Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - M.K.Immortal

Sayfa: 1 [2]
16
Kurgu İskelesi / Sevaplar ve Günahlar
« : 21 Mayıs 2013, 15:40:43 »
UÇMAK İÇİN İKİ YOL: YA ÇOK İYİ, YA DA ÇOK KÖTÜ OL

   Kalbi olan herkes sevmek zorunda mıdır? Her düşünebilen insan doğru kararlar mı verir? Kanatları olanlar, her zaman uçmak mı ister peki? Kırk katlı gökdelenin en tepesinde tam olarak bunları düşünüyordum. Sizin kim olmak istediğiniz değil, hayatın sizi nereye sürüklediğidir asıl olay. Ne kadar karşı koyarsanız koyun, ne kadar çabalarsanız çabalayın, kaderinizi değiştiremezsiniz. Ve hayat size bir seçim yapmak zorunda bırakır yaşamınızın bir döneminde. Ama asıl soru şu sanırım. Önüne seçenekler sunulmuş herkes bunlardan bir tanesini seçmek zorunda mıdır?

   Beyaz kanatlarımı olabildiğince açtım. Beyaz kanatlarla uçabilmek için insanların büyük emek vermeleri gerekir. Ama benim kanatlarım uçabileceğim kadar güçlü ve gür olamadılar hiçbir zaman. Gökdelenin tepesinden kendimi aşağıya bıraktığımda amacım da uçmak değildi aslında. Bana verilen seçenekler arasından birini seçtim sadece.

   Tüm dünyaya isyan edercesine attığım çığlığım yüzümü yarıp geçen rüzgâr ile karışıyordu. İki günlük sakalımdan sıyrılıp etrafa saçılan ter taneleri görünüyordu zaman zaman. Ve intiharın bedelini ödemek geliyordu hemen ardından. Kanatlarımdaki tüm beyaz tüyler yolunarak etrafa saçılıyordu bedenime karşı koyan rüzgâr ile birlikte. Ben yere yaklaştıkça hafifliyordum böylece. Daha gökdelenin yarısına varmadan kanatlarımdan geriye iki çıplak uzantıdan başka bir şey kalmamıştı. Hemen sonrasında ise günahın simgesi siyah tüylerle kaplanmaya başladılar. Daha öncekinden çok daha güçlü, çok daha gür, siyah kanatlar belirmişti sırtımda. İstersem uçabileceğim kanatlara sahiptim. Her isteğin bir bedeli vardır. Ben isteğime kavuşmuştum ve bedelinin ne olacağını gayet iyi biliyordum. Sadece buna değip değmeyeceğini düşünüyordum artık.


ASLA GERÇEK İYİLİK VEYA KÖTÜLÜK YOKTUR

   (birkaç saat önce)

   İş görüşmesi için fazlasıyla gergindim. Tüm dünyada güvenin simgesi haline gelen Cennet Bankası’nda iş görüşmesi için bekliyordum. Başvuruda bulunan tüm adayların görüşmesi bitmişti ve sıra neredeyse bana gelmek üzereydi.

   Uzun yıllar işsiz olmanın verdiği sıkıntı, bu işi asla alamayacağımı bilmemin verdiği güvensizlik ile harmanlanıyordu. Ama bu işe ihtiyacım vardı. Çok yüksek kazancım olması da değildi isteğim. Sadece kanatlarımdaki tüylerin artmasına neden olması yeterliydi. Bu dünyadan zaten bir kazancım olmadı. Hiç olmazsa diğer dünyaya olan sadakatimi göstermeliydim.

   Kapı açıldığında içeriden bembeyaz, gür kanatlı bir kız çıktı. Masum güzelliği ve saflık timsali ifadesi, kanatlarını hak eden bir kişiliği olduğunu gösterir nitelikteydi. Üzgün ve düşünceli bir durgunlukla yanımdan geçip giderken göz ucuyla bana baktı. Yüzündeki acıma duygusunu okuyabiliyordum. Ve kanatlarında iki tüy daha arttığına yemin edebilirdim. Kim bilir ne düşünmüştü ki kanatları daha da gürleşmişti?

   Sekreter odayı boş gözlerle yokladıktan sonra isteksiz bir ifadeyle bana baktı.

   “Devrim Bey şimdi sizi bekliyor” dedi aynı tavırla.

   Yerimden kalkıp siyah takım elbisemi düzelttim. Şimdiki durumum için aslında doğru bir renk değildi giydiklerim. Ama tişört ve kot pantolon ile gelmekten çok daha önemliydi şık görünmem. Kapının önüne geldiğimde iki kere tıklayıp içeriden cevap gelmesini bekledim.

   “Geeell.”

   Bu komut ile kapıdan içeriye hızla girip ardından kapattım. Bankanın müdürü Devrim Bey’i daha önce hiç görmemiştim. Ama hep aklımda devasa beyaz kanatları olan, zayıf, güler yüzlü birini canlandırmıştım. Ancak karşılaştığım manzara bir süre kapının önünde hareketsizce kalmama neden olmuştu.

   “Buyurun, oturun.”

   Yavaş adımlar ile Devrim Bey’in masasının önüne giderken, böyle bir kuruluşun başında nasıl bunun gibi birisinin olduğunu düşünüyordum. Sandalyesine sığmayan koca göbeği ve cüssesinden daha büyük kömür karası kanatları ile kötülüğün simgesi gibiydi. Karşısına oturduğumda, sırtımdan yukarı uzanan çelimsiz iki çıkıntı üzerindeki seyrek beyaz tüylerle bile ondan daha iyi biri olduğumu anlamıştım. Her ne kadar güvenilmez biri olsa da onun kanatları vardı. Bende ise işe yaramayan iki uzantı.

   Önündeki kağıda bakıp

   “Umut Hakdoğan. Hoş geldiniz” dedi.

   Devrim Bey’in tekrar konuşması ile düşüncelerime ara vermiştim. Yine de tüm çalışanlarının beyaz kanatları olan bir kuruluşun başında nasıl kötülüğün simgesi bir insan vardı anlayamıyordum. Devrim Bey bana küçümsercesine baktıktan sonra arkasına yaslandı ve burnunu belirgin şekilde çekerek konuşmasına devam etti.

   “Dosyanızı inceledim. Tecrübeniz neredeyse sıfır. Bilgi birikiminiz de öyle. Sizi neden işe almamız gerektiğini düşünüyorsunuz peki?”

   Verebilecek tek cevabım “çünkü buna ihtiyacım var” olacaktı aslında. Ama aklımdaki her şeyi detayıyla anlatmam gerektiğini düşünerek cevap verdim.

   “Evet tecrübem yok biliyorum ama çabuk öğrenirim. Maaş konusunda da çok fazla bir isteğim yok. Sadece kanatlarımın çıkması için…” bir an için Devrim’in siyah kanatlarına bakarak cümlemi devam ettirip ettirmemeyi düşündüm. Yine de aklımdaki her şeyi söylemeye karar vermiştim. “Yani beyaz kanatlarımın gürleşmesi için, sizin şirketinizden daha iyi bir yer olamayacağını düşündüm. Sizler bu konuda fazlasıyla yardımcısınız insanlara. Belki bana da yardım edebilirsiniz diye buraya geldim.”

   Devrim dikkatlice yüzüme bakarak söyleyeceklerini düşünüyordu. Hatta bana bir akıl oyunu yapacağından adım gibi emindim. İleriye doğru eğilip ellerini masasının üstünde kavuşturarak

   “Dikkatinizi çekmedi mi?” dedi. “Böyle bir şirketin başında nasıl benim gibi bir günahkar oturuyor diye merak etmişsinizdir herhalde.”

   Evet demeyi istesem de sessiz kaldım ve cümlesini devam ettirmesini bekledim.

   “İyilik göreceli bir kavramdır. Kime, ne iyilik yaptığınız önemlidir. Durumu iyi olan birine işini daha da büyütmesi için para vermeniz ile elinde hiçbir şeyi olmayan birine yardım etmeniz arasında dağlar kadar fark vardır. İlkinde ya çevrenizden biri için yardım ediyorsunuzdur, ya da geleceğe bir yatırım olarak bakıyorsunuzdur. İkincisinde ise karşılıksızdır çoğu zaman. Ancak bazen de iyilik zannettiğiniz şeylerin sonucu kötü olabilir, bunu asla bilemezsiniz. Kısacası ben bu işin başına geçerken tüm bunları göze almıştım zaten.”

   “Ama çalışanlarınız? Onlar da bu işin içinde ve dedikleriniz onlar için de geçerli olmalı.” Bunu sorarken bir hafta önce yaşadığım bir olay gözümde canlanıyordu.

   Bir hafta önce, bankanın çalışanlarından biri müşterisine, verdikleri kredinin geri ödemesinin çok az faizle ve çok kolay olacağını söylediğinde kanatlarındaki tüy sayısı görünür şekilde artmıştı. Müşteriler de her zaman bu duruma güvenmişlerdi aslında. Doğru söylediği için kazandığı tüyler onun güvenirliğini gösteriyordu. Ama Devrim’in söylediklerine bakacak olursak bu insanlar yalanlar gerekirse bazen söylüyordu. Öğrenmek istediğim sorunun cevabı buydu aslında ve karşımdaki, şeytan diyebileceğim adam da bunu rahatlıkla anlamıştı.

   “Asıl önemli olan düşüncedir. Gerçekten yaptığınız şeyin iyi olduğunu düşünürseniz kanatlarınız gürleşir. Veya kötü olduğunu düşündüğünüzde de siyah kanatlara bürünürsünüz. Olay bu kadar basit. Kanatların ilahi bir gücü yok anlayacağınız.” Bu cümlesiyle birlikte kanatlarındaki siyah tüyler daha da artmıştı. “Dünyada gördüğünüz herkesin kendi karakterine göre mi kanatları var sanıyordunuz? Az önce kapıdan dışarıya çıkan kızı gördünüz mü? Mesela o. Sadece masum görünüyor ve beyaz kanatları var diye iyi biri mi sanmıştınız? Yoksa o kendini iyi biri zannettiği için mi beyaz kanatları var?”

   Bir sürelik sessizliğin ardından küçümser bir gülümseme ile konuşmasına ara vermeden devam etti.

   “Size bakınca on yıl önceki halim aklıma geliyor. Tıpkı sizin gibiydim. Ne yapacağımı bilemiyordum. Ne beyaz kanatlar için yeterli güvenim vardı ne de siyah kanatlara sahip olacak cesaretim. Bir gün bütün bunların bir anlamı olmadığını düşünmeye başladım. Ya söylenenler doğru değilse? Ya bu kanatlar cennet veya cehennemi simgelemiyorsa? Ya öldükten sonra bir yer yoksa? Böyle yaşamanın ne anlamı vardı o zaman? Kararımı verdim işte o zaman. Uçmak için ya iyi olmak gerekir ya da kötü. Onlarca sene iyi olduğum halde yine de uçabilecek kanatlarım olmamıştı. Ben de intihar etmeye karar verdim bunca depresyonun üzerine. Kendimi binanın tepesinden aşağıya bıraktığımda tüm hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçmedi. Tam aksine zaman durmuş gibiydi ve tüm dünya ayaklarımın altındaydı. Hayalini kurduğum o uçma isteğine kısa bir süre de olsa sahiptim. İşte tam o anda birkaç tutam olan beyaz tüyümü kaybettim ve yerine bu gördüğünüz kanatlar çıktı. O zaman korkmaya başladım. Ya söylenenler doğruysa? Üstelik artık kanatlarım vardı, neden şimdi tüm sahip olduğum şeylerden vazgeçeyim ki? Neden yanmak için kendimi bırakayım ki? Sonra kararımı verdim ve kanatlarımı tüm gücümle çırpmaya başladım. Saatlerce uçtuğumu hatırlıyorum. Çoğu insan bana kötü gözlerle bakıyordu artık ama umurumda değildi. Özgürdüm ve ben kendi içimde neler olduğunu biliyordum çünkü. Daha sonra yaşananlar o kadar hızlı ilerledi ki ben bile hala düşününce inanamıyorum. Şimdi buradayım gördüğünüz gibi. Belki kötü biriyim ama güçlüyüm. Ya siz ne yapacaksınız? Bize katılacak mısınız, yoksa çaresizce nasıl iyilik yapabileceğinizi düşünüp beyaz kanatlarınızı gürleştirmek için çabalamaya devam mı edeceksiniz?”


HER İNSANIN BİR DÖNÜM NOKTASI VARDIR

   Yere çakılmama saniyeler olmasına rağmen zaman çok yavaş ilerliyordu. Hala kurtulmak için bir şansım vardı ve bunu düşünmem için zaman bana kendinden taviz veriyor gibiydi. Yine de ne yapacağım konusunda karar veremiyordum. Artık kanatlarım vardı. Onları çırparak uçmalı mıydım?

   Ya öldükten sonra bir şey yoksa? Ne için bunca çaba ve dünyayı sömürme isteği? Bunca bencillik ve egonun sonucu bizi sonsuza sürükleyecek sanki. Yüzyıllar boyu adımızı hatırlasalar bile öldükten sonra ne anlamı var ki? İnsanoğlu tüm evrene hükmetse, dünyayı bir ütopyaya dönüştürse bile ne önemi var?

