken yeni bir emir bekleyerek bakışlarını mahkûmdan Başgardiyana çevirdi.

 Moita ise kapı altından itilen yemeklerinin böyle özel olarak getirilip önüne bırakıldığını o akşama kadar görmemişti. Uli hücrede değilken getirilmesini ise ayrıca şüpheli bulduğundan sabırla Başgardiyanın ne yapacağını bekledi.

Barva kapıya doğru ilerlerken, Durwa onu durdurdu. “Bu acele neden?” diye sordu iri yarı adama.

“Bir mahkûmun yemek yemesini izleyecek kadar vaktim yok. Mutfakta bir sürü işim var ve ilk günlerden Topri Efendi ile kötü olmak istemem.” Barva cevap verirken, gerginliğini saklamaya çalıştı.

“Senin işin ben ne dersem onu yapmak, Bia.” Durwa, bıyıklarını çekiştirirken şüpheyle sordu. “Gerçek ismin mi bu?”

“İsim konusunda sizin bir öneriniz var mı, efendim?” Barva, Moita’ya dönerek seyircisinin sempatisini kazanmaya çalışan bir şaklaban gibi sırıttı.

“Barva’ya ne dersin? Hem anlamı da ilginç; Rüzgar demek.” dedi Durwa tüm ciddiyetiyle. “Kim olduğunu biliyorum ve Moita ile bağını da. O yüzden daha fazla birbirinize kaş göz oynatmayın.” dedi sabırsızca.

Barva, kulaklarına gelen haberlerin doğru olup olmadığını kontrol etmek için bin bir dalavere ile Ngola Lu Hapishanesi’ne girmişti. Planları Moita’nın burada olup olmadığını kontrol etmek ve dışarıdaki arkadaşlarını bundan haberdar etmekti. Kasabadaki ve kuzeydeki arkadaşları Barva’nın kendilerine ulaştıracağı bilgilere göre harekete edeceklerdi. Sonunda kuzenini bulmuştu. Fakat biliyordu ki Yaşlı adam bir tilki gibi kurnazdı ve oldukları kişileri inkar etse bile bir işe yaramayacağını hisseden Barva, geri kalan her şeye omzunu silkerek Moita’ya gülümsedi. Bu akşam kendisine ulaşamayacak olan Mgeri, yakalandığını anlayacak ona göre konuştukları gibi hareket edecekti nasıl olsa.

Moita ile kısa bakışmalarının ardından durumu kavramış olmanın verdiği rahatlık ile iki adam hücrenin ortasında birbirlerine sarıldılar. Barva sonunda Moita’yı bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla, neredeyse kendisi kadar uzun olan adamın sırtına neşeyle vuruyordu. “İyi görünüyorsun. Yaralı olduğunu sanıyorduk.” dedi endişe ile.
“Tahmininden daha iyiyim.”

Barva, Moita’dan birkaç adım uzaklaşarak yetersiz ışıkta onu açıkça süzdü. “Hapishanenin yemekleri yaramış olmalı, yüzüne kan gelmiş.” diyerek Moita’yı onaylayan Barva, hücredeki boş yatağı işaret etti. “Sanırım sen sağdakini aldığına göre soldaki yatak bana kalıyor.”

“Gene ne planlıyorsun?” diye sordu Moita alayla.

 “Artık ikimiz de mahkûm olduğumuza göre.” dedi Barva Uli’nin yatağına oturarak. Şiltenin rahatlığını ölçmek için birkaç kere sarstı ve sonunda da geriye ellerine yaslanarak Moita’ya göz kırptı.

“Seni tembel… hemen öyle gevşeme. Yatağın sahibi birazdan geldiğinde siz yatak için kapışırken araya girmem şimdiden uyarayım.” dedi Moita. Başgardiyan’a hızlıca bir göz atarak.

Hücre kapısına yaslanmış olan Durwa önündeki gösteriyi biraz şaşkınlıkla biraz da pos bıyıklarının uçlarını yukarı kaldıran keyifli bir gülümse ile izliyordu. Böyle ciddi bir durumun bu kadar hafife alınması ne de olsa her zaman rastlanabilecek bir durum değildi. Fazla vakti yoktu bu yüzden araya girme ihtiyacı hissetti. Moita’ya hitaben, “Rebu, seni Krallığa teslim etmek için birkaç gün içinde dönecek.” diyerek onları gerçeğe döndürmeyi denedi.

“Beni hesaba katmıyor musun?” dedi Barva, yokmuş gibi devre dışı bırakılmasına karşı yapmacık bir içerleme ile.

Barva’nın çabalarına rağmen inatla Moita ile konuşmaya devam eden Durwa  “Ve ben sizi onlar gelmeden buradan çıkarabilirim…” dedi ve sözlerinin bıraktığı etkiyi izlemek için bekledi.

Hücrede uzun bir sessizlik oldu. Moita ve Barva kesinlikle bunu beklemiyorlardı.  Doğru duyduklarından emin olmak için birbirlerine bakarlarken, Durwa önlerinde sözlerinin ciddiyetini kanıtlamak istercesine sessizce dikiliyordu.

Moita yatağa oturarak bir süre gardiyanı süzdü. “Bizi kaçırmanın karşılığında bir şeyler istemeyeceğini düşünmek, büyük bir aptallık olur sanırım.” diye tahminde bulundu.

“Eğer Mekotoni hazinesinden bir şeyler talep edeceksen, unut bunu.” Barva, sinirle homurdandı. Durumun ciddiyetini kavramış, az önceki neşesinden eser kalmamıştı.

Durwa, “Sizden tek kuruş istemiyorum.” derken kendisine hakaret edilmiş gibi yüzünü buruşturdu. “Sadece…” dedi bir an duraklayarak. “Buradan kaçarken Uli’yi de yanınızda götüreceksiniz.” Hapishaneden kaçabilmelerinin başka yolu olmadığını gayet net bir şekilde açıkladığını düşünüyordu. Başka bir şey söylemeye gerek duymadan yanıtı için Moita’yı bekledi. Fakat adamın kaşları çatılmıştı.

“Uli de kim?” diye Barva merakla sordu.

“Yatağın sahibi.” dedi Moita kısaca. Adam, Durwa’ya dönerek sakin bir şekilde açıklamaya girişti. “Madem hakkımızda birçok şeyi biliyorsun. Kaçmanın Uli için ne kadar tehlikeli olacağını da bilmen lazım.”

“Evet, biliyorum.” dedi Durwa, uyarıyı umursamadan.

“Yanımdaki her bir kişi yakalanma ve yakalandıkların da başlarına gelebileceklerin farkındalar. Uli’yi yanımda götüremem. Eğer bizi buradan çıkarabilirsen eminim senin için yapabileceğim başka şeyler vardır ama bu imkansız.”

“Eğer Uli bu hücrede birkaç yıl daha kalırsa kendisini tüketecek. Artık onu daha kaç yıl gözetebilirim bilmiyorum. Yaşlıyım… belki bir beş yıl daha. Ya ondan sonra Uli’nin hali ne olur, düşünemiyorum. Senin yanında şansı daha fazla olacaktır.”

Konuşurken sanki Durwa’nın omuzları çökmüştü. Barva nerdeyse yaşlı adama acıyacağını düşünürken görmediği birisi hakkında tartışan kuzeni ve yaşlı adamın arasına girmeden kenarda oturmayı tercih ediyordu.

“Yolda perişan olur… Çok zayıf. Bize yük olur, yavaşlatır da. Arkamızda Rebu varken onu geride de bırakamayız.” diye ısrar eden Moita, daha fazla oturamadığından ayağa kalkmış ve Durwa’ya doğru birkaç adım atmıştı.

“Uli yoksa, bu işi unutun.” dedi Durwa, onlara açık kapı bırakmayarak. Bıyıklarını titreten bir hayal kırıklığı yaşıyordu.

“Dur…dur… dur.” diyerek Barva telaşla ayağa kalktı. “Hemen öyle kestirip atmayalım beyler, bir çıkar yol elbette vardır, değil mi Moita?” Barva Moita’ya güzel bir yumruk atmak için can atıyordu. Ne yapmaya çalışıyordu bu. Kolay kaçış şanslarını önemsiz birisi için tepiyordu.

Moita Barva’ya aldırmadan açıklamak için girişti. “Durwa eğer Uli bizimle gelirse hayatı boyunca bir kaçak…”

Durwa, Moita’nın sözünü kesti.  “O, zaten ömür boyu mahkûm. Böyle birisine ise ömür boyu kaçak olmak cennet gibi gelecektir. Hem yakalansa ne olur ki, cezasını mı arttıracaklar. Kaçarsa en azından bir şansı olur.”

Moita, şimdi birçok şeyi daha iyi anlıyordu. Çocuğun bunu hak edecek ne yaptığı ise hala bir soru işaretiydi. Ne gibi korkunç bir şey…  Başlarına yeni bir bela alıp almadıklarından emin değildi. Fakat artık onu burada bırakamayacağını da biliyordu. “Pekala Durwa. Onu yanımıza alacağız.”

65
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 22 Temmuz 2016, 10:55:15 »
***

Nöbetçileri haricinde, derin bir uykuda olan Ngola Lu Hapishanesi’nde, duvarları yarıp geçmek istercesine, Uli hücresini ızdırapla arşınlıyordu. Yine uyuyamayan Moita, yatmaya ikna edemediği Uli’yi dalgınca izlemekten başka çıkar yol bulamamıştı.

Moita haftalardır, baygın yattığı zamanı hala hatırlayamadığı için belki de bir aydır, dış dünyadan tecrit edilmiş bir şekilde bu hücredeydi. Uli beklentilerinin çok ötesinde ketum çıkmıştı.  Durwa ile hücreden ayrılmasının ardından dönüşünde kendisine katlanamadığını belli etmekten çekinmeyen bir tavra bürünmüş, yarasına bakmaya kalkışmamış en küçük bir merak emaresi göstermemişti. Bu elbette Moita’nın ona yaklaşmak için gösterdiği çabalarını sonuçsuz bırakıyordu.

Uli’nin değişken ruh halinin tek sabit noktası sessizliğiydi. Saatlerce kıpırtısız oturabilen bedeni bir anda hücreyi arşınlayan, duvardan duvara yüzünü dayayan halleri esnasında neleri düşünüp çözdüğü ya da çözemediği belirsiz günler geçirmişlerdi. Akşama yakın saatlerde Durwa’nın onu alıp götürmesi haricinde birbirinin aynı günler…

Moita iyice uzamış sakalını sıkıntıyla kaşırken “Yetmedi mi, çocuk?”  diye seslendi.

Uli başını demirli pencerenin altındaki taşlara dayarken, bir ara yağan yağmurla serinleyen gecede uzun zamandır sıcaktan kavrulan toprağın onlara kadar ulaşan taze kokusunu ciğerlerine doldurup sakinleşmekle meşguldü. Cevap vermek yerine derin bir nefes daha alıp yatağına sessizce uzandı ve her zamanki gibi sırtını Moita’ya döndü.

Artık uyuyabileceğini umarak sırt üstü uzanan Moita bir süre sonra hücredeki sessizliği bölen bir şarkının bozuk nağmeleri ile gözlerini tavana açtı. Çocuk, hüzünlü bir şarkıyı kırık dökük sözlerle söylemeye başlamıştı. Sesinin güzel olmadığını düşündü ama yine de tüm hüznünü sesine yüklediğinden şarkı bir o kadar etkileyiciydi. “Daha önce hiç duymamıştım.” dedi adam cevap almayı beklemeden.

“Güneyden.”

“Zaten güneydeyiz…”

“Daha da güneyden…”


***

Barva hapishaneye girişinin bu kadar zor olacağını asla tahmin etmemişti. Ngalo Lu gibi kıyıda köşede kalmış bir kasabanın, böyle küçük bir hapishanesi için giriş işlemleri can sıkacak kadar zorluydu. Keri ile birlikte mutfağa doğru yürürken, her geçtikleri yerde ayrı bir şaşkınlık yaşıyordu. Birkaç yıl öncesine kadar normal bir ailenin ikinci çocuğu olarak sıradan bir hayat sürdüğü düşünülürse, belki çok içip dağıttığı bir han yüzünden, bir gecelik nezarette konuk edilmesini saymazsa, hapishaneleri çok iyi bildiğini iddia edemezdi ama burası bildiği kadarına da hiç benzemiyordu. Çitten labirentler, çelikten kapılar ve bir sürü gardiyanın görev aldığı böyle bir yer beklemediğini Barva günün sonunda kendine itiraf etti.

Barva ilk şaşkınlığını atlattıktan sonra asıl meselenin çalı çitler olmadığını anladı. Başgardiyanı ikna etmek işi almak için en büyük engeldi. Kalaycı’nın mektubunu vermesi Aşçı Torpi Efendi’ye bu engeli aşmak için gereken azmi ve inatçılığı sağlamış, güçlü bir müttefik kazanmıştı. Kalaycı Ramys gibi bir hısımın isteği, kısa boylu aşçıyı, Başgardiyanın karşısında bir deve dönüştürmüş ve zafer kolay olmasa da sonunda Topri Efendi’nin olmuştu. Barva’ya sadece koca mutfağın bir köşesinde, formaliteden bir test için çılbır pişirmek düşmüştü. Topri Efendi, Kalaycı’nın gönderdiği adam ne pişirirse pişirsin beğenmeye hazır olduğu için çok özenmesine gerek yoktu. Böyle basit bir yemeği yapıp Başgardiyana ve aşçıya tattırdığında aslında saatlerdir ikilinin tartışmalarının manasızlığı da ortaya çıkmıştı. Başgardiyan, dile getirmese de Barva’nın elinin lezzetini sessizce kabul etmişti. Topri Efendi’nin çalımlı duruşunu görmemezlikten gelerek mutfağı soğuk bir ifade ile terk etmişti.


Mutfakta Barva ve Başgardiyan Durwa’dan başka kimse kalmamıştı. Akşam yemeğini yiyen gardiyanlar çoktan ya nöbet yerlerine ya kasabadaki evlerine ya da hapishanedeki odalarına çekilmişlerdi.  Barva, bir ıslık eşliğinde tezgâhı ve kirli tabaklarla dolu masayı temizlerken, başgardiyan da hala ağır ağır akşam yemeğini yiyordu.  Bu gereksiz uzatılan yemek Barva’yı rahatsız etse de başlarda umursamadı fakat bu yemek yeme töreni bir saate kadar ulaşınca Barva’nın da düşünceleri değişti. İki gündür mutfakta çalışıyor, geceleri de kasabadaki handa düşük bir fiyata kalıyordu. Deneme süresinden sonra hapishanede diğer yamaklar gibi bir yer vereceklerini söylemişlerdi. Bu gece ise gece nöbetinde mutfak işleri ona kalmıştı.

“Hiç Mekotoni’de bulundun mu, evlat?” diye sordu Durwa, yaz gecesini daha da boğucu kılan sessizliği bölerek.

Barva tezgâhın önünde bulaşık yığınını eritmeye çalışırken, başgardiyanın sorusu karşısında bir an yavaşladı fakat arkasını dönmeden konuşmaya başladı. “Bir düşüneyim…” elleri su dolu teknede hızla çalışırken beyni de ona eşlik ediyordu. Bu adam böyle bir soruyu neden soruyordu ki. “Mekotoni’nin merkez şehrinde bir süre kaldım… Ya siz? Durun söylemeyin… siz de Keri gibi bu kasabanın dışına adımınızı bile atmadınız… öyle değil mi?”

“Biraz gezmişliğim var fakat Krallığa hiç gitmedim.  Kısa bir süre mi kaldın orada?”

“Belki bir ay belki bir iki gün fazla ya da eksik. Ne değişir?”

“Öyle olmadığını bilmesem doğma büyüme Mekotonilisin diyeceğim de, aklıma gelen dilime varmıyor.” Durwa önündeki yarısı dolu kupayı bir dikişte bitirdikten sonra eliyle bıyıklarını temizledi.

Barva, neşeli bir kahkaha atarken Durwa’nın yüzünü görebilmek için işini bırakıp gardiyana döndü. Sözleri ile yüzünün ifadesinin uyumunu merak ediyordu. Yaşlı gardiyanın ise eğleniyor gibi bir hali vardı. Soruların bir tesadüf olduğunu söyleyerek 00kendini teskin etmeye çalışırken bir yandan da sakin görünüşünü korumayı sürdürdü. “Aralarında bir süre yaşamakla kızıllık geçer mi bilmem ama… ne yalan söyleyeyim onları yakından tanıma fırsatı yakaladım. Özellikle kadınlarını...” Burada durarak sırıttı. “Emin ol benden daha kızıllar.”

“Anne ya da babanın kökeninde orayla bir bağının olmadığına emin misin peki? Belki de bilmediğin akrabaların filan vardır.” Durwa önündeki boş tabağı ileri ittikten sonra sandalyesine yaslanırken ince kağıda sarılı tütününü keyifle yaktı.

“Mekotonili olmamı çok istiyor gibisiniz.” dedi Barva kaşlarını çatarken.

“Eğer oralı olsaydın Mekotonili birisinin şuanda burada… yukarıdaki hücrelerden birinde hapsolduğunu bilmek, ilgini çekebilirdi diye düşündüm.”

“Evet, ilgimi çekebilirdi eğer sizin dedikodu yapmaya bu kadar meraklı olduğunuza inanabilseydim.“

“Neyse tahminlerimde yanıldığıma göre, konuşmayı daha fazla uzatmanın manası yok.” Sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra ayağa kalkarak gerindi. “Şimdi bir tepsiye bir tas yemek, ekmek ve su koy,  arkamdan gel.” 

66
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 15 Temmuz 2016, 10:42:43 »
Mektup
Bir hafta sonra…
Göveri Hanı’nın salonundaki duvarlar yıllarında etkisiyle is ve tütünden kararmaya yüz tutmuştu. Tıkış tıkış yerleştirilmiş masaların arasından zar zor ilerleyen Barva, yaz akşamı yakılmamış olsa da şömineden uzaktaki bir masayı seçerek oturdu. Tahtaları birbirine tutturmak için çakılan çiviler gibi pürüzlü yüzeyi de insanın eline takılan masa, handaki birçok ahşap eşya ile aynı kaderi paylaşmış; zamanla kararmıştı. Adam daha bakımsız hanlar gördüğünden hanın ya da masaların durumuna aldırmıyordu.

Salonda kendisi ile birlikte sadece üç müşterisi olan han yaklaşan akşam yemeği için hazırlanıyordu, bu da Barva’ya fırtına öncesi sessizliği anımsatıyordu. İri yarı adam salonun kalabalıklaşmasını sabırla beklerken, mutfağın getir götür işlerine koşturan garsonlar ara kapıyı açıp kapadıkça salona dolan tabak, çanak ve aşçının telaşlı bağırışlarını bulunduğu yerden, duyabiliyordu. O sırada, salona giren bir müşteri, Barva’nın dikkatini çekti.

Yeni gelen adam, ince yapılı ve orta boydan biraz uzuncaydı. Sıcak yaz akşamında, pelerinini giymeye gerek duymadan omzuna tasasızca atmıştı. Rahat adımlarla bar tezgâhın önüne geldi. Kasabanın kıyısında köşesinde kalmış bu hanın alışkın olmadığı, dikkatli bir seçimin eseri olan şık ve bakımlı kıyafetleri, bir fularla ensesinde toplanmış uzun kahverengi saçları, beyaz teni ve yakışıklı yüzü ile bu çevreden olmadığı açıktı. Yüzündeki ifade bunun bilincinde olduğunu gösterirken bu da görünüşüne bir züppelik katıyordu.

Bar tezgâhının ardındaki barmenden yemek öncesi bir kadeh şarap istediğinde sesi hemen hemen boş olan salonda Barva’ya kadar ulaştı. Tane tane dökülen sözler ile o ana kadar kıyafetinden anlamadıysa bile kibar bir beyle karşı karşıya olduğunu kavrayan barmen,  kendine çeki düzen vererek tüm akşamüzeri yüksek çıkan sesini beceriksiz bir kibarlıkla alçalttı.

