Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Celebhol

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 14
31
Şişedeki Mısralar / Pire
« : 27 Eylül 2017, 19:56:31 »
Beklentilerin çabası bir ışıkta,

Körlüğün içinde oysa aradığım.

Zincirlerden kurtulmuş bir karga,

Deliğinde boğulan bir köstebek,

Anlamın sistematik iplerinden arınmış,

Hapishane hücresinde bir insan.

Özgürlüğün yakarışı köleleştirir,

İçi sıvı boş kabuktaki zamanı.

Kurtların uluması yönlendirir,

Boş kabuktaki pireyi.

Av isteği pençeler,

İçindeki arzuyu.

Doğanın kanunları hüküm sürer,

Kişi ne kadar isyan etse de,

Gözleri kapalı bir cerrah gibi,

Elin ve ardında kaybedecek her şeyinle,

Yapıların arasındaki aciz köle,

Sokaktaki korkmuş çocuk,

Şarabın kızılına tapan evsiz,

Masasına gömülmüş memur.

Körelmeyen şeydir o,

Yanan bir soğuk gibi,

Yakan bir kar gibi,

Görüşün değiştiremediği,

Bu yüzden görüşün değiştirildiği.

Güneşe bakma kalbinle,

Daha fazlasını isteme yakarışınla,

Yanacaktır ışıksız ışığın kör boşluğu,

Solacaktır anlamın kurgusu,

Bir dilenci gibi, kör gibi, aciz gibi,

Yerleş ve yetin elindekiyle.

Ağlama ki bu düzensiz düzene,

Olmayacaktır anlamın bu anlamsızlıkta.

Bitmeyecektir şiir, kalbin ağrıdığı sürece,

Bitmeyecektir şarap, içinde yanan kor.

Öldürecektir ve öldürecektir,

Kesecek ve biçecektir,

Kara bulutlar her şeyi boşaltacak.

Kuralsızlığın sonu da kuraldır,

Kaostan hüküm doğar,

Delilerin bile bir mantığı var.

Her şey olağana dönecek,

Yazı sönecek, mısra sönecek,

Düz olan hüküm sürecek.

Evrenin kuralıdır bu.

32
Şişedeki Mısralar / Kuasar ve Kömür
« : 27 Eylül 2017, 19:30:27 »
Aklımdan da, kalbimden de,

Gelmez umut artık sönmeyen,

Kaldı mı acılar anlam veren,

Gitti mi tecrübeler boşluğu kovan?

Yaşmamım bir şaka,

Kara boşlukta yankılanan.

Kuasarların eşliğinde sönen yıldız,

Kızıl bir dev gibi parlayan duygu.

Yapımlarım yıkım içinde hayatımın,

Derine inen aklım yorgun,

Mavi akıntıların kömüre karıştığı,

İnsanı çeken hiç bir şeyin olmadığı,

İnsandışını çeken her şeyin olduğu,

Serapların ulaşamadığı.

33
Gezginler Kamarası / Yazamayan Yazar Ne Yazar?
« : 21 Eylül 2017, 14:02:52 »
Yazamayan yazar ne yazar, yazarsa kimin için yazar ve ne bekler? Belki de bir şiir yazar, dener ve bakar; bu olacak mı, diye. Belki de imla kurallarını boşlar - boşlamaz? Sınırları belirleyen gramerde nedir ki, tam olarak korunabileceğini düşünelim? Cümlerin devrik olması çok da amatör değildir belki de. Tek bir düz şekilde düşünmesi gerekir insanların; oysa kimileri birbirine karışan ok demeçleriyle düşünür. Aklın fırtınasını mı yazmalı o zaman?

Yazamayan yazar, meyve vermeyen ağaç gibi midir? Bu yazar işlevini yerine getiremediği için kökünden kesilmeli midir? Bitkiler stres altında meyve vermeyi erteleyebilir, oysa insanlar stres altında daha bile çok yazabilir; yazının besini mutsuzluk mudur? Çok da "şey etmemek" lazım, psikoloji karışık iş, kafayı yersin.

Heyhat! Belki de yazmak bir simülasyondur. Gerçek hayatta görülen tecrübelerin insan beyninde şekillenmesi ve hikaye denilen bir simülasyon içinde aktarılmasıdır. Belki de en fantastik hikayelerde bile en insani gerçekleri bulmamızın nedeni budur; dayanak noktamız yine insani tecrübelerdir.

Bir uzaylı nasıl yazar o zaman? Yazar mı ki? Bilgiyi bir şekilde aktarmayı öğrenenleri olmalıdır, bunlardan yazıyı bulmuş olanları da vardır. Uzaylı ne yazar ne yazmaz, mıdır? Yazsa peki onun "insani" gerçekleri neler olacaktır? Belki buraya gelseler, Dostoyevski'yi çöp olarak bulacak ama Grinin Elli Tonu'nu evrensel bir gerçeklik olarak göreceklerdir? Belki de Memo Tembelçizer'in verdiği hayat dersleriyle kültürleri ve uygarlıkları değişecektir. Memo Tembelçizerlerden oluşan bir uygarlık bile oluşabilir!

Yazamayan uzaylı yazar ne yazar? İlham perisine küfür eder mi? Ya da kafasındakini aktaramadığı için kendisine kızar mı? Yazdıklarının ve yazamadıklarının ağırlığı altında ruhu zorlanır mı? Heyhat, ruh da bir yazar ürünüdür.

34
Kurgu İskelesi / Ynt: İnsan ve İblis
« : 04 Ağustos 2017, 20:36:55 »
Bölüm 49 - Breaking the Habit

"Neden yaşıyorum? Yaşamaya devam etsem ne olacak ki? Ne yapacağım da, hayatım düzelecek? Dünyada nereye gidersem gideyim, hayatım her zaman aynı olacak. Hiç bir zaman mutlu olamayacağım. Hiç bir zaman, defolu olmaktan kurtulamayacağım. Yaşamak için ne sebebim var? Ne var, ne? Tek bir tane de olsa yok. O zaman neden yaşamayı sürdürüyorum? Şu siktiğimin hayatına neden devam ediyorum? Belki de şu an kendimi öldürebilirim? Neden olmasın? Şu an yapmasam bile, bu gidişle bir kaç yıl sonra yapacağım. O zaman neden, kaçınılmaz olanı erteliyorum? Neden acımı sürdürüyorum? Tek bir hareket ve her şey sonlanır. Yaşamak için ne sebebim var? Her şey umutsuz..."

Önündeki online günlükten başını kaldıran Yıldırım, okudukları karşısında dehşete düşmüştü. Bunları yazdığını, bu kadar karanlık zamanlardan geçtiğini hatırlamıyordu. Bir yandan, korkutucu geliyordu çünkü hala gerçekliklerini koruyorlardı. Bu yazıyı yazdığından beri yıllar geçmişti fakat hala uğruna yaşayacağı bir şey bulamamıştı. Adalet veya intikam... bunlar istediği şeylerdi ama kendisini mutlu etmeyeceklerini biliyordu. Kişisel bir şeye ihtiyacı vardı bu hayatta. Onu yaşanılır kılacak herhangi bir şey. Bu girdiden sonra nasıl intihar etmemişti, hatırlayamadı. Bu kadar umutsuzluk kokan bir şeyi yazan kişi, nasıl yaşamayı sürdürebilirdi? Aklına bu takıldı. Gerçi, düşünülürse, bütün hayatı umutsuzluk ve hayal kırıklığıyla doluydu. Kimi zaman, neredeyse kalbinin olduğu yerde bir acı hissediyordu. "İçim acıyor," derler ya... kötülükle dolu bir dünyanın içinde, kendisi de kötülük yaparak yolunu bulmaya çalışıyor gibi. Oysa kimseye zarar vermek istemiyordu, kimsenin de ona zarar vermesini. Bütün nefret ve öfkesinin altında... neden o bebekleri öldürmüştü? Silah seslerini tekrar duydu ve bebeklerin hırıltılı solumaları aklında canlandı. Gözlerini ve elleriyle kulaklarını kapadı fakat sesler geçmedi. Ateşliyordu o silahı, tekrar, tekrar ve tekrar...

Ayağa kalktı ve bir hışımla, bağırarak, önündeki dizüstü bilgisayarı elinin tersiyle yere çaldı. Oysa anılar, daha da artmıştı. Onun bastırmaya çalışmasıyla, daha da kuvvetleniyor ve yaptığı şeyi ona hatırlatıyorlardı. Olabilecek en kötü günahı işlemişti, çocukları bile değil, bebekleri öldürmüştü. Sebebi ne olursa olsun, böyle bir şeye kalkışmamalıydı. Bunu düşünmüş bile olduğu için bir canavardı o. Belki, gerçekten, kendisini öldürmeliydi. Onun gibi bir mahlukat, daha azını haketmiyordu.

"Yıldırım?" diye, odasının dışından bir ses duyuldu.

Bu ses, Engar'a aitti. Odasının ses kilidini kapamış mıydı? Hatırlayamadı.

"Gel," diye, adamı davet etti.

Kağıt kapıyı çekerek açan genç adam, içeri girdi ve düz, kumral saçlarının altındaki gözleriyle odayı süzdü. İçinden kendine sövdü Yıldırım. Aptallıkla, yere attığı bilgisayarı kaldırmayı unutmuştu.

"İyi misin?" diye sordu, ayakta dikilen adam, bilgisayara bakarak.

Bağırışını duymuş olmalıydı ama neyse ki, bunun sözünü açmamıştı. Büyük ihtimalle, bunu bilerek yapmıştı.

"İyiyim," diye geçiştirmeye çalıştı "Elimden kaydı."

"Neus, sana özel olarak tasarlamıştı o bilgisayarı. Senin diyarındakilere daha çok benziyormuş. Kırıldığına üzülecek," diye yanıtladı ve devam etti "Yani iyi olmuş. Kaptan, ben ve Kueti, beraber bir yere gideceğiz. Senin de gelmen gerekiyor."

"Elbette, hazırlanmak için beş dakika ver," dedi, kirli sakalını kaşıyan Yıldırım.

Onaylayarak dışarı çıktı, Engar. Koridoru geçerek salona girdi ve Neus'la karşılaştı. Sırtı dönük adam, kütüphaneyi karıştırıyordu. Her zamanki laboratuvar önlüğünü giymişti.

"Durumu nasıl?" diye sordu, Engar arkasından geçerken.

"İyi değil. Yaptığı şeyle yüzleşmesi gerekiyor," dedi, genç adam "Bununla barışmadığı sürece, hayatına devam edemez."

"Bu sefer, onun bize yaklaşması gerek. Gereğinden fazla gurura sahip," dedi Neus ve alaycı bir tonda ekledi "Bu açıdan, tanıdığım birisine benziyor."

"Yaptığın iş de, ağzın kadar iyi olsaydı, böyle bir durumla karşılaşmazdık," diye yanıtladı Engar ama sonra itiraf etti "Dürüst olmak gerekirse, onun hakkında yanılmışım. Yanlış anlama, ilk karşılaştığımızda, gerçeklikle bağlantısını kaybetmeye başlamış, kendini beğenmiş bir pislikti. Ancak... değişebiliyormuş."

"Bir kil gibi yontulabilir," diye onayladı, Neus fakat bunu söylediğine pişman oldu. Düşünmeden konuşmuştu.