   Ne için yaşadığımızın bile farkında değiliz aslında. İyi bir kazanç, daha büyük bir televizyon, daha güzel bir araba… Her gün başka biriyle sevişmek veya sırf mutlu olmak adına olabildiğince içmek. Öldükten sonra bütün bunların anlamı olmadığı gibi, ölümü unutmak adına bunları yapmamız ne kadar acı. İnançlı olup olmamak bir şey değiştirmiyordu üstelik. Hayat bizi nereye sürüklerse o olmak zorundaydık. Önce yaşamak gerekiyordu çünkü. Yaşayabilmek için iyi bir iş, iş için iyi bir okul bitirmek, iyi bir okul için ise imkanlar… Okulu nasıl bitirdiğimizin bile önemi yoktu. Veya o işi isteyip istememiz, ya da hakkıyla yapabilip yapamayacağımız kimsenin umurunda değildi. Sadece kazandıklarını umursuyordu herkes.

   Bunca çabanın ne anlamı vardı öldükten sonra Cennet’e gidemeyeceksek eğer? Belki de boş umut ver korkulardan ibaretti Cennet ve Cehennem. Bu kanatlara bu yüzden anlamlar verdik belki de. O zaman yaşamı uzatmanın ne önemi kalmıştı? Sırf korkularımız ve bencilliğimiz ile nihai sonu bunca sene uzatmanın ne anlamı vardı?

   Ölüp ölmemem bir kanat çırpışına bağlıydı. Seçimlerim belliydi. Ya kanatlarımı çırparak bundan sonra sadece kendim için yaşayacaktım ve öldükten sonra sonsuz cehennemde yanacaktım veya bunca yaşantının anlamsızlığıyla yok olacaktım. Ya da eninde sonunda gelecek olan sonu şimdi yaşayacaktım. Hayatımda ilk defa aklım korkumun önüne geçti. Böylece seçimimi yaptım. Hiçbir şey sonsuz değilse, onları kazanmanın ne önemi vardı? Dünyayı ve insanları umursuyormuş gibi yapıp aslında sadece kendim için yaşamak nereye kadar beni götürecekti? Üstelik her şey için artık çok geçti. Zorla edindiğim çelimsiz beyaz kanatlarımın yerini bir aptallık uğruna asla yok olmayacak siyahlara bırakmıştım, sırf intihara teşebbüs ettiğim için. Hep uçmayı merak etmiştim hayatım boyunca. Şimdi düşünüyorum. Kanatları olanlar, her zaman uçmak ister mi?

SON

17
Kurgu İskelesi / Bencil Cüceler ve Açgözlü Devler
« : 26 Şubat 2013, 17:38:36 »
  not: Normalde öykü seçkisinde "Cüce" teması için yazmıştım ancak konu çok hoşuma gitmedi. Yeni bir öykü üzerinde çalıştığım için bu öyküyü kurgu iskelesine eklemeyi uygun gördüm. Umarım ötekini yetiştiririm. Şimdiden iyi okumalar.

***

   “Sıkıldım artık bu şekilde yaşamaktan, anlıyor musun? Herkes aynı şeylere dert yanıyor ama yine herkes dert yandığı şeyleri yapmaktan vazgeçemiyor.”

   Droond, uzun, siyah, kıvırcık sakalını okşayıp piposundan derin bir nefes çektikten sonra çukurlaşmış gözleriyle Kahthar’a yorgunca baktı.

   “Ne yapabilirsin ki? Sen mi değiştireceksin düzeni? Bizden önce de böyleydi, bizden sonra da hep böyle olacak. Başımızdaki devler değişmediği sürece bunlara mahkûmuz.”

   “Devler mi? Sence tüm suç devlerde mi?”

   “Elbette. Onlar ne derse onu yapıyoruz. Ağaçlardaki meyveleri bize vermeleri için bunları yapmaya muhtacız. Şarkıyı sen de biliyorsun; Ya kara toprakta yetişen kuru sebzeler ile beslenip zamanla çürüyüp gideceksin, ya da uzun ağaçlarda yetişen sulu meyveleri yiyerek canlı ve dinç kalacaksın.

   Kahthar sıkıntılı bir gülümsemenin ardından ağacın içine oyulmuş küçük odanın tam ortasındaki masadan kalktı. Sarmaşıklar ile kaplanmış tezgahın üzerindeki ahşap şişeyi alarak tekrar sandalyesine geçti. Bardağını elma likörü ile doldurduktan sonra konuşmaya devam etti.

   “Her olumsuzlukta onları suçluyoruz. Biz çok mu iyiyiz acaba? Çok mu akıllıyız?” Elindeki bardağa bir süre baktıktan sonra bir yudum aldı. Bardağını hafifçe havaya kaldırarak “mesela şu” dedi. “Şunu yapmak için meyveleri ziyan etmemiz çok mu anlamlı?”

   “Sadece yemek yiyip uyumak için yaşayamayız elbette. Ondan başka ne eğlencemiz var ki?”

   “Yok tabi ki. Senin ve benim yok hiç olmazsa. Ama hiç merak etmiyor musun? Meyveyi dalından koparmadan yediğinde tadı apayrı oluyor diyorlar. Hayatında tatmadığın kadar lezzetliymiş. Hiç merak etmiyor musun nasıl olduğunu?”

   “Ediyorum elbette. Ama ne yapabiliriz ki? İskele kurmamıza izin verilmiyor. Devler ile çok yakın arkadaş olanlar sadece onların sırtına binerek o meyveleri dalında ısırabiliyor, sen de biliyorsun.”

   Kahthar kafasını onay verircesine hızla salladıktan sonra hararetli konuşmasını, içinde biriktirdiklerini atarcasına sesini yükselterek devam ettirdi.

   “Sorun burada zaten. Devlere neden muhtacız? Çünkü bize iskele kurdurmuyorlar. Hem bizi kısıtlıyor, hem de kendilerine muhtaç bırakıyorlar. Peki biz olmasak onlar ne yapacak?”

   Droond son derece sakindi. Kahthar’ın bu denli gergin olmasını anlayabiliyordu. Birçok cücenin ortak sorunlarıydı onun bahsettikleri. Fakat bugün, Kahthar’ın mum ışığı sayesinde seçilebilen koyu sarı saçları, sinirden alev almış gibi parlak görünüyordu sanki.

   “Onlar için sorun olur mu sence? Onlar isterse topraktan da toplar, ağaçtan da. Bize muhtaç değiller. Sen baş kaldırıp onların işlerini yapmasan bile elbet yapacak birileri çıkacaktır. Cüce olmanın kötü yanı bunlar Kahthar. Bunları hala öğrenemedin mi?”

   Kahthar aradığı cevabı bulmuşçasına elini kaldırıp Droond’u gösterdi. Gergin gülümsemesini yüzüne takınarak burnundan kısa bir nefes verdi.

   “Sorun bu bakış açısında aslında. Ben cüce olarak dünyaya gelmeyi seçmedim. Onlar bizden büyük diye bizden daha fazla hakka sahip olmaları saçma. Biz bile ufak olduğumuza inandık onlar yüzünden.”

   “Değil miyiz?”

   “Değiliz elbette. Düşünsene, neden bazı cüceler devlerin sırtına binebiliyor? Çünkü onları nasıl kullanacaklarını iyi biliyorlar. Onların suyuna gidiyorlar, güldürüyorlar. Yeri gelince onlardan yüksekte oluyorlar. Bu onların devlerden daha kurnaz, aslında daha büyük olduklarını göstermez mi?”

   “Evet ama, taa ki devlerin sırtından inene kadar.”

   “Olay yükseğe çıkmak ise bunu her şekilde başarabiliriz ama izin vermiyorlar buna. Sanki yükseğe çıkmanın tek yolu bir devin sırtına çıkmakmış gibi gösteriyorlar. Halbuki öyle değil. Eğer herkes ağaçlara tırmanırsa devler ile cüceler arasında bir fark kalmayacak. Onlara hizmet edecek cüceler olmazsa afallarlar. Bizi kısıtlıyorlar bu yüzden.”

   Droond gözlerini kocaman açtı ve etrafına tedirgin şekilde bakındıktan sonra kısık bir sesle araya girdi.

   “Sessiz ol, birisi duyacak.”

   “Bak işte görüyor musun. Başka bir cücenin konuşmalarımızı duymasından korkuyorsun. Çünkü o cüce devlere yaranmak için bizi ispiyon edecektir. Her cüce bencil olduğu sürece böyle ezilmeye ve küçük kalmaya muhtacız Droond.”

   “Ne yapabilirsin ki? Tek başına bir etki yapamazsın, sen de diyorsun cüceler bencil. Seni yüz üstü bırakırlar. Kendine zarar vermekten başka bir işe yaramaz isyanın. Düzen böyle kurulmuş bir kere. Bütün cüceleri aynı düşünceye inandırmadıktan sonra hiçbir şeyi değiştiremezsin. O yüzden yapılması gerekeni yapmalıyız. Yeri gelince onları güldürmeli, yeri geldiğinde onlara içkiler hazırlamalı, yiyecekler pişirmeliyiz ki bize daha çok meyve versinler.”

   “Tek başıma bir şey yapamam elbette. Ama hem bu yaşama şeklinin kötü yanlarını söyleyip, hem de onun kölesi olmak çok mu doğru? Sorsak bütün cüceler bu dertlerden yanıyorlar. Birkaç meyve için gün boyu çalışıyorlar mesela. Ama birkaç meyveyi göze almak yerine daha fazlasını isteseler, hiç olmazsa hakları olanı, onların işlerini yapmasalar, bıraksalar işlerini, devler verdikleri meyve sayısını arttırmak zorunda kalırlar. Çünkü onlar da bizim hizmetimize mahkum olmuş durumdalar. Bu noktadan sonra bizim gibi yaşayamazlar.”

   “Evet ama dediğim gibi bunun için herkesi kendi safına çekmen lazım. Hem devler yeri gelirse uzun süre dayanabilirler bizsiz. Biz onlarsız dayanabilir miyiz ki?”

   “Onlar olmadan önce nasıl dayanıyorduk?”

   “Artık zaman değişti. Eski şartlar yok.”

   “Rahata alıştık desene. Meyve toplamak zor geldiği için, onu bizim için toplayan devlerin on kat daha ağır işlerini yapıyoruz kısaca. Hepsini unut, hiç olmazsa onların oyunlarına kanmamız doğru mu acaba?”

   “Oyunlarına mı?”

   “Evet.” Kahthar elindeki içkiyi tekrar göstererek devam etti. “Dediğim gibi şu içki için meyve harcamaya değer mi? Bunu yapmayı onlar öğretti bize. Veya bize verdikleri şu eşyalara ne demeli? Bunları yapanlar biziz, bunları yaptığımız için meyve alanlar da. Ve yine aynı eşyalara sahip olmak için aldığımız meyvenin iki katı emek sarf eden de. Onlar bu eşyaları kullanmıyorlar biliyorsun. Onların eşyası özel olarak daha büyük yapılıyor. Yani bunları sırf bizi sömürmek için üretiyorlar. Yerdeki sebzeleri bile toplayıp onlara veriyoruz. Sebzeler lezzetsiz olabilir ama her canlı onlara muhtaç, gerek cüce olsun gerek dev. Siz olmasanız bile biz toplarız diyorlar sebzeleri. Aslında onlar olmasa, biz de toplayabiliriz meyveleri. Ama bunu hatırlatmıyorlar asla. Anlayacağın elimizdeki meyveleri kullandırılmaya zorlanıyoruz. Onları biriktirerek kendi cücelerimizi yönetmemizi istemiyorlar. Eğer öyle olursa ayaklanma çıkmasından korkuyorlar.”

   “Sessiz ol! Bugün senin canın ağaca bağlanmak istiyor sanırım.”

   “Devlerin pis yalakaları bizi duyar diye mi korkuyorsun. DUYSUNLAR! BEN DEVLEDEN KORKMUYORUM!”

   “Sen sarhoşsun. Uyuyalım en iyisi. Yoksa başımızı belaya sokacaksın.”

   “Evet. Uyuyalım yine. Sabah olduğunda aynı şeylere devam edelim. Birlik olmadan yaşayalım. Boş hayaller ile herkes dev olmayı düşlesin. Devler gibi bir olmayı öğrenebilseydik, acaba cüce olarak mı kalırdık hep. Belki onları dev yapan da bu olmuştur asırlar önce. Birlikte hareket etmeyi öğrenmişlerdi belki de.”

   “Kim bilir? Belki de…”

***

Tabi ki eşittir yaratılanlar nasıl olurlarsa olsun
En küçük bir cüce kimisi, kimisi ise bir dev kadar uzun
Kimseye gerçekte hakkı olan verilmediği sürece
Gönlü kör, aklı cahil kalacak bu halk boynu bükük mahzun

Evvelden kim demiş eşit olmalı her insan diğeriyle
Ruhu dahi kıpırdamayanı çok çalışan ile eşit görmek niye
Çalışınca sanma ki alacaksın verdiğin emeğin karşılığını
Ey küçüğüm! Kanma anlatılan masallara iyi olan kazanır diye

Ki söylerler sana görseler nerede bir hata nerede bir kusur
Öyle yeri geldiğinde söylediğinin arkasında durmaktır gurur
Lal olup, altında kalanları ezip geçtiğin sürece yükselmek uğruna
Üzerine bastıklarında seni ne bir dengin, ne ezdiğin, ne de güçlü biri korur

Mezar açılıp, kefen giyildiğinde geriye bırakma sadece hüzün
Dünya kimseye bir şey vermeyecek yalnızca bunu düşün
Ümidin olmasın boş hayallere, daimi olurum bu dünyada diye
Ruhun bile seni terk edecek kim bilir belki de bugün

18/02/2013 --- 01:22

18
En baştan söylemekte yarar var, uzun olacak sıkıcı bir dert yanma yazısıdır bu. Merak edip okuyanlara şimdiden teşekkürler.