Barva bıyık altından gülümserken, bunun süslü tavus kuşunun muhatabında uyandırdığı olağan bir etki olup olmadığını düşünüyordu. Çünkü barmen gibi salondaki iki müşterinin ilgisi de yeni gelene yönelmişti. Fakat yeni gelen adam üzerine çevrilmiş bakışların farkında değilmiş gibi salonu kayıtsızca süzdükten sonra barmenin uzattığı bir bardak şarabı aldı ve Barva’nın sağında, birkaç masa gerisine oturdu.  Bacak bacak üstüne atarken, ciddi yüzünde durgun bir ifade ile içkisini yudumlamaya başladı. Bir ara başını kaldırdı ve ilk defa çevresini anlık bir merakla inceledi fakat bakılacak değerli bir şey bulamadığından tüm ilgisini koltuğunun altındaki deri bir kılıftan çıkardığı eski sayfalara çevirdi.

Barva, çok bekletmeden gelen yemeğinin ardından salondakileri izlemeyi bırakarak, tüm dikkatini midesinin beklentilerini karşılamaya verdi ve uzun süre de başını kaldırmadı. Hana akşam yemeği için gelenlerin gürültüleri, yavaş yavaş salonun kalabalıklaşmaya başladığını söylüyordu. Yemeğini yeni bitirmişti ki genç garsonlardan birisinin başında beklediğini fark etti. Ne var dercesine çocuğa başıyla işaret etti.

Genç çocuk, “Hancıya sorduğunuz adamlardan birisi, bayım,  az önce geldi… şu ilerideki masada oturan gardiyan.”  diyerek, cevap beklemeden, kirli tabaklarla dolu tepsiyle mutfağa doğru uzaklaştı.

Barva, yanına gitmeden önce garsonun işaret ettiği kişiyi, birkaç saniye inceledi. Kısa boyluydu. Toparlak, geniş yüzü omzunun üzerinde oldukça büyük duruyordu. Şişman desen değildi, zayıf ise hiç değildi. Gardiyanda hoşuna giden bir yön bulduğunda sırıttı; en az kendisi kadar iştahla yemek yiyordu. Tavus kuşunun da o sırada gardiyana baktığına fark etti; adamın yemek yiyişine hafifçe yüzünü buruşturduktan sonra tekrar önündeki eski sayfalardan bir araya getirilmiş kitabına dönmüştü.

Barva, kahverengi kısa saçları ve arasına kızıllıkların karıştığı kahverengi sakalı yüzünün neşeli kıvrımlarını gizlediğinden, olduğundan çok daha sert göründüğünün farkındaydı. Uzun boylu ve salondakilerin çoğundan iri olduğundan gardiyanın yanına gitmek için ayağa kalktığında, birçok bakışı üzerine çekmiş, bunun bilinciyle ağır ağır yürüyordu. Adamın masasına yaklaşırken önünden geçen garsonu kolundan yakaladı. Gür bir sesle “Bize iki bira!” dediğinde gardiyanın dikkatini çekebilmiş ve başını yemeğinden kaldırmasına sebep olmuştu. Teklifsizce masaya oturunca, adam ağzına yeni attığı lokmayı aceleyle çiğneyip yutmayı denerken neredeyse boğuluyordu. Şarap dolu kadehi masanın üzerinden böğrünü yumruklayan adama doğru kaydırdı ve kadehini boşaltmasını sabırla izledi.

Gardiyanın pembe beyaz yüzü daha da kızardı. Boğazını temizlemek için öksürükleri arasında  “Teşekkürler, bayım ama… ben…” diye bir şeyler geveledi.

Barva “Bia”  diyerek adamın sözünü kesti. Gerçek ismini saklarken geniş bir gülümsemeyle elini masanın üzerinden gardiyana uzattı.

Gardiyan, karşısındaki iri adamın elini sıkarken rahatladığı her halinden belliydi. Sanki bir dakika önce yabancı olan birisinin ismini öğrenmiş olması, bir dakika sonra ona güvenmesi için yeterliymiş gibi bir hali vardı. O esnada ağzına kadar bira dolu iki kupayla gelen garson, yükünü masaya bırakıp aceleyle mutfak tarafına seğirtti.

“Bira pek sevmem, bayım.” diye itiraz eden gardiyanın eli gayri ihtiyari şarap kadehine kaydı.

“Bedava biranın en kötüsü bile sirkeden tatlıdır.” dedi Barva kupayı adamın önüne doğru ittirirken “Haydi!” diyerek teşvik etmeyi de ihmal etmedi.

Gardiyanın yüzü ikramı alıp almamak konusunda kararsızlıkla karışsa da sonunda şarabını soluna kaydırarak bira kupasını kavradı.

Barva ilk birkaç cümlenin ardından durumu kavramış ve bu işin ne kadar kolay olabileceğinin farkına vararak biraz da olsa rahatlamıştı. “Ha şöyle!” Yüksek çıkan sesi yakınlardaki birkaç masayı kendilerine döndürdüğünde, Tavus Kuşu’nun kafasını kitabından kaldırmasa bile kaşlarını çattığını fark etti. Neden gidip şu lanet kitabını başka bir yerde okumuyordu ki?

Vakit ilerledikçe salonda artık boş masa kalmamıştı. Siparişlerini söyleyen müşterilerin sesleri ya da kendi aralarındaki sohbetleri, yemek taşıyan garsonların tabak bardak şakırtıları ile hayli gürültülü bir manzara ortaya çıkmıştı. Bir de buna, ateşi olmayan şöminenin yakınına çektiği sandalyesine kurulmuş bir şarkıcının çalgısını ayarlarken çıkardığı kırık dökük namelerde eklendiğinde Barva sohbeti koyulaştırmanın vaktinin geldiğini anladı.

“İsmin ne demiştin dostum, söyledin ama ben kaçırdım herhalde.”

“Adım Keri…”

“Hımm, direk konuya girmeyi severim, Keri … Kasabanıza bu sabah geldim.  Aslına bakarsan Kalaycı Ramys söylemeseydi bu kasabaya uğramak aklımdan bile geçmezdi ya neyse. Altı aya yakın Ramys’in yanında çalıştım fakat kalaycı kazandığı ile ancak kendi geçinebiliyor. Malum 12 boğazı beslemek çok da kolay değil. Hoş sen nerden bileceksin…” arada kısa bir kahkaha patlattı. “Bir de fazladan birisine maaş ödeyip beslemek haliyle belini büktü adamın.”

Barva, Keri’nin bahsettiği adam hakkında en ufak bir fikri olmadan kendisini dinlediğini görebiliyordu. Birasından birkaç yudum almak için ara verdiğinde gardiyan da otomatikman kendi kupasını kaldırıyordu. Gülümseyerek devam ederken Keri’nin böyle bir şey sormayacağını tahmin etmesine rağmen “Sen şimdi bunları sana neden anlattığımı soracaksın.” diyerek konuşmadan adama da pay verdi.

“Sahi, bana bunları neden anlatıyorsunuz bayım?”

“Güzel soru… Kalaycı Ramys,  halaoğlu ile çok övünür, kendisi hariç ailede bir tencereye kapak olabilmiş tek kişi diye. Bildiğim kadarıyla bu kasabadaki hapishanede baş aşçıymış. Topri'ydi galiba ismi."

“Topri Efendi, Akca kasabasındaki akrabalarından söz edip durur ama… muhtemelen o olmalı.”

“Evet, Topri Efendi’den duymuş. Hapishanenin mutfağına eleman lazımmış. Benim Kalaycı'ya, nemrut Başgardiyan yüzünden adam alamadığını ve nerdeyse un hamallığına kendi soyunacağından dert yanıp duruyormuş. Kalaycı bana sorduğunda hiç alınmadım beni göndermek istiyor diye. Haklı adam, 12 boğaz ve 12’sine bedel beni de listeye ekleyince…” Barva neşeli bir kahkaha daha attı.

Keri, adamın aslında tam zamanında geldiğini düşünüyordu. Hapishanede birkaç haftadır aşçıya yardımcı aranıyordu ve son zamanlarda bu Başgardiyan ile Topri Efendi arasında büyük bir sorun olmaya başlamıştı. Durwa, iş için başvuran hiç kimseyi kabul etmediği için Topri Efendi ile de yemek saatlerindeki aksaklıklar yüzünden sürekli tartışıyorlardı.

Barva, eğreti bir mühürle kapatılmış bir kağıt parçasını cebinden çıkarıp gardiyana uzattı. “Kalaycı bunu Aşçı Efendiye gösterirsem beni işe alacağına kalıbını bastı. Yoluma devam edebilmem için en azından birkaç ay daha çalışmalıyım,  anlıyorsun ya.” Parasızlığı bir nebze bile moralini bozmuyormuş gibi Barva hala neşeyle konuşuyordu.

Keri birasından bir yudum alıp yüzünü buruştururken başıyla onayladı. Gardiyanın kasabada pek arkadaşı yoktu.  Aslında Keri ne parasız kalmıştı ne de bu kasabadan bir kaç günlük mesafeden ilerisine gitmişti. “Yarın Topri Efendi’ye mektubu veririm.”

“Seninle gelirim.” dedi Barva, mektuba uzanan gardiyanın önünden kağıdı kaçırarak hızla cebine attı. Ne mektubu bu savruk görünüşlü gardiyana emanet edebilirdi ne de işini şansa bırakıp gecikebilirdi.  “Bu iş benim için çok önemli, anlıyorsun ya.”

“Elbette anlıyorum…”  diye tekrar etti Keri, bir kez daha anlamadan.

Barva konuşmayı burada bitirmemek için, “Bu kasabadaki tek iş kaynağı Ngalo Lu hapishanesi, sanırım…”  diye ilgiyle sordu.

“Hapishane bu bölgeye inşa edildikten çok sonra gardiyanlar, askerler ve aileleri hapishanenin yakınına evlerini inşa etmişler. Burada gördüğün herkes ya hapishanede çalışır ya da onunla ilgili bir işte. Çok az çiftçi var.”

“Sen de bu kasabada doğup büyümüş olmalısın, dostum.”

Konuşma bu noktadan itibaren kasaba ve hapishane hakkında uzayıp genişlerken yanmayan şöminenin başındaki şarkıcı güneye has yöresel neşeli bir türküyü çalıp söylemeye başlamıştı.

Vakit akşamı geceye doğru kovaladı. Barva Keri’nin birasını yeniledikçe Keri’nin konuşması kaymaya elinin hareketleri yavaşlamaya başladı. “Yeter artık dostum…” diyen Barva, yarısı boşalmış üçüncü kupayı gardiyanın elinden zorla aldı.

Keri ağzına kadar gelen geğirmeyi zorlukla midesine geri gönderirken “Hiç .. bu kadar çok içmemiştim…” diye itiraf etti ve mahcup bir şekilde sandalyesinde dik oturmaya çalıştı.   

“Bedava sirke bu, çarpar adamı… En iyisi seni evine götürmek, madem ben içirdim, bu iş de bana düşer.” dedi Barva yerinden kalkarken. Keri de kalkmaya yeltendiğinde tekrar gerisin geri sandalyesine kapaklandı.  “Anlaşıldı.” diye söylenen Barva, tombul adamı koltuk altından kavrayıp kaldırdı, kendi kolunun altına sıkıştırdı. Keri’yi salonun kapısına doğru kolayca yönlendirmesine rağmen Barva, dengesini kaybeden gardiyanın masalardan birine çarpmasına engel olamadı.

Kadehi devrilip önündeki kağıtları ıslatınca, sebebini görebilmek için, masanın sahibi yavaşça başını tepesinde güçlükle dikilen yabancılara kaldırdı.

Tavus kuşu ile göz göze geldiklerinde Barva “Pardon ahbap.” dedi adamın ağzını açmasına fırsat vermeyerek.

“Daha dikkatli olmalısınız.” diyen Tavus Kuşu kağıtların üzerindeki şarap lekeleri hakkında hissettiği hoşnutsuzluğunu, dudağının tek bir kıvrımı ile belli etti.

“Olabilseydik denerdik…” diye çıkıştı Barva, gardiyanı tutmaya çalışırken.

“Bundan tek bir sonuç çıkıyor ortaya, daha çok denemelisin…” Tavus kuşu istifini bozmadan tekrar bacak bacak üstüne atarak alayla gülümsedi.

Barva neredeyse kolunun altındaki Keri’yi kenara fırlatıp, adama yumrukları ile haddini bildirecekti ki Keri koltuğunun altından konuşmaya katıldı.  Yakındaki garsona peltek sesi ile “Beye… pardon Beyefendiye…” başıyla yakışıklı adamı selamlarken kafasını tutamayıp iyice yere doğru sarkıtmıştı. Barva kavrayışını sıkılaştırarak Keri’nin daha dik durmasını sağladı. “… benden bir kadeh şarap getir…”

“Sarhoş ama hala kibar olabiliyor…” Tavus kuşu sarhoş adamı başıyla yavaşça selamladı. Garsonun biri gelip şarabın ıslaklığını masadan ve kağıtların üzerinden bir bezle almaya koyuldu.

Barva, öfkeyle solurken Keri, salondan çıkışa doğru adamı sürüklemeye başladı. Hanın dışında, fenerlerin yakılmış olduğu dar sokaklardan Keri’nin sarhoş ağzından alabildiği kadarıyla gardiyanın evini bulmak için Barva bir hayli uğraştı. Bir saat içinde kasabayı iki kere turladılar. Arada Keri’nin midesindekileri rahatça çıkarabilmesi için molalar verdiler ve sonunda eve varabildiler.

Ahşap, cumbalı eve aşağıdan bakan ikili evin karanlık silueti önünde gölge gibi bir an dikildiler.  Barva sarhoş gardiyanın cebinden evin anahtarını bulup kilidi açtı. Kapının tam karşısında üst kata çıkan merdivenlerle sonlanan dar bir koridor ve koridorun sol tarafında duvarın ortasında ahşap bir kapı vardı. Keri’nin avucuna anahtarını sıkıştıran Barva “Hadi bakalım koca adam, merdivenleri kendin çıkarsın artık.” diye söylendi.

Bir saatlik tur ile zihnindeki bulutlar az da olsa dağılan Keri, teşekkür kavlinden bir şeyler mırıldanarak içeriye girdi.

“Yarın sabah handa, unutma” diye son bir kez içeri bağıran Barva, Keri'nin ardından kapısını kapatarak elleri pantolonunun ceplerinde hana doğru yürümeye başladı.

67
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 11 Temmuz 2016, 11:51:27 »
***

Hızı bir türlü kesilmeyen hafif adımlar. Moita, gerçekle rüya arasında bocalarken uykusunu acımasızca bölen bu kıpırtılara lanet ederek gözlerini açtı. Yanı başında volta atan ince karaltının da katkısıyla, bir hücrede olduğunu anlaması uzun sürmedi. Başını tekrar şiltesine bırakırken buraya nasıl ve ne zaman getirildiğini hatırlamaya çalıştı. Hücreye şöyle bir göz gezdirmek bile Mekotoni’de olmadığını anlaması için yeterliydi. Soysuz Ladre’nin elinde olsaydı, çoktan diyarlar arasında geçiş yapmış ve muhtemelen tabut yaptırma zahmetine katlanmayıp, ölüsünün bile ayaklanacağından korkarak kuzeni üzerine tonlarca taş yığmıştı. Fakat hala yaşıyor olmasının yanında,  tek başına sıkılacağını düşünerek bir de hücre arkadaşı verildiğini düşününce, Moita alayla gülümsedi.

Yarasını hesaba katarak temkinle doğrulmaya yeltendiğinde, eliyle sağ yanını hızla yokladı. Beklediği acı yerine rahatlıkla kolunu oynatabildiğini fark etti. Doğrulup sargı bezlerinin ardındakini görmeye yeltendiğinde, hücredeki sinir bozucu adımların durduğunu işitti.

Yarasını unutarak, çocuğun ilgisini neyin çektiğini görmek için döndü ve giysilerine bir askılık görevi yaptığını düşündürecek kadar zayıf bedenin üzerine oturtturulmuş küçücük yüzü gördü. Ölümcül bir hastalığı varmış gibi solgun tene gömülmüş siyah gözler yarasının olması gereken yeri inceliyor, Moita’ya aldırmıyordu. Fakat kısa süre sonra ilgisini kaybetti ve hücrenin kirli taşlarını aşındırma işine geri döndü.

Moita çocuktan bakışlarını indirdiğinde yarasının yerinde sadece küçük kırmızı bir iz görünce “Kaç gündür buradayım?” sorusunu farkında olmadan dillendirdi. Aslında kaç gündür baygındım demek istemişti. Üç Güzeller savaşında baldırına yediği mızrak bile onu ancak iki gün yatakta tutabilmişti. Ufak bir iz kalacak kadar iyileşmesi günler alacak bir ok yarası vardı ve bu süreyi uyuyarak geçirdiğini aklı almıyordu. Rebu ganimetinin sağ salim teslim etmekle pek ilgilenmediği, ölüsüne bile para alacağından emin olduğu için uzun süre yarasına bakılmadan at sırtında taşındığını hatırlıyordu. Bu durumda olan her hangi bir kişi günlerce uyuyabilirdi yine de bunu kendine kondurmak da zorlanıyordu.

Yüzüne bile bakmayan çocuk kendisini duymamış gibiydi. Moita, oku çıkardıkları zamandan bölük pörçük birkaç görüntü hatırlıyordu. Çocuğun sağır ya da dilsiz olmadığına emindi. “Evlat, iyi iş çıkarmışsın.” diyerek tekrar cevap almayı denedi. Belki övülmek kilitli bir dili açabilirdi ama herkesin üzerinde işe yaramadığının kanıtı karşısında hala yürüyordu.

Moita sonunda çocuğu konuşturma çabasından vazgeçti. Yataktan kalktı ve bedenini yoklayarak durumundan emin olmak istedi. Üç Göz’ün ya da Soysuz’un hoşnut olmayacağı kadar sağlıklıydı. Hayret verici bir şekilde, iyi bir dövüşün ardından çekilen dinlendirici bir uykudan uyanmış gibi canlı hissediyordu kendisini. Yarasına tekrar bakarken, dar hücreyi dolduracak kadar iri ve uzun olduğunun farkında değildi.

Uli yürüyüşüne devam etmek için duvardan geriye döndüğünde, önünde dikilen kendisi için bir devden farksız adama çarpmamak için durdu. Kararsızca olduğu yerde sallanırken, Kızıl’ın bilerek kıpırdamadığının ve adamın kendisini inceleyen bakışlarının farkında değildi. Hücrenin kapısında dönen anahtar ile Uli önündeki engeli istekle aşarak ilerledi.

Durwa’nın gür sesi, görüntüsünden önce hücreye doldu. “Gezinti zamanı, evlat.”

Her gün güneşin batmasına yakın bir vakitte yağmura, rüzgara, kara aldırmadan Uli Durwa’nın eşliğinde batı duvarının mazgallarına çıkar bir süre kendisine verilen bu kısıtlı özgürlüğün tadını çıkarmaya çalışırdı. Bu onun hücresinin dışında geçirdiği ender vakitlerden biriydi. Şimdi ise rahat bir nefes alacağı, Kızıl’dan kaçacağı çok değerli bir fırsat yakalamıştı. Durwa’yı bekletmeden minnetle kendisini hücreden dışarı attı.


Başgardiyan’ın yanında, Ngola Lu hapishanesinin dar koridorları boyunca yürürken Uli, oldukça düşünceli görünüyordu. Durwa onun rahatsızlığının hücre arkadaşından kaynaklandığını biliyordu. “Merak etme, seninle uzun süre kalmayacak. Yakında almaya gelirler.”  diyerek rahatlatmaya çalıştı.

“Kimler almaya gelecek?”

“Rebu.” Durwa’nın cevabı sade fakat bir o kadar açıklayıcıydı.