"Aynı benim gibi mi?" diye sordu, Engar "Bana yaptığını onun üstünde de denersen, seni buna pişman ederim."

"Engar ben--" diye açıklamaya çalıştı Neus fakat lafı, ona yaklaşan genç yüzünden yarıda kesildi.

"Asla. Bir daha asla böyle bir şey yapmayacaksın. İnsanlar özgürce oynayabileceğin nesneler değil," dedi, keskinleşen, cam gibi gözlerini, kara çukurların içine dikmiş Engar. Kimi zaman, bu adamın ne kadar canavarlaşabileceğini unutur gibi oluyordu. Rolünü çok iyi unuyordu Neus.

Ardından, hışımla çekip gitti. Onun arkasından bakan Neus, kaç yıl geçse de, gencin olanların hala peşini bırakmadığını düşündü. Ancak yargılamak, Neus'a göre değildi. Önündeki işe döndü ve kitapları karıştırmayı sürdürdü. Arada sırada, bir tanesini çıkarıyor ve belli bir kısıma bakıyor ve sonra yerine geri koyuyordu. Bu şekilde, pek çok kitabı, hızla, inceledi. Edindiği bilgilerle, kafasında bir simülasyon oluşturuyordu. Farklı kaynaklardan ve alanlardan bilgilerle oluşturduğu bu simülasyonda test edeceği bir hipotez vardı aklında. Daha doğrusu, bir ürün oluşturmayı amaçlıyordu. Ancak, bunun için öncelikle, bütün koşulları bilmesi gerekiyordu. Yoksa simülasyonu eksik olurdu, hipotezi yanlış olurdu ve istediğinden farklı bir ürün ortaya çıkardı.

Beş dakika kadar bir süre sonra, Yıldırım odasından çıktı ve salona girdi. Gözünün ucuyla ona şöyle bir bakan Neus, tahmin ettiği gibi bir görüntüyle karşılaşmıştı. Sakalını kesmiş olan genç, saçlarını da düzeltmişti. Başkalarının, onun çektiği bu acıyı görmesini istemiyordu. Hislerini saklamaya meyilli birisiydi Yıldırım ve bu konuda uzmanlaşmıştı. Ancak, ne zaman kendisini salacağını ve ne zaman saklayacağını kestirmek, emek istiyordu. Başkasına rastgele gelebilirdi fakat Neus'a değil.

Genel olarak, Yıldırım'ın yüzünde çok fazla ifade olmazdı ve bir çok kişiye göre, okuması daha zor birisiydi; bunu, onu gözlemlediği ve geçmişini değerlendirdiği süreçte fark etmişti. Bununla beraber, kendisine bakmasının tek sebebi bu değildi. Hayatını daha düzgün bir hale getirmeye çalışan herkes gibi, yüzeysel özelliklere dikkat etmenin işe yarayabileceğini düşünmüştü. Bir yerde de haklıydı. Kendine bakmak, kişinin zihinsel durumu hakkında bir şeyler söylerdi fakat Neus'un da gayet iyi bildiği üzere, herkesin kişisel bakım standardı farklıydı.

Yıldırım'ın göz altlarına bakılırsa, uyumaktan sorun çekiyordu. Yaşadığı travmadan sonra çok normaldi. Onunla iletişime geçerek, biraz daha veri  edinme ve ona göre davranma kararı aldı, Neus.

"Nasılsın, Yıldırım?" diye sordu.

Yıldırım dediğinde, gencin gözbebeklerinde hafif bir büyüme ve yüz hatlarında genel bir gevşeme olmuştu. Yaptığı şartlamanın işe yaradığını görmek güzeldi. İblis denilen Ugi, ona Eiros adını takarak, kendi amacına yönelik bir şekilde, genci koşullandırmıştı. Bu kelime üstüne kurduğu kimlik sayesinde, Eiros demek, acı, çaresizlik, öfke, umutsuzluk vb. demekti. Kısacası, Ugi'nin kendi "intikam" amacıyla kullanabileceği duygular. Hakkını vermek gerekiyordu, İblis işinde oldukça iyiydi. Sonuçta, Neus'un hasmı çağlar boyunca tekniklerini geliştirme fırsatı olmuş, kadim bir canlıydı. Ancak Neus, gencin kendi adını hatırlatarak ve onunla pozitif şekilde iletişim kurarak, onu bu durumdan çıkarmıştı. Standart sapma göz önüne alınırsa, hesaplamalarına uygun bir süre içinde gerçekleşmişti. Yaptığı gözlemler, boşa gitmemişti. Zaten gidemezdi de, kaç tane uykusuz gece geçirmişti bu proje için.

"İyi..." diyecekti ki, durakladı "Pek de iyi değil, Neus. Fabrikada yaptığım şeyden beri..."

"... kendimi öldürmek istiyorum, aynı ergenliğimdeki gibi," diye aklından tamamladı, kara gözlü adam "Ancak bunu asla söyleyemez."

"... yaptığımla nasıl yaşarım? Onların görüntüsü ve sesi gözümün önünden gitmiyor," diye devam etti Yıldırım ve cılız bir tonda ekledi "Onları öldürdüm."

"Yaşadıkların çok doğal. Travmatik bir olay yaşadın ve bu sende iz bıraktı. Ancak zamanla bunun üstesinden gelinebilir," diye yanıtladı adam.

"Öyle ama... o kadar yoğun ve gerçek geliyorlar ki, asla geçmeyecek gibi. Gözlerimi ne zaman kapasam, onları tekrar öldürüyorum. Uyumaktan korkar oldum, bilincimden korkar oldum," dedi "Çok yorgun ve gerginim. Sürekli tetikteyim."


"Dünyaya dair güven anlayışın sarsılmış. Sonuçta, insanlar için en masum şey denilen bebekleri bile öldürmek zorunda kalmışsan, seni buna zorlayan dünya nasıl bir yer olabilir?" diye, onun yerine bir sorgulamada bulundu.

"Kesinlikle!" dedi, Yıldırım "Bildiğim her şey yalanmış gibi geliyor. Kimseye güvenemezmişim ve yapmak zorunda olduğum seçimler karşısında çaresizmişim gibi."

"Kendine dair algın hakkında değişen bir şey var mı?" diye sordu Neus, bir yandan aklının köşesine bir not alırken.

"Bilmiyorum. Sanırım elimde bulundurduğum güçten tiksiniyorum. Bir daha asla kimseye zarar vermek istemiyorum. Düşüncesi bile... onlar gözümün önüne geliyor."

"Anlıyorum. Bir amacın olduğu sanıyordum, Yıldırım. Buna nasıl ulaşmayı planlıyorsun o zaman?" diye sordu, adam.

Genci yargılamadığı, sesinden belliydi. Yıldırım da bunu biliyordu, o yüzden içinde bir çekince yoktu. Bu güven ve uyumluluk bağını oluşturmak için, Neus'un çabalaması gerekmişti.

"Ben... sanırım bunun gerçekçi olmadığını biliyorum. Dünyayı, en azından ülkemi değiştirmek gibi bir hedefim var. Her ne kadar bu konuda oldukça gerizekalıca davranmış olsam da," dedi, Tepe Semti'nde yaptıklarını hatırlayarak "Hala amaçladığım bir şey. Elimde bir güç var ve bunu iyi yönde kullanmak istiyorum."

"Çok güzel. Unutma ki, önündeki günlerde bu anılar arada sırada, özellikle şu sıralar aklına gelecek. Nelerin onları tetiklediğini hatırla ve anlamaya çalış fakat elinden geldiğince, onlardan kaçınma. İşini sadece daha zorlaştırır," dedi, Neus.

"Doğru. Yine de, bütün bunlar yetecek mi? Hedefime ulaşsam bile mutlu olacak mıyım? Onun dışında, hayatımda hiç bir şey yok şu an," dedi, genç Yıldırım.

Beklediği gibi, gencin farkındalığı gelişmişti. Zaten belli açılardan, daha önce de ortalama bir insanın üstündeydi fakat kendisinin yanında geçirdiği zaman süresince, daha da artmıştı. Travmasına rağmen, amacı uğruna ne yapması gerektiğini bilmesi ve bu amacın tek başına, mutluluğu için yeterli olmayacağını bilmesi bunu gösteriyordu.

"Sen bir insansın, Yıldırım ve insanlar, kimi zaman aksini ne kadar isteseler de, sosyal canlılardır. Kueti'yle sohbetten ne kadar keyif aldığını sen de gördün," diye yanıtladı adam.

"İyi ama gerçekten bu kadar basit mi? Bütün bu acılarımı, üstüne tonlarca gerçeklik inşa ettiğim acılarımı, sadece insanlarla etkileşerek geçirebilir miyim?" diye sorguladı, genç ve aklından ekledi "Ve öylelerse, bütün o gerçekliklerim yalan mıydı?"

"Bu kadar basit olmayacaktır. Ancak, kilit bir nokta," diye, emin bir şekilde cevapladı, siyah saçlı adam.

Genç, biraz sarsılmış gibi görünüyordu. Sanki kabullenmek istemediği bir gerçekle yüzleşmişti. Karşılaştığı bu yorumu sindirmeye çalıştı.

"Aslında," dedi "Düşünüyordum da, insanlığa dair herhangi bir sosyal organizasyon büyüdükçe, içindeki kötülük de artıyor. Devletler, şirketler vb. devasa organizasyonlar bu yüzden oldukça kötü. Aynı şekilde, küçük sosyal çevreler, aile, arkadaş vb. iyi olabiliyor. Bunca zaman, kendi yaşadıklarımdan dolayı, onların da iğrenç olduğunu düşünmüştüm ama buradaki bağı görmek, sanırım bir şeyleri fark etmeme yol açtı. Aramızda kalsın ama Engar ve Yugiera arasındaki duruma imrendim. Engar çok şanslı birisi. Keşke ben de, büyürken böyle birisiyle karşılaşmış olsaydım. Her neyse! Sanırım, insanlar hakkında yanılmışım. Böyle küçük sosyal çevrelerde, iyilik ve mutluluk mümkün olabilirmiş."

Bunu derken, utanmamıştı. İlk başta. Sonra kulaklarını yandığını hissetti, sanki bir sır ifşa etmişti. Bir açıdan da öyleydi. Birisine imrendiğini itiraf etmek, hele ki böyle bir konuda, oldukça zordu.

"Neyse, çıkmam gerek. Kaptan bir şeyler yapacakmış. Görüşürüz!" diyerek aceleyle laflarını bitirdi ve yollandı, Yıldırım.

Çıkan üründen memnun kaldı, Neus. Her şey, kafasındaki simülasyona göre gidiyordu. Yıldırım'ın davranışları, tamamen beklediği gibiydi.

35
Filmden ziyade kaliteli bir dizi daha uygun Witcher serisi için kanımca. Umarım iş bilen bir ekip elinde hakkı verilerek yapılır.
Pek çok kitap, hele ki seriler, filmden daha çok dizi formatına uygun. Filme aktarılacak denirken, pek çok detay kırpılıyor veya değiştiriliyor genellikle. Oysa dizilerde daha çok detaya girilebildiği için, teorik olarak, bu sorun daha az.