Gelelim konumuza. Konumuz: Türkiye neden böyle? Bu konu üzerinden tartışılacak bir sürü şey çıkar elbette ama ben kitap yazmak ve yayımlatmak adına konuşacağım.

Öncelikle kitap yazmanın sıkıntılarından bahsedeyim. En büyük sıkıntısı hiçbir sıkıntısı olmaması. Kafanızda fikirler vardır, yazmak için sabırsızlanırsınız, elleriniz klavye üzerinde hareketlenir ve cümleler dökülür beyaz sayfaya. Bazen günde beş bin kelime yazar bir hafta dokunmazsınız, bazen ise beş yüz kelimeyi geçemezsiniz ama bir ay boyunca yazarsınız. Fikirlerinizi, düşüncelerinizi ve hayal gücünüzü yazmanın verdiği haz vardır her zaman.

Keşke zorlu bir süreç olsaydı veya yazdıktan sonra ne yapmamız gerektiğini araştıracak bir etken bulunsaydı yazma sırasında. Çünkü en büyük sorun yazdıktan sonra başlıyor. Bir sene boyunca uğraşıp 80 bin kelimeden fazla bir roman çıkarıyorsunuz (kendi adıma konuşuyorum genel bir tabir değil) ve ardından meğer hiç yazmamanız gerektiğini öğreniyorsunuz. Neden mi? İşte şimdi başlıyor o nedenler.

İlk olarak yayınevleri ile irtibata geçmek için İstanbul’da olmanız lazım sanırım. Mail yoluyla size cevap verenler iki elin parmaklarını geçmiyor. Cevap verenlerden ise mail geliyor ve sizden istedikleri dosyalar başlıyor “şu mail adresine, çalışmanızın bitmiş halini, özetini ve özgeçmişinizi gönderiniz. (…) süre sonra size geri dönülecektir.” Diye. Genelde aldığınız cevaplar bu şekilde.

Bu cümledeki her detayı sorgulayalım şimdi. Üç noktalı değişken bölüm 1 hafta ile 6 ay arasında değişiyor. Her ne kadar yayınevi politikaları değişmese de o süre nasıl değişiyor anlamıyorum zaten. Bu süre içinde incelendiği iddia edilen kitaptan haber alamıyorsunuz. Size “sorularınız için şu maili kullanabilirsiniz” deniyor mesela bazı yayınevlerinden. Oraya soruyorsunuz kitap ne alemde diye “inceleme altında” diyor. E biliyoruz onu dangalak herif, nasıl gidiyor, beğendin mi, ne oldu, nasıl düzelteyim onlardan haber ver değil mi? Tabi inceleniyor olsalardı bunları söylerlerdi.

Gelelim istedikleri dosyalara. Çalışmanızın bitmiş halini istemeleri normal olabilir. Eğer yanlışım varsa düzeltin ama bildiğim kadarıyla yurtdışındaki bazı yayınevlerine örnek amacıyla kitabın ilk yirmi sayfası gönderiliyor. Eğer kitap ilgi çekerse devamı yazması talep edildikten sonra kitap yazılıyor. Yani yüzlerce sayfa için zaman harcamanızdan kurtarıyorlar sizi. Türkiye’de ise bitmiş hali isteniyor, hadi ona eyvallah diyoruz. Peki ya özetini istemenin amacı ne? Size söyleyeyim, önce özete bakılır, konu ilginç gelirse kitabın ilk birkaç sayfası okunsun diye. Ama çok büyük bir ön yargı bu olay. Ve yine altını çizerek söylüyorum, özeti okusalar bile kitabı okuduklarından emin değilim.

Hadi özeti de anladık, peki ya özgeçmiş niye? Yazarlık meslek mi değil mi önce bunu tartışalım. Eğer meslek ise, öz geçmiş istemeleri normal ama bir işe girerken sizden para mı istenir? (bu konuya sonra değineceğim) İş konusunda yetersiz iseniz sizi almazlar olur biter. Eğer meslek değilse öz geçmişi ne yapacaksın? Yazdıklarım, düşüncelerim ve fikirlerim zaten kitapta. Öz geçmişim size ne anlatacak?

Onun açıklaması da şu yönde aslında; eğer geçmişinizde başarılarınız varsa, yani yazar olarak sizi şişirebilecekleri bir kariyeriniz söz konusu ise kitabı değerlendiriyorlar. Eğer öyle iseniz kitabınız basılıyor ki zaten bir yerlerden tanıdıklarınız vardır yayınevinde, o torpil sayesinde de bastırırsınız kitabı.

Size uydurma bir yazarın başarılarını özetleyeyim hatta:
1 - 6 yaşında matematik işlemleri yapmaya başlamıştı.
2 - Gittiği her okulda okul birincisi oldu.
3 - Üniversiteyi maden mühendisliğinde okudu.
4 - 21 yaşında motor sporlarında birincilik kazandı.
5 - Çok küçük yaşlarda okumaya olan merakı yüzünden kendi deneyimlerini yazmaya karar verdi.
6 - 26 yaşında yöneticiliğini yaptığı şirketi bırakarak, fantastik temalı bir restoran açtı ve onu işletiyor.
…... bu böyle gider. Şimdi hadi bu başarıları inceleyelim.

1 – mental aritmetik kurslarına gittikten sonra bu işlemleri yapmıştır ama o belirtilmemiş olabilir. Kısaca onu o kursa gönderen ve parasını ödeyen babası sağ olsun.

2 – aldığı özel dersler sayesinde veya okuldaki öğretmenleri tanıyan aile üyeleri veya okul aile birliği başkanı ve okula yapılan yardımlarda büyük katkı sağlayan ailesi sayesinde derslerinde tam not almadığını kim biliyor? Kısaca yine babası sağ olsun.

3 – Üniversiteyi nerede okudu? Özel üniversite mi devlet üniversitesi mi? Devlet ise kaç puan alarak, kaçıncı sırada girdi acaba? Torpilin gırla olduğu güzel ülkemde hele bunların kesin sorgulanması gerekir. Kaldı ki büyük ihtimal özel üniversitedir bu şahıs. Yine babası sağ olsun.

4 – 21 yaşına kadar motor kullanmakta uzmanlaşacak beceri için kaç adet motor değiştirmiştir acaba? Motor almasını sağlayan bütçe nereden? Tabi ki baba.

5 – Bu tamamen şişirme bilgidir. Çok okuyan iyi yazar olur bilinci yüzünden bunu yazarlar genelde ki yok öyle bir şey. Çok araştıran daha iyi yazar olur emin olun, çok okuyan genelde şatafatlı cümleleri iyi kullanır o kadar.

6 – Burada ise yazar iyice şişirilir. Okuyucuya “bak ne büyük adam işte bu adamın kitabı okunmaz da ne olur” deniliyor. Kaldı ki 26 yaşında ne yöneticiliği? Söylememe gerek yok herhalde, babadır baba.

Bu şahsın kitabı ücret talep edilmeden bile yayımlanabilir. Ve okuduğunuzda “ulen Türkiye’de dünya çapında fantastik veya bilimkurgu yazamıyor dangalaklar” derseniz ne diyebiliriz ki. Çünkü kitabı basılan insanlar ya parasını verir, ya itibarlıdır veya tanıdığı vardır. Raflar, içeriğine bakılmadan basılan kitaplar ile dolduktan sonra böyle söylentilerin oluşması gayet normal.

Kaldı ki sanki sadece insanlara yazarak bir şeyler verebilecek tek kişiler bunlarmış gibi gösterilmesi, ülkenin kültür ve zeka seviyesinin neye dayandığını ve ne derecede olduğunu açık seçik gösteriyor. Onların peşinden gidenlerin de vay haline.

Şimdi ücret meselesine gelelim. Size cevap veren yayınevleri şunu diyor. “Kitabınız güzel ancak ilk basım için katkı yapmanız gerekiyor. (…)bin lira verirseniz kitabınızı yayıma hazırlayacağız.” Haydi şimdi de cevabı inceleyelim.

“Kitabınız güzel” sadece stratejik bir cümle. Kitapta en çok nereyi sevdiniz diye sorsanız apışıp kalırlar. Amaç sizi gaza getirip “bu kitap basılırsa binlerce satar” demeye getirmek. Yani “para isteyeceğiz ama karşılığını fazlasıyla alırsın hacı merak etme” demek.

Basım için katkı olayı ise çok ilginç. Bu konuyu bana bayağı açık sözlülükle anlatan bir yayınevinin söylediklerini yazacağım size. Yeni bir yazarın bin adet kitabını basmaları bayağı bir risk. Çünkü ilk baskıyı dahi bitiremiyor basılmış olan yüzlerce kitap. Ki baskı bittiği zaman kar elde etmeye başlıyor yayınevleri. Bu yüzden yayınevleri yeni yazarlar yerine daha tanınmış ve satılması garanti olan kitapları basmayı tercih ediyor. Yani ünlü yazarın 10 bin kitabı yerine 11 bin kitabını basıyor. Çünkü o kitap 10 bin de satar 11 bin de. Ama yeni yazarın 1000 adet kitabı bu garantiyi veremiyor. Bu yüzden yeni bir yazar olarak destek(!) çıkmamız gerekiyormuş. Fakat istenilen destek, kitabın tüm masrafları + yayınevi karı olarak hesaplanıyor. Sadece basım ve dağıtım masraflarının bir kısmını sizinle paylaşalım demek değil yani anlayacağınız o destek.

İşin ilginci bu istenilen para yasal mı acaba? Katkı adı altında istenildiğine göre değildir sanırım. (Makbuz verecekler mi acaba o parayı verince, onu da merak ediyorum) Çünkü o parayı alarak iş yapan “şahsi yayınevi” adı altında paralı yayınevleri var. Paralı yayınevi varken normal yayınevine para vermek niye diye sorduğunuzda “Ancak o yayınevleri her baskı için sizden para alırlar, biz sadece ilk baskı için alıyoruz.” Cevabını alırsınız. Bak sen yaa. Ama o yayınevleri %40 veriyor, siz %10 veya %15.

Gelelim şimdi ufak bir hesaplamaya. Kendi kitabımdan örnek vereceğim. Kitap için 6 bin lira istiyorlardı. Parayı verdik ve bin adet kitap basıldı diyelim. Genelde ilk baskıdan ücret verilmez, 100 ila 150 arası kitap verilir ama yüzde verdiklerini düşünelim bu aşamada. Kitabınız iyi bir ihtimal ile 20 liraya satılsın. Size de en iyi ihtimalle %20 verdiklerini düşünelim. Yani kitap başına 4 lira kazancınız var. İlk baskı biterse ki dediğim gibi yeni yazar için çok zordur bu, kazancınız 4 bin lira oluyor. İkinci baskı da bitecek ki verdiğiniz altı bin liranın üzerine çıkabilesiniz. Tekrar soruyorum, yazarlık bir meslek mi?

Bu hesap en iyi ihtimal. Genelde Türk, yeni bir yazarın kitabı 5 ila 15 lira arasında satılır. İşin özeti yazarlar yazdıkları kitabı “hacı ben öyle kültürlüyüm ki kitap yazdım aha bak, sen ne yaptın düdükkk” demek için kullanıyorlar. E haliyle yabancı yazarlar daha çok satıyor. Yabancıya olan hayranlık diyoruz ya, işte budur onun sebebi kısacası.

Ama nedense işin daha da ilginç yanı var. Onu buraya yazarsam sanırım bayağı bir tartışma çıkacaktır, hatta biraz tepki bile çekebilirim o konuda. Yazsam mı? E amaç tartışmak değil mi, o yüzden yazayım madem. Hatta direk örnekler ile yazayım. Bir arkadaşıma “yaw kayıp rıhtım öykü seçkisinde ünlü yazarların yazdığı öykülere baktım, hacı normal biri yazsa millet bir ton kusur bulurdu o öykülere ama onları öve öve bitirememişler, bayağı ilginç dedim.” Arkadaşım “madem öyle biz eleştirelim” diyerek öyküleri okumuş ve eleştirmiş. Ancak eleştiriler yayınlanmamış! Burada amacım yönetimi suçlamak değil “adamlar bizim için öykü yazmış bir de eleştiri mi yayınlayacağız” diye düşünmüşlerdir büyük ihtimal. Ancak böyle bir durumda sanki onlar kusursuzmuş gibi gösterilmesi çok saçma. Aralarında gerçek anlamda fantastik ve bilimkurgu adına iki yazar var yok. Ki yok…

Onların insan olduğunu unutuyoruz. Büyük çoğunluğu yukarıda yazdığım şekilde kitaplarını yayımlatmış zaten. Şu özgeçmiş bölümünü okuyun ve oradakilerin de özgeçmişlerini okuyun hatta, bakalım neler yakalayacaksınız. Yani onlar ulaşılamaz, onlar müthiş, ama nedense dünyaya açılamıyorlar. Eleştirileri es geçip, elimizdeki bu yazarları sürekli överek de hiçbir yere gitmez Türkiye’de fantastik ve bilimkurgu yazarlığı.

Şimdi bunca şeyi buraya yazdım da ne geçti elime? Bir şey değişecek mi? Hayır. Sadece rahatlamak amaç. Hatta bu yazı bile silinebilir.

Neyse detayları geçip en baştaki konumuzu hatırlatalım: Türkiye neden böyle? Siz söyleyin, neden böyle?

19
Kurgu İskelesi / İstila
« : 25 Ocak 2013, 15:16:02 »
Sıkıca bağlandığım sedyeye eğilen gölge yine aynı şeyi istiyordu benden.

“Neredeler?” diye sordu sinirli bir ifadeyle.

“Bilmiyorum.” dedim. “Nerede olduklarını bilmiyorum.”