Düzenli gezintileri sırasında, ihtiyar gardiyan Ngola Lu kasabasındaki veya çevresindeki havadisleri, hatta Nzeli’nin küçük topraklarından dışarıya taşarak Krallıktaki saray içi entrikalardan, Beyler arasındaki çekişmelere kadar, kimi doğru kimi yalan birçok söylentiyi ona taşırdı. Uli, bunları nereden öğrendiğini sorduğunda da bir handa çorbanın yanında birçok şeyin kaynatıldığını söyler, pek ayrıntıya girmezdi. Rebu ismi de, başına ödül konmuş her firarinin isminin ardından muhakkak gelirdi ki Uli için hatırlanmaması imkansızdı. Koridorun bitimindeki merdivenlerin ortasında, Uli şüpheyle yavaşladı. Yanlarından geçen iki gardiyanın selamını alan Durwa’ya inanamayarak bakıyordu.

Bir mahkumun, hapishanede elini kolunu sallayarak dolaşmasını yadırgamayan gardiyanlar, Uli’ye aldırmadan yanlarından geçip gittiler. Uli uzun süredir buradaydı ve mahkumdan ziyade, varlığına alışılmış yokluğu ise fark edilmeyecek bir eşya gibiydi.

Uli, gardiyanların yeteri kadar uzaklaştıklarına karar verdikten sonra “Hangi suçtan aranıyordu?” diye şüpheyle sordu. Alacağı cevaptan hoşlanmayacağını hissediyordu.

 “Kral’ına ihanetten…” dedi Durwa sakinlikle.

“O halde… İdam edilecek.” Uli sesli düşünürken farkında olmadan adımları yavaşlamıştı. Ani bir kavrayışla Durwa’ya yetişmek için hızlandı. “Zaten ölü bir adamı mı iyileştirdim ben şimdi?” diyerek öfkeyle Başgardiyana çıkıştı.

“Son nefes verilene kadar hayattan umut kesilmez, kızım. Bunu en iyi sen bilirsin.”

 Uli, Durwa’nın sözlerine itiraz edecek kadar cesareti olmadığından sessiz kalmayı tercih etti. Birçok kilitli kapıların ve onların bekçilerinin yanından geçtikten sonra artık açık havada, çok geniş bir bahçeye çıktılar. Bir iki adımda, iki insan boyunda, kalın ve dikenli çalıdan duvarlar etraflarını sarmıştı. Gri, taştan hapishane binasını çepeçevre dolanan bu yabani bitkilerden dehlizler küçük çapta bir labirentti ve bir kaleyi kuşatan herhangi bir hendekten daha caydırıcıydı.

Bir zamanlar Uli bu dolambaçta, Durwa’nın rehberliği ile ancak yolunu bulabiliyorken şimdilerde gardiyanın ısrarı ile öne kendisi geçiyordu. Dehlizler de yol bulmak ya da gizli geçitler de bulmaca çözmek, onun yetenekleri arasında değildi. Yaptığı tüm itirazlara karşı yaşlı adamın cevabı, zihnini açmak için bulmaca çözmenin en iyi yol olduğuydu.

Uli, keşke her seferinde farklı bir yoldan gitmesini istemeseydi, diye düşünürken yönünden emin olamayarak dönemeçte bir an dikildi. Bulması gereken batı çit duvarının ardına kayan akşam güneşi, labirenti her zamankinden daha fazla gölgelerle dolduruyordu. Birkaç kere yolunu kaybedip çıkmaz tünellerden geriye dönerken, yaşlı gardiyan arkasında hiç müdahale etmeden yürüyordu. Uli, yanlışlarında uyarılmaması gibi doğrularında herhangi bir onay beklememesi gerektiğini çoktan öğrenmişti.

“Labirent çok karanlık ama.” dedi Uli sızlanarak.

“Bu da farklı bir bulmaca türü.” Durwa, bir dönemecin başında, yanında yükselen çalı duvarın karanlığına dayanmış, Uli’nin karar vermesini sabırla bekliyordu.

“Sağ.” diyen Uli, son anda vaz geçti. “Hayır, dümdüz gidiyoruz. Bir sonrakinden sağa döndüğümüzü hatırlıyorum.” Onaylaması için Durwa’ya dönmüştü fakat beklediğini alamayınca içini çekti. “Burada sabaha kadar dolanabiliriz biliyorsun değil mi?”

“Benim için hava hoş… Odam fırından farksız. Burada uyumayı tercih ederim.”

Uli, içinden bıyıklarını tek tek yolmaktan bahseden bir melodramın cümlelerini sıralarken ikinci sağda döndü. Önlerindeki ardı ardına sıralı üç çalıdan koridor da sola dönüyordu fakat hatırlıyordu ki ilerideki sağdakinden dönerse bu dolambaçtan çıkmalarını sağlayacak bir kapının önünde olacaklardı. Kısa bir an rahatlasa da labirentin belirli noktalarına yerleştirilmiş bu demirden kapıları bulmak yeterli değildi. Ya kalın metali yarıp geçecek kadar güçlü bir bileğin salladığı ağır bir baltaya ya da ufak bir anahtara ihtiyacınız vardı.

Sonunda önüne kadar getirdiği Başgardiyanın kapıyı açması yana çekilirken Uli alacakaranlıkta görünmeyeceğini bilse de kendisini takdir ederek gülümsedi. Taştan surlar ile bakımından sorumlu bahçıvanların haricinde fazla kullananı olmayan çalıdan labirent arasında kalan, sadece gardiyanların kullandığı geniş bir yola çıktılar. Sur duvarlarının üzerindeki pervazlara çıkan merdivenlerin iki yanında yakılmış meşaleler, labirentin loşluğundan sonra geniş yolu gündüz gibi aydınlatıyordu.

Önden merdivenleri tırmanan Durwa, “Orada daha fazla dikilirsen gün batımını kaçıracaksın.” dedi dalgınlıkla yolda dikilen Uli’yi uyararak.

Uli, yukarıdan kendisine bakan ihtiyarı kuşkuyla süzdü. Yıllardır adamın yakasını bırakmayan o disiplin ve çelikten irade, sanki bu günlerde uzaklara gitmiş gibiydi. Yaşlı adamın üzerindeki rahatlığı çözmeye çalışırken, bilmediği bir şeylerin son zamanlarda Durwa’yı mutlu ettiğini hissetti. Aklına gelen bir düşünceyle gülümsedi. Tahmininin doğru olup olmadığını öğrenmek hevesi ile hızla merdivenleri tırmandı.

Güneş batıdaki tepelerin üstünde birkaç dakika daha kaldıktan sonra geride, hala akşamın allı morlu renkleri içinde bir gökyüzü bırakarak battı. Fakat gün boyu ortalığı kavuran sıcaklığı hala havadaydı. Uli, ancak göğsüne kadar gelen duvarın sıcak taşlarına ellerini dayayıp yüzünü ileriye doğru uzattı. Sıcak yaz akşamının meltemi yüzünü yalayıp geçerken kısa bir süre için Durwa’yı sorgulama planlarını unuttu.  “Eee anlatmayacak mısın?”

“Bu akşam ne anlatmamı istiyorsun?” diye sordu Durwa Uli’nin yanında durmuş sırtını batıya vermiş labirentin üzerinden, hapishane binasının gri taşlarına bakarken bir tutam tütünü piposuna yerleştiriyordu.

“Son zamanlarda keyifli olmanın bir sebebi olmalı.” dedi Uli de artık kararan gökyüzüne bakmayı bırakıp geriye döndü.

“Mutlu mu görünüyorum?”

“Herkesi kandırabilirsin ama beni değil.”

Durwa, bıyığını sıvazlarken, piposunu dudaklarının arasına keyifle yerleştirdi. “Hayır, kendime bir kadın bulmadım.”

Hem tahmininde yanılmış olmak hem de uzun yıllar boyunca gerçekten Durwa’nın birisini bulması dileğinin bir türlü gerçekleşmemesi yine o vicdan azabını saklandığı yerden dışarı çıkartmıştı. Bunca yıl bakıcılığını yapan bu gardiyanın yalnızlığından sorumlu hissediyordu kendisini. “Onu demek istemedim.” diyen Uli sıkıntı ile gözlerini kaçırdı.

 “Her zaman demez misin, evlat?” diye sordu Durwa.

Uli düşünceli bir şekilde ayağının ucuyla ufalamaya çalıştığı zemine bakarak durdu bir süre. “Hakkında daha fazla ne biliyorsun?”

“Kimin hakkında?” Durwa piposunu yakarken dudaklarının arasından çıkan kelimeler normal biçimlerini kaybediyordu.

“Kızıl’ın kim olduğu, neden burada olduğu?”

“Krallığa ihanetten dedim ya…”

“Yapma ihtiyar… Daha fazlasını bildiğine eminim.”

Durwa keyifle sırıtırken konuşmaya başlamadan önce tütününden derin bir nefes aldı. “Krallığın beş bölümden meydana geldiğini zaten biliyorsun. 4 kanadın yöneticisi olan dört Bey, merkezde ikamet eden Kral’a bağlıdırlar ve onun atadığı adamlardır. İşte hücre arkadaşın da bundan yaklaşık üç sene önceye kadar kuzey batı kanadı Mekotoni’nin Bey'i idi. Ta ki Krallığın yıllardır savaş halinde olduğu doğudaki Vareste ile bir olup Kral Konur’un arkasından iş çevirdiği anlaşılıncaya kadar. Elbette o an yakalansaydı, idam edilecekti fakat pek sessizce olmasa da, ardında bir tabur ceset bıraktığı söylentiler arasında, büyük bir maharetle ortadan kaybolmayı bildi. Senin Kızıl dediğin o adam, çoğunluğu akrabalarından oluşan yandaşlarının da yardımıyla yıllardır kaçmaya başardı. Şu ana kadar da yakalanamadı.”

 “Gerçekten de düşmanları ile iş birliği yapmış mıdır?” diye sordu Uli kuşkuyla Durwa’nın sözünü kesti.

“Kral Konur öyle hüküm verdiğine göre… öyledir.  Ben bir gardiyanım Uli, yargılamam, yargılananları hapsederim.” Durwa’nn piposu, geçmişin anıları ile yarı yolda asılı kaldı.

Uli, tekrar yönünü surların ardına dönerek akşamın koyu maviliğinde yavaş yavaş belirmeye başlayan yıldızları seçmeye çalışırken mırıldandı. “Kimi para için topraklarını satarken kimisi de toprak için kendi kanından olanı satıyor. Kuzeyde ya da güneyde farklı olan hiçbir şey yok.”

“Bazen, söylentilerle gerçekler birbiri ile örtüşmeyebilir Uli. Daima kendi gözlemlerine inanmalısın… söylenenlere değil. Ben bile söylüyor olsam dahi… anladın mı beni? Sadece kendi yargılarına güven.”

Uli tüm neşesi kaçmış, asık bir suratla kendi koyu düşüncelerine gömülerek sessizce durdu.

“Zaman doldu. Hadi bir bulmaca daha çözelim, evlat.” dedi Durwa keyifle.
 

68
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 11 Temmuz 2016, 11:50:21 »
Konuya daha rahat girilebilmesi için bir kaç kısım birden gönderiyorum, keyifli okumalar. :)

***
Yaz aylarının en serin zamanlarında olmalarına rağmen hücre nefes alınamayacak kadar boğucuydu. Yaralının inlemeleri ile her ikisi içinde zor geçen gecenin ardından güneş doğmak üzereydi fakat Uli’nin gözüne bir damla uyku girmemişti. Geçen her dakikayla birlikte zayıflayan iradesi, yerini vicdan azabına bırakıyordu. Sırtını döndüğü yaralıya kısa bir an merakla bakma hatasında bulundu ve bıraktığı andan beri adamın terle ıslanmış yüzünün daha da solgunlaştığını gördü. 

Daha yakından bakabilmek için kalkıp, Kızıl’a doğru ilerledi. İsmini bilmediği adama içinden bu şekilde hitap etmek geliyordu; Kızıl. Yaraya bastırılmış kumaş parçalarını yavaşça araladı. Keskin ve rahatsız edici koku ve yaranın görüntüsü yüzüne adeta bir dalga gibi çarptı. Okun kırılmış tahta ucu, adamın her nefesiyle oynuyordu. Yaranın etrafındaki kızarmış, yer yer açılmış eti yoklayacak oldu, adam anında Uli’yi sürükleyecek bir güçle kolunu savurdu.

Uli aldığı darbenin etkisi ile kendi yatağına çarpmış ve olduğu yere oturup kalmıştı. Kızıl’ın yaralı olmasına rağmen gösterdiği güç, şaşkınlık vericiydi. Anlaşılan oku çıkarmaya çalışırken adamın kendisini engellememesi için ya hiçbir şey hissetmeyecek kadar baygın ya da elinin kolunun bağlı olması gerekiyordu.  Böyle bir güçle tek başına baş etmesi imkansızdı.
Canını yakanı görmek isteyen adam etrafını kolaçan ettiğinde, bakışları yatağın dibine çökmüş, esmer yüzü zayıflıktan bir iskeleti andıran, kısa koyu saçlarının altında zeytin gibi parlayan bir çift gözle buluştu.  “Bana dokunma… çocuk…” dedi adam güçsüz bir sesle. Sol tarafındaki acı, her nefes alıp verişinde beynini oyacak gibi zonkluyordu.

“Yardım etmeye çalışıyorum.” dedi Uli, kalkarken incinmiş gururu ile sızlayan poposunu tutuyordu. Durwa'nın alaycı gülümsemesiyle yüzleşecek olsa bile, en iyisinin onu çağırmak olduğuna karar verdi sonunda.

“Neredeyim? En son hatırladığım…” Adam daha fazla devam edemeden aklını toparlamak istercesine alnını kırıştırdı.

“Bir hücredesin.” dedi Uli kısaca, açıklamalara girmeye gerek duymayarak. Bu esnada demir kapıyı yumruklamaya başlamıştı. “Durwa!” diye bağırdı, hücrenin kalın kapısından sesinin dışarı taşmasını umarak.

“Evet, iyi yapıyorsun çocuk… Babanı çağır.” Adam kuruyan dudaklarının arasından zorlukla nefes alarak doğrulmaya çalıştı ancak başa çıkamayarak kendini sırt üstü bıraktı.

“Durwaaa!”

“Baban ne yapacağını bilir…”

“O benim babam değil… Sen de evinde değilsin… Durwaa!”

Sonunda anahtar kilitte döndü ve kapı aralandı. Fakat Durwa’nın ince uzun bıyıklı yüzünün yerine gündüz nöbetçisi ile karşılaştı.

“Ne var!” dedi Semu ters bir şekilde.

“Durwa?”

“Uyumaya gitti.” Hapishanede Durwa gibi birkaç gardiyan, ailesi olmayanlara tahsis edilen odalarda kalıyorlardı.

“Hemen çağır o halde…” diye emretti Uli, kendisinin bir mahkûm karşısındakinin bir gardiyan olduğuna aldırmadan.

“Yapamam… Şu an nöbetçi benim, bana söyle…”

“Onun gelmesi gerekiyor…” Uli kızmaya başladığını hissediyordu. Madem, yaşlı kaçık bu kadar vicdanlıydı ve bu adam için bu kadar endişeleniyordu, nasıl oluyordu da gönül rahatlığı ile odasına çekilip temiz bir uyku çekmeyi düşünebiliyordu.  Yatağından kaldırılmayı hak ediyordu o halde. “Yaralı ile ilgili olduğunu söyle…” Sesini yükseltirken neredeyse adamın üzerine yürümek için araladığı kapıya abanacaktı. Bunu fark eden Semu, kapıyı hızla örttü.

Kapının ardından sesini duyurabilmek için Uli, “Biraz konyak getirmesini de söyle.” diye bağırdı.

“Emredersiniz ekselansları…” dedi Semu alayla.

Uli geriye döndüğünde, Kızıl'ın gözlerinin kapalı olduğunu fark etti fakat bu kez baygın değildi çünkü kesik kesik, acıyla nefes alıyordu.

Uli, tepsiyi yerden kaldırarak yatağının üzerine koydu ve bıçağı meşaleye tuttu, Durwa'yı beklerken en azından metali yeterince kızdırabilirdi.  Çok geçmemişti ki koridordaki telaşlı ayak seslerinin ardından kapı hızla açıldı. Durwa kıyafetini değiştirmemiş görevdeyken giydiği üniforması hala sırtında, içeri girdi. Uli‘nin her an çağırmasını beklediği aşikârdı.

“Uli sorun ne?” Elindeki iki şişeyi yatağın ayakucuna bırakırken adamın baygın olup olmadığını anlamak için yaralıyı süzdü. Değildi, işte bu zor olacaktı, bir boğa kadar güçlü görünüyordu.

“Oku çıkarırken onu tutmalısınız,  yoksa ona dokunmama izin vermeyecek.”

“Semu, kapıyı kapa ve buraya gel.”

Semu, Başgardiyanı ikiletmeden hücreye girip kapıyı üzerlerine kilitledi. Bu arada Durwa adamı sol tarafına yatırırken, Semu’ya başucuna geçmesini işaret etti. Uli, bıçağın yeteri kadar temizlendiğini düşünerek ateşten çekti. Kızıl’ın başına geldiğinde Durwa konyağın bir bölümünü yaranın üzerine dökmekle meşguldü.

Yaraya değen alkol adamın gözlerinin acıyla açılmasını sağlamıştı. Elindeki bıçakla, üzerine yürüyen çocuğu karşısında görünce, “Seni kim verdi başıma, lanet olası? Baban nerde?” diye gürledi adam.

“Sakin ol! O ne yaptığını biliyor.” diyerek Durwa kendi sakinliğini yaralıya aşılamaya çalışırcasına araya girmişti.

Kızıl başını çevirip yeni fark ettiği ayakucundaki yaşlı gardiyana emretti. “Oğlanın elinden al şunu da kendin yap…” Kollarına abanmış olan Semu'dan ufak bir silkinme ile kurtuldu. “Bir ok yarası yüzünden kadınlar gibi bağıracak değilim.” O sırada yılmadan yaraya doğru eğilen Uli’ye, “Sakın dokunayım deme çocuk. Bir veledin elinde sakat kalmaya, hiç niyetim yok.” Yaşlı adama döndü tekrar öfkeyle. “Al şunu elinden be adam, yoksa elimden bir kaza çıkacak!”

Uli yüzüne doğru kükrenmesi karşısında ürkerek birkaç adım geriledi.  Durwa, Uli’nin vazgeçmesinden korkarak, adamı yatıştırmayı tekrar denedi. “Ondan iyisini bulamazsın, ne bu hapishanede, ne de bu şehirde. Bakma boyuna posuna… Bırak bildiğini yapsın.”

 “Bıçağı bana verin.” dedi Kızıl, çocuğun yapmasındansa oku kendisi çıkarmaya niyetli görünüyordu.

Durwa’nın bıçağı vermeye niyeti yoktu fakat Uli, yaşlı gardiyanın engellemesine fırsat vermeden bıçağı adamın eline tutuşturdu. Kızıl, harcadığı çabadan yüzü saçlarının rengine dönerken doğrulup, sol koluna abandı. Bıçağı beceriksizce yaraya değdirdiği anda acıyla inledi. Uli adam tekrar yatağa yıkılmak üzereyken elindeki bıçağa yapıştı fakat karşılaştığı direniş uzun sürmedi. Çocuğun gözü gözlerindeyken, Kızıl’ın eli gevşemiş bundan istifade eden Uli bıçağı yavaşça almıştı. Kızıl “Pekala.” diye inleyerek olacaklarını kabullenmiş görünüyordu.

Uli, bıçağı bir süre daha ateşte beklettikten sonra büyük bir teslimiyetle yatan adamın başına geçti. Kızgın metalin ete değmesi ile Kızıl inlese de tüm bu sürede dişlerini sıkmış Durwa’nın uzattığı eli reddetmiş ama çocuğu engellemek için hiçbir harekette bulunmamıştı. Kaburgasının dibine dayanmış olan metal saniyeler içinde bıçağının ucuna geldiğinde Uli küçük bir hamle ile oku yaradan çıkardı. Yatağın dibine kendisini bırakırken alnında biriken teri koluyla sildi. Kızılın doğrulmaya yeltendiğini görünce yatması için durdururken Durwa’ya başıyla işaret etti.