36
Netflix yapımlarına güveniyorum, güzel bir çalışma çıkma ihtimali yüksek. Geralt'ı güzel bir dizi kıvamında izlemek eğlenceli olacaktır. Witcher çok özel bir evrene sahip ve fanteziye yaklaşımı çok farklı. Başka bir deyişle, yaşasın elf ve cüce ırkçılığı!

37
Başkalarının, onun gaddar, benmerkezci davranışları tarafından sindirilmiş olmaları aklına dahi gelmez.

- Kötülüğün Anatomisi, Simon Baron-Cohen

38
Kurgu İskelesi / Ynt: İnsan ve İblis
« : 10 Mayıs 2017, 22:33:23 »
Bölüm 48 - İstek 3

İnsan, küçükken, farkında olmadan çok işlevsel şeyler öğreniyor. Örneğin, etrafındakilere yakın hissetmiyor fakat bunun kendisine zarar vereceğini biliyorsa, sahte bir yakınlık göstermeye başlıyor. Ailesi tarafından zarar görmüş fakat onlar olmadan hayatta kalamayacağını bilen bir çocuk, milyonlarca yılın getirdiği evrimsel bir dürtüyle, yalan söylemenin yararlarını keşfediyor.

Babamın gidişinden ve annemin, bu olayın ardından değiştiğinden bahsetmiştim. "Gidiş" demek doğru kelime mi, bilmiyorum. İşin aslı biraz daha karışık. Dört-beş yaşındayken, bir akşam vaktine dair bir anım var. O zamanki evimizde, sarı ışığın aydınlattığı ve aynı renk halının kapladığı salondaydım. Bir koltuğa kurulmuş, televizyon izliyordum fakat içeriden bir takım sesler geldiğini duydum. Salondan çıktım ve girişin diğer tarafındaki koridora yöneldim. Turuncu renkli gece lambasının, cılız bir şekilde aydınlattığı koridorda, annem ve babam dikiliyordu. Gür, yer yer akların düştüğü bir sakala ve çalı gibi, kıvırcık saçlara sahip babamın yüzü, öfkeyle çarpılmıştı. Ondan kısa olan anneme bir takım el kol hareketleri yaparak bağırmaktaydı. Annem ise sinmiş görünüyordu. Ne olduğunu tam olarak anlamasam da, bu olay, bana yabancı değildi. Babam, annemi bir şekilde, yine, incitiyordu. Benim onları gördüğüm esnada, annem bana döndü ve hüsran ile öfkeyle, babam saldırmamı söyledi. O, koridoru terk eder ve tartışmadan uzaklaşırken, ben, ileri atıldım ve babamın bacaklarına saldırdım. Zayıf tekmelerim ve yumruklarım, fiziksel olarak hiç bir etki yaratmıyordu ama onu şaşırtmayı başarmıştı. Kafasını eğip bana baktığında, bunu beklemediği yüzünden belli oluyordu.

Bir süre sonra, babam hem annemi hem de beni dövmeye başladı. Okula gittiğim zamanlar, birisinin vücudumdaki morlukları fark etmesini ve bana yardım etmesini dilediğimi hatırlıyorum. Belki bir arkadaşım görür ve ailesine söylerdi ya da öğretmenim fark eder ve devreye girerdi. Böyle bir şey gerçekleşmedi ve tersine, zamanla, ben büyüdükçe ve daha fazlasını kaldırabilir hale geldikçe, şiddetin dozu arttı. Ancak, babama dair bütün anılarım bunlardan ibaret değil. Bir keresinde, gittiğim dövüş sporunda, il çapında bir müsabakaya yazılmıştım. Hem annem hem de babam, beni izlemeye gelmişlerdi. Basketbol salonunun zeminine mavi ve yumuşak süngerler serilmişti. Beyaz kıyafetlere bürünmüş, ortalama benim yaşımdaki katılımcılardan oluşan topluluk, üstlerinde toplanmıştı. Farklı renkli kuşaklara sahip bir çok kişi vardı. Benimkisi ne çok yüksek ne de çok düşük, ortalarda bir yerdeydi. Ancak, hocamın da yardımıyla, dereceye girme ihtimaline sahip her rakibimi çalışmıştık. Güçlü ve zayıf noktalarını öğrenmiş, hepsine karşı bir savunma veya saldırı geliştirmiştim. İşe yaramıştı ve turnuvanın sonunda dereceye girmiştim. Babamın gözleri, gururla parıldamıştı. Bu olaydan bağımsız, başka bir günde, bir alışveriş merkezine gitmiştik. Orayı seviyordum çünkü içinde bir eğlence merkezi vardı. Langırttan tut, ekrandaki düşmanları vurduğun oyunlara kadar her şey vardı. Yerin altındaki kata yapılmış bu yer, çok büyük bir salondu aslında. Işıklandırması her zaman az olur ve karanlığın içinde, parlayan ekranlar görülürdü. Babamla, hava hokeyinin başına geçtik. Normalde ben kazanırdım çünkü buna izin verirdi fakat o gün, farklı bir yol izledi ve beni alt etti. Buna çok sinirlenip, kızarmıştım ve adam kahkalar atmıştı.

Bununla beraber, her şey, o günlerdeki gibi değildi. Bir gün, eve geldiğimde, babamı burnundan solurken bulmuştum. Bir süre önce, okul sonrası verilen etütlere yazdırmıştı beni ve onlara hiç gitmemiş olduğum, sonunda açığa çıkmıştı. Beni odama yolladı. Pek büyük bir yer değildi. Sol tarafta bulunan girişinin tam karşısında, çalışma masam vardı. Sağ tarafın en ucunda bulunan yatağımın başı, odanın köşesine yaslanmıştı ve ayak ucumdan biraz ötede, bir gömme dolap vardı. İçindeki giysilerin yanısıra, alt kısmında bulunan ayakkabılardan dolayı, odamda her zaman, hafif bir ayak kokusu olurdu. Üstünde küçük bir kütüphanesi bulunan, beyaz masama geçtim ve peşimsıra odaya girmiş babam, önüme bir soru bankası fırlattı. Çözmeye başlamamı söyledi ve ben de, öyle yaptım. İlk sorumdan sonra, kitabı elimden aldı ve yanıtımı, arka taraftan kontrol etti. Yanlış yapmıştım. Bunun üstüne, nereden çıkardığı belli olmayan bir oklavayla gövdeme vurdu. Annemin fırında börek için hamur açmakta kullandığı, kalın ve uzun bir tanesiydi. Devam etmemi ve bunun adalet olduğunu, kendi eylemlerim sonucu meydana geldiğini söyledi. Karşı çıkmaya korkarak, devam ettim ve pek çok yanlışım çıktı. Her seferinde, bunun karşılığını fazlasıyla aldım. Bir yerden sonra, başım dönmeye başladı. Babam, soruları çözmemi söylüyordu fakat donakalmıştım. Bilincimi korumak, bütün enerjimi alıyor ve bayılmamaya çabalıyordum. Annem, kapıdan bizi izliyordu. Hiç bir şey yapmamıştı.

Verdiğim bu tepkiden dolayı, daha sonra, kendime kızdım. Bana, bunu yapmasına izin vermiştim. İlerleyen aylarda, bu düşünce yok olmak yerine, daha farklı bir şeye bıraktı kendisini. Babama karşı saygıda kusur etmiyordum fakat içimde bir öfke büyüyordu. Bana ve anneme yaptıkları için, ondan nefret ediyordum. Gittiğim spor, bu duyguları atmak açısından yardımcı oluyordu fakat yeterli değildi ve sakatlandıktan sonra, ona da gidemez olmuştum. Bir gün, eve geldiğimde, ikisini, oturma odasında kavga ederlerken buldum. Bu seferki, diğerlerinden de kötüydü. Kemerini çıkarmış olan babam, yere serilmiş, kendisini korumaya çalışan anneme vuruyor ve bağırıyordu. Kadın, yüzünü çevirdiğinde, yüzüne bakmasını söylüyor fakat yüzüne baktığında da, ayı mı oynatıyorlar, ne bakıyorsun diye tersliyordu. Değer bilmez olduğumuzu, bu aileyi onun geçindirdiğini ve onun uğraşmak zorunda kaldığı şeylerden haberimiz olmadığını söylüyordu. Nankördük, küstahtık ve saygısızdık. Çok istiyorsak, ikimiz de onu terk edip gidebilirdik. Hatta, daha iyisi, o bizi bırakıp gidecekti. Bunlar, sık sık tekrarladığı cümlelerdi; onu istemiyorsak, onu terk edebileceğimiz ve bunun yerine, onun gideceği.

Eve geldiğimi, ikisi de fark etmemişti. Önceden yapmış olduğum gibi, üstüne atılmayı ve onun bir boşluğunu yakalamayı düşündüm fakat aramızdaki fizik farkından ve elindeki kemerden dolayı, hiç bir işe yaramazdı. Bu yüzden, onlara fark ettirmeden mutfağa yöneldim. Bir gün böyle bir şey olursa diye, yerini gayet iyi belirlediğim, beni dövmekte kullanmış olduğu oklavayı aldım. Kendi odamı geçtim, oturma odasına girdim ve oklavayı, kafasına oturttum. Babam, inleyerek yere düştü. Bir kaç saniye sonra doğrulmaya çalışırken, bana baktı ve elimdeki sopayı gördü. Beni öldüreceğini söyleyerek, kemere uzandı. Bunun üstüne, eline vurdum. Üstüme atılmaya kalkınca, geriye kaçıldım ve yüzünün ortasına bir darbe oturttum. Bir çıtırtı sesi gelmişti. Yere yıkılan adamın burnundan, kanlar boşandı. Hala ayağa kalkmaya çabaladığını görünce, bir kaç kez daha ona vurdum ve bunu önledim. Olay bittiğinde, sanırım bilincini kaybetmişti. Annem, olan bitenden şok olmuş şekilde, sündüğü köşeden bizi izliyordu. Onu yatıştırmak için bir adım attım fakat yerdeki kana bastığımda çıkan sesle durdum.

Bunu izleyen bir kaç hafta, sanki başka birisinin hayatını izliyormuşum gibi geçti. Ne olduğunu tam olarak anlamıyordum ve her şey çok yabancıydı. Babam, evden gitmişti. Eve ciddi yüzlü bir takım kişiler gelip gidiyor ve bana pek çok şey soruyorlardı. İçlerinden sadece bir tanesi, canayakın davranmıştı. Benim hakkımda bir şeyi anlamaya çalışıyorlardı Annemle konuştuklarını ve kadının endişelendiğini hatırlıyorum. Bir gün beni dışarı çıkardı ve sevdiğim eğlence merkezine gittik. Yeterince oyun oynadıktan sonra, yukarı kattaki bir dükkanda, dondurma yemek için oturduk. O sırada, bana, yakında beni kendisinden alabileceklerimi söyledi. Bunu dediği esnada oldukça ciddi bir ifadeye sahipti. Tamam, dedim ve anlamış gibi davrandım. Oysa, benim için pek bir şey ifade etmemişti.