Kaç gündür burada işkence gördüğümü hatırlamıyorum. Ne zamandır vücudumun iletkenliği ölçülürcesine elektrik veriyorlardı, kaç kez bayıldım, nasıl bu hale düştüm, hiçbirinden emin değilim artık. İşin kötü yanı ise, gerçekten nerede olduklarını bilmiyorum.

Klonlama teknolojisinin insanlar üzerinde uygulanmasına karar verildiğinde, ilk genleri alınacak denek olarak ben seçilmiştim. Bütün deneyler sorunsuzdu. Ortaya çıkacak klonların düşünememesi gerekiyordu. Benim geçmişimi bilmeyeceklerdi. Benimle ilgili hiçbir bağlantıları olmamaları gerekiyordu.

Güzel amaçlar ile çıkmıştık yola en başta. Dünya üzerindeki iş gücünü dolduracak, asla yorulmayan, her emri yerine getiren klonlar üretmekti tek istenilen. İnsanlar çalışmayacaktı. Her şey onlara hizmet eden kopyaları tarafından yapılacaktı. Birçok eleştiri almıştı bu durum aslında. İnsan ırkının sonu geleceğini düşünmüştü bazıları. Bazıları ise dini anlayışa ters olduğunu savunuyordu. Kim bilir, belki de ilahi adalet beni bu hale sokmuştur.

Güzel amaçlarımız olsa da işler bir süre sonra ters gitmeye başladı. Klonların genetik şifreleri istenildiği gibi değiştirilememişti. Kendi iradeleri vardı ve her canlı gibi yaşama içgüdüsüne sahiptiler. Geçmişimi biliyorlardı. Her özellikleriyle tıpkı ben gibiydi hepsi. Her ne olursa olsunlar, yine de onlar birer denekti. Fakat onlar bir deney faresi olmayı kabullenemediler. Yaşama içgüdüsüyle tesisi ele geçirdiler bir süre sonra.

Kendi yüzümün sinirli ifadesinin bu kadar korkunç olabileceğini hiç tahmin etmezdim. Kendime işkence eden onlarca “ben” vardı etrafta. Ve istedikleri tek şey, klonlama bilgilerinin saklandığı belleğin nerede olduğuydu. O bilgileri kullanarak bir ordu kurmak istiyorlardı.

Halbuki klonlama işlemini yapan bilim adamları, bilgiler ile kaçarken hepimizi tesise hapsetmişlerdi. Nerede olduklarını bilmiyordum. Buradan nasıl çıkılacağını da.

Yüzüme çöken gölgem sert bakışlarıyla tekrar sordu.

“Neredeler?”

“Bilmiyorum.”

En son kapıları üzerimize kapatırlarken, diğerleriyle birlikte bir başka benzerimi görmüştüm. Hatırladığımı zannettiklerim, gördüğüm işkencelerin halüsinasyonları mı emin değilim. Diğerleri üretilmeden önce sadece bilim adamları ile giden “ben” ve buradaki ben vardık. Tabi kopya olan o mu yoksa ben miyim emin değilim artık. Emin olduğum tek şey var;

“Kim olduğumu bilmiyorum.”

20
Kurgu İskelesi / Profesör
« : 24 Ocak 2013, 16:19:05 »
Korkunç kahkahaları boş sokakta yankılanıyordu. Bu kahkahaya yıllar boyu çalışmıştı. Güzel günlerdi o kahkahalarını duyurduğu zamanlar. İnsanlar ondan pek korkmazlardı ama yine de güzel günlerdi.

Kötü bilim adamı, Doktor Profesör Uzman'ın ismi herkesi güldürürdü. Annesi ismini Profesör koyarak onun geleceğini çok önceden tahmin etmişti. Ama o sadece doktor olabilmişti. Soyadı ise kör talihini iyice gün yüzüne çıkarmıştı. Hayatında her şeyin ters gideceği, doğduğu gün belliydi.

Büyük kafası yüzünden sezaryen ile doğum yapılmıştı. Annesinin karnındaki açıklığı tekrar dikemeyen doktorlar, yerine tepsi monte etmişlerdi. O günden sonra annesi asla yere eğilememişti.

Ailesi onun kız doğacağı konusunda fazlasıyla emindiler. Fakat Profesör’ün gelişiyle tüm hayalleri suya düşmüştü. “Doktor bey tekrar bakın, belki o ikinci bir göbek bağıdır” diye defalarca tekrarlamıştı annesi. Altı ay sonra kabullenebilmişti ancak onun erkek olduğunu.

Ve ismini de böyle koymuştu. “Bundan dört sene önce basketbol maçındaydım oğlum. Babanla orada tanışmıştık. Maçı kaybetmiştik ama birbirimizi bulmuştuk. Evlendik. Mutluyduk. Beslediğimiz köpek öldükten sonra seni yapmaya karar verdik. Bu yüzden senin adın Profesör olsun.”

Altı yaşına kadar konuşmadığı için geri zekalı olduğunu düşünmüştü ailesi. Liseyi bile sekiz yılda bitirmişti. İnsanların dalga geçme konusu vardı onun üzerinde her zaman. Öğretmenleri bile onu bir eğlence aracı olarak kullanırdı.

"Söyle bakalım Profesör, elmas atomunu temel alarak e=mc2 denkleminin sonucu kaçtır?"

“Bilmiyorum hocam.”

“Otur, sıfır. Sen söyle Ayşe, iki kere iki kaçtır?”

“Beş hocam.”

“Hmm. Farklı bir bakış açın var, beğendim, aferin 100.”

Profesör o zamanlar ant içmişti. Gün gelecek tüm insanlığı yok edeceğim diye yemin etmişti odasındaki Christopher Lloyd posterine bakarak. Pembe yatak örtüleri bile onunla dalga geçiyordu sanki. Kız çocuğu olsaydı adını Neriman koyacaklardı. Bazen düşünürdü bunu Profesör. Neriman olsaydı acaba daha mı iyi olurdu hayatı?

Liseye başladığında büyük bir hastalığa yakalanmıştı. Daha sonra öğrenmişti hastalığının adını. Ona aşk diyorlardı. Meryem’e aşık olmuştu ilk görüşte. Ona açılabilmek için uzun zaman beklemişti. Sonra bir gün ansızın karşısına çıkıp içindekileri dökmüştür teker teker.

“Eeee… Şey… Sen var ya sen. Ben de varım hani. Biz olsak ama böyle pastalı börekli bir yerde olsak. Sen, ben, pasta olsa. Sonra çay gelse. Sinemaya gitsek peşine. Ama pasta ile çay gelmese tabi.”

Aldığı cevabın anlamını dört sene sonra çözebilmişti.

“Haa? Haaa! Hahahahaa… Gri zıkalııığğ.”

Yirmi yaşına geldiğinde, sadece kendi çabalarıyla ilk lazerini yapmıştı. Liseler arası bilim yarışmasına bu icadı ile katıldığında ise en büyük düş kırıklıklarından birini yaşamıştı. Çünkü yine kazanan yanardağı projesiyle matematik hocasının kızı Kezban olmuştu. Üstünden köpük fışkırtan bir yanardağı neden bilim yarışmasını kazanır ki? Bunu her banyoya girdiğinde elleriyle, hatta kıçıyla bile rahatlıkla yapabiliyordu hâlbuki.

Üniversitede okurken de pek farklı olmamıştı hayatı. Her soruya el kaldırsa da, hocalar bir öğrenciye “Profesör” diye hitap etmek istemediklerinden onu dışlamışlardı. Sınavlarda dahi kötü notlar vererek kendi egolarına üflüyorlardı. Hatta birkaç kere tüm sınıfın aksine ona kırk sayfalık sınav sorusu verenler olmuştu. Hepsini yetiştirdiğinde ise;

“Bu sınavda senin iradeni test ettik. Sınavı vermeme seçeneğini kullanmadığın için sıfır aldın” diyerek yine onu sınıfta bırakmışlardı.

İş bulması da çok kolay değildi. Bir keresinde bir animasyon filminde kendisini oynamıştı. Üzerinde hiç oynama yapmamışlardı üstelik yapımcılar. Bir keresinde de dövüş müsabakalarına girmişti. Aslında orada hiç fena değildi. Tüm rakiplerini tek kafa darbesiyle nakavt edebiliyordu. Edemediklerini ise matematik problemleri sorarak delirtiyordu.

Üniversiteyi bitirip doktor olduktan sonra gerçek unvanına kavuşmak için bekleyemedi daha fazla. Tüm insanlığı öldürmek için icat ettiği kıyamet silahını bir an önce çalıştırmıştı. Cihaz, atmosferdeki azot atomlarının yapısını değiştirerek gülme gazına dönüştürüyordu. İnsanlığın nesli güzel bitti denebilirdi aslında. Herkes mutlu ölmüştü. Hatta Profesör televizyona çıkıp "sizleri güldürerek öldüreceğim" dediğinde, onun komik burnu yüzünden daha gaz etkisini göstermeden üç milyon kişi gülme krizine girmişti bile.

Sadece Profesör icat ettiği ilaç sayesinde gülerek ölmemişti. İnsanların kahkahayla can vermelerini izlerken o da kendi kötü adam kahkahasını atıyordu.

"Nii, Niiiii, Niihahahahahahahaaaa"

Ama hesaba katmadığı şeyi yıllar sonra fark etmişti. Hiç insan kalmamıştı dünyada. Kahkahaları bile anlamsızdı artık. Bir de çürüyen insanların yaydığı kokudan çok, sırıtmış kurukafalar canını sıkıyordu. Ona acı çektiren tüm insanlar hala onla dalga geçiyormuş gibi görünüyorlardı sanki. Hatta burnuna her dokunduğunda o iskeletlerin daha çok sırıttığına yemin edebilirdi.

Geç olsa da anlamıştı artık. Tüm dünyanın kontrolünü elinde tutmak mutluluk değildi. Gerçek mutluluk, mutluluğu yaşayan insanların mutlu olması için mutlulukla mutlu görünebilmeyi kabul edebilmekti.

21
Kurgu İskelesi / Zamanda Zamansız Yolculuklar
« : 22 Kasım 2012, 20:17:56 »
Hayatının deneyimini yaşamak üzereydi. Zamanda 3 yıl ileri giderek, gelecekteki kendisini ziyaret etmeye karar vermişti. Suratındaki tebessüm ne kadar heyecanlı olduğunu gösteriyordu. Eli, kapı ziline doğru yaklaştıkça kalbi hızla çarpmaya başlamıştı.

Zile ulaşamadan kapı açıldı. 3 yıl sonraki kendisi sinirli şekilde ona bakarak

“Gir lan içeri!” dedi.

İçeriye girerken ensesine yediği tokat ile neye uğradığını şaşırmıştı. Oturma odasına geçtiğinde, farklı zaman dilimlerinden farklı yaşlarda, 5 tane daha kendisinin de koltukta sıralanmış olarak oturduklarını gördü. En baştaki boşluğa oturdu. Aralarında en yaşlı olanı, iki eliyle ucunu tutup yere dayadığı bastonuna yüklenerek öne eğildi ve dişsiz ağzını şapırdatarak koltuğun diğer ucundaki kendisine seslendi.

“Hoş geldin evladım.”

“Hoş bulduk amca.”

Kapıda onu karşılayan diğer benliği içeri girdiğinde toplam yedi kişilerdi. Ayakta duran ev sahibi, son geleni göstererek konuşmaya başlamıştı.

“Bu da geldiğine göre toplantıya başlayalım. Şimdi hepinize yaş sırasına göre numara vereceğim. Herkes numarasına göre konuşsun. Ben bu durumda 3, son gelen ise 1 numara oluyoruz.”

7 – “Evladım ben kaç oluyorum?”

3 – “Amca sen normalde yedisin ama şu haline bakınca daha çok cennetin yedinci katındaymışsın gibi geliyor.”

7 – “Nasıl?”

3 – “Yok bişi amca yok. Sen takıl kafana göre.”

7 numara hemen yanındaki, elli yaşlarında olan 6 numaraya dönerek

7 – “Nasılsınız? Görüşmeyeli ne var ne yok?” dedi.

6 – “Geçen sene iflas ettim. Hatırlamıyor musun? Sana göre 15 yıl önceydi.”

7 – “Vah vah.”

3 – “Susun lan! Şuraya toplantı yapacağız diye gelmişiz, kadın gününe çevirdiniz ortamı.”

7 yine hafifçe 6’ya eğilerek konuştu.

7 – “Ne kadar da kabaymışım meğer.”

6 – “Değil mi pirim. Gençlik işte nerden nereye gelmişiz azizim.”

3 – “Pirim mi? Azizim mi? Ne oldu lan bana? Ne içiriyorsunuz bana gelecekte hacı?”

4 – “Ya toplantıya başlasak olmaz mı? İki gün önce Ayşe’den randevu kopardım. Ona gitmek için sabırsızlanıyorum.”

3 – “Ne yani, ben yarın Ayşe’den randevu mu alacağım?”

4 – “Evet.”

3 – “Senden önce varırsam benimdir bak karışmam.”

4 – “Abi zaman makinesiyle böyle çakallıklar yapmayacaktık hani. Bekle 3 gün sonra sen de çıkarsın. Milletin hakkını yeme bee.”

3 – “Şaka yaptım şaka. Zaten buraya gelme amacımız, aleti kullanmama kararı almaya yönelik. Şu hale bak yaa, 6 tane daha ben var etrafta.”

2 numara kaşlarını kaldırmış yanındaki 1 numarayı işaret ediyordu.

2 – “Hepsi bunun yüzünden işte.”

Herkes kafasını 1 numaraya çevirmişti. Bir numara neler olduğunu anlamak için zorlanırken, bir anda bütün nefret dolu gözlerin hedefi olmuştu.