Durwa, Uli'nin bakışlardan ne demek istediğini anlamıştı. “Semu, bize temiz sargı bezi lazım.”  dedi adamını hücreden uzaklaştırmak için. Semu, yaradan çıkan oku incelemekle o kadar meşguldü ki odada dönen gizli bakışmaların farkına varmamıştı.  Kanlı ucu da yanında götürecekken Durwa, “Onu tepsiye bırak…” diyerek uyardı. Semu omuz silkerek sorgulamadan kendisine söyleneni yaptı ve az sonra kapanan kapıyı ardından kilitledi.

“Sen işine bak, Uli.”dedi Durwa, okun ucunu bir kesenin içinde yok ederken.

Kızıl sol tarafına yatıp yastığa yüzünü gömmüş derin derin nefes alıyordu artık. Ancak konuşulanların pek farkında değildi. Uli diz çöktüğü yerde biraz doğruldu, yaralının duruşundan yara ayan beyan gözlerinin önündeydi. Sol elini adamın göğsüne dayayıp destek alırken sağ elinin ayasını yarayı örtecek şekilde yerleştirdi.

Kızıl, vücudunda hissettiği temaslarla başını yastıktan kaldırıp “Neler oluyor?”  diye zorlukla soluduğunda bir an Uli ile göz göze geldi.

“Şişşşt! Sadece gözlerini kapa ve biraz dinlen…” dedi Uli yavaşça.

Şifacısının rahatlatıcı sesiyle, ok çıkarılmadan önceki şiddetli itirazlarının aksine adam uysal bir şekilde gözlerini kapadı. Uli elini santim kımıldatmadan gözlerini yumdu ve çok geçmeden derin bir transa girdi.

Durwa, Uli’nin kendininkiler dahil birçok yarayı iyileştirmesine şahit olmuştu. Bu nedenle kısa sürede Uli’nin gözlerini açıp elini yaradan çekeceğini düşünürken süre uzayıp, yerinden bile kımıldamayınca endişelenmeye başladı. Çocuğun alnında biriken ter damlaları çoğalıyor ama dakikalardır durumunu koruyordu. Neden yoğunlaşmayı bırakmıyordu ya da bırakamıyordu? En fazla Uli’nin beş dakikasını alacak bu işlem, yarım saat geçtiği halde bir türlü sona ermiyordu. Bunun Uli’ye bir zararı olup olmadığından emin olamıyor, yine de müdahale ederse ters bir şey yapacağından da korkuyordu. Başgardiyanın bu sıkıntılı nöbeti sırasında bir ara kapı açılmış fakat Semu’nun içeri girmesine izin vermeden elindeki sargıları alıp gardiyanı dışarıda tutmuştu.

Sonunda Uli nefesini bırakarak sarsıldı ve yavaşça elini yaradan çekti. Okun çıkarıldığı yerde dağlanmış bir boşluk yerine artık kapanmış ve pembeleşmiş bir yara vardı. Durwa, önce bitkin bir şekilde oturan yüzü kıpkırmızı Uli'ye ardından artık var olmayan yaraya şaşkınlıkla baktı.  “Ne biçim iş böyle?” dedi Durwa ve okkalı bir küfür savurdu.

Uli, gelen yoruma aldırmadan tepsideki temiz su dolu kapta sargıların bir parçasını ıslatıp yaranın etrafındaki kanı ve kiri temizlemeye koyuldu.

“Vur deyince öldürdün be kızım! Ben sana oku çıkar dedim adamı anasından doğmuşa çevirmeni değil.”

Hiçbir zaman Uli bu kadar ileriye gitmemiş, bir yarayı tamamen iyileştirmemişti. Önceden olsa yaranın tehlikeli sınırı aşmasına yardım ettikten sonra onu kendi haline bırakır, yara normal seyrinde, iyileşme sürecine girerdi. Böylece yaralı kendisine ne yapıldığını anlamaz ve rahatsız edici sorular sormazdı. Şimdi ise yeteneğini, eğer buna yetenek denirse, gözler önüne sermişti.  Adam kendine geldiğinde, artık olmayan yarasını gördüğünde ona ne diyeceklerdi?

“Haftalarca baygın olduğunu söyleriz.” diyen Durwa sesli düşünürken kendi sorusuna cevap verdiğinin farkında değildi. “Bir türlü ayılmadığını ve yarasının o esnada tamamen iyileştiğini söyleriz.

Uli, yaşlı gardiyanı dinlerken sakinliğini bozmadan diğer gardiyanları kandırmak için kullandıkları yöntemi uygulamaya devam etti. Küçük kaplardaki merhemi yaraya sürdü, ardından sargı bezlerini adamın geniş göğsüne doladı.  “Ya da hiçbir şey söylemeyiz.” dedi Uli Sesi yorgun çıkıyordu yine de kurulu bir makine gibi sargılara sıkı bir düğüm attı. Bu meseleye kafa yormaya ya niyeti yoktu ya da hali. Ortalığı toplama işini Başgardiyana bırakarak, Durwa’nın önünden kaçırdığı tepsinin boşluğuna, yatağına bitkinlikle bıraktı kendini.

Başgardiyan kendinden geçmiş, biri yaralı diğeri yorgun mahkumların üzerine hücreyi kilitlerken, Semu’ya emirler yağdırarak bir süre hücreden uzaklaşmasını sağladı fakat kendi zihnini oradan uzaklaştırabilmesi uzun bir süre mümkün değildi.


69
Kurgu İskelesi / Berweuli
« : 11 Temmuz 2016, 11:46:33 »
Cadı'dan daha fazla özendiğim ve daha fazla vakit harcadığım başka bir kurgumu göndermek için cesaret buldum sonunda. :) Biraz daha temkinli giden bir olay örgüsü kurmaya çalıştım, umarım beğenirsiniz :)


Davetsiz Misafir   
      
            
Ağır demir kapının açılması, uzun süredir gölgeler içinde oturan kişiyi telaşla döndürdü. Bakışlarını celbeden gelene duyduğu meraktan çok yalnızlığının bölünebileceğine dair hissettiği korkuydu. Kapının, yolunun üzerinden çekilmesiyle içeriye dolan meşalelerin ışığı onu rahatsız ederek başını aksi yöne çevirmesine sebep oldu.

Eflatun üniformalı ihtiyar bir gardiyan, geri çekilerek ardından gelenlere yolu açtı. Kendinden oldukça iri, hareketsizliğine bakılırsa baygın bir bedenin ağırlığı ile sırtı bükülmüş genç olan diğer gardiyan ise kesik kesik soluyarak içeri girdi. Ağır yükünü hücredeki boş yatağa bıraktıktan sonra ağrıyan belini geriye doğru esnetirken söylenmeye başladı.

“Hapishane değil de şifaevi sanki…” Keri, başgardiyanın kaşlarının çatıldığını fark etmemişti. Yaralının üzerine eğilerek, koltuk altına sıkıştırılmış, kurumuş kan lekeleri ile kaplı kumaşa uzandı. İğrenmesine rağmen merakına da engel olamıyordu. İki parmağının ucuyla paçavrayı kaldırmaya yeltendiği sırada, uyarıcı bir öksürük sesi ile elini ateşten çeker gibi yaralıdan uzaklaştı.

“Hemşire olmaya hevesli değilsen, işinin başına dön.” diye emretti yaşlı gardiyan. Öksürüğünün ima ettiğinin açıkça anlaşıldığından emin olmak istiyordu.

Keri, “Peki, efendim…” diyerek telaşla hücre kapısına seğirtti.

İhtiyar Başgardiyan Durwa, adamını takip etmeden önce diğer yatakta hareketsizce oturan kişiyi birkaç saniye süzdü. Yüzünü ikiye bölen,  burun kanatlarına doğru kıvrılmış gür, kırlaşmış bıyıklarının örttüğü ince dudaklar kısa bir an yukarıya kıvrıldı. Ufak tefek beden, beklediği gibi tepkisizdi. Önündeki sabit bir noktaya bakan bakışlarının aksine, hücredeki her bir sesi anında yakalamak için can kulağı ile dinlediğine emindi.

Kapıda bekleyen Keri, benzer kıyafetlere bürünmüş olsa da amirinden oldukça farklıydı. Enine geniş toparlak, kısa bir bedeni, irice bir yüzü ve gençliğine rağmen torba torba şişmiş gözleri ile tam bir tedirginlik örneği olarak kapıda dikiliyordu. Başgardiyan, biri baygınlıktan diğeri inattan sessiz kalan ikiliyi son bir kez süzdükten sonra omuz silkerek hücreden sessizce çıktı ve Keri, demir kapıyı gürültüyle üzerlerine kapattı.


***

Tekrar sessizliğe ve karanlığa bürünen hücrenin sahibi, yaralı konuğunu hoş karşılamakta isteksizdi. Bakmaz ise varlığını unutabileceğine inanıyor olmalıydı ki bakışları kapının karşısındaki duvardaki tek ışık kaynağına, parmaklıklı küçük bir pencereye dikildi. Bir süre sonra inlemeye başlayan yaralı karşısında kör olmak yeterli değildi artık,  sağır da olunmalıydı. Adeta bir iskelete ait parmaklar hınçla kulaklarını tıkadı. Yüzünü az önce yaslandığı duvara dönen beden o kadar uzun süre kıpırtısız durdu ki orada uyuyup kaldığı sanılabilirdi. Yaralı tekrar inlemeye cüret ettiğinde öfkeyle ayağa kalktı. Kapı ile duvar arasındaki kısa mesafede volta atarken, inlemeleri bastırmak için şarkı ile şiir arası melodisi olmayan sözler mırıldanıyordu.  Sesi bir fısıltı ile çıkıyor, kah konuğunun inlemesinin şevki ile hücreyi çınlatıyordu. Kilitte dönen anahtarın tanıdık sesini kendi gürültüsünün arasında yakaladı ve telaşla kapıya döndü. Fakat odayı dolduran ışığın yolundan çekilip istemsizce gölgelere sığındı.

Elinde ahşap bir tepsi ile gelenin Durwa olduğunu seçince, Başgardiyanın önünü öfkeyle kesti. “Onu buradan götürmelisin.”  Sesi çaresizlikle boğuktu.

Önündeki engeli yana attığı bir adımla rahatlıkla geçen Durwa “Bir ok yarası var. Sağ koltuk altından girmiş, Hala metal ucu içeride. Sanırım bunu kolayca halledebilirsin. Ayrıca birkaç önemsiz yara daha.” diyerek elindeki tepsiyi yatağın üzerine bıraktı.

“Kulaklarının iyi olduğunu biliyorum Durwa!”

Başgardiyan aldığı cevapla bir an gülümsedi. Arkasını dönünce peşinde dolanan ince bedenle yüz yüze geldi. Kara gözlerde yanan ateşi ilk defa bu kadar yakıcı görüyordu. Onlar konuşurken Keri, amirinin emri ile iki meşaleyi hücrenin duvarlarındaki haznelere yerleştiriyordu.

 “Çok geç olmadan onu bir şifacıya götürmelisin…” Ufak tefek mahkûm şifacı kelimesinin üzerine basıyor,  sesi inatçı bir şekilde çıkıyordu.

 “Uli… Neden bu kadar huysuzsun bugün?”  diyen Durwa onu endişe ile süzdü.

“Belki artık bir yabancı için çabalamaya değmeyeceğini düşünüyorum.”

“Belki de düşündüğün gibi değildir.”

“Durwa, lütfen… Artık istemiyorum.”

“Yani ölmesini mi istiyorsun?”

Durwa, cevap olarak uzun süren bir sessizlik alınca, başını sallayarak onları yalnız bırakmaktan başka çaresi kalmadığını anladı. “O sana emanet…”  Yanı sıra gelen ince bedene aldırmadan yardımcısının koridora çekilmesini sağlayarak kapıyı kapattı. Anahtarları döndürürken içeriden gelen boğuk sesi yakaladı.

“Bu sefer elimi bile sürmem… Duydun mu beni?”


***

Başgardiyan Durwa ve Keri, koridor boyunca ara ara yerleştirilmiş demir kapıların yanından geçiyorlardı. “Dediğini yapar mı, gerçekten?” diye sordu Keri endişeden çok merakla.

“Bilmiyorum. Hiç onu böyle görmemiştim …”

Uli’nin inatçılığı çok ender su yüzüne çıksa da o damarı tuttu mu, sonuçlarının hiç iyi olmadığına birkaç kere şahit olmuştu. Yaralının o anlardan birine rastlaması adamın kötü şansıydı. Yine de Durwa'nın, Uli’yi onunla yalnız bırakmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.

Daha güneş doğmadan, ödül avcısı Rebu ve adamları, Ngola Lu hapishanesine yaralı kaçağı bıraktıklarında, Başgardiyan Durwa postasının (vardiyasının) başındaki nöbetini yeni devralmıştı. Bir kanun adamı olmamasına rağmen Rebu'nun daha önce de yakaladığı adamları hapishanelerinde bir süre bıraktığına şahit olmuştu. Adamın kıta üzerinde kolunun uzanamadığı hiçbir krallık ya da beylik yoktu. Tıpkı Başgardiyanı olduğu bu hapishanenin kapıları gibi sarayların, en seçkin konakların parlak, süslü kapıları ya da yer altı kanallarının kirli olanları da ödül avcısı için kolayca açılırdı. Elbette onu bu kadar sosyal bir o kadar da dokunulmaz yapan iz sürücülüğündeki yeteneğini yönlendiren kurnazlığıydı. Üç Göz olarak da anılan adamın müşterisi ile pazarlığın istediği yönde gitmemesi ise kaçak için bırakıldığı yeri bir hüküm bekleme durağına dönüştürüyordu.


Uli kapanan kapının arkasından umutsuzlukla baktı. Durwa onu dinlememişti bile. Yaşlı gardiyanın, gözünün önünde olduğu sürece yaralıya acıyacağını, sonunda dayanamayıp iyileştireceğini düşündüğüne emindi. Bu zamana kadar hep öyle olmamış mıydı? Buna daha fazla devam edebileceğini zannetmiyordu. Hücresine getirilen her yaralı, iyileşip ayrıldıkça, ömür boyu mahkûm olduğu bu hücrede geride kalmaya katlanamıyordu artık. Gidişlerini izlemektense, gelmelerine hiç izin vermemeliydi.

Geriye döndüğünde, artık meşaleler ile iyice aydınlanan hücrede, adamın yüzü gözüne çarptı. Terden ıslanmış, kızıl uzun saçları geniş alnına yapışmıştı. Çıkık elmacık kemikler, kemerli uzun bir burun ve şu anda acı ile kaybolmuş ince dudaklara, yaklaşık birkaç haftalık kızıl sakal da eklenince, adam perişan görünüyordu. Tek tek bakıldığında göze hoş gelebilecek bu alın, çene, burun ya da yanakların bir araya geldiklerinde oluşturdukları yüz, yakışıklı sayılmazdı. Hücre yatağına sığmayan, uzun ve yapılı vücudu ile savaşta düşmanlarınınkini korkudan hoplatacağı ise kesindi. Üzerinde ne bir zırh ne de bir silah yokken, savaşçı olduğu ya da olabileceği fikrine nasıl kapılmıştı bilmiyordu. Burada olduğuna, hücresini onunla paylaştığına göre ancak bir suçlu olabilirdi.

 Adamı inceleyen bakışları yaranın olduğu yere kayınca, içinde bir yerlerin hareket ettiğini hissetti. Adam sanki Uli’ye daha fazla işkence etmek istercesine kızıl kirpiklerle çevrili gözlerini bu esnada aralamış, anlaşılmaz sözler mırıldanarak tekrar baygınlığın uyuşturucu kollarına dalmıştı.

Durwa’nın bıraktığı tepsiyi yatağından kaldırıp, yere, ayağının dibine bıraktı. Yaşlı kaçık her seferinde olduğu gibi yine hiçbir şeyi atlamamıştı; temiz bezler, su dolu geniş bir kâse,  küçük kaplarda çeşitli merhemler, bitkiler ve keskin-sivri bir bıçak, bir oku çıkarmak için gerekli olabilecek her şey. Yatağına sırt üstü uzanırken, adamın ölüp ölmemesinin onun sorumluluğu olmadığına iyice kendisini inandırmıştı.

70
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 10 Temmuz 2016, 15:22:45 »
Köşe Kapmaca
Hava kış aylarının yalancı baharlarını önlerine seren aldatıcı bir güneş ile ılıktı. Otuz kişilik gruptaki her bir kişi, her bir asker bunun bilincinde ama gönüllü olarak kandırılmanın keyfindeydiler öyle ki aralarında millerce ötedeki denizin kokusunun onlara ulaştığını iddia edenler bile vardı. Yine de okyanusa ulaşmaları için aşmaları gereken bir dağ önlerinde yükselirken denizin kokuları, sadece üstlendikleri göreve ve tüm soğukluğu ile onlara eşlik eden Cadı’ya rağmen var olan neşelerinin ürünüydü.

Daria, idaresi kolay küçük beygirini Kiana’nın iri siyah atının yanında sürerken yorgunluğunu göstermemeye çalışıyordu. Cadı ise atının üzerinde dimdik otururken bakışlarını ileride ve her şeyden ilgisiz tutuyordu. O sabahtan beri dört gün geçmiş fakat Aghon ile Kiana’yı sadece bu sabah yolculuğa çıkmadan önce ahırların önünde konuşurken bir arada görmüştü; o da yolculuğun detayları ve buna sonradan dâhil olan Daria hakkındaydı.

Mola verdiklerinde hiçbir iş yapmadan oturmaya alışkın olmayan Daria, Kiana’nın atını alan askere kendininkini de verirken terlemiş ellerini kalçalarına siliyor bir yandan da kimi ateş yakan, kimi hayvanlarla ilgilenen, kimi öğlen pişirilmeyen aşın akşam kaynatılması için hazırlanan askerlerin arasında şaşkınlıkla kendi çevresinde dönerek etrafı izliyordu. Cadının yanına çağırması ile sonunda işe yarayacağını düşünen Daria beklediğini bulamadı; Kiana, onu sadece yakınlarda bir su kaynağı olup olmadığını öğrenmesi için görevlendirmişti.

Orist’in gönderdiği askerin tarifine göre, gürgen ağaçlarıyla kaplı ilerideki bayırın dibinden akan küçük çayı bulmaları zor olmamıştı. Bütün gün at sırtındaki yolculuğun kirinden kurtulmak için iki kadın botlarından ve çoraplarından kurtulup serin suya girdiklerinde Daria’dan ufak bir çığlık koptu.

“Şişt!” diyerek kızı uyaran Kiana, “Bizim hakkımızda konuşuyorlar.” dedi. Nedense, konuşulmaktan rahatsız olmak yerine gelip gözetlesinler de birilerinin canı yansın diye bekliyor gibiydi.

Daria ıslanmaması için kaldırdığı eteklerine sahip olmaya çalışırken bir yandan ayağına batan çakıl taşlarının üzerinde temkinle yürüyordu. “Bu mesafeden ne dediklerini duyabiliyor musun?” diye sordu.

Kiana, çayın kenarındaki alçak bir kayaya oturduktan sonra ayaklarını suyu havalandırarak salladı. “Osuruklarını bile duyabiliyorum.” dedi yüzünü memnuniyetsizlikle buruşturarak.

Daria koca ormanı çınlatan bir kahkaha atarken ellerinin arasından kayan etekleri suyun akış yönünde bacaklarına dolanıyordu. Gülmekten doğan gözyaşlarını silmeye çalışırken “Gücün kötü tarafları da varmış.” dedi kendince dalga geçerek.