Bu duygusal durgunluğun şoktan olduğunu ve o kişilerin, beni bir ıslahevine kapatıp kapatmamak gerektiğini anlamak için gelmiş olduğunu, ancak şimdi anlayabiliyorum. Sonuçta, babam, etrafı tarafından oldukça iyi bir insan ve haksızların savunucusu olarak bilinirdi. Bize yaptıkları hakkında, kimsenin bir fikri yoktu. Ancak, her şeye rağmen, bugün bile, yaptığım şeyden dolayı pişman değilim. Onu durdurmasam, kimsenin bunu yapacağı yoktu.

39
Kurgu İskelesi / Ynt: İnsan ve İblis
« : 05 Mayıs 2017, 19:49:52 »
Bölüm 47 - İnsan

Dört kişi, geniş ve uzun çam ağaçlarının dizildiği ormanda yol almaktaydılar. En önde, uzun boylu Yugiera vardı ve yan yana yürüyen üçlüye rehberlik etmekteydi. Aralarında metreler bulunacak şekilde dizilmiş ağaçların çapı, ormanın içine girdikçe daha da artmaktaydı. Çamların oluşturduğu örtüden sızan gün ışığı, yerdeki bodur ve geniş, uzun yapraklı, otsu bitkileri aydınlatıyordu. Kahverengi topraktaki mikro-organizamalar, yeni yağmış yağmur sayesinde, yağmur kokusu olarak bilinen maddeyi salgılıyorlar ve bu, havayı dolduruyordu. Eiros, arada bir, ona fısıldayan birilerinin sesini duyuyordu fakat onlara kulak asma zahmetinde bulunmadı. Bunlar, sadece, aç ve aciz ruhların çırpınışlarıydı. Onun aklında, başka bir şey vardı.

"O kadar güzel yemek yapabildiğini bilmiyordum," dedi, sağındaki Kueti'ye "Geçen günkü tavuk çok güzeldi."

"Pek de özel bir şey yapmadım. Belki bir sebepten sana öyle gemiştir," dedi, saçları elektrikli kız, soğuk bir tonda.

"Ne oldu?" diye sordu, meraklanan Eiros.

"Bir şey yok," diyerek onu geçiştirdi, genç kadın.

"Senin kararından dolayı bozuk atıyor," diye açıkladı, en sağdaki Engar.

"Engar!"

"Ne var, öyle değil mi?" diye devam etti adam "Yaptığının başımızı ne kadar da derde sokacağından, aşırı amatörce bir şey olduğundan bahsetmiyor muydun?"

Mavi gözlerinden buz huzmeleri fırlayacakmış gibi, Engar'a baktı, kız.

"Gerçekten mi?" diye sordu, Eiros "Böyle düşündüğünü bilmiyordum."

Kueti, yolunun üstündeki büyükçe bir daldan kaçınırken, bir yandan iç çekti.

"Zeki birisi olduğunu düşünüyorum, Eiros. Peki söylesene bana, sence yaptığın hiç kimsenin ilgisini çekmeyecek mi? Böyle duygusallıklara yer yoktur bu işte. Tek bir hata yaparsın ve bizi bulurlar."

"Onları öyle bırakamazdım," diye yanıtladı, adam.

"Ne fark etti? Bay Pandemonium'un anlattıklarını dinledim. Sen öyle yapmasan bile, bir kaç güne öleceklermiş zaten. Ha üç gün sonra ölmüşler, ha o an, ne fark eder? Tek yaptığın, arkamızda bir iz bırakmak oldu," diye yanıtladı, genç kadın.

Eiros, onun bu tepkisini anlamlandıramamıştı fakat ilk karşılaşmalarında, Engar'ın fedakarlığına ne kadar soğuk yaklaşmış olduğunu hatırladı.

"Kueti pek de haksız sayılmaz. Eğer birisi olayı araştırıyorsa, bu izi fark edebilir," diye ön taraftan seslendi, onları duymuş olan Yugiera.

Ancak, Eiros'a hiç beklemediği bir destek geldi.

"Profesyonellik her şey değil. Kimi zaman, yapılması gereken şeyler vardır," dedi, Engar "Eiros bunu yapabilme cesaretini gösterdi."

"Başımın belası, her şeye karşı çık," diye söylendi, Yugi.

"Başka bir şeyden konuşsak," diye konuyu değiştirmeye çabaladı, genç Eiros.

"Sen söyle. İş dışında pek konuşkan değilsin," dedi, Engar.

Adam, haklıydı. Onlarla konuşmuş olsa da, Eiros'un hala derin bir bağ kurabilmiş olduğu söylenemezdi.

"Mesela boş zamanında neler yaparsın?" diye ekledi, Engar.

"İnternette gezinmek sayılır mı?" diye güldü, Eiros "Son bir-iki senem pek de istediğim gibi geçti diyemem. Eskiden dövüş sporlarına meraklıydım ama pek imkanım olmadı. Okumayı, özellikle aksiyon dolu şeyleri severim. İnternette bir şeyleri araştırmayı da seviyorum. Doğru siteleri biliyorsan, kimsenin aklına gelmeyecek şeyler öğrenebiliyorsun."

"Bilgisayarla aran iyi yani?" dedi, Kueti.

"Bu, dar omuzları açıklıyor," dedi, Engar.

Eiros, şaşkınlıkla gözlerini ona çevirdi.

"Ne? Seni bir süredir takip ettiğimiz biliyorsun. Dönüşümden önceki halini bilmiyoruz mu sandın?"

"Madem konusu açıldı, beni ne kadar zamandır izliyorsunuz? Açıkçası rahatsız edici biraz."

"Gecenin bir köründe, bilgisayarın yanına koyduğun tuvalet kağıdıyla ne yaptığınla ilgilenmiyoruz," diye seslendi, Yugi.

Utanmış olsa da, aklına bir cevap gelen Eiros, bir an, söyleyip söylememek konusunda tereddüt etti.

"Sapık gibi, beni en azından aylarca izleyen sizsiniz. Acaba sen neler yapıyordun o sırada?"

"Vay, demek ısırabiliyormuşsun," dedi, kahkaha atan Yugiera.

Engar da bu gülüşe katılmış, hatta Kueti bile kıkırdamıştı.

"Geldiği yerde daha çok var," diye, kendinden emin bir sesle ekleme yaptı, genç.

Gülüşmeler daha da arttı.

"Sizin diyarınızla ilgili en çok neyi sevdim, biliyor musun?" diye sordu, Engar "Video oyunlarını. Bizim orada, bunlardan pek yok. Herkes işin içine gömülmüş, ciddiyetten geberecek budalalar. Böyle bir şey icat etmek akıllarına bile gelmemiştir. Oysa siz, zevkler konusunda çok daha gelişmişsiniz. Herkesin zevk aldığı bir şey var ve bu oyunların diyarları akıl almaz şeyler."

"Gerçekten mi?" diye sordu, Eiros "Renk değiştiren şelalelerin etrafında yaşayan, ses dalgasını silah olarak kullanan birisiyle savaşmış ve bunu enerji huzmeleri kullanarak yapmış birisi mi söylüyor bunu?"

"Eh, benim gibi birisi yaptığı her şeyde çok iyi olabilir. Yani yanlış anlama, gerçekten muazzam birisiyim ama bu hayatta yapabileceklerin sınırlı. Bu oyunlarda öyle değil. İstediğin herhangi bir şey olabiliyorsun."

"Engar epey bir inek bu konuda," diye onayladı, Kueti.

"Saklayacak bir şeyim yok. Sevdiğim şeyi seviyorumdur," dedi Engar "Hem boş zamanlarında saçmasapan programlar izleyen ben değilim."

"Kafamı dağıtmama yardımcı oluyor. Dönen kumpasları ve çekişmeleri görsen... o kadar aptalcalar ki, bırakamıyorum."

"Ne kadar kötüyse, o kadar iyi," diye belirtti, Eiros.

"Aynen."

"Peki başka ne yapıyorsun? Bütün zamanını böyle geçirmiyorsun herhalde?"

"Senin gibi macera dolu şeyleri olmasa da, kitapları severim. Hele ki klasikleri," dedi, kız ve aklına gelerek ekledi "Hem bizim diyarınkini hem de sizinkini."

"Evet, bazıları oldukça güzel. Gerçi çok okumadım," dedi, adam "Okula gitmedin zannediyordum, Kueti?"

"Ben..."

"Sı-kı-cı," diye söylendi, Engar "Kim bir şeyin başında, saatlerce, hiç bir şey yapmadan oturur?"

"Oyunları sevmiyor muydun? Bu nasıl farklı oluyor?" diye bir soru yöneltti, kız.

"O farklı. Aktif olarak bir şeyler yapıyorsun. Oysa bir şey izler veya okurken, sadece öyle duruyor ve insanların yaptıklarını izliyorsun. Bu interaktif hikaye denen oyunları da, o yüzden sevmiyorum," diye açıkladı.

"Benim ruh halime göre çok değişiyor. Senin kadar bilgim yoktur tabii ama..."

İkili, rol yapma oyunları üstüne derin bir sohbete tutuştu böylece. Eiros'un ne kadar garibine gitmiş olsa da, Engar'da böyle bir taraf bulmak hoştu. Adamın klasik, izometrik tarzdaki rol yapma oyunlarından çok, aksiyon-rol yapma oyunları sevdiğini öğrenmişti. Kendisi iki türü de oynamıştı ama Engar kadar fazla oyun serisine bulaşmamıştı. Adamın bu zamanı nereden bulduğunu merak etti çünkü geldiğinden beri, onu dışarıda çalışırken görmüştü.

"Sıkıldın mı?" diye sordu, yanına gelen Kueti'ye, Yugi.

"Hayır ama ilgimi çekmiyor. Söylesene, kaptan, sence Eiros'ta bir değişim mi var, yoksa bana mı öyle geliyor?"

"Ah, kesinlikle değişti. Niye sordun?" dedi, rahat bir havayla.

"Sadece bu kadar çabuk olması garibime gitti. Görevden döndüğümüzden beri o kadar... içine kapanmıştı ki, bir daha asla toparlayamayacak zannettim."

"Şuna bak, yoksa buz kadın Kueti, onun için endişeleniyor muydu?" diye sırıtarak sordu, Yugi.

"Hayır, canım, ne alakası var?" diye karşı çıktı, kız.

Oysa kaptan, kolunu onun omzuna atarak, kızı yanına çekti ve hafifçe sarstı.

"Hadi hadi, ikiniz de gençsiniz. Bunlar çok doğal şeyler."

Kız karşı çıkmak için bir şeyler demeye çalışsa da, Yugiera'ya karşı hiç bir işe yaramadı. Kadının özellikle böyle davrandığını farkettiğindeyse, vazgeçerek, kaderini kabullendi. Neyse ki, kendi sohbetlerine çok kapılmış olan Eiros ve Engar, onları fark etmemişti.

"Sence birisiyle ilişki kurabilir miyim, kaptan?" diye sordu, kız, sessizce.

"Tabii ki de. Bak şimdi, öncelikle iyice bir yıkanın ki saçma yerlerde koku olmasın. Ardından ona söyle de, tırnaklarını kessin, yoksa çok fena acıtabiliyor..."

"O açıdan demedim yahu!" dedi, genç kadın.

Sesi yüksek çıkmış olacak ki, Eiros ve Engar'ın konuşması bir anlığına durdu ama daha sonra tekrar devam etti.