5 – “Haklısın. En iyisi 1 numaranın zamanına gidip, zaman makinesini yapmasına engel olalım. Olmaz mı?”

3 – “Ne saçmalıyorsunuz ya? Oldu olacak öldürün bir de kendinizi tam olsun. Lan bir numara makineyi yapmazsa, şimdiki gerçeklik olmaz. Şimdiki gerçeklik olmazsa, onun zaman makinesini engelleyecek biz de olmayız. Yani yine başa sarmış oluruz. Durduk yere paradoksa sokmayın lan insanı!”

6 – “Eee ne yapalım o zaman?”

3 – “Abi benim asıl isteğim, aptal saptal şeylere kullanmayın şu cihazı. Geçende 4 numara geldi şeker bitmiş evinde diye şeker istedi.”

4 – “Ya zaten sonradan fark ettim, şekeri senden aldım diye bitmiş halbuki.”

3 – “Al işte buradan yak. Sırf birbirimize zararız.” 3 numara biraz durup aklına gelen ilk şeyi sordu. “O değil de yarınki Beşiktaş maçı ne oldu?”

4 – “3-1 kaybetmişiz.”

3 – “Hadi ya. Kim atmış golü?”

4 – “Bilmiyorum valla, maçın sonucunu öğrenince izlemedim.”

3 – “E yani ben de izlemem zaten artık.”

5 – “Konuya dönsek olmaz mı?”

3 – “Tamam tamam. Demem o ki, artık birbirimize müdahale etmeyelim. İyice saçma salak birine dönüştük ya. Sizden başka arkadaşım kalmadı. Deli gibi kendi kendime konuşuyorum.”

2 – “E az önce söylediğin sorun olmayacak mı o zaman? Yani şimdiki gerçeklik için yaptıklarımızı yine yapmamız gerekecek değil mi?”

3 – “Evet. Mesela ben bir gün sonra geçmişe gidip 1 fincan şeker isteyeceğim. Üç gün sonra ise şimdiki toplantıya geleceğim.”

2 – “Anladım. Ama normal hayatımıza dokunmayacağız.”

5 numara, 2’ye bakarak

5 – “Sen yine de yarın yolda giderken sana piyango biletini uzatan adamı görmezden gelme. Al bir bilet.” Dedi.

Ortam bir anda değişti. 3 numaranın evindeki eşyalar lüks hale dönüştü ve beş numara yok oldu.

3 – “Haydaa. Adamlara müdahale etmeyin diyoruz siz hala onu alma bunu al diyorsunuz. Piyangoyu tutturmuşum durduk yere.” Beş numaranın olması gerektiği yeri göstererek “Nereye kayboldu bu şimdi?” dedi.

6 – “Parayı bulunca araba aldı kendine. Onla geziye çıkmıştı… Yani çıkmıştım. O yüzden sallamadı toplantıyı.”

3 numara iyice sinirlenmişti. 2’ye dönerek hiddetle bağırdı.

3 – “Olum o bileti alırsan kafanı kırarım senin!”

3’ün konuşması üzerine her şey normale döndü. 5 elinde direksiyon varmış gibi bir anda koltukta belirdi.

5 – “Haydaa. Lamborghini ile sahil turu atıyordum tam da. Nereye gitti şimdi araba?”

3 – “Sus! Parayı bulunca kendini bile tanımaz olmuşsun. Tiksindim lan kendimden, ne çıkarcı, ne ahlaksız herifmişim meğer.”

4 – “Tamam o zaman karar verilmiştir. Kimse kimsenin hayatına karışmasın.” 4 Numara ayağa kalkıp 3’ün yanına gitti ve kulağına eğilerek “Ya hiç param kalmamış. Ayşe’ye rezil olmayalım şimdi sen bana biraz borç versene.”

3 – “Ne geri zekalı adamsın yaa. Benden aldığın para yüzünden paran kalmamış olmasın gelecekte? Al yine de al, demek ki vermişiz sana borç ki param kalmamış… Al zehir zıkkım olsun al.”

7 – “Dört numara evladım. Beni de eve bırakır mısın sana zahmet olmazsa.”

4 – “Amca makineyi bu zamanda bırakma ama. Sonra iyice ortalık karışıyor.”

7 – “Gözlerim görmüyor ki evladım. Geçende kendi zamanıma gidim diye bastım bir şeylere bir baktım cenazemdeyim. Nasıl bilirdiniz muhteremi diye sorduklarına en son canlı bilirdik dedim.”

4 – “Öf ya tamam be amca gel hadi gel.”
Bir numara yerinden kalkıp evden çıkarken suratındaki şaşkınlık ifadesi hiç gitmemişti. Dünyadaki en büyük deneyimin sonuçlarına şahit olmuştu. Zamanda yolculuğun sorumluluğunun farkına varmıştı. Gelecek değiştirilemezdi. Ona yapılan müdahaleler, aslında gerçekleşmesi gereken olaylardan ibaretti.

Evden çıktığında ise geleceğiyle ilgili düşündüğü tek şey vardı.

“Vay be, 65 yaşıma kadar yaşayacağım demek…”

22
Tartışma Platformu / Yayınevleri Hakkında
« : 28 Eylül 2012, 13:53:59 »
Tartışmadan çok tavsiye ve önerilerinizi almak istediğim ve sorunlarımı paylaşacağım bir başlık açtım. Forumda açabileceğim tek doğru yer olarak da burayı gördüm. Eğer bir yanlış yaptıysam şimdiden özür dilerim.

Öncelikle bilimkurgu-fantastik türünde bir üçlemenin ilk kitabını yazdım ve 1 seneden fazladır öylesine yatıyor kitabım. Yaklaşık 30 yayınevine mail attım ama neredeyse hiçbirine cevap gelmedi. Temmuz ayında da Yayınevleri Soru Hattı'ndaki tüm yayınevlerine mesaj attım. Onlara da cevap gelemedi ki gördüğüm kadarıyla uzun zamandır zaten burada online olmuyorlar.

Maillere cevap veren yayınevleri ise daha önce bir ismim, yani kitabı kitleye sattıracak bir tanınmışlığım olmadığından kitabı yayımlamaktan vazgeçti. Hatta iki tanesi bu sorunu çözmek adına benden ücret talep ettiler.

İstenilen ücretleri karşılayabilecek bir imkanım yok. İstanbul'a giderek kapı kapı gezecek zamanım da yok. Sizce kitabı yayımlatmak için ne yapmalıyım?

Daha önce kitap yazmış ve yayımlatmış arkadaşların tavsiyelerini özellikle almak isterim. Şimdiden teşekkürler.

23
Kurgu İskelesi / Menekşe
« : 22 Eylül 2012, 15:11:15 »
Spoiler: Göster
Ayna temalı aylık öykü seçkisine katılmak için yazmaya başladığım ancak son birkaç aydır olağan yoğunluktan dolayı bitiremeğim öykümü şimdi bitirebilim ve Kurgu İskelesi'ne koymayı uygun gördüm... Herkese iyi okumalar...


Kuş seslerinin, açılan dükkânların kepenklerinin sesleriyle kesildiği günün erken saatleriydi. Güneş bile binaların arasında gökyüzüne tırmanmaya yeni yeni başlamıştı. Sokak boyunca uzanan, karşılıklı dizilmiş binaların altında yer edinmiş iş yerleri de derin bir nefes almak için kapılarını açıyorlardı.

Menekşe ise güne sigarasıyla başlamıştı. Sol göğsünde kartviziti olan, turuncu, uzun kollu polar giysisiyle kapının önünde duruyordu. Uzun günün getirecekleri henüz belli değildi. Yine de sigarası, gün içinde olacaklar yüzünden şimdiden onu teselli ediyordu.

Bir süre önce yağan karın kalıntıları yükselen kaldırımın kenarında yer bulmuştu. Arada kalan, tek aracın sığacağı kadar dar yoldan ise, bir saat aralıklarla bu sokağa uğrayan otobüslerin ilk seferi geçmekteydi. Menekşe, tam karşısında duran otobüs durağının cam duvarında, silik olarak görünen yansımasına gözlerini dikmişti.

Uzun zamandır onunla konuşuyordu yansımaları. Buna alışmıştı artık. Kimseye söylemişti bunu. Delilikti gördükleri, biliyordu. Ama onunla konuşmaktan zevk almaya başlamıştı. Kendisine yol gösteren yansımasını kaybetmek istemiyordu. Onu anlayan tek kişinin de, terapi adı altında gitmesine izin veremezdi.

Yansıması gözlerini ona dikmiş, ellerini, sırtını yaslamış olduğu duvar ile kalçaları arasına koymuş vaziyette duruyordu. Bir süre Menekşe’nin sigara içişini izledi. Ardından konuşmaya başladı.

“Sigarayı içtiğin zamanlarda beni görmezden gelmeni hiç sevmiyorum.” Dedi sitem dolu, sadece Menekşe’nin duyduğu bir sesle. “Ne buluyorsun bu zıkkımdan? Ondan önce de ben vardım. Şimdi bir parça sigara mı teselli ediyor seni?”

Menekşe’nin, yansımasıyla konuşması için dudaklarını oynatmasına gerek yoktu. Ona cevap verdiğini düşündüğünde yansıması onu duyardı. Bu en güvenilir yoldu. Yoksa insanlar onun kendi kendisiyle konuştuğunu düşüneceklerdi. O deli değildi hâlbuki. Sadece onu anlayan, kimsenin bilmediği bir benlikle sohbet ediyordu. Ama kimse anlamazdı bu durumu. Gördüğü hayalleri olabildiğince gizli tutması gerekiyordu.

Sabahın ilk saatleri olmasına rağmen yorgun düşmüş gözleriyle yansımasına baktı.

“Aslında sevdiğim bile söylenemez. İçimi yakmasını, tadını hiç sevmiyorum. Var olan sıkıntılarımı da körüklercesine yanıyor sanki her nefeste. Ama sonrasında her şeyi unutturuyor.”

“Ne zamandır anlatmıyorsun artık. Sadece anlattıkça rahatlarsın, bunu biliyorsun.”

“Senden başka kime anlatayım? Sen bile anlamıyorsun bazen beni.”

Menekşe yarısı bitmiş sigarasını yere fırlatıp mağazadan içeriye girdi. Keskin çamaşır suyu kokusu etrafı sarmıştı. Islanan zemin iyice parlamıştı. Her türden ürün bulmak mümkündü Menekşe’nin çalıştığı mağazada. Hatta çeşitleri o kadar çoktu ki, DVD satmadıkları halde çoğu zaman DVD isteyen müşteriler ile karşılaşırlardı. Ama esnaf politikası açıktı. Asla “biz satmıyoruz” denmezdi. Menekşe de öğrenmişti “yok” dememeyi. “Daha sonra gelecek” adı altındaki yalanlarla gönderirlerdi müşterilerini.

Israrcı müşterilere ise “Bu malzeme iyi olmadığı için hiçbir yerde yok, size şunu verelim” şeklinde pazarlığa tutuşurlardı. Boş atarlardı dolu tutarlardı. Çünkü müşteri, ürünü başka yerde bulsaydı burada ne işi olurdu ki?

Bunca satış yapmanın tek amacı ise, onlara “aferin çok iyi çalışıyorsunuz” diye pohpohlayan mağaza sahibinin övgülerini kazanmak içindi. Ne ikramiye, ne prim alırlardı. Ama işlerini kötü yaparlarsa, işlerinden olabilirlerdi. Bu yüzden övgülerle yetinmeyi öğrenmişlerdi.

Oyuncak, hediyelik eşya ve makyaj malzemelerinin rastgele dizildiği reyondaki yerini almıştı. Birkaç saate kadar müşteriler içeriye doluşmaya başlayacaklardı. Bir türlü beğenmeyen, ne istediğini bilmeyen, çalışanları aşağı gören onlarca insanla uğraşacağı başka bir gün başlamıştı Menekşe için. Her şey bu kadar bile güzel gitmezdi kimi zaman.

Reyonunu düzeltirken, aynalı makyaj kutusundaki yansımasıyla göz göze geldi. Onu bir türlü rahat bırakmayan tanıdık yüz konuşmaya başlamıştı.

“Senin bunak geldi.”

Bir an onun ne demek istediğini anlamak için durdu. Sonra sıkılgan bir tavırla kafasını reyondan dışarıya çıkararak girişe baktı. Altmış yaşlarında, beyaz gür saçlı, güleç yüzlü, ceketinin içine genelde siyah yeleğini giyen ve ceketiyle uyumlu kahverengi, şeritli şapkasını kapalı alanlarda elinde taşıyan Ahmet Bey mağazaya girmişti. Hemen hemen her gün gelir, Menekşe’nin reyonunda zaman geçirirdi. Çok nadir bir şeyler alıp giderdi.

Menekşe, Ahmet beyin niyetini gayet iyi biliyordu. Ahmet Bey mağazanın olmayan öğle yemek saatlerini bilir, mağazanın az ilerisinde bulunan Simit Sarayında hazırlattığı paketle dükkâna girer, müdür görmeden paketi Menekşe’ye verip giderdi çoğu zaman. Bunları yapmasının nedeni de çok belliydi. Aslında Ahmet Bey bu konuda zaten yeterince açık fikirliydi. Ondan hoşlandığını defalarca dile getirmişti. Hayatında hiç evlenmediğini, onu rahat ettirebileceği mal varlığı olduğunu söylese de, Menekşe bu değerlere gönül verecek biri değildi. Her seferinde onu nazikçe geri çevirmişti ama Ahmet Bey fazla ısrarcıydı. Onu kırmamasının tek nedeni ise, naif ve iyi biri imajından kaynaklanıyordu. Aslında bazen onu ciddi anlamda dinleyen tek kişi olması da hoşuna gidiyordu. Onun bir daha gelememek üzere gitmemesini istemesinin bir nedeni de buydu.