Başını yana eğerek ensesini serinletmek için aldığı bir avuç suyun üzerinden düşünceli bir şekilde Daria’yı süzen Kiana, “Bize imrenen o ahmak köylülerden olmadığını umarım.” dedi.

Kumral saçlarındaki örgüleri çözen kız başını olumsuzca sallarken sırıttı. “Güce ihtiyacım yok ki. Cadı bir arkadaşım var zaten.” diyen Daria, kendi cesaretine kendisi bile şaşarken kayanın üzerindeki kadına çekingen bir bakış attı.

Bu defa ormanda Kiana’nın kahkahaları yükselirken yukarıdaki askerler ilk defa duydukları bu ses ile bir an meraklarına yenilseler de yerlerinde kaldılar. Neşeli pırıltıların arasındaki melodi hoşlarına gitse de Cadı’nın sert yüzüne bu gülümsemeyi bir türlü oturtamamışlardı.

Kiana, tepede kendilerine dikkat kesilmiş kulaklara omzunu silkerek suyun içindeki ayağını yukarıya savurdu. Daria’yı ıslatmaya çalışırken, bir zamanlar efendi ve hizmetçi konumlarını arkada bırakmışlar, arkadaş olamasalar da abla kardeş olmaya yaklaşmışlardı.

Daria, damlaların soğuk hücumundan kurtulmak için emdiği su ile ağırlaşmış eteklerinin izin verdiği ölçüde geri geri giderken kıkırdıyordu. Kiana, kızın son zamanlarda yaşadıklarının izlerinin kaybolup kendini toparladığını görebiliyordu. Daria’nın kendini iyileştirme sürecine hayran olsa da hala dışarıdan gelebilecek her türlü zorbalığa açık ve zayıftı. Bunun bilinciyle bakışları tekrar kararan Kiana, su fırlatmayı bırakarak ayaklarının üzerinden akıp giden çaya gözlerini dikti.

“Her zaman yanında ben olmayacağım.” dedi kadın, kötü zamanların habercisi bir sesle.

Daria’nın coşkun ifadesi solsa da dudaklarındaki tebessüm Cadı’nın karamsarlığını paylaşmıyor gibiydi. “Biliyorum.” Dağılan saçlarını tekrar toplayıp örmeye başladı.

 “Kendini korumayı öğrenmelisin.” Kiana, kızın keyfini kaçırdığını görse de devam etmek zorunda hissediyordu kendisini.

“Büyü yapmak için cadı olarak doğmak gerekmiyor mu?”Daria hevesle Kiana’nın vereceği cevabının hayır olmasını beklese de aslında içten içe gerçeği biliyordu.

“İnsanlar da büyü yapmayı öğrenebilirler ama bunun için bir cadının dizinin dibinde bir ömür gerekir ve sonunda elde edebildikleri güç sahilde bir kum tanesinden farksız olacaktır.” Daria’nın hevesle ağzını açtığını görünce eline aldığı bir avuç suyu kıza fırlattı. “Hayır, sana bir ömür dizimin dibinde katlanamam. Kendine yazık edersin.” dedi. Daria, bir büyücü kulesinde öğrenmek için gereken katı disiplinle ömür geçirebilecek bir insan değildi, diğer basit insanlar gibi kendisini koruyacak bir erkek bulmalı ve kendisine benzeyen çocuklar büyütmeliydi ancak o zaman mutlu olabilirdi.

Daria, Kiana’nın sözleri ile önce heyecanlanıp ardından yere hızlıca inerken “Peki o zaman kendimi nasıl koruyacağım?” diye sordu.

“En azından bir bıçağın ekmek kesmekten başka işlere de yaradığını öğrenmelisin. Hatta en iyisi eline bir kılıç alman.”

Daria’nın dehşetle açılan gözlerinde, büyü öğrenmenin kılıç kullanmaktan daha kolay olduğunu düşünen bir ifade vardı. “Ben kılıcı kaldıramam bile, çok ağır.”

“Gidip de Orist’in kılıcını kullan demedik. Bu kadar askerin elbet sana uygun bir kılıcı, bir hançeri vardır.”

Daria “Sen mi öğreteceksin? Kılıç kullanmayı biliyor musun?” diye atıldı.

Kaşlarını alayla çatan Kiana “Elbette hayır!” diye güldü. Bir kılıcı eline almayı hakaret addettiği belliydi. “Orist’ten rica ederiz.”

 Daria, Kiana’yı bir askerden bir şey rica ederken düşününce hele ki bu iri yarı Orist olunca kıkırdadı.

“Eminim sana yardım etmek isteyecektir.” Kiana, imasını anlayan kızın, kızarmasını izlerken ayağa kalkarak uzun boyunu sergilercesine gerindi. “Güzel kokular geliyor, yemek hazırdır umarım. Sen de çık artık sudan, üşüteceksin.”

Cadı’nın hiç olmadığı kadar konuşkan olmasına mı, yoksa sağlığını ve yararını düşünerek verdiği önerilere mi şaşırsın bilemeyen Daria, otların arasındaki çorap ve botlarını ayağına geçirerek Kiana’yı yüzünden aptal bir gülümseme ile tepeye doğru takip etti.


***

Orist, seyrek kısa saçlarının arasından sinirle elini geçirirken “Kılıcı biraz daha kaldır!” diye bağırdı.

“Ama biraz daha böyle tutarsam on dakika sonra kolumu kullanabileceğimden emin değilim.” diye sızlanan Daria, elinde iğreti duran silahını indirirken sırtını doğrulttu. O anda omzuna inen sopa darbesi ile ciyakladı.

Orist ikinci bir darbe için bir bilek hareketi ile iki parmak kalınlığındaki yaş dalı kaldırdı, bir elini iri gövdesinin arkasına saklarken bir ayağı vurup kaçmak için önde ve tetikteydi. Cüssesinden beklenmeyecek bir çeviklikle hamle ettiğinde Daria, tuhaf bir nara ile öne atılmış darbeyi karşılamak için kolu uzunluğundaki ince ve kısa kılıcı iki eli ile kavramıştı. Yukarıdan beklediği saldırı dizlerinin arkasından gelip onu sırt üstü yere düşürdüğünde bir an acıyla nefesi kesildi.

Birkaç adım uzakta bir ağacın kalın gövdesine omzunu yaslamış, ikilinin birbirlerini deli etme mücadelesini izleyen Kiana, Daria yere düştüğünde tek gözünü kapayarak yüzünü buruşturdu. Kızın dövüşmeye yeteneği olmadığı apaçık ortadaydı ama Orist bu gerçeği Cadı’nın önünde alenen ifade edemezken sinirine hâkim olmaya çalışarak bu işten kurtulmanın en kolay yolunun Daria’yı bezdirmek olduğunu düşünüyor gibiydi. Yerde kalmakta inat eden kızın başına gelip çömelen Orist, nerede hata yaptığına dair birkaç ipucu sıralarken Kiana, yanına gelip duran Aghon’un varlığını ziyadesi ile hissetti.

“Bu dâhiyane fikir senden çıktı sanırım.” diyen Aghon, gözlerini kısmış bakışlarını kızı yerden kaldıran adamına dikmişti.

“Kendini korumayı öğrenmesi lazım.” dedi Kiana, yanına kaçamak bir bakış atarak. Aghon, tek kelime ile suratsızdı. Bu yedi ay boyunca ne söylerse söylesin kayıtsızlık ile alay arasında bir yerlerde dolaşan Aghon, onu odasından kovmasından sonra bariz bir memnuniyetsizliğe bürünmüştü.

Aghon, Orist’in sopasını durduran ama bir santim bile geriye kaydıramayan Daria’nın titreyen kollarını Cadı’nın da fark ettiğinden emin “Beyhude yere uğraşıyorsunuz.” dedi.

Kiana, Daria’ya duyulan güvensizliğe hissettiği öfke ile adama döndü ve  “Beyhudeler senin işin sanırdım.” dedi. O sabah sürekli pes etmeyeceğini söyleyen Aghon’a kendi vaatlerini hatırlatarak onu da sinirlendirmek istiyordu. Saçlarını yine küçük bir topuzla tepesinde toplamış, genel de tıraşsız gezmemesine rağmen sarı kirli sakallı profilini süzdüğü adamın yukarı kayan dudağı neşesiz bir gülümsemenin izlerini yansıtırken, Kiana yolculuk boyunca gerekli olmadıkça onunla tek kelime etmeyen adamı kışkırtmayı çaresizce istediğini fark etti. İmasından çoktan pişman olmuştu ama artık çok geçti.

“Ben nerede duracağımı iyi bilirim, Kiana.” dedi Aghon sakin bir sesle.

Kiana kısa bir an daha adamın profilini süzdükten sonra tekrar aldığı bir darbe ile omzunu kavrayan Daria’ya döndürdü bakışlarını. Aghon’un pes ettiğini söylemeye mi çalıştığını anlayamazken en iyisinin daha fazla konuşarak hislerini açık etmemek olduğuna karar verdi. “Bendol’e o kadından bahsetmemişsin.” dedi eski ilgisiz sesine dönmeye çalışarak.

Aghon bir süre sessiz kalmıştı, Kiana nerdeyse cevap vermeyeceğini düşünürken “O mesele benim sorumluluğumda. Kadını içeriye kimin soktuğunu bulduğumda General’in de bundan haberi olacak.” dedi.

“Kadın bir kamdı ve onunla nasıl baş ettiğini hiç anlatmadın.” dedi Kiana.  Sesinden Aghon’u bir şeylerle suçladığı anlaşılıyordu ama ne olduğuna karar veremiyor gibiydi.

Sonunda tüm bedeni ile Cadı’ya dönen Aghon, “Seninle nasıl baş ettiysem.” dedi ve soğuk bir gülümseme ile dudakları aralandı.

Adamın kahverengi bakışlarına hâkim olan bükülmez öfkeyi gören Kiana ilk defa ne diyeceğini bilemedi.

Aghon, gözlerini Kiana’dan çekmeden hala didişen Orist ve Daria’ya seslendi. “Bugünlük bu kadar yeter Orist. Sabaha orada olmak istiyorsak hareket etmemiz lazım. ” dedi ve kadına dönüp bakmadan ağaçların arasında kayboldu. 

71
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 29 Haziran 2016, 08:59:37 »
Beline dolanmış ağır kolun karnındaki baskısı ile uyanan Kiana, daha gözlerini açmadan dün gecenin görüntüleri zihnine üşüşürken huzursuzca kıpırdandı. Hala yanında uyuyan Aghon’u fark ederek bir süre nefes alamaya dahi çekindi. Perdeler kapalı olmasına rağmen içeri sızan güneşle oda aydınlıktı, dışarıdan gelen sesleri de dikkate aldığında vaktin hayli ilerlemiş olduğunu anladı.  Sırtı üstü uzanırken gözlerini yavaşça açtı ve yanını kontrol etti. Yüzüstü uyuyan adamın belden yukarısı yorganın dışındaydı, her soluğu yüzüne yayılan saçlarını oynatıyordu. Kiana yatmaya devam ettikçe karamsarlığa daha fazla gömüldüğünü hissediyordu. Onunla yüz yüze gelmek şuanda, hele ki yatakta isteyeceği en son şeydi. ‘Ne diyecekti, olanlar bir hataydı mı yoksa çok eğlendim arada uğra mı?’

Uyandığında en azından yatakta olmamalıydı. Aghon’un kolunu üzerinden yavaşça kaldırırken adamın dağılmış saçları arasından görünen yüzünü kontrol etti. Gözlerinin açılıp da bir gece öncesinde o kahverengi gözlerde gördüğü ateşle karşılaşmaktan korkuyordu.

Sonunda Kiana adamı uyandırmaksızın, yataktan kalktı. Sandalyedeki kalın sabahlığını üzerine geçirip, geniş eteklerini ve uzun kollarını kendisi ile birlikte sürükleyerek pencerenin perdelerini temkinle araladı. Askerler ve hizmetliler günlük telaşeleri ile kalenin meydanında koşturuyorlardı. Kapı tıklatılmadan açıldığında perdeyi aynı hızla örterek arkasına döndü.

Taşıdığı ağır kahvaltı tepsisinden dolayı sırtı bükülmüş olan Daria sırtı dönük olarak odaya girdi. Genç kız tam ağzını açıp günaydın diyerek hanımını uyandırmaya niyetlenmişti ki, Cadı’nın geniş yatağına yayılmış yüzüstü uyuyan bir adam görünce olduğu yerde kaldı. Ağzı bir karış açık etrafını incelerken yanlış odaya geldiğini düşünüyordu ki Kiana’nın dün gece giydiği elbisesini yatağın yanında yerde görünce bakışları tekrar yataktaki yarı çıplak adama kaydı. Pencere önündeki kıpırtı ile dikkati dağılan Daria, Kiana’yı her an kendisini kapı dışarı edecekmiş gibi kaşları çatılmış bulunca telaşla doğruldu.

Gördükleri karşısında utanarak kızaran kız, artık iyice ağırlaşan tepsiyi masaya bırakmak için yöneldiğinde arkasından gelen kalın ses ile zınk diye durdu ama geriye dönüp de Aghon’a bakamadı.

“Benim kahvaltımı da buraya getirir misin, Daria?”

Daria “Elbette efendim.” derken, Kiana’ya kısa bir bakış attı.

Cadı, omzunu silkip pencerenin pervazına oturarak uzun bacaklarını öne uzatırken kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. Daria, gülümsemesini saklamaya çalıştığı için odadan tuhaf bir yüzle çıkarken Kiana tıpkı Aghon gibi gözlerini kaçırmadan adama bakıyordu.

Kapanan kapı ile üzerindeki örtülerden kurtulan Aghon çıplaklığından utanmadan yataktan kalktı. Pantolonunu dağınık kıyafetlerin arasında ararken “Bakire kızlar gibi odadan kaçmadığına sevindim.” dedi alayla.

“Fark ettiysen burası benim odam.” dedi Kiana, bulduğu pantolonunu giyen Aghon’a aynı alaycı tonla.

Oda uzun süredir yanmayan ocak nedeniyle soğuk olmasına rağmen Aghon, üzerine gömleğini giymeye gerek duymadan gelip Kiana’nın önünde durarak kadına yukarıdan gülümseyerek baktı. “Kavga etmek niyetindesin ama başaramayacaksın.” dedi ve kadını kollarından tutarak ayağa kaldırdı.

Aghon öpmek için eğildiğinde Kiana parmaklarının ucu ile adamın dudaklarına hızlı bir set çekti. "Kavga etmek niyetinde değilim." derken gevşek kolların arasından sıyrılarak masaya doğru ilerledi. Kurutulmuş meyvelerden birini alarak ısırdı ve bıraktığı yerde, gözlerini kısarak kendisini izleyen adama döndü. "Ama bir sevgiliye de ihtiyacım yok." dedi.

Ne düşündüğü anlaşılmayan gözlerle Kiana'nın önüne gelen Aghon, kadının elindeki yarısı yenmiş kuru meyveyi alarak ağzına attı. "Kolay kolay pes etmem Kiana."

Adam, kadının geçit vermeyen siyah gözlerindeki iradeyi nasıl kıracağını, Cadı ise adamın kararlılıkla parlayan gözlerindeki ateşten nasıl kurtulacağını planlarken kısa bir an aralarında asılı kalan sessizlik kapının çalınması ile bozuldu. Daria bu sefer üçüncü bir gözün şahit olması uygun olmayan bir durumla karşılaşmamak için dışarıda bekliyordu.

Kiana'nın içeri gelmesini söylemesinin ardından ağır bir tepsiyle daha içeri girdi. Kiana ensesini ovalayarak odada yürürken Aghon yarı çıplak bir şekilde Cadı'nın kahvaltısına başlamıştı bile.

"Pastırma bile koymuşsun." Daria'nın bıraktığı tepsiyi kontrol eden Aghon, kıza göz kırptı.

"Sizin için Orist hazırladı, efendim." diyen Daria kızararak gülümsedi.

"Daria!" Kiana'nın bağırması ile Aghon kaşlarına çatarak, Daria endişe ile Cadı'ya dönmüştü. Onun burada olduğunu unutarak aralarında konuşmalarına mı yoksa başka bir şeye mi kızdığı anlaşılmıyordu. "Aghon'un odamda olduğunu tüm kaleye ilan etseydin."

"Özür dilerim, düşünemedim." diyen Daria'nın yüzünde eskilerden kalma korkuyu gören Kiana, sözlerinden çoktan pişman olsa da Aghon'un yanında geri adım atamazdı.

"Orist'ten laf çıkmaz." dedi Aghon ve kıza başıyla çıkmasını işaret etti. Daria'nın üzgün yüzünün ardından kapanan kapı ile genç adam kaşlarını çatarak Kiana'ya döndü.  "Senin hakkında ne düşündüklerini umursamadığını sanıyordum?"

'Bendol'ün öğrenmesini istemiyorum.' diyemedi Kiana. ‘Bendol öğrenirse Mickal öğrenirdi. Mickal Aghon'u öğrenirse, onu da kardeşi gibi kendisine karşı kullanırdı? Kullanırsa umurunda olur muydu?’ Kiana sorular kafasına üşüştüğünde pencerenin önünde durarak kapalı perdeleri boş boş izledi. Aghon'a zarar gelse ne hissederdi? Üzülür müydü? Kalbinin sıkıştığını hissederek sol yanını avuçladı, başı göğsüne düştü bir an.

"Çık dışarı." dedi Kiana. İlk anda sesi normal çıkarken başını kaldırdığında "Çık dışarı!" diyerek sesini yükseltmişti.

Yeni gelen tepsiye dokunmak yerine masaya yaslanmış kadını izleyen Aghon, eşyalarını toplamak için eğilip kalkan Kiana'yı sakin bir şekilde takip etti. İş kılıcına geldiğinde bir an tereddüt eden kadın kabzasından tutmak yerine kını kavradı ve tüm eşyaları ile birlikte adamın göğsüne sertçe bıraktı.

Aghon'un sorarcasına bir kaşı kalkarken Kiana, sahiplenilmeyen eşyaları bırakarak adamın ayaklarının dibine düşmesine izin verdi.

"Kimin ne dediği umurumda değil çünkü bir daha böyle bir şey olmayacak." dedi kapıyı işaret ederek.

Hiçbir şey söylemeyen Aghon, Kiana’yı kollarından yakalayarak bir adımda kadınla yer değiştirdi. Şimdi Kiana bacaklarına baskı yapan masanın kenarına tutunarak adamın karşısında dik durmaya çalışıyordu.

Cadı sıkıştığı durumdan kurutulmak için herhangi bir büyü yapmaya yeltenmedi. En son bunu denediğinde işe yaramadığını bildiğinden sadece Aghon’un bakışlarının karşısında buzdan bir heykel gibi dikiliyordu.

“Kuzey’de takıldığın oğlanlara benzemem, Kiana. Kolay kolay da pes etmem.” dedi Aghon öfkeyle.

“Daha ne istiyorsun, Aghon?” diye sordu Kiana, alayla.

“Zamanı gelince öğrenirsin. Belli ki hazır değilsin.” diyen Aghon, Kiana’nın kollarını bıraktı hırsla. Ayaklarının dibindeki eşyalarını toplayıp kadının karşısına dikildi, öfkeli bir bakışın ardından üzerindeki tek kıyafeti olan pantolonuyla odayı terk etti. Yan odanın çarpılan sesini duyan Kiana rahat bir nefes alacağını düşünürken “Kahretsin!” diye söylendi.



***

“Yirmi gün önce güney Dokoran’da görülmüş ve bir grup adamıyla birlikte Etmere sahilindeki bir kıyı kenti olan Fronar’a gittiğini yaymış etrafa ama pek inandırıcı değil.” General Bendol, geniş masasının bir kısmını kaplayan haritanın üzerindeki birkaç noktayı parmağı ile gösterirken Kiana, sadece dinliyordu. “Senden bu adamın yerini bulmanı istiyoruz.” diyen General yüksek arkalıklı sandalyesine yaslanarak Cadı’nın belli olan cevabını sabırla bekledi.