Daha önce, böyle bir grupta, hiç bu kadar uzun süre bulunmamıştı, kız. Kendisi üstündeki etkilerinden hoşlandığı söylenemezdi. İnsanların ona bu kadar yaklaşmış olması, alışkın olduğu bir şey değildi. Bu konuda, bir şeyler yapmalı mıydı?

"Ne olursa olur," diye yanıtladı, Yugiera "Akışına bırak biraz."

Kueti, bir yanıt vermedi.

40
Kurgu İskelesi / Ynt: İnsan ve İblis
« : 04 Mayıs 2017, 18:52:53 »
Bölüm 46 - İstek 2

Gerçekliğe karşı çıkanları kabullenemememin bir sebebi de, annemin bu tavrıydı. Sonuna kadar, her şeyi inkar etti. Hem kendisine hem de bana yalan söyledi. Bu yüzden, bu davranışı, ne başkasında, ne de kendimde hoş görebiliyorum. Peki bundan mı ibaretim? Annemin beni terk edişi ve büyürken kimsem olmaması mı, beni olduğum kişi haline getirdi? Çok büyük bir etkisi var, bunu kabulleniyorum ama bütün hikayeyi anlatmıyor.

İlkokulda çekingen fakat enerjik bir çocuktum. Diğer çocuklarla oynamayı severdim ve o yaştaki her çocuk gibi, kendi cinsiyetimden olanlarla bağlarım daha kuvvetliydi. Hiç kardeşi olmamış birisi olarak, bu kardeşlik hissini seviyordum. Oyunlarda çok iyi olduğum söylenemezdi, bir sebepten dolayı -genellikle- diğer çocuklardan geride kalıyordum. Sanırım, hiç birisi, bütün enerjimi ve zamanımı onlara yatıracak kadar ilgimi çekmiyordu. Diğer çocuklar deliler gibi futbolcu kartı alır, maçlar izler ve yeni hareketler öğrenirken, ben, sadece onlarla ortak maçlar yapacağımız zaman futbola ilgi gösterirdim. Genel olarak durum böyleydi fakat bunun bir istisnası vardı. Dövüş sporlarına epey bir meraklıydım ve bir tanesine düzenli olarak gidiyordum. Duvarları camlarla ve yeri, yumuşak bir süngerle kaplı bir salondu. Koşu yarışı yapabileceğiniz kadar büyük fakat bunun çok yorucu olmayacağı kadar küçüktü. Pek çok gerecin yanında, bir köşede asılı kum torbamız ve Moruk adını taktığımız bir antrenman mankenimiz de bulunuyordu.

Oldukça elastik bir yapım olduğu ve bana söylenildiğine göre farklı düşündüğüm için, bu sporda başarılıydım. Diğer öğrenciler, hocanın dediklerine harfiyen uyar ve aynı hareketi defalarca tekrarlarlardı. Ben de böyle yapardım, sonuçta, bir dövüş sporunda, yaptığınız her bir hareket refleks haline gelene kadar çalışmanız gerekir. Ancak, bir yandan, aklımın bir kenarında sesler olurdu. Bunu farklı yapsam ne olur? Açıyı biraz azaltarak veya arttırarak bu hareketi gerçekleştirirsem sonuç farklı olur mu? Neden tam olarak bu pozisyonda gerçekleştirmem gerekiyor? Hoca bunu emretti ama sebebini söylemedi. En iyisi arada ona sorayım. Bunun gibi düşünceler benim için olağan şeylerdi ama insanlar, düşünme şeklimi her zaman farklı buldu. Özellikle, yaşıtlarımdan daha ileride olduğumu söylerlerdi. Bana oldukça sıradan geliyordu oysa. Tek yaptığım, olaylardaki tekrarları açığa çıkarmak, ardından bunları değiştirmekti. Örneğin, ilk derslerimden birisinde, hoca, boyundaki atardamara vurmanın bir insanı bayıltabileceğini söylemişti. Bu bilgi aklımda kalmıştı çünkü tek bir hareketle, bir insanı yere serebilmek çok kullanışlı ve bir o kadar da heyecan verici bir bilgiydi. Bunun sebebini daha sonra araştırdığımda, boyundaki atardamarın kan taşımada çok önemli olduğu için, buraya gelecek bir darbenin ciddi etkiler yarattığını gördüm. Kan taşınımında başka önemli noktalara baktığımda, karaciğerin de önemli bir durak olduğunu görmüştüm. Böylece, kafamda bir fikir belirmişti. Bir insanın karaciğerine vurursam ne olur? Sınıf içinde yaptığımız müsabakaların gelmesini bekledim ve bu küçük hipotezimi karşımdaki çocukta test ettim. İlk bir kaç darbemde, ciğeri tutturamadım ve sonuç olarak hırpalandım çünkü idmanda üstün gelmekten çok, akıl yürütmemin doğru olup olmadığına odaklanmıştım. En sonunda doğru yere vurduğumda, karşımdaki çocuğun dizleri boşandı ve yere kapandı. Gözlerinde, bilinçsiz bir insanın boş bakışları vardı ve elleriyle ayakları, amaçsızca sağa sola oynuyordu. Bu durum bir kaç saniye sürdü. Hocanın bana şaşkınlıkla bakışını hatırlıyorum. Jilet gibi tıraşlı ve koyu saçlı, kara tenli birisiydi. Her zaman kendinden emin dururdu bu kısa adam fakat o anda, daha önce görmediği veya çok nadiren gördüğü bir şeyle karşılaşmıştı. Açılmış gözlerinin beyazı daha bir belirgindi. Antrenmandan sonra, bunu nasıl becerdiğimi sordu. Şans eseri yapmadığımı biliyordu çünkü bütün müsabaka boyunca, aynı noktaya çalışmıştım. Ben de, düşünce sürecimi ona açıkladım. Babam beni almaya geldiğinde, hocam, beni profesyonel olarak yetiştirmek istediğini söyledi fakat eve döndüğümüzde, annem, buna izin vermedi. Çok büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Okulda derslerimin kötü olduğu söylenemezdi ve orada da, kimi şeyleri öğrenmek hoşuma gidiyordu ama asıl istediğim, bu dövüş sporunda ustalaşmaktı. Bu olaydan sonra, bir süre anneme bozuk attım ama zamanla geçti. Beni terk etmeye daha başlamamıştı o sıralarda. Babamın da ortalıkta olduğu zamanlardı.

Bir müsabaka değil fakat oradaki çocuklarla kendi aramızda yaptığımız bir koşu yarışı sırasında kendimi sakatlayınca, spordan alındım. Babam, başta, bunun geçici olduğunu ve ayağımdaki kırık iyileşince devam edebileceğimi söylemişti fakat bu hiç bir zaman gerçekleşmedi. Buna rağmen, oraya gittiğim zaman boyunca edindiğim yeteneklerin işime yaradığı oldu. Sınıfımda bir çocuk vardı, benden daha uzun ve daha yapılı. Dövüş sporunda yetenekli olduğumu biliyordu ve bu yüzden, haftada en az bir kez benimle kavga ederdi. Beni bir kere haricinde dövebildiği olmadı ve o seferde de, boynum tutulmuş olduğu için düzgün karşılık verememiştim. Ancak, umarsız bir şekilde, her hafta gelir ve ben ona karşılık verene kadar, bana vururdu. Küçük bir kuralım vardı. İnsanları iki kere sözlü olarak uyarır ve durmazlarsa, olacakları onlara söylerdim. Üçüncü seferinde, kendimi tutmadan onlara karşılık verirdim. Annem bana uyarmayı öğretmişti, babam da kendimi savunmayı. Bu yüzden, sıkça, başım belaya girmiştir. Pek çok kez, müdürün odasına yollandığım oldu. Şaka yapayım derken insanlara yanlışlıkla zarar verdiğim seferler hariç, hiç birisinde suçlu olduğumu düşünmemiştim, müdür beni ne kadar azarlarsa azarlasın. Kır saçlı ve bıyıklı, orta yaş göbeğine sahip bu adam, beni kara deftere yazmakla tehdit eder ve bir gün okuldan atılacağımı söylerdi. Kara defter, yönetim tarafından ortaya çıkarılmış bir dedikoduydu. Denilene göre, bu deftere üç kere yazılırsan, geri dönüşü olmayacak şekilde okuldan atılıyordun. Buna inanır ve korkardım ama insanlar, özellikle o çocuk, benimle uğraşınca karşılık vermeye de devam ederdim. Bir sebepten dolayı, pek çok kişi de uğraşırdı benimle. Belki, diğerlerinden daha farklı olduğum içindi. Her şeye rağmen, arkadaşlarımı seviyordum. Özellikle, çok yakın gördüğüm bir kaç kişiyi.

Bir günü özellikle hatırlıyorum. Teneffüste dışarıda oynuyordum ve içeri girme zili çalmıştı. Binaya giriş merdivenlerinden çıktım ve yerden yüksekte bulunan zemin katına vardım. Ardından, yukarıda, sınıfımın olduğu birinci kata yöneldim. Taştan merdivenden çıktıktan sonra, sağda kalıyordu. Sınıfa girdiğimde, mavi önlüklere sahip çocukların bir şeyin etrafında toplaştığını gördüm. İçlerinde arkadaşlarım da vardı. Hatta, benim haricimde, sınıfın bütün erkekleri oradaydı. Kalabalığın arasında, yerde bir kızı gördüm. Benim sınıfımda, pek çok oğlan çocuğunun -benim anlayamadığım bir sebeple- çekici bulduğu bir kızdı. Siyah, uzun saçlara sahip, yanık derili kızı yere yatırmışlar ve eteğini kaldırmışlardı. Beyaz külotlu çorabın üstünden, kızın, kıçını ve bacaklarını elliyorlardı. Kız onların elini itiyor ve kendini kurtarmaya çalışıyordu fakat neler olduğunu tam olarak anlayamadığından ve olayın şokundan dolayı, bir yandan da gülüyordu. Histerik bir gülüştü bu. Neler olduğunu ben de tam olarak kavrayamamıştım ama bir şey, belki de o gülüş, bana, olayın yanlış olduğunu söylemişti. Onların yanına gidip, kızı elleyen bir-iki kişiyi ittim fakat fayda etmedi. İçimden vazgeçmek ve olayı boşvermek geçti çünkü çabalarım bir sonuç verecekmiş gibi görünmüyordu fakat devam ettim. Benim ittiğim kişiler, arkamdan dolanıp, tekrar kızı ellemek için geliyorlardı ve sayıları çok fazlaydı. Otuz beş kişilik sınıfın, yirmi erkeğinin hepsi de oradaydı. Ben, yine de devam ettim ve çabalarımın boşa çıktığını gördükçe, daha sert davranmaya başladım. Artık insanları sadece geri çekmiyor, aynı zamanda onları savurarak geriye atıyordum. Buna sinirlenmiş olacaklar ki, bir tanesi gelip başımın arkasına vurdu. Dönüp, ona bunu kesmesini söylediğimde, arkamda bulunan bir tanesi bu hareketi yeniledi. Ona döndüğümdeyse, üçüncü kez, aynı hareket gerçekleşti. Arkama döndüm ve pişmiş kelle gibi sırıtan o çocuğa saldırdım. Yere düşürmeyi başarmıştım. Bunun yeterli olduğuna karar kılarak, diğerine döndüm fakat bir başkası daha kafama vurdu ve bunu diğer darbeler izledi. Bu olay hoşlarına gidecek ki, diğer çocuklardan bazıları da onlara katılmıştı. Her saniye sayıları daha da artıyor ve her taraftan darbe alıyordum. En sonunda, herhalde, bütün erkekler bu oyuna dahil olmuştu. İşleri bittiğinde burnumdan kanlar boşanmış ve beyaz yakalığım kırmızıya, mavi önlüğüm ise koyu bir renge bürünmüştü. Sınıf öğretmenim olan kadın geldiğinde, kanlar haricinde, sınıfta herhangi bir düzensizlik kalmamıştı. Ona olanları anlattım ve bütün sınıfı böyle bir davranış için azarladı fakat bu olayı kesinlikle ailelerimize anlatmamamızı tembihlemeyi de ihmal etmedi. Buna rağmen, ebeveynlerime olayı anlatmıştım. Nedendir bilmiyorum ama hiç bir şey yapmadılar. Belki de bana inanmamışlardı. Aynı olay, bir kaç hafta sonra, ikinci bir kez yaşandı.