Tekrar reyonundaki işleriyle ilgilenmeye başladığında Ahmet Bey de yanında bitmişti.

“Günaydınlar.”

“Günaydın Ahmet Bey. Size nasıl yardımcı olabilirim?”

Ahmet Bey bir süre Menekşe’nin mavi gözlerinde kayboldu. Ardından boş gözlerle düşüncelere daldı ve konuşmaya başladı.

“Yeğenimin oğlunun doğum günü bugün. Ona hediyelik bir şeyler bakacaktım.”

Menekşe’nin hemen sağındaki makyaj malzemelerinin dizildiği, arkası aynalı reyondaki yansıması dile gelmişti.

“Yine bahaneler uyduruyor bu bunak. Ne zaman şundan kurtulacaksın?”

Onu duymazlıktan gelerek devam etti.

“Kaç yaşında?”

“Eee… Sekiz.”

Ahmet Bey ile birlikte biraz ileride dizilmiş olan koleksiyoncular için yapılmış metal arabaların önüne yürüdü. Ucuz olan kalitesiz modeller, genelde çocuklara oyuncak olması için alınırdı. Önünde duran eski model bir aracın küçültülmüş taklidi olan oyuncağı kutusuyla alarak müşterisine uzattı.

“Böyle arabalarımız var. Kaput ve kapıları açılıyor, tekerlekleri direksiyonla beraber dönüyor. Eminim çok sevecektir.”

Ahmet Bey bir süre aracı inceledikten sonra yüzünü büzüştürdü.

“Yeni model arabalar yok mu?”

Başını onay verircesine salladı. Reyonun kenarında duran tabureyi alarak araçların önüne koydu. Tabureye çıkarak en üstteki model arabayı aldı ve aşağı indi.

“Böyle bir spor modelimiz var. Ama bu biraz pahalı.”

“Güzelmiş. Ne kadar fiyatı?”

“Yüz yirmi lira.”

Ahmet Bey biraz düşündü. Çağırılacağı bile belli olmayan iki ay sonraki doğum günü için yüz yirmi lira harcamaya niyeti yoktu.

“Çocuklara bu kadar pahalı hediye alınmamalı. İki gün sonra sıkılacak atacak kenara. Daha ucuz bir şeyler baksak olmaz mı?” dedi Menekşe’nin gözlerinde kaybolurken. Menekşe, sıkıntılı bir tavırla arabayı aldığı yere koymak için tekrar tabureye çıkıp uzandığında ise devam etti. “Tabi kendi evladım için alırdım. Çocukları severim, onlardan bir şey esirgemezdim. Peki ya siz Menekşe Hanım? Siz çocukları sever misiniz?”

“Kısaca seninle evlensek, çocuklarımdan ve senden hiçbir şey esirgemem diyor. Bunağın ayakta durması için bile gücü yokken bir de çocuk mu düşünüyor? Bu yaşta çocuk sahibi olunca evladı ona baba mı desin ister yoksa dede mi?”

Kulağına fısıldayan hayali seslerin ardından gülmeye başlamıştı. Ahmet Bey ise, onun bu gülümsemesini güzel bir işaret olarak algılayıp yüzünde bir tebessüm tutturmuştu. Çocukları sevdiğini, onlarla ilgili dakikalarca konuşmaya başlayacağını beklediği anda, Menekşe’nin aniden asılan suratı ve çatık kaşlarıyla karşılaştı.

“Eğer bir şey almayacaksanız defolup gidin. Size defalarca söyledim. Benimle uğraşmayın. Eğer burada durmaya devam ederseniz sizi patrona şikâyet edeceğim.”

“İşte benim kızım. Bir tane de patlatsaydın gözüne.”

Ahmet Bey’in yüzü kızarmıştı. Endişesini gizlemeden kafasını hafifçe öne eğerek selam verdi ve hızlı adımlarla mağazadan dışarı çıktı.

Günün nasıl geçeceği şimdiden belli olmuştu. Daha ilk saatlerde yeterince gerilmişti. Ona hayranlık duyan yaşlı adamı kötü azarlamıştı. Ama her gün bunu çekemiyordu. Özellikle bugün.

Diğerleri tarafından sadece reyonlar arasında gezip insanlara yardımcı olan bir çalışanmış gibi görülüyordu. Müşteriler onu bir insandan çok bir nesne olarak nitelendiriyordu. Sanki Menekşe daha önce hiç âşık olmamış, hiç acı çekmemiş, hiç sorunları olmamış gibi. Sanki sadece mağazada hizmet vermek için dünyaya gelmiş bir canlı olarak görülürdü. Ruhu olmayan, ya da ruhunu aynaların ardına hapsetmiş, sadece gülümsemek ve müşterilerine yardımcı olmak için yaratılmış bir yaratık.

Aradan geçen birkaç saatin ardından mağaza iyice dolmuştu. Bütün çalışanlar müşterilere yetişebilmek için koşuşturuyorlardı. Dünya, milyarlarca birbirinden farklı insanı barındırıyordu üzerinde. Ve bu insanların birçoğu da sanki Menekşe’yi bulurcasına sorun çıkarırlardı.

Çalışanlar, müşteri sormadığı sürece uzakta beklerlerdi. Kimi zaman “neden kimse ilgilenmiyor bizimle” diye şikâyette bulunanlar ile karşılaşmışlardı. Ancak onların amacı, her gelene hırsız muamelesi yapar gibi peşlerinde kuyruk olmamak içindi. Birçokları bu durumdan rahatsız oluyordu çünkü. Özgürce gezip istediğine bakmak isteyen, ama en ufak bir sorusunu sorması gerektiğinde hemen yanında bitmesi gereken çalışanlar isterlerdi. İmkansıza âşık olan insanoğlunun en güzel örnekleriydiler.

Menekşe ise bütün reyonlara göz atardı uzaktan. Hem müşterileri rahatsız etmez, hem de arandığında çabuk bulunabilirdi. Ancak her gelen bu kadar düşünceli değildi. Makyaj malzemelerini gezen, otuzlu yaşlarında bir kadın Menekşe’den fazlasıyla rahatsız olmuştu.

Aralarında on metre mesafe olmasına rağmen kadın sık sık kafasını çevirip Menekşe’yi kontrol ediyordu. Onun kendisini gözleriyle takip etmesini kafasına takmıştı. Paranoyak düşüncelerini bir süre sonra diline vurmuştu.

“Ne oldu neden bakıyorsunuz sürekli? Bir şey mi çalmamdan korkuyorsunuz?”

“Al işte bir rahatsız daha. Yanlarında dursan kabahat, durmasan kabahat.”

“Bir ihtiyacınız var mı diye bakıyorum hanımefendi. Eğer sormak istediğiniz bir şey olursa diye bekliyorum, siz yanlış anladınız.”

“İhtiyacım olursa çağırırım zaten. Bu ne böyle sürekli gözlerin üzerimde. Reyondan bir şeyi elime almaya çekinir oldum çaldı diyeceksiniz diye. ”

"Durup dururken neden hırsız muamelesi görmekten korkuyor acaba? En iyisi, tamam hanımefendi ben gidiyorum, siz rahat rahat cebe atın istediklerinizi demeliydin.”

Menekşe, kadının üzerine bir de yansımasının sözleri yüzünden iyice gerilmişti.

“Kapa çeneni!”

“Bana mı dedin?” diye öne atıldı müşteri sert bir ses tonuyla.

“Hayır efendim… Şey…”

“Seni müdürünüze şikâyet edeceğim. Bu ne ya, kovsunlar seni. Böyle çalışan mı olurmuş.” Kadın, etrafına hemen göz gezdirip dikkatini çektiği diğer insanları saydıktan sonra tekrar Menekşe’ye döndü. “Görüyorsunuz değil mi? Pusuya yatmış beni izliyor kaç saattir!”

Dünya sadece müşterilerin etrafında dönerdi. Çalışanların bir hayatı yoktu. Onlar kovulunca da yaşarlardı. Yıllarca iş bulamasalar bile, günlerce aç kalsalar bile yaşarlardı. Onlar kovulduktan sonra mağazalar daha güzelleşirdi. Daha güler yüzlü, daha anlayışlı çalışanlar toplanırdı. Ama asık suratlı, üzerinde binlerce derdi ve sorumluluğu tutanlar ise temizlenmiş olurdu. Bencil, empati yoksunu ve megaloman müşteriler onlardan böylece kurtulurdu.

Menekşe’nin kovulmak gibi bir lüksü yoktu. Kardeşine ve sürekli dırdır eden annesine bakmak için çalışması gerekiyordu. Kadının sert çıkmasını yediremiyordu kendisine. Yine de yutmak zorundaydı duyduklarını. Kadına hak verdiğini gösterircesine mahcup bir tavır takındı ve ardından konuşmaya başladı.

“Özür dilerim hanımefendi. Benim hatam oldu haklısınız.”

Ezileni daha çok ezmek için fırsat kollayan insanlardan biriydi karşısındaki kadın. Gücünü kabul eden birini görmüştü ve bu durumu egosunu daha çok şişirmek için kullanacaktı. “Ben senden güçlüyüm” düşüncesini sonuna kadar savunacaktı. Özür dilenmesi önemsizdi. Ne de olsa herkes özür dileyebilirdi. Ama gücünü ispatlamak ve düşüncelerini dayatmak tek gerçeklikti. Asıl güç bunlardı artık.

“Bana hırsız muamelesi yap, et, sonra gel özür dile. Şunu o küçük beynine sok ufaklık. Benim bu mağazayı alacak kadar param var! Sen burada çalışansın çalışan! Burada bize hizmet etmek için bulunuyorsun.”

Yükselen gürültü birçoklarının dikkatini çekmişti. Mağaza müdürü de kısa sürede reyonun diğer ucunda bitivermişti. Olaya müdahale edip müşteriyi sakinleştirmek için ilerlerken, Menekşe biriktirdiği nefreti kusmaya başlamıştı.

“Sen kimsin! Benden ne farkın var söylesene? Paran var diye mi bunca havan? Yoksa üç kolun mu var? Öldükten sonra sana ayrı mı muamele yapılacak? Beni bu kadar aşağı görmeni sağlayan tek bir geçerli sebep söylesene? Senden korkmam mı gerekiyor? En kötü geberip giderim bu dünyadan, bu bana koymaz bile. Ama sen beni kovdurunca çok mu mutlu olacaksın? Dünya senin sayende daha mı iyi olacak zannediyorsun. Defol git, kime şikâyet ediyorsan et. İşimi yaptığım için kovdur beni. Sonra da bir insanın ekmeğiyle oynadığın için böbürlenerek yaşa, ama bir köpek gibi öl.”

“Bu kadarını ben bile söyleyemezdim.”

Kadının gözleri kocaman açılmış, ne diyeceğini bilemeden kaskatı kesilmişti. Ufak gördüğü insan onu ayakları altında, onlarca insanın önünde ezmişti. Diğer müşteriler Menekşe’ye hak verircesine fısıldanıp başlarını sallıyorlardı. Kadın sadece gözlerini hareket ettirerek etrafını süzdü. Gücünü gösterememişti. Gururuna yediremediği bu olayın üstüne ağız dalaşına girmeyi düşündü ancak Menekşe’nin kararlı ifadesinden korkmuştu. Bunca sözün ardından bir de dayak yemeyi kaldıramazdı. Sessiz adımlarla başını öne eğerek hızla mağazadan dışarı çıktı.

Mağaza tekrar olağan koşuşturmasına dönmüştü ama Menekşenin içindeki heyecan, müdürün yanına gelmesiyle daha da artmıştı. Kim olursa olsun, hiçbir çalışan, müşteriyle böyle konuşmamalıydı. Çalışanlar sadece nesneydi. Reyonların arasında gezinen, yeri gelince başkaları tarafından beğenilen, yeri gelince ise hor kullanılarak kenara atılan birer paçavraydılar.

Müdür dikkatlice Menekşe’ye bakıyordu. Bir süre konuşmadan durdu. Onun içinde ne denli fırtınalar koptuğunu bilmiyordu, ama az çok tahmin edebiliyordu. Ailesinin durumundan dolayı işe alınmıştı. Başlarda en iyi çalışanıydı mağazanın. Ancak her insan gibi zamanla tükenmişti. Güler yüzü, hayatın ağırlığına yenik düşerek asılmıştı. Gözleri yere bakıyordu artık. Beklentilerini daha da aşağılarda araması gerektiğine inanan birinin, mavi gözleriydi onunkiler.

Üzgün, emin olamayan ama bir o kadar kararlı bir ses tonuyla Menekşe’ye seslendi.

“Hemen odama gel.”

Artık sona geldiğini düşünüyordu. Şimdiye kadar yaptığı fevri davranışlar alttan alınmıştı ama daha ne kadar onu alttan alacaklarını bilmiyordu. Kovulmasına az kalmıştı. Bazen gereksiz yere olayları büyüttüğünün farkındaydı. Mağaza personelinin yapmaması gereken şeyler yapmıştı. Hayatın sadece ona acı vermediğini biliyordu. Yinede davranışlarına yansıyan isyankâr tavrına engel olamıyordu.

Başını durgun bir ifadeyle salladı. Pişman değildi. Neler olacağını tahmin etmesine rağmen pişman değildi. Müdürün ürkek adımlarının hemen arkasında, dik, kendine güvenir şekilde ilerliyordu. Uzun zamandır ilk defa göze çarpar şekilde canlı görünüyordu. Sert ifadesini bozmadan, olacaklara göğsünü gereceğinin habercisini verircesine adımlarını sıralıyordu.