“Neden bu adamı istiyorsunuz?” diye soran Kiana, aslında kendisini ilgilendirmediğini düşünüyordu.

“Lurd, Zedana’nın önemli komutanlarından birisi. Muharebe alanında da iyidir ama asıl uzmanlığı kadırgalardır. Kaptanlığı ile boy ölçüşecek bir asker ne yazık ki ordumuzda mevcut değil.”

Kiana alayla “Belki topraklarınızın denize kıyısı yok olmamasından.” derken harita üzerine eğilerek Sedar’ın sınırları boyunca gözlerini gezdirdi.

“Haklısınız Sedar’ın yok ama…” General, Cadının parmağını daha kuzeye kaydırarak denize paralel gezdirdi. “Serin Sular’ın buzdan dalgaları Phemedes’in kuzey kıyılarını dövüyor.” dedi altta kalmamanın tatminiyle.

Kiana, kendi yurdunun üzerine Bendol’un bıraktığı parmağını, kâğıdın üzerinde yükselen kulelerle örülü şehrin sembolüne iki kere vurduktan sonra geri çekti. General’in dokunuşundan kurtulmak için elini eteğinin kıvrımlarına silmemek için kendisini tutarken “Lurd’un bile Serin Sular’ın buzunu kırıp Phemedes’e varmaya gücü yetmez. Şu zamana kadar da hiçbir ölümlü bunu başaramadı.” dedi Cadı kibirle.

“Kraliçe Biritriel’in arzusu bu yönde.” diye açıkladı Bendol. “Dünyadaki en iyi denizciyi yok etmek istediğine göre Kraliçe’niz sizinle aynı fikirde değil.”

“Ecem’i yeteri kadar takdir edemediğiniz ortada. Muhakkak ki bir bildiği vardır.” diyerek Kiana adamı düzeltti.

General Bendol “Elbette.” derken gülümsüyordu.

Kiana, adamın yüzündeki kendini beğenmiş ifadeyi silmek için neler vermeyeceğini düşünürken General, ceketinin iç cebinden çıkardığı eflatun kadife bir keseyi haritanın üzerindeki bibloları hareket ettirmek için kullanılan çubukla kadının önüne sürdü.

Kesenin bağlarını açıp eline ters çeviren Kiana, ortaya çıkan mavi taşlı küpe tekini iki parmağı arasına alarak ikindi güneşinin vurduğu odanın camına tuttu.

Bendol “Lurd’un küpesi.” diye açıklarken kadının tepkisini bekledi.

“Yer bulma büyüsü için bir yere ihtiyacım var.” Tekrar kesenin içine attığı küpeyi avucunda sıkan Kiana bakışlarını haritaya çevirdi. “Küpe yeterli değil. Bu denizcinin ayağını bastığı bir yer olmalı. Havasını soluduğu…”

“Birinin nerede olduğunu bulmanın bu kadar ayrıntılı olduğunu bilmiyordum.” General, kirli sakalını kaşıyıp çenesindeki birkaç kılı yolmak istercesine uğraşırken mırıldanmıştı. “Bana birkaç gün verin. İstediğiniz gibi bir yer bulacağıma eminim. Gerekirse orduyu daha da güneye indiririm.” Son cümlesi ile kendine kendine güldü.

Kiana, başını hafifçe eğerek kabul ettiğini bildirdi. Tam kalkıp ayrılacakken adamın sözleri ile gözlerini birkaç kere kırpıştırdı.

“Hem siz de bu arada korumanızla birkaç gün daha baş başa kalabilirsiniz.”

‘General’in kaledeki her şeyden haberim var deme şekli bu muydu?’

“Beni mi gözetliyorsunuz, General?” diye soran Kiana masaya dayadığı ellerinin üzerine abanırken gülümsüyordu.

“Mickal’ın emri. Kişisel algılamayın lütfen.”

“Bu soğuk ve uzun geceler yalnız geçmiyor, General. Siz de çok iyi biliyorsunuz. Yeni bir muharebeye kadar buradaki hizmetçilerin tadını çıkarın.” diyen Kiana, doğrularak elindeki keseyi atıp tuttu. Adamın beklemediği cevap ile yüzü kızarırken Kiana, keyifli bir gülümseme gönderdi. Çıkmadan önce geriye dönerek “Benim kiminle eğlendiğim Mickal’i ilgilendirmez, sizin ki de beni General. Daria’ya dokunmadığınız sürece elbette” dedi. Sesi Aghon umurumda değil Daria’ya elini sür de göreyim der gibiydi.

72
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 17 Haziran 2016, 16:29:46 »
Teşekkür ederim LiquidRainbow, okunup bir de beğenildiğini bilmek güzel :) Bölmem mümkün olmadığından uzun bir bölüm gönderiyorum umarım aynı keyfi alırsınız. :)



Kulübeden döndüklerinde Kiana sabahın erken bir saati olmasına rağmen ayakta olan askerlerin ve kaledeki hizmetlilerin sessiz bakışları arasında kaleye girdiğinde ilk işi Daria’yı kendisine yakın bir odaya yerleştirmek olmuştu. Tahmin ettiği gibi çok beklemesine gerek kalmadan General Bendol’ün çağrısı ile adamı büyük kalenin en geniş odasına kurulmuş olarak bulmuş ve tartışmalarının tüm kalede yankılanması için Kiana elinden geleni yapmıştı. Madem tüm kale generallerine Cadı'yı şikâyet etmişti, o da onları daha da sindirmek için işe önce General Bendol’e kafa tutmakla başlamıştı. Fakat davranışlarının sonucunun böyle olacağını bilseydi o sabah aynı şekilde davranır mıydı, Kiana emin değildi.

At gezintilerine son verdiği gibi odasından da çıkmayan Kiana, o geceden sonra Aghon’u çok az görmüştü. Dört gün boyunca sadece bir akşam, şövalyelerin ve Aghon'un da katıldığı bir akşam yemeği için aşağıya inmişti. Zedana’nın batı sınırdaki küçük bir yerleşim olan Maragal’ın kıt akıllı Şefi’nin General nezdinde Sedar Kralı Mickal’a sadakatini sunmasını alayla izlemişti. Şef’in pişkin bakışlarına Kiana’nın cevabı adamı küçük gören bir umursamazlık olmuştu.

Daria’nın hatırı için bir şeyler yemeğe çalışsa da Kiana'nın kimse için uyku ile barışmaya niyeti yoktu. Hele ki bu akşam, rüzgâr pencereleri döverken kendisi de odasının döşemelerini eskitmekle meşguldü. Bir işaret ver, diye zihninde kelimeleri evirip çevirirken avucunun içinden koluna doğru yayılan ani bir acı ile olduğu yerde kaldı. Beklediği kesinlikle bu değildi; eline baktığında acıya sebep gösterebileceği hiçbir emare bulamasa da kaynağını çok iyi biliyordu. Kısa bir an sonra kolunu boydan boya kesen görünmeyen bir bıçağın izini sürerken “Mickal!” diye acıyla fısıldadı.

Bendol’e kafa tutmasının bedelini Mickal ona bu şekil de mi ödetecekti? Aklını dağlayan düşüncelerinin arasında odasını hızla terk etti. Vaktin geç olmasına rağmen koridorlarda karşılaştığı birkaç hizmetçinin önünden fırtına gibi geçerek iki kuleyi birbirine bağlayan taştan köprüye açılan kapının önünde buldu kendisini. Sırtını yol yol kesen bıçakların keskin acısı, koridorlar boyunca peşini bırakmamıştı. Şimdi ise rüzgârın cirit attığı taş köprünün kavisli ortasına ulaştığında Kiana, iki büklüm kıvrılarak inledi; karnında etini dağlayan görünmeyen sıcak metal nefesini kesmişti.

Taştan korkuluklara tutunarak zorlukla doğrulurken “Rüzgârın efendisi! Benim aciz kulun Kiana. Kapına dayanan bu köleni geri çevirme.” diye fısıldadı gökyüzüne. Konuştukça acıya direnci arttı, sesi daha bir melodik olarak karıştı hırçın esintilere. “Eceme duyur sesimi ki beni yalnız bırakmadığını bileyim.” Cadı’nın saçları yüzünü döverken elbisesi uzun boylu bedenin etrafına şefkatle dolandı.

Sonunda arzuladığı o sesi rüzgâr uzaklardan, kuzeyden alıp kulaklarına eriştirdi. “Sevgili Kiana!” dedi bir ses sahte bir şefkatle. 

 “Ecem.” dedi Kiana rahat bir nefes alarak. Bedenindeki acılar bir solup bir kaybolurken mırıldandı. “Mickal’a engel ol.” diyebildi sadece.

Birkaç dakika köprüde havanın uğultusundan başka bir ses duyulmadı. “Ne oldu Kiana?” diyen kadının rüzgârlı sesi, Ece’sinin onu terk ettiğini düşünen Kiana'ya rahat bir nefes aldırdı.

“Mickal, Kieran’a işkence yapıyor. Lütfen durdur onu.” diye Kiana yalvardı kraliçesine. “Kardeşime eziyet ediyor.”

“Endişelenme." Kadının sesi bir yükselip bir dağılırken Kiana en son “… Sevgili Cadı’m.” Kelimelerini yakalamıştı.

Kiana ellerini dayadığı taş korkulukların üzerine doğru eğilirken nefesini kontrol etmeye çalışıyordu. Kardeşi ile arasındaki bağa ulaşmayı denediğinde az önceki acıdan geriye kalan soluk izlerden başka bir şey bulamadı. Bendol, bir adamını öldürerek askerleri korkuttuğunu ve generalin karşısında sergilediği eğilmez tavrı Mickal’e yetiştirmiş olmalıydı ki o da Kiana’ya olan hıncını elinde tuttuğu kardeşinden çıkaracak kadar ileri gitmişti işte. Mickal'ın kardeşine eziyet etmekten öteye gidemeyeceğini onu öldüremeyeceğini biliyordu çünkü Kiana’ya istediklerini yaptırabilmesi için Kieran'ın hayatta olması gerekiyordu. Kieran yoksa Cadı da yoktu. Güneyi fethetme planlarında bu raddeye gelmişken Cadı’sız bir Sedar ordusunun, sayıca az ama vatanlarını savundukları için güçlü Zedana karşısında hiçbir şansı yoktu.

“Kiana? İyi misin?”

Kiana, ismini söyleyen boğuk ses ile rüzgâra karşı başını kaldırırken Aghon çoktan yanına gelmişti. Elini karnına bastırarak derin bir soluk alan kadın, adamın ne zamandır orada olduğunu merak etti. Bakışlarını endişeli kahverengi gözlere çevirirken bu gece yüzündeki tüm ifadeleri temizlemekte zorlandığını hissediyordu.

“İyiyim.” dedi Kiana, gerçekleri arasına katarak eliyle saçlarını arkaya attı. “Temiz hava almak istedim sadece.”

Bir kaşı şüpheyle yükselen Aghon “Pelerinsiz mi? Buna inanmamı bekleme.” dedi kuşkularını açık ederek.

Kiana adamın yanından geçip gitmek için hareketlenirken “Neye inandığın umurumda değil.” dedi düz bir sesle. Fakat atabildiği bir kaç adımın sonunda karnında beliren yeni bir sancı ile adamın önünde iki büklüm kıvrıldı. Acı nidasını dişlerinin berisinde tutmaya çalışırken endişe ile yanına eğilen omuzlara ellerini gömdü.

Çektiği ızdırapla eğilmiş Cadı’nın solgun dudaklarından çıkacak bir söz bekleyen Aghon, kadının omzunun üzerinden köprünün diğer ucunda bir kıpırtı yakaladığında ayağa kalkarak Kiana’yı şaşkınlığa boğan bir hızla arkasına aldı. Ayakta durabilmek için önünde geçit vermez bir duvar gibi dikilen adamın sırtına yaslanan Kiana, köprünün diğer ucunda gölgelerin arasında bir kaybolup bir görünen ince bir siluetin fütursuzca tamamen ortaya çıkışını izledi. Cadı'yı nefretle süzen siyahlar içindeki kadın sanki biraz sonra olacakların failinin maktul tarafından bilinmesini istercesine onu gafil avlamanın avantajından çoktan vaz geçmiş görünüyordu.

Kiana bir yandan Mickal'in işkencesine dayanmaya çalışırken kadınla yüzleşebilmek için adamın geniş gövdesinin arkasından çıkmaya çalıştığında baş edemeyeceği bir direnişle karşılaştı. Aghon'un görevinin Mickal'in Cadısı’nı korumak olduğunu bilmesine rağmen hayatı pahasına önüne geçilmesi karşısında ne hissedeceğini kestiremiyordu. O anda kadından korkmak aklına gelmezken Aghon'un varlığı Cadı'yı daha fazla dehşete düşürüyordu.

Yabancı kadın olduğu yerde ellerini önünde ve başının üzerinde oynatarak sessiz bir oyun sergilerken avucundan fırlayan metaller rüzgâra muhalefet ederek Kiana ve Aghon'a doğru hücuma geçti.

Gördükleri karşısında “Kadın bir Kam!” diye fısıldayan Kiana, şaşkınlıkla soludu.

Metaller etraflarında bir kaç tur atarak sızacak bir gedik ararken Aghon "Merak etme. Arkamda kalmaya devam et." dedi kendinden fazla emin bir şekilde.

Kadın yeni bir seri harekete başlarken metallerinin işe yaramamasına duyduğu öfkesi karanlığa rağmen gözle görülecek kadar yüzüne yansımıştı.

Kiana son acı dalgası ile bayılmadan önce "Onların uzun zamandır saklandıklarını sanıyordum." diye mırıldandı.

Aghon omuzlarından kayan ellerin, arkasında yere yığılan bedenin farkındaydı fakat Kiana ile ilgilenmek yerine bir kaç adım atarak öne çıktı.

"Cadı ile arama girme, insan." diye tehdit eden kadın da bir kaç adımla köprünün üzerindeydi artık.

"Onu sana asla vermem!" dedi Aghon. Bir dilsiz ile konuşurmuş gibi iri elleri seri bir kaç hareketi ortaya serdi.

Kadın ne olduğunu anlayamadan göğsüne hücum eden suyun darbesi ile arkasındaki taştan duvara savruldu. Az önce onun bir Kam olduğunu anlayan Kiana'nın şaşkınlığını aratmayan bir şok ile doğrulmaya çalışırken "Seni hain! Kendi ırkına ihanet edip bir Cadı'yı mı koruyorsun?" diye sordu.  Elleri öfkeli şekiller çizerken köprünün taşları sallanmaya başlamıştı.

Aghon "Seni kaleye kim soktu?" diye sordu kadına cevap vermek yerine. Hem yürüyor hem de elleri kadınınkiler kadar hızlı hareket ediyordu.

Üzerine gelen buzdan parçalar büyüsünü tamamlamasına engel olacak şekilde hançerler gibi saldırmaya başladığında bir Kam ile hem de gücü azımsanmayacak birisi ile karşılaşmayı beklemeyen kadın, çareyi kaçmakta buldu. Gittikçe yaklaşan adamdan kurtulmak için hızla köprünün korkuluklarına zıpladı, oradan da kendisini metrelerce aşağıya bıraktı. Aghon hızla korkuluklara abandı. Kadın avuçlarını duvara vermiş sanki görünmez bir kızakla kulenin duvarlarından aşağıya kayıyormuş gibi kolayca yere indiğinde kısa bir an yukarıya, adama baktı ve hızla kalenin arkasına dolanarak karanlığın içinde kayboldu.

Aghon, suikastçıyı takip etmek yerine Kiana'nın yanına koştu. Hala baygın olan Cadı'yı kucakladığında kadının nasıl olup da toprak üzerinde bir yer kapladığına hayret etti. Köprünün sonundaki geldikleri kapıyı omzu ile itip koridorları arşınlarken sonunda Kiana'nın gözleri aralanmıştı.

"Kadın?" diye soran Kiana bir an neden Aghon'un kucağında olduğunu anlayamadı. Doğrulmaya çalışırken adamın onu göğsüne bastıran kollarına direnmek yerine kendisini bıraktı. Bıraktı ki hayatında bir kez olsun birisi onun için endişelensin, kısa bir an için de olsa yükünü sırtlansın. Direnmedi ki gücünü yeniden topladığında savaşmaya dermanı olsun ve kardeşi için devam edebilsin.

"Kaçtı." dedi Aghon kısaca.

Kiana "O bir Kam'dı." diye keşfini tekrarladı. Başını adamın omzuna yerleştirmek için oynatırken Aghon'un nefesini tuttuğunu fark etmedi.

"Yüz yıllardır görülmediklerini sanıyordum." dedi Aghon sırf konuşmuş olmak için.

"Cadılar onları güneye sürdüklerinden beri." diyerek adamı doğruladı Kiana.

Altında hareket eden adımlar yavaşlayıp kısa bir süre sonra durduğunda Kiana Aghon'un neden yürümediğini anlamak için başını kaldırdı. Fakat adamın gözlerinden taşan duyguların yoğunluğuna hazırlıklı değildi. Neden durduğunu sormak için aralanan dudaklarından dökülecek kelimelerin yolunu tıkayan Aghon dudakları oldu. Kadının itiraz etmediğini hisseden Aghon, öpüşünü daha da derinleştirirken merdivenlerin başına gelmişti. Dudaklarını çekerken Kiana'nın sonuna kadar açılmış kara gözlerine baktı.

Aghon gördüğü heyecanlı pırıltıları yanlış anlayarak "Hasten'e yaptığın gibi beni de kızartacak mısın?" diye alayla sordu.

"Denemiştim, unuttun mu? Ama sen de işe yaramamıştı." diye mırıldanan Kiana bakışlarını aşağıya indirerek adamdan kaçırdı. "Kim olduğunu söyleyecek misin?"

"Belki bir gün." diye mırıldanan Aghon, merdivenlerden inerek Kiana'yı odasının önüne kadar tek kelime etmeden taşıdı.

Kiana içeri girmeden kısa bir an kapısının karşısında dikilen Aghon'un neden durduğuna anlam veremezken tekrar bakışlarını adama kaldırdı. Meşalelerin ışığında daha canlı görünen saçları alnının çoğunu kaplarken çatık kaşlarını örtmeye yetmiyordu. Düzeltmek için elini sarı perçemlerin arasından kaşlarına doğru kaldırdı fakat o kahverengi gözlerdeki tereddüdü hissedince parmakları yavaşça adamın yanaklarına kaydı.

Kiana o gözlerdeki soruyu biliyordu, çenesini yukarıya kaldırarak adamın dudaklarına uzandı. Aghon, aldığı sözsüz ama daha etkili cevabı, şefkat ve arzuyla karışık öpücüğü ile kadına iade ederken Cadı'nın kapısını dirseği ile açtı. Geceyi, köprü üstünde yaşananları Kiana'nın bir Cadı kendisinin ise bir Kam olmasını, bu gerçeği yüzüne vuran suikastçı kadını arkada bırakırken sadece önüne bakma arzusu ile içeri girdi.

73
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 10 Haziran 2016, 15:16:11 »
Öğlen gezintisi sırasında keşfettiği terk edilmiş kulübeye vardıklarında Kiana ve hala baygın bir şekilde önünde oturan Daria iliklerine kadar ıslanmışlardı. Kulübe, Uyvar Kalesi’nin güneyinde, Sedar ordusundan çok uzakta, kuzeyden inen düşmanın korkusunu hissetmeden çok önce sahipleri tarafından terk edilmişti. Gelen geçen tarafından pek de iltifat görmemiş birkaç parça kırık dökük eşyaya sahip olmasına rağmen Kiana onu minnetle kabul etmişti. Çatısı akmayan hele ki bacası tüten bir yeri bu kadar kısa sürede isteseler de bulamazlardı.