Bütün bunların sonunda ne yaptım? Arkadaşlarımla konuşmayı mı kestim? Bana düşman mı oldular? Hayır, bunlar olmadı. Başta, aramızda bir soğukluk olsa da, onlarla oynamaya tekrar döndüm, onlar da beni dışlamadı. Ancak, her zaman, bana karşı dönebilecekleri hakkında bir his kaldı içimde. Yaptıkları şeyin kötülüğünü daha tam ayırt edememiştim o yaşta ve bana saldırmış olmaları, daha çok gücüme gitmişti. Buna rağmen, hiç birisi, bana vurmuş olduğunu itiraf etmiyordu. Her konuştuğum, başka bir çocuğun ismini veriyordu ve ona gittiğimde, o da, başka birisine yönlendiriyordu. Sanki, hiç kimse bana vurmamıştı.

41
Anime ve manga ilginç bir kültür. Kültür diyorum ama bunu bir üstünlük belirtmesi gerektiğinden dolayı kullanmıyorum. Batının "comics" dediği çizgi romanları nasıl kendisi içinde bir alt-kültür ise, anime&manga da öyledir ama işin altında biraz daha fazlası vardır. Sonuçta, mangaların tarihi epey eskiye uzanıyor.

Bu tür, dıştan bakıldığında çok yabancı ve deli dolu gelir, ki kimi açılardan da öyledir. Japonların hayal gücü değişiktir ve bu kendisini, anime&manga alanında gösterir. Bulutların üstüne uygarlık kurmuş, onları taş gibi işleyen kişiler, konuşan ve size bağıran kapı kulpları vs. pek çok şey vardır. Aynı zamanda, kan ve vahşetle dolu olanları da mevcuttur. Bunların yanısıra, felsefi derinliğe sahip yapımlar da vardır. Örneğin, bütün vahşetine rağmen, Berserk gibi. Ghost in the Shell de, çok güzel bir örnektir buna. Live action dediğimiz, klasik anlamıyla bildiğimiz filmlerin aksine, bu alanda efektleri oluşturmak daha kolaydır fakat anime üretiminin ucuz olduğu zannedilmesin. Milyonlarca dolar yatırılan animeler var. Bu sebeple de, endüstrinin büyük bir sorunu var çünkü arz-talep gereği, izlenen ve ürünleri satılan seriler yapmak gerekiyor. Pek çok manga vardır ama bunların animeye aktarılanları daha azdır. Mangalar da bu arz-talebe tabii olsa da, anime endüstrisinde baskı çok daha yoğundur.

Şöyle açıklayayım. Bir anime stüdyosunun sahibisiniz ve orijinal işler yapmak istiyorsunuz ama her sanat alanında olduğu gibi, bunlar fazla para getirmiyor. Para getirenler ne? Animenin ürünlerini sattıran seriler; figüranlar, çantalar, kalemler vb. (merchandise denilen şey) ürünleri sattıracak seriler çünkü asıl gelir kaynağı burası. Peki, o zaman ne tarz animeler yapmalısınız? Daha basit ve daha sığ şeyler. Animelere uzak birisine, bu, dışarıdan yine de çok orijinal fikirler gibi gelebilir ama bu alt-kültürün içinde, öyle değildir. Örneğin, tamamen atıyorum, yemek yapmanın ölüm kalım meselesi olduğu ve yaptığı yemeklerle, dünyayı spagetti canavarından kurtaracak bir gencin hikayesini yazarsınız. Bunu, "gizli" bir yöntem ile yapmaktadır. Kulağa farklı geliyor, değil mi? Anime endüstrisi içinde o kadar da farklı değildir bu tarz bir senaryo. Peki bu senaryoyu satmak için ne yaparsınız? Çözümü basit. Sığ, stereotiplerden oluşan karakterler yaratırsınız ve onları seksüelize ederek, figüranlarını satarsınız. Zira, Japoncada otaku denilen, İngilizcesi nerd, Türkçesi inek olan bir kitle vardır. Bildiğimiz anlamıyla bir ineklik değil, bir saplantı durumudur bu otakuluk. Bu otakular, bir seriye saplandılar mı, bir çok ürününü satın alırlar ve ne ilginçtir ki, çoğu, bu sığ serilere saplanırlar. Anime endüstrisinin en büyük sorunu budur.

Sorunundan yeterince bahsettim ama animeleri çok sevdiğim için, bu kadar rahatsız olduğum bir durum bu. Yoksa, çok güzel yapımlar var. Miyazaki'nin filmlerini azıcık animeyle alakalı olan herkes duymuştur. Bunun dışında, Samurai Champloo ile Edo dönemi Japonya'sına gider ve samurayların oldukça ilginç bir yorumlamasıyla, o dönemin geçiş kültürünü solursunuz. Ghost in the Shell ile, bilim-kurgunun doruklarına çıkar ve oldukça detaylı hazırlanmış bir kurguda ilerleyen aksiyonun yanısıra, teknolojinin etik yanlarını da sorgular, hatta ayakları oldukça yere basan bir politik dünya görüşüyle karşılaşırsınız. Monogatari serileri ile, sosyallik ve dünyadaki yeriniz hakkında, hiç düşünmediğiniz bakış açılarına şahit olursunuz. Berserk ile, karanlıkla dolu, vahşetin hüküm sürdüğü bir dünyada bile umudun ve isyanın varlığını görürsünüz. Code Geass ile, entrikalarla dolu, makyavelist bir dahinin seferine şahit olursunuz. Barakamon ile, aptalca gülersiniz ve içiniz ısınır. Koe no Katachi ile, yaptığı yanlışı düzeltmeye çalışan bir zorbanın çilesini görürsünüz.

Verilebilecek örnekler çok ama çok fazla. Sığ animeler çok fazla olabilir ama çok sağlam hikayelere sahip animeler de epey bir var. Çocukluğumda Megaman, Pokemon vb. ile başlamıştım animeye. Hayatım boyunca, hiç bir zaman ayrılmadı. Ben değiştikçe, izlediklerim de değişti. Kimi zaman, kahkahalar attım, kimi zaman kötü bir günümde tek neşe kaynağı oldu, kimi zaman bana bir şeyleri sorgulattı, kimi zaman sadece iyi kurgulanmış bir hikayeye şahit oldum. Animelerin benim için her zaman özel bir yeri oldu, öyle olmaya da devam edecek.

42
Kurgu İskelesi / Ynt: İnsan ve İblis
« : 02 Mayıs 2017, 19:00:41 »
Bölüm 45 - İstek

Bütün yaptıklarımdan sonra ne diyebilirim ki? Kendimi nasıl savunabilirim? Kimi şeyler savunulmazdır. Hayır, o deneydeki bebeklere yaptığımdan bahsetmiyorum. Oraya gelene kadar yaptıklarım çok daha kötü şeylerdi çünkü onları, iyi bir amaç uğruna yapmamıştım. Bencil bir intikamdan öte bir şeyler miydi? Evden kaçarken o tinerciye yaptıklarım öyle değildi ama ya sonrası? Tepe semtindekilere davranışımda, intikamdan daha farklı bir şeylerin varlığını içimde hissediyordum. Ezilmiş bir insanın öç alma arzusunun, yegane itici gücüm olduğu söylenemez. Kuvvetli bir tanesi ama bütün hikayeyi anlatmıyor. Sahi, hikayem ne? Kronolojik bir şekilde, doğumumdan itibaren olan biten her şeyi anlatayım mı? Yoksa ailemin üstünde durarak, bu hale gelmemin sebeplerini mi sıralayayım? Hayır, bunun yerine, aklıma gelen önemli anlardan bazılarını aktaracağım.

Belki de, aklımda kalan en net anılardan bir tanesi, bomboş bir koridor ve hiç bir zaman açılmayan, demir bir kapı olacaktır. Bu noktada anı demek biraz zor çünkü pek çok kez tekrarlanmış, bir anıdan öte, bir anılar bütünü, bir imge haline gelmiş bir şey. Salondan oraya bakışımı hatırlıyorum. Sarı, ölü bir ışık var tozlu salonda. Televizyonun ışığıyla karışarak bana ve etrafıma vuruyor. Salon kapısının hemen önünde, açılan kapıya çarpmayacak kadar bir mesafe bırakılmış üçlü koltukta oturuyorum. O koltukta kaç kere oturdum, kaç kere dış dünyadan kaçtım bilmiyorum. Kimi zaman televizyonu izliyorum. Düzgün bir kanal sağlayacımız yok, dolayısıyla eski filmleri ve belgeselleri seyrediyorum. Kimi zaman da, bir yerden bulduğum bir kitabı okuyorum. Ne yapıyor olursam olayım, koltuğun soluna, salona açılan girişe, arada bir bakmayı ihmal etmiyorum. Bazen bir ses geliyor ve umutlanıyorum, geldi mi acaba diye. Açık salon kapısından, onun tam karşısındaki daire kapısına bakıyorum. Kahverengi ve pütürlü bir dokuya sahip, sağlam demirden yapılmış, yatay ve kalın bir anahtarla açılan bir kapı. Üst tarafında ise hiç yerine yerleştirmediğim, kapının çok fazla açılmasını önleyen bir zincir var.

Pek çok kez o kapıya baktığımı söyledim ama bunun, o evde yaşadığım bütün zaman boyunca sürdüğü zannedilmesin. Sadece, belli bir dönem boyunca bu huya sahiptim. Annemin eve ilk gelmemeleri başladığı zaman. Sonuçta, sıcakkanlı ve beni seven bir anneydi. Her zaman şefkatli davranır ve isteklerimi dinlerdi. Bir kere bile bana vurmadı. Ancak, babamın gidişiyle beraber onda bir değişiklik oldu. Dümdüz saçları hep taralı ve toplu olan annem, onları salmaya ve pek ilgilenmemeye başladı. Bana karşı da aynı tavrı, yavaşça, takınmıştı. Önce, dışarıdan yemek söylenir oldu. Doğal gelebilir kimisine ama annemin çalışan bir kadın olmadığını söylemeliyim. Eve paranın nasıl girdiğini bu yaşımda bile hala bilmiyorum ama herhangi bir işi olmadığını çok net hatırlıyorum. Belki erken emekliydi, belki de birisinden kalmış mirasa sahipti. Bilmiyorum, bana hiç bir zaman söylemedi. Sonuç olarak, yemek yapmaması için bir sebebi yoktu. Daha sonra, bir işi olduğunu söyleyerek evden çıkıp gider oldu. Herhalde, o sıralarda dokuz, on yaşında falandım. İlk başta saatler boyunca sürerdi bu. Daha sonra, bir güne dönüştü. O bir gün daha da uzadı derken, altı ay boyunca eve uğramadığı zamanlar türedi. Sadece, arada bir, beni dışarı çağırır ve ihtiyaçlarımı karşılamam için para verirdi. Sanırım o evden ve benden nefret ediyordu. Her zaman, çok sorumluluk sahibi olmuş bir insan olduğu için de, bunu kendine yediremiyordu. Dışarı gidip dönmediğinde, her zaman bir bahanesi olurdu. Ne oldukları önemli değil, sonuç değişmiyordu.