Müdürün odasına girdiğinde kapıyı kapattı. Odanın ortasını kaplayan ahşap masanın önündeki, karşılıklı duran siyah sandalyelerden, kapıya arkası dönük olarak konulmuş olana oturdu. Duvarlar huzur vermesi için maviye boyanmıştı ama Menekşe’ye, uçsuz bucaksız bir denizin ortasında, onu sulara gömmek için can atan bir fırtına hissi uyandırmıştı.

Masanın diğer ucunda, çapraz olarak koyulmuş aile resmi dikkatini çekmişti. Resimdeki en tanıdık yüz, kendi yansıması, onunla konuşmaya başlamıştı.

“Merak etme. Yine sana nutuk çekip yollayacaktır. Seni şimdiye kadar kovmadıysa bir sebebi var. Olduğum yerde senin olmanı istiyor. Eşinin yerinde sen. Sen de biliyorsun bunu.”

Menekşe sadece kafasını iki yana salladı. İlk defa yansımasına katılmıyordu.

Müdür, kafasını ellerinin arasına kıstırmış bir süre bekledi.

“Ahh Menekşe… Seninle ne yapacağız biz?”

Sessizliğin hakim olduğu zaman boyunca ikisi de aynı şeyi düşünüyordu. Çıkmazda kalmış, ne yapacağından emin olmayan iki insanın, aynı odada birbirlerine sadece varlıklarını hissetmeleriyle mesaj yollaması gibi konuşuyorlardı.

“Buraya kadar her şey. Daha fazla sorun çıkmayacak.” Dedi Menekşe kısık bir sesle.

“Anlıyorum seni, zor durumdasınız. Ama patronun gözüne batıyorsun artık. Ben olsam…”

“Zaten bir sorumluluğum olmamıştı hiç. Kader beni buraya sürükledi.”

“Böyle konuşma. İlk zamanlar buranın en iyi çalışanı sendin. Herkese…” müdür sözünü bitiremeden Menekşe, çapraz duran resme bakarak konuşmaya başlamıştı.

“Ve olanları bitirmek de bana düşüyor. Kimseye daha fazla acı çektirmeyeceğime söz veriyorum.”

Müdür onun içinden geçenleri kestiremediği için lafı daha fazla uzatmamaya karar vermişti. İstifa etmesine göz yumamazdı. Bu yüzden, onun söylediklerini, “artık sorun çıkarmayacağım ve düzgünce çalışacağım” şeklinde anlamış gibi cevap verdi.

“Peki. Sana güveniyorum. Bir daha olmayacağına inanıyorum. Bunların hiç yaşanmamış olduğunu var sayıyorum.”

Menekşe yorgun bir gülümsemeyle konuşmaya devam etti.

“Beni hiç tanıyamadın. Senin için söylemesi kolaydı. Sen yerimde asla olmadın. Sadece konuştun.”

“İnan ki seni anlıyorum. Neler yaşadığını biliyorum. İstersen bir haftalık izin verebilirim sana. İşten bir süre uzaklaşmak sana iyi gelecektir.”

“Uzaklaşmak… Evet… İhtiyacım olan bu… Her şeyden uzaklaşmam gerekiyor.”

Menekşe sandalyesinin kenarlarından destek alarak ayağa kalktı. Ağır adımlarla arkasına bakmadan kapıdan çıktı.

Hava yeni kararmıştı. Evine erkenden gitmek için koşuşturan insanlar sokağı doldururdu bu saatlerde. Birçoğu önce amaçsızca dolaşıp zaman geçirirdi mağazalarda. Menekşe’ye göre hayatın anlamı da buydu. Ömrünün çoğunu zaman geçirmek için harcıyordu. Mağazanın önünde, son sigarasını yaktığında düşündükleri bunlardı. Otobüs durağındaki yansımasına doğru, içini yakan dumanı üflerken bile düşüncelerinde vazgeçmiyordu. Hayat boş bir koşuşturmacaydı. Herkes başkaları için yaşıyordu. Anlamsızca hayatta kalma çabası içine girmişti insanlar. Ama o artık biliyordu.

Bir grup serserinin laf atıp geçmesine dahi aldırış etmeden sigarasını bitirdi. Sonra mağazanın en arkasındaki reyonu kendisine doğru çekerek dar koridora girdi. Sağ tarafındaki personel soyunma kabinlerinin tam karşısındaki lavaboya yürüdü. Sinirlerine hâkim olmak için sık sık uğradığı lavabonun önünde ağlamamak için dişlerini sıkar, ellerini beyaz mermerin üzerine koyup gözlerini aynaya dikeri. Ama bu kez kendi kararlılığından korkmaya başlamıştı. Geride bırakacağı onca şeyi düşündü sonra. Emek verdiği her şeyden bu kadar çabuk vazgeçip geçemeyeceğinin sorgulamasını yaptı. Onca koşuşturma, sabır ne içindi? Yüzüne dikkatlice baktığı dakikaların ardından öğrendiklerini hatırladı. Asla hiçbir şey “yok” olmazdı. Daha sonra yerine başkası gelirdi. Hiç olmazsa onu arayanlara, daha güzeli sunulabilirdi. Nede olsa aranılan şey dünyada olsaydı, insanlar onu zaten şimdiye kadar bulurlardı!

İlk kez yansımasıyla yer değiştirmişti Menekşe. Kendi, anlatılamaz bir mutluluğu ve hafifliği yaşarken, yansıması kızgın ve korkmuş bir ifadeyle ona bakıyordu. Konuşmadan birbirlerini süzdüler. Artık söylenecek söz kalmamıştı. Müdürün odasında zaten bu konuyu konuşmuşlardı.

Müdürün bilmediği ise, Menekşe’nin onu hiç duymadığıydı. Aslında orada, kendiyle çatışma içindeydi ve fark etmeden sesli olarak konuşuyordu;


     “Buraya kadar her şey. Daha fazla sorun çıkmayacak.” Dedi Menekşe kısık bir sesle.

     “Ne yapmayı düşünüyorsun? İşini bırakırsan sorumluluklarını kim yerine getirecek peki?”

     “Zaten bir sorumluluğum olmamıştı hiç. Kader beni buraya sürükledi.”

     “Kaderini kendin yazdın. Olanların sorumlusu yine sensin.”

     “Ve olanları bitirmek de bana düşüyor. Kimseye daha fazla acı çektirmeyeceğime söz veriyorum.”

     “İntihar etmeyi düşünüyorsun değil mi? En kolayını seçiyorsun kurtulmanın. Direnmeden.”

     Menekşe yorgun bir gülümsemeyle konuşmaya devam etti.

     “Beni hiç tanıyamadın. Senin için söylemesi kolaydı. Sen yerimde asla olmadın. Sadece konuştun.”

     “Ben zaten senim. Senin söylemek isteyip de söyleyemediklerinim. Benden farklı biri olamazsın asla. Benden ne kadar uzaklaşabileceğini sanıyorsun?”

      “Uzaklaşmak… Evet… İhtiyacım olan bu… Her şeyden uzaklaşmam gerekiyor.”


Menekşe üzerini değiştirmeden beş katlı mağazanın terasına çıktı. Soğuk rüzgâr saçlarını savuruyordu. Hayat ona gerçekleri göstermişti. Güzel şeyler bile, sonradan elinden alınması için ona geliyorlardı. Çünkü elinde hiçbir şey kalmayan insan acı çekemezdi.

Bu döngüye daha fazla katlamayacaktı. Ailesinin kaderi kendilerinindi. Asla Menekşe’ye muhtaç değildiler. Kim bilir, belki onun ölümü, ailesinin kurtuluşu olurdu.

Teras kenarlığının üzerine çıktığında rüzgâr daha da hiddetlenmişti. Yansıması için bu doğanın ona kızma şekliydi. Pes etmemesi için ona bağırıyordu rüzgâr. Ama Menekşe için ondan nefret eden her şeyin karışımıydı. Kulağında uğultulu çığlıklarını duyabiliyordu insanların.

Karanlığı yarıp geçerken etrafı ışıldamaya başlamıştı. Rüzgâr tenini okşayarak onu yavaşça taşıyor gibiydi. Zaman durmuştu sanki. Tüm yaşadıkları gözlerinden akan yaşların içine hapsolmuş anılardan ibaretti. Hepsi teker teker etrafa saçılıyordu.

Maaşının bir kısmıyla kendisine ayakkabı aldığı için annesinden dayak yediği gün… Geride kalmıştı artık…

Ahmet Bey’in onu asla tanımak için uğraşmadığı halde onu sevdiğini söylediği yalanı… Rüzgara karışıp gitmişti…

Bir müşterisi tarafından “küçük beyinli” olarak hakarete uğraması… Unutmuştu bile…

Sevgilisini başka bir kıza sımsıkı sarılıp dudaklarına yapıştığını gördüğü an… Son gözyaşının içinde hapsolup saçılmıştı etrafa...

Sonra büyük bir gürültü koptu. Ardından çığlıklar, koşuşturmalar, kalabalık... Menekşe otobüs durağının camına gözlerini dikmiş yatıyordu boylu boyunca. İlk defa yansımasıyla aynı görünüyordu ifadesi. İkisi de gülümsüyordu. Ve son sözü, yansıması söyledi.

“Hoş geldin.”

24
Kurgu İskelesi / Gerçekler Elması
« : 02 Eylül 2012, 13:47:30 »
BÖLÜM 1

“Hala göremiyorsun değil mi?”

Uğur, etrafını sarmış karanlığın içinden gelen ağır ve etkili sese doğru konuştu.

“Hayır.”

“Neden görmek istemiyorsun?”

“Burası çok karanlık.”

“Gözlerini aç.”

“Gözlerim açık. Ama hiçbir şey yok.”

“Aciz insanlar!  Gözlerinize dahi söz geçiremiyorsunuz. Sizlere öğretilenleri görmeye şartlandığınız için göremiyorsunuz. Hâlbuki daha fazlası var.”

“Neyi görmem gerektiğini söyle.”

“Beni.”

“Sesini duyuyorum. Ama karşımda karanlıktan başka bir şey yok. Işık olmayan yerde seni nasıl görebilirim ki?”

“Ben ışığın ta kendisiyim. Beni bir kalıba sokma. Beni aklında şekillendirdiğin gibi görmeye çalışma. Sadece bak.”

Uğur, gözlerini boş karanlığa iyice dikti. Bir süre ne göreceğini bilmeden baktı. Sonra tam karşısında ufak bir parıltı belirdi. “Işık” diye düşündü. “Işığı görüyorum.” Onu daha iyi görebilmek için dikkatini parıltıya verdi. Işığın neye benzediğini anlamak için iyice yoğunlaşmıştı.

Işık hızla büyüyerek aleve dönüştü. Yuvarlak, turuncu ve sarı karışımı renkte bir alev topu yanmaya başladı karşısında. Üstünden yukarıya yayılan alev parçaları, hafifçe yaptığı hareketler ile dalgalanıyordu. Topun tam ortasında, etrafa en fazla ışığı yayan bembeyaz iki göz ve ağız belirdi. Karanlığa ışık yayan gözler kısılıp Uğur’a sinsice bakıyordu. Ateşin ağzı hafifçe gülümseyerek konuşmaya başladı.

“Artık görüyorsun… Şimdi uyan.”


Uğur yatağından ter içinde kalkmıştı. Kuruyan boğazını ıslatmak için yutkundu. Yatağının baş ucundaki saat 5:30’u gösteriyordu. Okula gitmesine daha üç buçuk saat vardı. Hiç bu kadar erken uyanmazdı. Yine de gördüğü kâbus nedeniyle tekrar uyumaya niyeti yoktu.

Kâbusun etkisini kafasından atıp, birkaç saatlik zaman geçirmenin ardından hazırlanıp koyu kırmızı sırt çantasını yüklendi ve okula doğru yola koyuldu. Mayıs ayının sıcaklığı ve yol kenarındaki ağaçlara tünemiş kuşların sesleriyle yürüyordu. Gece yaşadıklarından geriye eser kalmamıştı. Uzun süredir içinde sevgisini beslediği lise aşkı olan Aylin’i görmek için hayaller kurarken, aklında düşünmeye başka şey bırakmamıştı.

Yolu yarıladığı sırada kulağına fısıldayan ses ile irkildi. Etrafına bakıp birinin kendisine seslenip seslenmediğini kontrol etti. Aynı fısıltıyı duyduğunda korkusu gün yüzüne çıkmıştı. Kâbusunda gördüğü şey onunla konuşuyordu.

“Beni göremiyor musun?”

Hala rüyanın etkisinde olduğunu, bu yüzden beyninin kendisine oyunlar oynadığını düşünmeye başlamıştı. Sıklaşan nefesini kontrol etmek için derin bir iç çekti. Onu korkutan düşünceleri dışarı atarcasına kafasını sallayıp yoluna devam etti.

Birkaç yüz metre ilerideki ışıklara varana kadar dalgın şekilde yürümüştü. Kırmızı ışıkta takılmış beyaz arabanın yanından geçerken, aracın içinden gelen ses ile olduğu yerde durdu.

“Sana öğretilenlere mi bakıyorsun hala?”

Uğur, aracın arka koltuğuna oturmuş on yaşlarındaki kız çocuğuna baktı. Sesin, okul kıyafetlerini giymiş, sıkılgan tavırla ileriye gözlerini dikmiş kız çocuğundan geldiğine emindi. Dikkatini iyice ona vererek tekrar konuşması için bekledi. Aracın kapalı penceresindeki yansımalar yüzünden kızı görmekte zorluk çekiyordu. Konuşanın o olması için dua eder gibiydi. Eğer o değilse, bu sesler onu çıldırtabilirdi.