Daria, odadaki tek pencerenin önündeki eski divanda şimdi derin bir uykudaydı. Kiana, diğer odada bulduğu battaniye işlevi görebilecek kalın bir örtüyü kirli olmasına aldırmadan ıslak giysilerinden kurtardığı kızın üzerine yığmıştı.  Onu alıp götürürken başından geçenlerden sonra kalede uyanmak istemeyeceğini düşünmüştü. Nefret edip korktuğu Cadı’yı başında bulmasının ne kadar rahatlatıcı olacağı aklına düşünce alayla gülümsedi.

Biraz etrafı karıştırdıktan sonra arka odaya istiflenen odunları bulan kadın, kulübenin pek boş bırakılan bir yer olmadığını, avcıların ara sıra burayı kullandıkları keşfetti. Eğer avcıların bu gece de böyle bir planları var ise iki kere düşünmeleri gerekecekti. Ocağa yığdığı odunlar gürül gürül yanarken bacağı aksayan bir sandalyeye kızın giysilerini serdi, kendi giysilerini ise yere yaydı. Islak bir kedi gibi hissederek sarıldığı bulduğu çarşaftan bozma yünlü kumaş ile ocağın yanına çektiği başka bir sandalyeye kuruldu.

Daria, çakan bir şimşeğin ardından pencereyi sarsan gök gürültüsü ile uyandığında Kiana yarım saattir yerinden kımıldamamıştı. Kız, ocağın yanında oturan kadının ateşin ışığı ile aydınlanan yüzünü tanıdığında acele ile doğrulmaya çalışırken son anda fark ettiği çıplaklığını kaymadan önce yakaladığı örtü ile kapadı. Cadı’nın kendisine dönen bakışlarının altında titrerken örtülerin üzerinde kalmasına dikkat ediyordu. Berelenmiş alnına doğru yükselen kaşlarının altında bir gözü morarmış ve kapanmıştı. Ne kadar kırılgan göründüğünün farkında değildi.

Birisi korkudan diğeri sıkışıp kaldığı bu durumda ne diyeceğini bilemediğinden birkaç dakika boyunca kıpırdamadan birbirlerini süzdüler. Kiana’nın kalkıp divana yaklaşması ile donup kalmış bu an da bozuldu.

Cadı’nın eli alnını yokladığında Daria örtülerin arasına biraz daha sinmiş, buz gibi bir el beklerken karşılaşmayı ummadığı sıcaklık ile şaşırmıştı. Oysaki nerde olursa olsun ateşin sönmesine tahammülü olmayan, her zaman kat kat giyinen Cadı’nın ellerinin buz gibi olmasını beklemişti.

“Ateşin yok.” diyen Kiana, Daria’nın şaşkınlığından yararlanarak elini kumaşın altından kızın karnına bastırdı ve gözlerini kapatarak kızın duyamadığı sözler mırıldandı.  Daria kısa bir süre için dahi olsa nefes almaya cesaret edememişti. Kiana, gözlerini açtığında kısaca “Şükret, hamile değilsin.” dedi. Elini kızın karnından çektiğinde de sözlerinin rahatlatıcı olduğundan emin bir şekilde ekledi. “Olsaydın da bir yolunu bulurduk.”

Sessizliğini koruyan Daria’nın gözlerinin dehşetle büyümesini yanlış anlayarak “Ne yani, o herifin piçini doğurmayı mı tercih ederdin?” diye kızı azarladı.

“Ben…” diye mırıldanan Daria devam edemeyerek bakışlarını kucağındaki ellerine indirdi. “Muhtemelen.” Kelimeyi ağzında gevelediği esnada gürleyen bir şimşek ile daha fazla devam etmekten kurtulmuştu.

“Saf mısın, yoksa aptal mı?” diye parlayan Kiana, kızın dudaklarının titremeye başladığını fark edince ne yapacağını bilemeyerek ellerini saçlarına geçirdi. Divanın önündeki birkaç adımlık alanı turlarken “Neyse bunları düşünmenin ve konuşmanın artık bir manası yok.” dedi konuyu geçiştirerek, sanki kendi kendine konuşurmuşçasına. Yataktan geriye çekilerek kızın biraz nefes almasını sağladığını umarken hafif hıçkırıklar ile tekrar geriye döndü. Ağlayan kızı nasıl teskin edeceğini bilemeyerek yatağın yanında birkaç dakika dikildi. “O şerefsiz öldü, korkma artık.” dedi sanki sözleri kötü olan her şeyin yok olması için yeterliymiş gibi.

“Bir başkası olacak, onun ölmesi çözüm değil ki.” dedi Daria hıçkırıkları arasında.

“Artık sana ellerini süremeyeceklerini biliyorlar. Hele ki ben yanındayken bu imkânsız.” dedi Kiana kızı beceriksizce rahatlatmaya çalışırken.

“Ama…” diye dudakları kıpırdayan Daria, Cadı’nın bezginlikle çatılan kaşlarını görünce sustu.

Kiana, iki duvar arasında attığı adımlarına geri dönerken elleri ile açıkta kalan kollarını ovuşturuyordu. Koltukaltlarından geçirdiği kumaş göğüslerini örterken ayak bileklerine ancak iniyordu. Çıplak ayakları neredeyse kulübenin zeminindeki bütün tozları süpürmüştü. “Bana daha en baştan söyleseydin, iş bu raddeye gelmez, o herifin işini sessizce hallederdim.”

Daria, Cadı’nın keyifsiz yüzüne bakarken kadındaki değişimi dehşetle izliyordu. “Korktum.”  diye mırıldandı.

“Sana artık kimseden korkmana gerek yok diyorum.” Kiana, bir an dönerek kızı öfkeyle süzdü.

“Sizden korktum.” diye itiraf etti sonunda Daria.

Yüzüne açık açık söylenen gerçekle kısa bir an bocalayan Kiana, duygularını saklamak için adımlamalarına geri dönerken mırıldandı. “Sandığım kadar aptal değilmişsin.”

“Herkes korkuyor.” diye atıldı Daria. “Seyisinden, şövalyesine kadar herkesin yanlarından geçtiğinizde ödleri patlıyor. Aşçı bile sizin için istediğim yemekleri, sinirleneceğiniz bir şey çıkacak diye kendisi yapıyordu.”

Kiana durarak kızın karşısında dikildi. İlk defa gözlerini kaçırmadan dik dik bakan kızın yüzüne doğru eğildi. “Yemeklerimi özel olarak sen mi yaptırıyordun?”

“Son zamanlarda iştahınız yoktu.” Daria yanaklarında kurumaya başlayan yaşları elinin tersi ile silerken yerlerini kırmızılıklara bırakmıştı. “Düşündüm ki… Zayıflamaya başladınız. Ben de sevdiğiniz yemekler olursa iştahınız yerine gelir diye ummuştum.” Kız, cesaretini kaybetmekten korkarak cümlelerini ardı ardına eklemişti.

“Benden korktuğundan mı sağlıma olan bu ilgin?” Kiana, yürüyüşüne dönmek yerine ocağın karşısındaki sandalyeye çökerken başını eğerek gülümsemesini kızdan sakladı.

“Endişelendim. Sizden ben sorumluyum. En azından efendi Aghon, size dikkat etmemi istemişti.” Son söylediklerinin anlamını fark ettiğinde Daria telaşla eliyle ağzını kapadı.

Kiana hızlıca omzunun üzerinden kıza baktığında saklanması istenilen sözlerin istemsizce ortaya döküldüğünü anlamıştı. “Ben Aghon’u araştırmanı isterken o da beni mi gözlüyordu?”

“Hayır, hayır! Öyle değil. Sadece iyi olduğunuzdan emin olmak istiyor.” Cadı’nın kaşlarından birinin kuşkuyla kalktığını görünce Daria telaşla ekledi. “Sizden korkmayan tek kişi o sanırım.”

Konunun üzerine gitmek yerine sandalyeye kurulan Kiana “Sabah kaleye döneriz. Şimdi dinlenmeye bak.” dedi itiraz kabul etmez bir şekilde. Aklına gelen bir düşünce ile bedenini yavaşça kıza döndürdü. Parmaklarını büyü yapıyormuşçasına oynatırken “Uyuyamazsan söylemen yeterli, hemen hallederim.” dedi.

 Daria, Cadı’nın latifesine gülmek yerine çenesine kadar çektiği örtünün altına kayarken “Gerek yok.” dedi aceleyle. “Zaten, kolay uyurum.”

Kiana, kızın gözleri kapanırken gülümsedi, en azından sızlanmaları artık kesilmişti. Sandalyesine kurulmadan önce ateşe birkaç odun daha attı. Kızın söylediklerini zihninin gerilerine iterken yarın olacakları zamanı geldiğinde düşünecekti.

***

Kiana’nın uykusu çok hafifti, bir de sandalyede uyurken başının önünde her düşüşünde irkilerek sıçrıyordu. Bu yüzden, yağmurun ve gök gürültüsünün yokluğunda, kulübenin önüne gelen atlıların sesleri tavşan uykusu kolayca bölmüştü. Adamların kulübede birilerinin olduğuna dair konuşmalarını kımıldamadan, sessizce dinledi. Yaptığı illüzyon ile kulübeyi bir taş yığını ile yer değiştirmiş olmasına rağmen bulunmuşlardı, hem de Aghon tarafından. Adamın o kalın ve kendinden emin sesini bir mil öteden bile olsa tanıyabilirdi. Adamların içeri girmesini engellemek için kapıyı kilitlemeye gerek duymadan gelmelerini bekledi.

Kulübenin kapısı yılların küfü yüzünden gıcırdayarak açılırken Aghon, başını eğerek içeriye girdi. Bakışlarını, divandaki kıpırtısız bedenden çekerek odada gezdirdi. Cadı’nın  gözleri ocağın ateşinden midir bilinmez loş odada zeytin taneleri gibi parlıyordu. Adamın bakışları kısa bir an kadının üzerinde dolandı; sarındığı eski örtü ince boynu ile omzunu gözler önüne sererken kadının gün geçtikçe zayıflayan bedeni yolunda gitmeyen bir şeylerin habercisiydi sanki.

Fark ettikleri ile kaşları çatılan Aghon, bakışlarını tekrar divandaki kıza çevirip “İyi mi?” diye sordu sesini kısarak.

“Ne kadar iyi olabilirse o kadar iyi.” diye homurdandı Kiana. Eğildi, çıplak ayaklarının dibindeki odun yığınından büyük bir parçayı sönmeye yüz tutan korların üzerine attı. Hızla alazlanan ateşin çıtırtıları arasında kadının “Seni Bendol mü gönderdi?” diye soran sesi duyuldu.

Aghon, pelerinini çıkarıp kadının omuzlarına bırakırken, “Bendol’ün haberi olduğunda ben çoktan kaleden ayrılmıştım.” dedi.

Adam etrafa saçılmış kıyafetleri kontrol etmek için eğildiğinde, Kiana önündeki sarışın başın üzerinden “İki çaresiz kadının peşinden gelen bir şövalye.” diye mırıldanarak alayla gülümsedi.

“Şövalyeden çok bir anneye ihtiyacınız varmış gibi görünüyor.” Başını kaldırdığında kadının gözlerinde yanıp sönen ateş ile somurttu. “Ama elinizdeki sadece benim Kiana. Bununla mutlu olsan iyi edersin.”

Kiana yüzünü buruştururken “Kâfi değil.” diye mırıldandı belli belirsiz.

“Kıyafetleriniz kurumuş. Daria iyiyse kaleye dönmek en iyisi.” Aghon, Cadı’yı duyduysa bile yorum yapmamıştı.  “Sandalyenin tepesinde sabahlamayı istiyorsan ayrı, elbette.”

“Oraya dönmek istemiyorum.” diye itiraf eden Kiana, “Daria’nın da istemediğinden eminim.” dedi kızın uyuduğu divana karamsarca bakarken.

“Neden divana Daria’nın yanına yatmıyorsun?” Aghon, itiraz etmesini önlemek için Kiana’yı omuzlarından kavrayarak ayağa kaldırırken kadının uysallığı karşısında mırıldandı. “Orist ve Ikar da burada, dışarıda. Ben de buradayım, yeterli olmasam da. Rahatça uyuyabilirsiniz.”

Kiana, adamın kendisini yönlendirmesine izin verirken “Neden olmasın?” dedi uykulu bir sesle.

“Uslu kız.” diye fısıldayan Aghon, divana tırmanan Kiana’nın üzerine pelerini serdi. Uzun boylu kadının bedeni Daria doğru kıvrılırken adam neşesiz bir şekilde gülümsedi. “Sabah kalktığında bu halini özleyeceğim.” diye mırıldandı kadının duymadığını düşünerek.

74
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 31 Mayıs 2016, 13:50:14 »
Cadı, şöminenin önüne çektiği yüksek arkalıklı koltukta otururken yanan ateşi dalgınlıkla izliyordu. Daria’nın içeri girip yemek tepsisini masaya bıraktığını fark etmesine rağmen düşüncelerinden sıyrılıp da kızın yakınında dikilmesine tepki vermedi.

“Yemek hazır, Hanımım.” dedi Daria çekingen bir sesle.

Kiana başını çevirdiğinde, kızı birkaç adım gerisinde ellerini önünde birleştirmiş ama bakışları halının desenlerinde kaybolmuş bir şekilde buldu. Uzun boyu ile karşısına geçip dikildiğinde Daria’nın dar omuzlarının kasıldığını fark etti. Çenesinin altına yerleştirdiği parmağı ile kızın bakışlarını kendisininkilere kilitlerken mırıldandı. “Fena değil.” Baş döndürücü bir güzellik yerine kızın iri masum gözleri, gençlik ile parlayan duru teni işine yarayabilirdi.

Kiana’nın sözlerini duyan Daria’nın yüzü daha da soldu. Sessizliğini korurken bire bin katılarak kulaktan kulağa yayılan söylentilerde; Kuzey’in cadılarının, kaçırdıkları kızların gençliğini çalmak için onları dolunay zamanında kazanlarda canlı canlı kaynatarak elde ettikleri kremler ile güzelleştiklerini duymuştu. İçinden dolunaya ne kadar kaldığını hesaplamaya çalışırken Cadı’nın söyledikleri ile dondu kaldı.

“Benim için bir şey yapacaksın.” Kana’nın kızın üzerinde dolaşan bakışları beğeniyle parladı. “Senin için çok zor olacağını sanmıyorum.” dedi takdir dolu bir edayla.

 Daria, kulağına kazan ve dolunay seremonisinden farklı gelse de birazdan öğreneceği Cadı’nın arzusunun hoşuna gitmeyeceğini hissediyordu ama sesini çıkarmadan Hanımının konuşmasını bekledi.

“Aghon hakkında bilgiye ihtiyacım var.” dedi Kiana. Kızın büyüyen gözlerine aldırmadan devam etti. “Ben geldiğimde Sedar ordusundaydı ama daha öncesini de öğrenmem lazım. Bendol’a soramam, kesin bir şeylerden şüphelenir. Sadece şüphelense iyi, olmayacak yerlere götürür işi.” Bendol’ün bir şeyler ima eden görüntüsünü düşüncelerinden uzaklaştırırken bakışları pencereye ardından korkusu her geçen dakika büyüyen Daira’ya kaydı. “Bir erkeğin dilini en iyi bir kadın çözer.” Son cümle kendi kendine konuşur gibi dudaklarından dökülmüştü. “Ve sen biraz işve biraz cilve ile çok rahatlıkla istediklerimi öğrenebilirsin.”

“ Ben…” diye kekeledi Daria “Yapamam.”

Sızlanan Daria’nın itirazına aldırmayan Kiana pencereye yönelerek kızın da onu takip etmesi için eli ile yanına çağırdı.

Birkaç zırhlı şövalyenin geçtiği alanın solunda el kol hareketlerine bakarak tartıştıklarına hükmettiği iki adamı parmağı ile gösterdi. Biri iri yarı, ablak yüzlüydü, diğeri ise daha kısa ve zayıf olsa da en azından yüzüne bakılacak bir tipi vardı. “Şu ikili, Aghon’un adamlarından…” İşaret ettiği adamları görüp görmediğini anlamak için Daria’ya döndü, daha ne kadar solabilir acaba diye düşündüğü kızın titreyen dudakları arasından hiçbir ses çıkmadı, sadece başıyla onayladı. “Şu yakışıklı olan değil de diğeri, iri yarı olan.”

Daria, buğulu camın ardından ikiliye dik dik bakarken mırıldandı “Orist.”

“Adı her neyse.” dedi Kiana eliyle sözleri geçiştirircesine. “Onu sürekli Aghon’un yanında görüyorum. Adamın her dediğini itiraz etmeden yapıyor belli ki birbirlerini iyi tanıyorlar. Onu konuşturman kolay olur.  Diğeri kurnaz bir tipe benziyor, onu boş ver.”

Daria artık adamlara bakmayı bırakmış dolmaya başlayan gözlerini Kiana’ya çevirmişti. “Lütfen Hanımım...” diye başladığı cümlesini Kiana’nın keskin bir bakışı ile yarım bıraktı. ‘yapamam.’ Kelimesi dudaklarının arkasında can çekişmişti.

“Sen akıllı bir kızsın Daria. Kendin için neyin iyi neyin bir felaket olacağını iyi bilirsin. Sadece dediğimi yap. İstediğim bilgileri getirirsen işin hakkında tekrar düşünebilirim.” diyen Kiana artık pencerenin önünde durmasının manasızlığı ile şöminenin yanındaki koltuğuna kuruldu. “İçeceği bırakıp tepsiyi geri götür.” dedi kızı daha fazla görmeye tahammül edemeyerek.


***
“İsterseniz Efendi Aghon’un söküklerini de dikebilirim.” dedi Daria kendi cüretine kendi de şaşırarak.

Orist’in etli yüzünde küçücük kalan siyah gözleri şaşkınlıkla büyüdü. “Yaveri hallediyordur.” diye mırıldanan adam daha önce hiç düşünmediği bir mevzunun sorulmasından dolayı birkaç saniye afallamıştı.

Daria, adamın dikmek için aldığı kıyafetlerine sıkıca sarılmış masum olmasına özen gösterdiği bir şaşkınlıkla bakıyordu. “Nasıl bilmezsin? Çok yakın değil misiniz?”

Orist, kalın ensesini kaşırken “O farklı, bu farklı.” diye geveledi doğru kelimeleri bulamayarak.

“Farkı anlamadım.” dedi Daria safça. O esnada cesaret isteyen bir hamle ile elini adamın çift el kılıcının kabzasını kavrayan koluna koymuştu. Adamın geniş yanaklarının az da olsa kızardığını görünce mutlulukla gülümsedi. Üç gündür Orist’e yanaşmaya çalışmış fakat her seferinde büyük bir talihsizlikle hep bir engelle karşılaşmıştı. Adamı ancak öğlen barakaların yakınlarında, bir gömleğin üzerine eğilmiş köfte parmaklarının beceriksizce kavradığı iğneyle bir söküğü dikmeye çalışırken, üstelik yalnız yakalamıştı.

“Sen arkadaşlarının, elbiselerini kimin diktiğini biliyor musun?” diye sordu Orist açıklayıcı olduğundan emin bir şekilde göğsünü şişirirken.

“Arkadaşlarımın hepsi dikiş yapabiliyorlar.” diyen Daria ardından kendini tutamamış ve kıkırdamaya başlamıştı. Cadı, Orist'e yanaşmasını söylediğinde kızın hissettiği korku uçup gitmişti. Bu koca adamla konuşmak çok kolaydı.

Orist, utangaçlıkla sadece “O da doğru.” diyebildi ve kıza katılarak gülmeye başladı gür sesi ile.

“Bakın hele, bizim koca adam kendine bir kız bulmuş.” Orist’in karşısından gelerek, ikiliye yanaşan adam, Cadı’nın pencereden Daria’ya gösterdiği diğer kişiydi. Daha görmeden sesini duyan kız adamın kimliğini anlamış ve istemsizce irkilmişti.

“Saçmalama Hasten.” diyen Orist, adamın Daria’ya ilgiyle bakışını yakalayarak kıza döndü. “Hadi sen de işinin başına dön. Cadı’dan benim yüzümden azar işitme.” dedi, iri adamın tüm keyfi kaçmıştı.