O zamanlarki evi de çok net hatırlıyorum. Duvarlar temizlenmemekten solmuş, pencerelerin her tarafı leke, yer yer de kuş pisliği olmuştu. Kokan halının üstüne atılıp, alınmamış gazeteler ve dergiler yeri kaplıyordu. Salonun kimi kısımlarında, yeri kaplayan laminanta veya halıya hiç temas etmeden yürüyebilirdiniz. Bu kağıt tabakasının üstünü başka bir toz tabakası kaplıyordu. Bu yüzden, salonun kimi yerlerine ayak basmazdım. Çok fazla toz kalkıyor ve insanın boğazına kaçıyordu. Girişinin önündeki üçlü koltuğun yanında, ona doksan derece diklemesine bulunan duvarın önünde bir tane de ikili koltuk bulunuyordu. Üstünde bir şeyler olurdu genellikle. Çantalardı sanırım çoğunlukla. İki koltuğun hemen önünde, yani salonun ortasında, koyu ahşaptan cilalı bir sehpa vardı. Onun da üstü, gri gazetelerle kaplıydı. Sehpanın ortasında, yıllar boyunca yerinden hiç oynamadan durmuş, küçük, kil rengi bir vazo ve onun içinde yapay bir sarı papatya vardı. Üçlü koltuğa zıt köşede, balkona açılan taraf bulunuyordu. Pvc kapının yanında bir masa konmuştu. Masanın üstünde, her zamanki dergiler ve gazetelere ek olarak, toplanmamış, günler -epey bir sıklıkla da haftalar- öncesinden kalma tabaklar olurdu. Üstlerinden kurumuş ekmek taneleri, yapışmış yemek parçacıkları ve sos kalıntıları eksik olmazdı. Bir de, sipariş verilmiş yerden gelen peçeteler ve hazır yemeği saran, işleri bitince buruşturularak atılmış kağıtlar. O masaya dair özellikle öne çıkan bir anı var aklımda. Bir yaz günü, canım çok çekmiş ve annemin verdiği parayla karpuz almıştım. Nasıl keseceğimi bilmiyordum. Yemek yapmak ve temizlik konusunda pek tecrübem olduğu, anlaşıldığı üzere, söylenemezdi. Bu yüzden, karpuzu ortadan ikiye kestim ve geniş, camdan, düz bir tabağa koyup salona getirdim. Yarısını yedikten sonra, buzdolabından diğer yarısını da çıkardım fakat bir iki kaşık attıktan sonra, doyduğuma karar verip televizyona geçtim. Kendime, sonra kaldıracağımı söyleyerek, kırmızı içli meyveyi, masada bıraktım. Ertesi gün olduğunda, yine "sonra" dedim ve bu, epey bir süre böyle devam etti. İk ayın sonunda, kokudan masaya yaklaşılmaz olmuştu. Ben de, öyle yaptım. Sanırım üç ay boyunca meyve orada kaldı. Belli bir noktadan sonra, küflenmiş karpuza, basit mantarlanmanın ötesinde bir şey oldu. Karpuz, kabuğu hariç, tamamen eridi. Ne su kaldı ne de bir şey, koku hariç. Küf, meyveyi yiyip bitirmişti.

Annem, eve gelip salonun halini -hele ki karpuzu- gördüğünde bana çok kızmıştı. Evin bu hale gelmesine izin verdiğim için tembel olduğumu düşünüyordu. Haklıydı da fakat bana bunların nasıl yapılacağını gösteren birisi de olmamıştı. Çok ilkel derecede hayatta kalma yeteneklerim vardı. Ekmek arası bir şeyler veya yumurta yapmak gibi. Makarna yapmayı bile bilmiyordum. Sanırım, bunları pek umursamıyordum da. Mayışıklığın insan üstünde böyle bir etkisi oluyor. Bir yerden sonra, insan ne yediğini, ne kadar yediğini, nasıl göründüğünü, hatta dişini fırçalayıp fırçalamadığını, banyo yapıp yapmadığını bile umursamıyor. Mayışıklık yanlış kelime oldu. Depresyonun, böyle bir etkisi var.

Bütün bu umursamamazlık, başta yoktu. Dediğim gibi, kapıyı gözetler ve annemin dönüşünü beklerdim. Onun sıraladığı sebeplere inanıyordum o zamanlar. Önemli bir işi olduğuna, öbür türlü mutlaka yanımda bulunacağına olan inancım tamdı. Onun çok fazla sorumluluğu vardı ve geçici olarak, bana zaman ayıramıyordu. İyi bir çocuk, iyi bir oğul olmalı ve şikayet etmemeliydim. Böyle yaparsam, bencillik etmiş olurdum ve bu, bana yakışmazdı. Anneme aşırı derecede hayrandım. Onu, ideolize ediyordum. Cennetten inmiş bir varlık gibi, kendisini hiç düşünmeden bütün sorumluluklara koşuyor, her şeye yetmeye çalışıyordu. Bu yüzden, onun için ne kadar önemli olursa olsun, çocuğuna zaman ayıramıyordu. Bu fedakarlığa benim de katılmam gerekiyordu.

Ancak, zaman ilerledi, ilerledi ve ilerledi... annem daha da uzaklaşır oldu. Sebepleri kendime sıralıyordum ama eskisi kadar etkileri yoktu. Sonunda, bir gün, kapıya bakarken, aydınlanma anı yaşadım. Gerçek bana hasıl oldu; annem, beni istemiyordu. Bu yüzden, evden ve benden kaçıyordu. Reddedilmişlik beni doldurdu. O güne kadar, annemin gelmediği zamanlar boyunca sürekli ağlamıştım. Her seferinde kendime kızar ve bu kadar zayıf olduğum için, kendimden nefret ederdim. O gün de ağladım fakat hiç bir zaman açılmayacak o kapıya bakarken, kendime bir söz verdim; bir daha ağlamayacaktım. Bu zayıflığı sürdürmeyecektim. Kararım hemen etkili olmadı çünkü bunun üstüne bir kaç kez daha ağladım ama her seferinde, daha azdı ve acı daha uzaktı. Böylelikle, ağlamayı tamamen kestim.

Onu buna iten neydi? Babamın artık ortalarda bulunmaması mı? Başarısız olmuş bir sevgi girişimi ve hayal kırıklığı mı? Belki, o da depresyondaydı ve beni bir yükümlülük olarak görüyordu. Fikir yürütebilirim ama sebebini bilmiyorum. Tek bildiğim, yalnız ve reddedilmiş hissettiğim. O zamandan beri, bu iki duygu, peşimi bırakmadı.

43
Ütopya/Distopya / Ynt: 1984 - George Orwell
« : 01 Mayıs 2017, 16:38:04 »
Halkla İlişkiler bölümünde ders olarak okutulan kitap. İşin ilginç yanı yazarın kitapta kullanmış olduğu tele ekran kavramının o yıllarda karşılığı yokmuş. Yani ben böyle duymuştum. Distopya türünde ilk ve tek okuduğum roman olmasına rağmen bu türe sıcak bakmamı da sağladı.
Teknolojik distopik senaryolar ilginizi çekiyorsa, Black Mirror dizisini şiddetle tavsiye ederim. Günümüzde teknolojinin çok yoğun şekilde kullanılması ve bunun gidebileceği yollar hakkında tek bölümlük öykülere sahip. Adı da zaten telefonların kara ekranlarından geliyor.

44
Kurgu İskelesi / Ynt: İnsan ve İblis
« : 30 Nisan 2017, 19:36:21 »
Bölüm 44 - Yıldırım

Yatağında uzanmış, tavana bakıyordu. Bir süredir hiç bir şey yapmıyor ve arada bir, bir iki lokma atıştırmak için odasından çıkıyordu sadece. İlginç bir şekilde, kimse ona ses etmemişti. Belki de, ondan umudu kesmişlerdi? Evet, bu olabilirdi.

Uzun süredir kesmediği, gür ve karışık sakalını kaşıyordu ki, kapının ötesinden, kalın bir ses geldi "Oran buran açık olmasa iyi olur," diye.

Kağıt kapının yana sürülerek açılmasıyla beraber, içeri uzun boylu Yugiera girmişti. Kadın, her zamanki gibi güç dolu görünüyordu. Dünyadaki yerinden emin birisinin dik duruşuna sahipti. Eiros'un tam aksiydi yani.

"Öff, ne kokmuş be burası," diyerek, elini burnunun önünde salladı kadın "İnsan bir cam açar."

"Ne istiyorsun?" diye sordu, Eiros "Bana laf sokmaya mı geldin?"

"Bu kadar kolay bir şey için gelmek çok sıkıcı olurdu," diyen kadın, ona işaret etti "Gel, sana bir şey göstereceğim."

İtiraz etmek yerine, onun dediklerine uymanın en kısa yol olacağını anlayan Eiros, ayağa kalktı. Bir kelime bile etmeden dışarı çıktılar. Zırhlı kadın, verandadaki koltuğa geçerek, bacak bacak üstüne attı. On, on beş metre uzakta, Engar ve Kueti antrenman yapıyordu. Ter içinde kalmış ikili, herhalde uzun süredir uğraşıyor olmalıydılar. İkisinin de hiç bir silahı yoktu fakat Kueti'nin aksine, Engar'ın bir eli arkasındaydı. Yakın dövüşte kızdan çok daha iyi olduğu düşünülürse, en adil karşılaşma biçimi bu olmalıydı.

"Engar'ın adil olmak adına tek elini kullandığını düşünüyorsun, değil mi?" diye sordu kadın ama yanıt beklemeden devam etti "Yanılıyorsun. Sen bebekleri öldürürken, o ikisi, Renganlı yaratıklarla kapışıyordu. Daha önce karşılaştıklarınızın hepsinin dişi olduğunu biliyor muydun? Benim çocuklar, tarama yaparken alfa erkeğine denk gelmiş. Engar, onunla savaşırken kolunu kırdı. Şimdi de, tek kolla çatışmayı öğreniyor."

"Yazık," dedi, pek etkilenmemiş olan Eiros.

"Eh, doğal şeyler bunlar. Sonuçta bir savaş dönüyor," diye ona katıldı Yugiera "Seni buraya getirme sebebim bu değil."

"Aydınlatır mısın beni o zaman?" diye sordu, Eiros.

Verdiği cevapların alaycılığının farkındaydı fakat umursamıyordu.

"Şu ikisine bak bir," dedi, çelik mavisi saçlı kadın, birbirlerine hamlede bulunan gençleri izleyerek.

Engar zıplayarak, yukarıdan aşağı giyotin gibi inen bir tekme savurdu fakat Kueti yana kaçıldı. Adamın kullanamadığı elinin olduğu tarafa geçmişti. Bu yüzden, kızın attığı yumruk, genç adamın yüzünde patladı. Ancak, Engar boş durmamış ve sağlam eliyle, o da kızın yüzüne bir yumruk oturtmuştu. Acıya aldırmadan geri çekildi ikisi de. Düz saçlı adam, ağzındaki kanı tükürdü ve gülümsedi.

"Uzun menzilli olman yazık olmuş Kueti, iyi bir yakın dövüşçü olabilirmişsin," diye, bir kaç metre ötesine çekilmiş kıza seslendi.

"Sağol, canım, ama canavarlara kafa atma işini sana bırakmayı tercih ederim," diye alaylcı bir şekilde yanıtladı, adrenalinle dolup taşan, kısa kısa soluklar alan kız.

Bir açık arayarak, birbirlerinin etrafında dönmeye devam ettiler. Eiros, biraz kıskanmıştı. Kızın, ona laf sokacak kadar içten davrandığını hatırlamıyordu. Oysa, ilk geldiğinde, onun gibi bir yabancı olduğunu gördüğünde ne kadar sevinmişti. Ancak, kız adapte oluyordu, o ise, insanların yakınlaşmasını izlemekle kalmıştı.

"Engar'ın bir melez olduğunun farkındasın ama bunun ne demek olduğunu biliyor musun, Eiros?" diye sordu, kaptan.

"Cık," diyerek, başını yukarı kaldırdı, genç adam.

Kadın, anlamayarak ona baktı.

"Ne demek bu?" diye sordu.

Duraklayan adam, kadının ciddi olup olmadığını düşündü bir an. Sonra, kafasında bir şimşek çaktı. Kültür farkı olmalıydı bu. Onların diyarında, bu hareket, "hayır" demek değildi.

"Hayır, bilmiyorum," diye açıkladı kendini.

"Bir Ugiyle bir insanın ortak çocuğu demek," diye yanıtladı kadın "Bizim kültürümüzde buna pek... sıcak bakılmaz."

"Ugiler pek hoş canlılar değil, anlıyorum," dedi, Eiros.

"Ondan değil," diyen kadın, hafifçe gülmüştü "Ugilerle aramız iyi. Daha doğrusu, kimileriyle iyi ama yine de belli sınırlar var. Birbirine saldırmayan, sınırlara saygı duyan fakat aynı zamanda geçmişten kalma bir haset besleyen iki komşuyu düşün. Barışın en mantıklı karar olduğunu öğrenmişlerdir ve öyle davranırlar. Hatta, çok sıradanmış gibi, havadan sudan sohbet bile edebilirler ama iş, burada biter. Birlikte yaşamanın kuralı budur; herkesi sevmesen bile, onlara saygılı davranırsın. Engar gibileri, bu yüzden, iki tarafta da sevilmez. Bu melezler, "kanıbozuklar", kirlenmiştir. Ugiler için, insan formuyla, insan için ise, Ugi enerjisiyle. Hayatının pek de hoş olmadığını tahmin edebilirsin bu yüzden."

"Engar'ı epey önemsiyor olmalısın," dedi, adam.

"Bana geldiğinde henüz bir ergendi. Gidebileceği başka bir yeri olmayan bir çocuk. İçinde büyük bir ıstırap vardı. Belli etmemeye çalışıyordu fakat anlıyorsun. Ancak, aynı zamanda, gözlerinde bir aleve de sahipti. Koşullar tarafından yere bastırılmayı reddeden bir taraf. Her insanın içinde, böyle bir taraf vardır. Koşullar ne olursa olsun."

"Seni bulduğu için şanslıymış," dedi, genç.

Nedensiz bir şekilde, melankolik hissetmişti. Engar'a imreniyor muydu? Değişebildiği için mi, yoksa Yugiera gibi birini bulduğu için mi? Tek bildiği, o an çok yalnız hissettiğiydi.

"Ben," dedi, kelimeleri bir araya getirmekte zorlanarak "buna sahip olmadım. Babam... gitti. Annem ise zorunluluktan yanına aldı. Sonuna kadar bana iyilik yapmış olduğunu düşündü. Kendisinin iyi, babamın ise bir zorba olduğunu. İşin komik yanı, ona inandım. Yıllar boyunca inandım. Gerçeği anladığımdaysa, hem bana hem de kendisine yalan söylemiş olduğunu anladığımdaysa... tek bir gerçek vardı; o da, beni terk etmişti. Eve gelmediği her gün, o soğuk ve boş evin içinde, onun dönüşünü beklediğim ama hayal kırıklığına uğradığım her gün, beni terk etti. Altı ay boyunca eve uğramadığı zamanlar oldu. Beni dışarı çağırır, aylık ihtiyaç paramı verir ve giderdi. Her zaman bir bahanesi olurdu."

Neler dediğinin farkına vararak durdu. Bugüne kadar, bunları hiç kimseye anlatmamıştı.

"Özür dilerim, bunlar senin sorunun değil."

"Terapistlik için bana ödeme yaptığın sürece sıkıntı değil," diye, alaycı bir yanıt verdi kadın "Tercihim içki şeklinde olmasıdır."

Hafifçe güldü, Yıldırım. Bunu anlatmak, iyi hissettirmişti.

"Kueti'nin de aynı derecede berbat bir geçmişi olduğunu söylemeliyim. Burada hiç kimsenin iyi anılarla dolup taşan bir hayatı olmadı, Eiros, ama hepimizde ortak bir nokta var," diyen kadın, ayağa kalktı ve batmakta olan güneşin turuncu ışınları altında kapışmakta olan gençlere baktı "O da, bu yaşamdan vazgeçmemiş olmamız. İnsanın bir enkaz haline gelerek, yaşamaya devam ettiği zamanlar olabilir. Kimi zaman bu zorunludur çünkü hayatta kalmanın, devam edebilmenin başka hiç bir yolu yoktur fakat bir kere bu evre geçti mi, tekrar yaşamaya, gerçek anlamda yaşamaya devam edebilirsin."

Eiros, şaşırmıştı. Hiç bir şeyi umursamaz görünen bu kadın, ona daha önce hiç düşünmediği bir bakış açısı sunuyordu. İşin garibiyse, bunun mantıklı gelmesiydi.

"Onları öldürerek doğru şeyi mi yaptım?" diye sordu, kadına.

Heybetli kadın, bakışlarını ona çevirdi. Bir kez daha, bu heybetin sadece fiziksellikten gelmediğini hissetti, Eiros. Daha doğrusu, kadın hakkındaki her bir detay bu duruma katkı yapıyordu; dik duruşu, sağlamlık saçan zırhı, uzun boyu, atletik vücudu ve sert bakışları.

"Buna sen karar vereceksin."

Lafını bitiren Yugiera, Engar ve Kueti'ye bağırdı.

"Yemek yemeyi isteyen, on saniye içinde burada olsun. Yoksa yiyecek hakkını kaybeder!"

İki genç, bir anlığına, afallayarak durdu fakat hemen ardından, Kueti fırlayarak eve doğru koşmaya başladı.

"Saçma sapan kurallarını--!" diyordu ki Engar, sözü Yugiera'nın bağırmasıyla yarıda kesildi.

"Senin için beşe indi!"

"Hay senin gibi..." diye söylenen genç adam, ileri atıldı.

Bir kaç saniye sonra, ikili içeri girmişti bile. Önce kimin banyoyu kullanacağı hakkında bir tartışmanın sesleri geliyordu. Sarı ışığın süzüldüğü kapının önünde dikilen Yugiera, içeri girmeden önce, ona dönmeden konuştu.

"Son bir şey daha var. Her şeyden önce, senin ne istediğini düşün."

Ardından, kadın içeri yollandı. Bir süre daha dışarıda durdu Eiros ve hava karardı. Bu gece ay yoktu ve bir sebepten dolayı, bulutlar olmasa bile, yıldız ışığı da yoktu. Verandanın ötesinde, gece, karanlığın ta kendisiydi ve hiç bir canlının, hatta bir rüzgarın bile sesi duyulmuyordu. Öte yandan, kapıdan ve pencereden süzülen sarı ışıklara, sohbetin sesleri ve arada sırada kahkahalar eşlik ediyordu. Neredeyse, sıcaklık dışarı taşıyor denebilirdi; yaşamın sıcaklığı. Kaybedilmiş bir şeyin acısını hisseti, Eiros. Ne olduğunu bilmiyordu, kim olduğunu bilmiyordu ama kocaman bir kayıp, kalbinin olduğu yerde bir yarık açmıştı. Annesinden ayrılmış yavru bir maymun gibi hissetti kendini. Yolunu kaybetmiş, yalnız ve soğuk gece karşısında korkmuş. Ağlıyordu. Yaşadığı bütün kayıplar ve yapmak zorunda kaldığı her şey için ağlıyordu. Hayatın ona adaletsizliği karşısında ağlıyordu. İsyan yoktu o anda, ya da öfke. Onların ardındaki, terk edilmiş çocuk vardı sadece. Bu sefer, göz yaşlarını durdurmayı denemedi.

Bir süre daha böyle devam etti, evin içinde pişen yemeğin kokusu eşliğinde. Durduğundaysa, yıllardır olmadığı kadar rahatlamış hissediyordu. Zamanın getirmiş olduğu bütün ağırlığı, geçici de olsa, omuzlarından atmış gibiydi. İçeri girdi ve kimselere görünmeden, banyoya giderek yüzünü yıkadı. Görülmemiş olduğuna memnundu çünkü bu utancı kaldıramazdı. Zamanı geldiğine karar vererek, sakalını da kesti ve içeri, sıcaklığın geldiği yere yollandı.

45
Radyo Kulesi / Ynt: Ryuk'un Radyosu - Çarşamba 21.00
« : 30 Nisan 2017, 19:12:04 »
Üsttekilere ek olarak, ben de mizahi olmasa da yayında da bahsettiğim Galip Tekin'in Tuhaf Öyküler'ini tekrar şiddetle öneriyorum. Senelerce farklı dergilerde çizdiği bu öykülerin toplandığı 3 kitap var şu anda, devamı gelir mi bilmiyorum. Herhalde anlatmak için söyleyebileceğim en net şey edebiyatta "tuhaf kurgu" dediğimiz türe yakın olduğu, adından da beli olduğu gibi. Bir ara Acayip Hikayeler adıyla televizyona da uyarlanmış, fena olmasa da birkaç bölümden sonra iptal edilmişti. Zaten Türk televizyonunun kaldırabileceği öyküler olmadığı açıktı bence. ;D Fazlasıyla 18+ olduğunun da tekrar altını çizeyim.
Hala Uykusuz'da çiziyor mu bilmiyorum ama şu an Hortlak dergisinde çiziyor kendisi. Zamanla yeni kitap çıkarır herhalde. Gerçekten Türkiye'de nadir bulunur bir insan.

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 ... 14