 Daria, bakışlarını kucağındaki gömlek yığınından kaldırmadan hafifçe dizini kırarak yanlarından uzaklaştı fakat Hasten’in sesi ve söyledikleri kulağına kadar ulaşmıştı. “Benim alanıma girmek istemezsin değil mi, Orist?”


Daria, bir an önce oradan uzaklaşabilmek için hızlıca yürümüş ve Orist’in Hasten’e ne cevap verdiğini duymamıştı. Adımlarına eşlik eden düşünceleriyle, arka kalenin mutfak kısmına geçerken kendisini beyhude yere teskin etmeye çalışmıştı. Hasten, Orist gibi değildi, kadınların ilgisini çeken yüzü adamla konuştuktan en fazla beş dakika sonra tüm çekiciliğini yitiriyor geride bir tiksinti bırakıyordu.

Mutfağa girdiğinde doğrudan büyük kaleye geçmek için merdivenlere yönelmiş ama aşçının onu görür görmez durdurması ile hazırlaması için kadına tarif ettiği yemekleri unuttuğunu fark etmişti. Cadı’nın iki haftadır kayıplarda olan iştahını harekete geçirebilmek niyetiyle aşçıdan, kadının sevdiğini düşündüğü birkaç yemeği yapmasını istemişti. Yarım saat sonra Cadı’nın sadece çatalıyla ezip karıştırdığı yemekle dolu tepsiyi gerisin geri mutfağa götürürken Aghon’un keskin bakışlarının altında kızarmıştı.

Öğleden sonra at gezintisine çıkan Kiana’nın yokluğunda Daria, tamir ettiği gömlekleri çamaşır odasında yıkayıp gürül gürül yanan sobalarda hızlıca kurutmuştu. Cadı dönmeden en azından gömleklerin bahanesiyle gidip Orist ile konuşabilir böylelikle, her akşam olduğu gibi bu akşam ne yaptığını sorduğunda Cadı’ya söyleyecek bir şeyleri olur, korkuyla ağzında lafları gevelemezdi. Mutfak tarafından çıkıp kalenin arkasındaki ahırlara yöneldi. Orist’i askerlerin kaldığı barınakların arkasındaki talim alanında bulmayı umuyordu. Ahırların içinden geçerken göz önünde olmayacağını varsaymıştı fakat kolunu mengene gibi kavrayan parmakların acısıyla boş bulunup haykırdı.

Boş olan bir bölmeye çekilirken ağzı hızla bir el tarafından kapatılmıştı. "Seke seke nereye gidiyorsun Daria? Orist'i görmeye mi?"

'Hasten!' Daria dehşetle solurken bir kalkan gibi kucakladığı gömlekler kollarından koparılıp yere samanların ve at pisliklerinin arasına fırlatıldı.

"Lütfen..." diye inleyen Daria yalvardı. "Sadece konuştuk, başka bir şey olmadı."

Hasten, gömleklerden birisini yerden alarak burnuna götürdü ve abartılı bir soluk aldı. "Koynunda mı kuruttun bunları sevgili Daria?" diye sordu kıza yaklaşırken.

"Hayır hayır! Hanımım istedi." diye açıklamaya çalışan Daria, başını iki yana sallarken kendisine yaklaşan adama dehşetle bakıyordu. Suratına fırlatılan gömleğin ardından gelen tokat ile yere savrulduğunda küçük bir çığlık ağzından koptu. Başını bölmenin kalın tahtasına çarpmış ardından samanların üzerine yığılmıştı. Hıçkırıklarını bastırmak için eliyle ağzını kapamaya çalışırken kolundan tutularak hoyratça kaldırıldığında bir koruyucu gibi Orist'in gömleğine sıkı sıkı sarıldı.

"Sen benim malımsın, neden anlamak istemiyorsun? Sana kaç kere söyledim ne yaparsam yapayım sesini çıkarmayacaksın diye." Hasten'in tıslayan sesi ensesinden kulaklarına ulaşırken yüz üstü tahtalara yapıştırıldığında ardından geleceklerin bilinciyle yüzünü ellerinin arasındaki gömleğe gömdü. Hasten'in sıklaşan nefeslerinin arasında hıçkırıklarını ellerini dişleyerek bastırmaya çalışıyordu ki bölmenin kapısı hızla savruldu.

Kiana, daha ahıra girmeden Daria'nın her bir hıçkırığını uzaktan duymuş,  yanındakilere aldırmadan iri kara aygırını gazapla bölmeye sürerek atın toynakları altında kapıyı parçalamıştı. Bir an gözü duvara yaslanarak yere yığılan kıza kaydığında gördükleri ile duyularına hücum eden tüm tiksintiyi, nefreti ve öfkeyi kendini toparlamaya çalışan Hasten'e yönlendirdi. "Sen ne cüretle benim olana elini sürersin!" diye kükredi Kiana, tüm ahırı sarsan bir rüzgârın eşliğinde. Kıza dokunmayan uğultulu yel, bölmedeki samanları etrafa saçarken hedefteki Hasten’i hızla karşıdaki duvara çaldı. Rüzgârın gücü hafiflemedi, adamın yüzü ve göğsü tahtalara sürterek tavana doğru yükselirken sadece ağzından birkaç acı haykırış duyuldu, artık ne bir pişmanlık ne de merhamet için yalvarmaya yer vardı.

Arkasından gelen korumalar ahırdan geldikleri gibi uzaklaşırken Cadı'nın sesi neredeyse kalenin önündeki tüm vadiye ulaşmıştı. "Seni burada öldürmek ziyandan öte bir şey değil." Atından inmeye gerek görmedi, eli sanki adamı havada tutan kendi bileğinin gücüymüşçesine gerilirken Kiana önce bölmeden sonra ahırdan çıktı, ardında Hasten'in haykıran sesi geliyordu.

Talim alanına ulaştığında çoktan kılıçlar susmuş mızraklar yere saplanmış ve tüm seçkinliklerine rağmen şövalyeler bile Cadı'nın gazabını izlemek için kenara çekilmişti. Daha az cesur olanlar alanı daha korkaklar ise koşarak kaleyi terk etmişti.

Hasten'in anormal bir açı ile bükülen kolları artık çırpınmayı bırakmıştı. Kiana suda yüzen bir kayık gibi havada süzülerek arkasından gelen adamı talim alanın ortasındaki yere çaldı. Kara saçları, öfkeyle kızarmış yüzünün bir kısmını perde gibi örterken gözlerinin tamamen siyaha döndüğüne yemin edenler çıkacaktı daha sonraları. 

"Benim olana elinizi sürerseniz ne olacağını izleyin, ahmaklar!” diye haykırdı Cadı.

Hasten'in yardım için yalvaran bakışları tüm alanda gezindi, bir an cesaretlenen yürekler Cadı’nın bakışları ile geri çekildi. Çığlıklar gelmeden önce Orist'i ile talim yapan Aghon, öne çıkmak için bir adım atan iri yarı adamı koluyla durdurdu. Kendisine sitemle bakan arkadaşının bakışlarını başıyla işaret ettiği noktaya yönlendirdi. Yüzü kanlar içindeki Daria, ayaklarını sürüyerek ahırdan çıkmış ve hala bırakmadığı gömleği kucaklarken olduğu yere yığılmıştı.

Orist, kıza doğru koşarken Aghon Cadı’nın bakışlarını üzerinde hissetti. Kadının siyah gözleri bir uyarı niteliğinde adamın gözlerini hapsetti ve nefretle bıraktı. Kiana, avucunda beliren üç kara taşı rüzgârı arkasına katarak, ateş ile yanarak Hasten’e doğru saldı ve kırık kolları ile ayağa kalkmaya çalışan adamı kıskıvrak yakaladı. Her şey o kadar hızlı vuku bulmuştu ki Kiana, atını geri ahırlara sürdüğünde Hasten’den geriye sadece rüzgârla savrulan küller kalmıştı. Orist’in kucakladığı kızın etrafında atını dizginlemek için bir tur attıktan sonra Cadı, adamın kederli bakışlarına aldırmadan kollarından aldığı Daria’yı eyerinin önüne yerleştirdi ve ardına bakmadan kalenin arka kapısında kayboldu.

75
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 27 Mayıs 2016, 10:02:16 »
Uyvar Kalesi

Atını yavaşça durdurduktan sonra hayvanın boynuna eğilip siyah yelelerini kendinden beklenmeyecek bir şefkatle okşarken önündeki vadiye giren Sedar ordusunun piyade ve atlılarının düzenli ilerleyişini sessizce izlemeye başladı. Vadinin batısındaki Uyvar Kalesinin önünden doğal bir hendek oluşturarak güneye doğru akan nehrin bir kısmı alçalan ikindi güneşi ile bir meşale gibi yanıyordu. Kiana dalgın bakışlarla, daha da güneyde ağaçlar arasında kayboluşuna kadar nehri takip etti.

Altı gündür ordu ile birlikte bir kağnı temposu ile yollardaydılar. Bu sürede kendilerinden önce bu topraklara ulaşan korkulu haberleri ile birçok terk edilmiş köyden geçmişler, artık ıssız kalan birçok yerleşim yerini talan etmişlerdi. Can korkusu ile taşıyamadıklarını geride bırakan Zedarlıların ambarlarını yağmalamışlar, olur da unutulmuşsa diye en gizli köşelerdeki sandıkları karıştırmışlar gözlerine kestirdikleri sahipsiz eşyaları yanlarına almışlar, taşıyamadıklarını; ev, ambar, bağ bostan demeden yakmışlardı. Arkalarında, dumanları fersahlarca öteden görülebilen yıkıntılar bırakarak, geçtikleri yerleri yiyip bitiren çekirge sürüleri gibi ilerlemişlerdi.

Güneye indikçe hava bir nebzede olsa ısınmaya başlamıştı ama bu Kiana’nın neşesini yerine getirmekten uzaktı. Yanında atını durduran General Bendol’ün “Manzara muhteşem, değil mi?” sorusu ile adama döndü.

“Siz öyle diyorsanız.” Neşesiz bir sesle cevap veren Kiana, General’i beğendiği manzarası ile baş başa bırakarak ilerledi.

“Cadımız bu günlerde pek keyifsiz.” General Bendol’ün yapay bir şaşkınlık gizli sözleri kulağına iliştiğinde omzunun üzerinden geriye bakan Kiana, adamın Aghon ile konuştuğunu anladı.
Aghon’un koyu renk gözlerinde bir an yanıp sönen ima dolu ışığın ardından  “Eminim sıcak bir oda ve rahat bir yatak keyfini yerine getirecektir, efendim. Uzun zamandır yollardayız, konforlu birkaç hafta ile yüzüne renk geleceğinden eminim.” dediğini işitti.

Kiana, cevap vermeye tenezzül etmeden atını hızlandırdı. Aghon’u o geceden beri çok az görmüştü, gördüğünde ise adamın öpücüğünü hatırlatan bakışları, kısa süreler için uğrak yeri olmuştu.

Uyvar Kalesinin önündeki kalın köprü indirilmiş ve yeni ev sahiplerini karşılamak için taş kulelere ve surların çeşitli noktalarına sarı ve siyah renklerin hâkim olduğu Sedar bayrakları asılmıştı. General Bendol, bir yanına aldığı Mickal’in Cadısı diğer yanındaki iki komutanı ve Aghon ile kanatları onları kucaklar gibi açılmış büyük kapılara doğru atlarını sürerken onları takip eden uzun dar bayraklar taşıyan birkaç düzine şövalye ve Aghon’un adamlarının bulunduğu birlik ile kalede ikamet edecekti. Ordunun geri kalanı, nehrin kaleden ayırdığı geniş vadide konaklayacaktı. En azından yeni bir emre kadar birkaç ay dinlenmek ve beklemekten başka yapılacak herhangi bir şey kalmamıştı.

Daha önceden gelip, genel işleri yapacak ya da yeni efendilerinin özel ihtiyaçlarını karşılayacak hizmetlileri ayarlayan ve kaleyi General için hazırlayan Tolsar, ana kapıdan giren seçkin kafilenin atlarının alınması için seyis olarak ayarladığı fakir köylülere başıyla acele etmelerini emretti. Önüne gelerek nerdeyse dizlerine kadar eğilen Tolsar "Hoş geldiniz efendim." diyerek General Bendol'ü selamladı.

General hala eğilmeye devam eden adamın yanından geçerken önünde yükselen uzun kuleyi ve onun arkasındaki daha alçak ama kuleden daha geniş yapıyı inceledi. İri gri taş bloklarının yan yana ve üst üste dizilmesinden meydana gelen kale daha küçük diğer kuleye üst katlardan bir köprü ile bağlanmıştı. İkinci kulenin etrafını çevreleyen iç kale ve arkasındaki geniş düzlükteki ahırlar, asker ve hizmetlilerin kulübe ve barınakları sur içi bir köy izlenimi veriyordu.

İncelemesini bitiren General Bendol, pelerinini savurarak kaleye girdiğinde yanında ellerini birleştirerek yürüyen, bir nevi uşaklığını yapan adama döndü. "Umarım yemek hazırdır Tolsar."
"Yemek de odalarınız da hazır efendim." dedi Tolsar olabildiğince yaltaklanarak.

Kiana, kendisine yol veren Aghon’a başını çevirmeden gözlerinin ucuyla baktı. Sanki onun bilmesi gerekip de bilmediği bir şeyi keşfetmiş gibi gülümseyen sarışın adamın önüne geçerken çenesini hafifçe kaldırdı. Bu adamın sırrı ne ise onu öğrenmeliydi aksi takdirde şu an hala yüzünde olduğuna yemin edebileceği sinir bozucu ifadeye uzun süre katlanmak zorunda kalacaktı.

Her iki yanında yanan iki şömineye ilaveten geniş salonun ortasında kurulu etrafı ızgaralarla çevrili koca ateş içerisini olduğundan daha sıcak gösteriyordu. Salonun bir köşesine üzeri çeşit çeşit yiyecekle kalabalıklaştırılmış dikdörtgen uzun bir masa hazırlanmıştı.

General, komutanları ve onlarında bir kaç şövalyesi; üzerlerinden büyük bir yük kalkmış gibi, yanan odunların çıtırtılarına uyarak açılmışlardı. Adamlar keyifli bir gürültü ile masaya oturmaya başladıklarında Kiana ortadaki ateşin yanında durdu.

"Beyler!" Mickal’in cadısının renksiz sesi geniş salonda yankılandığında henüz başlayan neşeli konuşmalar anında kesildi. "General Bendol." Adamın kendisine baktığından emin olduktan sonra " İzninizle, yemekten önce yolun kirinden arınıp bahsedilen şu rahat yatağımı görmek istiyorum." dedi Aghon’un sözlerine gönderme yaparak.

General Bendol, Kiana'nın arkasında dikilen Aghon'a bakarak "Siz bizimle bir şeyler içip soluklanırken Aghon da odanızı kontrol etsin."  dedi. Kadının kaşlarının çatıldığını görünce komutanının eline tutuşturduğu metal kadehi uzatarak ekledi. "Güvenliğiniz bizim için önemli Kiana. İşimi şansa bırakamam."

Aghon hızlıca başını eğerek salonun her iki yanından yukarıya doğru uzanarak kaybolan taş merdivenlerden birisine doğru yönelen Tolsar'ın ardından kayboldu.

Sunulan kadehi almaktan başka alternatifi olmayan Kiana inatçılık etmek yerine içkisini yudum yudum tüketti. Oturmadan uzun masa boyunca yürürken çeşitli meze ve yemişlerin tadına bakıyordu. General'in ve komutanların kadının bu saygısızca tavrı karşısında düşündükleri gözlerinden yansırken Kiana, Tolsar'ın merdivenlerden indiğini gördü. Boş kadehi masaya bıraktı ve General'i başıyla selamladıktan sonra kendisini bekleyen uşağın ardından merdivenlere yöneldi.

"Odama yemekten önce sıcak su istiyorum ve Daria'yı bulup gönderin." diye emretti Kiana. Merdivenlerin sonuna geldiklerinde aralarına aldıkları Cadı'nın sandığı ile üst kattan inen iki oğlana geçmeleri için şaşkınlıkla yol verdi.

Kiana oğlanların koridorun ortasındaki bir odaya girerek gözden kaybolmalarını izlerken "O taşıdıkları benim sandığım değil miydi?" diye sordu.

"Evet hanımım, sizin sandığınız."

"Neden koridorlarda geziyor sorabilir miyim?" Sandığını takip eden Kiana, lafları ağzında gevelemeye niyetli uşaktan önce odaya girdi ve oğlanların çıkması için yana çekilirken duvarların gri yüzeyini yoklayan Aghon'u gördü.

Adam işine ara vermeden Kiana'nın sorusunu cevapladı. "Sandığının aşağıya indirilmesini ben söyledim. Yukarıdaki oda yerine, burası senin için daha uygun." Dönerek kadına gülümsedi. "Duvarlarından gizli geçitlere açılan bir kapıda olmadığına göre artık içimiz rahat uyuyabiliriz."
"Yukarıyı tercih ederim." dedi Kiana daha görmediği odayı el üstünde tutarak.

"Burası daha güvenli." dedi kısaca Aghon, Cadı'nın yanına yürürken. "Özel hizmetçin olarak Daria yerine daha güvenilir başka birisini seçebilirim." diye belirtti ciddiyetle.

"Daria'dan başkasını istemiyorum." dedi Kiana adamdan uzaklaşıp pencereye doğru yürüyerek.
“Aranızın iyi olmadığını düşünmüştüm.” dedi Aghon umursamayarak. Aralarındaki konuşmaları aç kulaklarla dinleyen Tolsar'a dönen adam, "Hanımefendiyi duydun." dedi artık gitmesi gerektiğini anlatan bir şekilde.

Tolsar bir cadıya bir adama baktı, hızlıca verdiği selamın ardından odadan sessizce çıktı. Uşağın ardından kapıyı kapatan Aghon sırtı kendisine dönük, altı parçalı, yer yer lekelerin olduğu camdan dışarıyı izleyen kadını süzdü. Sadece şömineye yakın bir noktada halısı olan iri kare taşlarla döşeli odayı boydan boya kat ederken ayak seslerine hiç renk vermeyen kadını takdir etti. Tam arkasında durdu ve kadının omzunun üzerinden uzanarak pencereden görünen manzarayı işaret etti.

"Meydana bakan surlara daha fazla nöbetçi yerleştirilir." dedi Aghon o kalın sesi ile. Kiana'nın irkildiğini fark etse de devam etti. "Bu taraf daha fazla göz önünde. Yukarıdaki odanın penceresi arkaya kulübelere bakıyor, bu yüzden kontrolü daha zor. Eğer biri odana bu taraftan girmeye kalkarsa yakalanma şansı daha fazla olacaktır." Dalgınlıkla kadının ancak kulaklarını geçen siyah dalgalı saçlarına elini uzatan Aghon, son anda çekerek kadının ince omzunu kavradı. "Çok gerginsin."

Kiana, sessizliğini daha fazla koruyamayacağını anlayarak adama dönerken elini de hızlıca omzundan uzaklaştırdı. "Güvenliğim için tüm tedbirler alındığına göre artık rahatlayabilirim." Cadı, bir el hareketi ile savrularak açılan kapıdan bakışlarını Aghon’a çevirdi. "Yalnız kalırsam elbette." dedi alayla.

Aghon manzaraya gülümseyerek son bir bakış attıktan sonra şöminenin karşısındaki tekli koltuğa gelişi güzel fırlattığı pelerinini aldı. Kendisini uğurlamak için bekleyen kadının karşısına gelince "Korkma, eğer bir şey olursa seslenmen yeterli." dedi sözlerinin iyice anlaşılmasını bekleyerek. "Ben hemen yan odadayım."

Kiana, odadan aheste bir yürüyüşle çıkan Aghon’un ardından kapıyı yine bir el hareketi ile kapatırken gürültü tüm kalede yankılandı.

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6