Dikkatini iyice verdiği sırada, kızın kafası alevler içinde kalarak Uğur’a döndü ve ışık saçan gözlerini gözlerine dikti.

“Artık görüyorsun. Şimdi uyan.”

Uğur korkuyla geriye hızla bir adım attı ve sırt üstü yere düştü. Sırt çantası kenara fırlatmış, kollarıyla geriye doğru sürüklenerek ilerliyordu. Gözlerini kocaman açmış, aklına hâkim olabilmek için insanüstü gayret gösteriyordu.

Yanında biten takım elbiseli, evrak çantalı adam eğilerek onu kolundan tuttu ve ayağa kaldırdı.

“İyi misin genç? Bir şeyin yok ya?” Bu soruya ne cevap vereceğini bilemeden bir süre bekledi.

“İyiyim. Tökezleyip düşmüşüm.”

Gördüğü hayaller yüzünden düştüğünü söylerse,  ona deli gözüyle bakacaklarını biliyordu. Kendisi bile delirip delirmediği konusunda şüpheler içindeydi.

Doğrulduğunda başını önünden kaldırmayıp hızlı adımlarla okulunun yolunu tuttu. Gözlerini kocaman açmasına rağmen etrafında olan biten hiçbir şeye bakmıyordu. Arabaların yanından geçip gitmesi onu korkutur hale gelmişti. Yine aynı sahneye şahit olursa, daha fazla aklına mukayyet olamayacağından emindi.

Okuluna vardığında sınıfına giden koridorda gergin adımlarla ilerliyordu. Yine tanıdık bir ses ile olduğu yerde irkildi.

“Günaydın.”

Endişeyle sesin geldiği yöne baktığında, Aylin’in uzun kirpikli güzel gözleriyle karşılaştı.

“Günaydın.” Dedi, cılız, titrek bir sesle.

“İyi misin? Yorgun görünüyorsun.”

“Biraz kafam karışık bugün.”

“Ders başlamak üzere, sonra konuşuruz. Hadi geç kalmayalım.”

Uğur ve Aylin, sıkıcı matematik hocasının anlattıklarını dinlermişçesine ellerini çenelerine dayamış, durgun gözlerle sınıfın içinde dolaşan öğretmeni takip ediyorlardı. Uğur’un kafası, dersi düşünmekten çok daha karışıktı. Yanında oturan Aylin’le birlikte geleceğe dair hayaller kurmanın yanı sıra, bugün yaşadığı olaylar yüzünden söylenen hiçbir şeyi aklı alacak durumda değildi.

Zihnini meşgul eden düşüncelere bir nebze ara vermek için başını sol tarafa çevirerek hemen yanındaki pencereden dışarıya bakmaya başladı. Güneşin ağaçları okşadığı okul bahçesinde huzur buluyordu. Camın yanına gelen bahçıvan, makasıyla çimenleri biçiyordu. Uğur ile göz göze geldiğinde gülümseyerek başını hafifçe salladı. Uğur da aynı şekilde ona karşılık verdi.

Bahçıvan yerde duran cisme odakladığı gözlerini ayırmadan, onu almak için eğildi. Uğur da adamın tekrar kalkıp huzur dolu işini yapmasını izlemek için bekliyordu. Bahçıvan elindeki odun parçasıyla ayağa kalktığında gözlerini Uğur’a dikmişti. Kafası alevler içinde yanan bir topa dönüşmüş, parlayan gözleri ve ağzıyla sinsice ona gülümsüyordu.

“Tam burada. Ayaklarımın altındaki yeri kaz. Gerçekleri göreceksin.”

Uğur korkuyla kaskatı kesilmişti. Ateş yüzlü bahçıvanın söyledikleri üzerine kendini yere attı ve etraf bir anda kararmıştı.

Gözlerini açtığında matematik hocası ve öğrenciler tepesine toplanmış merakla onu süzüyorlardı. Bilincinin yerine geldiğini gören öğretmeni hemen konuşmaya başladı.

“Uğur, evladım, iyi misin?”

Birkaç öğrencinin yardımıyla onu ayağa kaldırıp sandalyesine oturttular. O ise söylenenlerin hiçbirini dinlemiyordu. Delirdiğine son derece emindi artık. Yaşadıklarını kimseye anlatamazdı. Ona kimse inanmayacaktı nede olsa.

Öğretmeninin izniyle sınıftan çıkıp tuvalete gitti. Yüzünü yıkayıp aynaya bakmadan dışarı çıktı. Yüzüne bakıp neler olduğunu sorgulamayı istese de, tekrar o alev topunu görme korkusu buna mani olmuştu. Bahçeye çıktığında ise titreyen bacakları onu zorla taşıyordu. Omurgasından bedenine yayılan sürekli bir soğukluk ve ürperti hissediyordu. Saf korkunun ne olduğunu öğrenmişti artık.

Teneffüs zili çalıp öğrenciler dışarıya akın etmeye başladığında, o yaratığı son gördüğü yere gitmeye cesaret bulmuştu. Kalabalığın içinde başına bir şey gelmeyecek güvencesiyle, ağır adımlarla yeşil, tenha bahçe alanına girdi. Çam ağaçlarının arasında, arkasından gelen gülmeler ve koşuşturma seslerinden uzaklaşarak yürüyordu. Gerginliği her adımda daha çok artıyordu.

Son adımının ardından omzundan tutan el ile irkildi. Onu bu denli korkutan kişiyi görmek için döndüğünde, Aylin’in endişeli gözleriyle karşılaştı.

“İyi misin?” diye sordu Aylin merakla ona bakarak.

“Bilmiyorum.”

“Sınıfta rengin atmıştı resmen. Ne oldu? Neden bayıldın?”

“Anlatsam da bana inanmayacaksın.”

“Deneyebilirsin.”

Uğur derince çektiği nefesi uzunca burnundan verdi. Korkuyla çattığı kaşları, kocaman açtığı gözlerinin üstünde çizgi gibi kalmıştı. Daha fazla dayanamayıp yaşadıklarını anlatmaya başladı.

“Bugün bir kâbus gördüm. Alev topu gibi bir yaratık benle konuşuyordu. Gerçekleri görmem gerektiği hakkında öğütler veriyordu.”

“Ne yani sırf kötü bir rüya yüzünden mi bu durumdasın?”

“Hayır. Gün boyunca onun sesini duydum. Hatta onu gördüm. Bahçıvan Mehmet efendinin kafası, o şeyin kafasına dönüştü.”

Aylin büyük bir şaşkınlıkla Uğur’un söylediklerini anlamaya çalışıyordu. Uğur onun konuşmasına fırsat vermeden devam etti.

“Biliyorum delice geliyor ama bana güven. Onu son gördüğüm yeri kazmamı söyledi. Orayı kazmam gerekiyor. Eğer oradan bir şey çıkmazsa tamamen delirmişim demektir. Lütfen beni yargılama. Beni anlamanı istemiyorum, ama beni deli gibi görme.”

“Seninle geliyorum.” Dedi Aylin, büyük bir kararlılıkla. Uğur’un ne denli bir durumda olduğunu düşünemiyordu. Hatta anlattıkları yüzünden iyice tedirgin olmuştu. Yine de sonraki sözlerini hiç düşünmeden sıralamıştı. “Belki son zamanlar biraz stresli olduğun için hayaller görüyor olabilirsin. Ama ne olursa olsun seninle birlikteyim.”

Uğur yüzüne takındığı tebessümle başını sallayarak onayladı ve birlikte ateş topunu son gördüğü yere yürümeye başladılar.

Üzeri çimlerle kaplı toprağı aralarına almış, altında ne olabileceğini düşünüyorlardı. Bir süre sonra Aylin konuştu.

“Kazmayacak mıyız?”

Uğur durgunlukla cevap verebilmişti.

“Ya altından bir şey çıkmazsa? Ya gerçekten delirdiysem?”

“Bunu, burayı kazıp öğrendikten sonra düşünsen daha doğru olur bence.”

Uğur ona hak vermişti. Birlikte dizleri üzerine çökerek çimleri yolmaya başladılar. Çıplak kalan toprağı merakla ve heyecanla önce elleriyle eşelediler. Sonra birer dal parçası alarak daha hızlı kazmaya başlamışlardı. On santim kadar kazdıklarında Uğur iyice umutsuzluğa düşmüştü. Gördüklerinin, zihninin ona oynadığı kötü oyunlardan ibaret olduğuna gittikçe inanıyordu.

Bu sırada ateş topunun söylediklerini hatırladı. Gerçekleri görmesi için ne aradığını düşünmemesi gerekiyordu. Onu bir kalıba sokmamalıydı. Sadece kazması gerektiği için, bir şey bulmak hedefinde olmadığı için kazması gerekiyordu.

Düşüncelerini bunlarla değiştirdiğinde daha hızlı kazmaya başladı. Tek amacı daha çok toprak çıkararak en derine inmekti.

Son avuç dolusu toprağı kenara attığında yirmi santimlik bir çukur açmışlardı. Kahverengi toprağın altından parlayan beyaz, mavi karışımı ışığı gördüğünde durmadı. Tekrar elini atıp kazmaya devam etti.

Yükselen ışığın etkisiyle Aylin geriye çekildi. Toprağın altında Uğur’un dediği gibi bir şey vardı ve parlak bir ışık saçıyordu. Ona daha ulaşamadıkları halde şimdiden ışığını görebiliyorlardı. Uğur’un yüzüne dikkatlice baktı. Onun yüzünde şaşkınlık veya korku ifadesi yoktu. Gördüklerini gayet normal karşılarcasına kazmaya devam ediyordu. Aylin ise aynı cesareti bulamamıştı.

Işık saçan kaynağın üzerindeki son toprağı da attığında, delikten dışarıya doğru parlayan elmas gün yüzüne çıkmıştı. Aylin, Uğur’un kolunu gergince tutarak korkusunu ve hayranlığını dile getiriyordu.
“Bu… Bu çok güzel.”

“Sen de görebiliyor musun?”

“Evet. Haklıymışsın.”

Uğur elması almak için elini uzatınca Aylin onu sarstı.

“Ne yapıyorsun? Alev başlı bir yaratık sana bunu gösterdi diyorsun. Sence buna güvenebilir misin? Ya bu şey sana zarar verirse.”

“Bilmiyorum. Ama senin dediğin gibi, bunu öğrendikten sonra düşünsek daha iyi olacak.”

Uğur sol elini elmasa uzatıp avucuna aldı. Elmas çok daha şiddetli bir parlamayla uzun süre sıcaklık yaydı. Uğur ve Aylin gözlerini kapatarak ışığın geçmesini beklediler. Avucundaki sıcaklığa olabildiğince dayanarak onu bırakmadı. Ve ışık bittiğinde ise her şey sakinleşmişti.

Uğur elini çukurdan çıkardı. Parlamayı bırakmış olan şeyi görmek için yavaşça avucunu açmaya başladı. İkisi de merakla neyle karşılaşacaklarını bekliyordu. Ama beklentileri, Uğur’un eli tamamen açılınca hayal kırıklığına dönüşmüştü. Elmas yoktu.

Çukura tekrar ve tekrar baktılar ama elmas ortadan kaybolmuştu. Geride bıraktığı tek şey ise, Uğur’un avucunda değişik sembollere benzeyen, siyah, yanık izlerin oluşturduğu yazıydı.

25
Kurgu İskelesi / Çıplak Ayaklar
« : 15 Temmuz 2012, 12:28:20 »
BÖLÜM 1

Her pazartesi yaşadığı o monoton mutsuzluğun habercisi olan çalar saatin sesiyle uyanmıştı. Çapaklı gözlerini aralayıp saatin üstüne elini attı ve onu susturdu. İşe gitmesi için hazırlanması gerekliydi. Yataktan doğruldu. Başı öne düşmüştü. Eliyle saçlarını kaşıyıp kalktı ve banyoya gitti.

Yüzünü yıkadığında, sabahı çekilir kılan sucuklu yumurtanın kokusunu alamamıştı. Eşi onun için kahvaltı hazırlamayı hiç ihmal etmezdi. On yıllık evlilikleri boyunca her sabah bu kokularla uyanmıştı. İlk zamanlar sadece Enver’in kendisine has bir ayrıcalıktı. Son iki yıldır ise sekiz yaşındaki oğluyla birlikte kahvaltı masasına otururdu.

Önce yatak odasına geçerek işe gitmek için hazırlandı. Gri takımını giyip, koyu yeşil çizgili, kırmızı kravatını boynuna bağlamıştı. Sahibinin gözlerinin içine bakan köpeklerin tasmaları gibi kravatları da, patronlarına yalakalık yapan işçilerin boyun bağları olarak görürdü. Sevmediği halde kravatını takmıştı. Yine de düzene uymak zorundaydı. Çünkü, en ufak bir ayrıntı bile, hayatta çoğu şeyi düzene sokardı.

Göz ucuyla yatağa baktığında eşinin uyanmış olduğunu fark etti. Oturma odasıyla bitişik mutfağa gittiğinde eşinin evde olmadığını anlamıştı Mutfak ve oturma odasını ikiye ayıran kahverengi yemek masasının üstüne baktı. Evden çıkmadan önce eşinin not bıraktığı yer boştu. Haber vermeden nereye gitmiş olabileceğini düşünmeye başlamıştı. Ev hiç olmadığı kadar sakindi. Ama dışarısı, tam aksine daha önce hiç karşılaşmadığı gariplikte gürültülüydü. Oğlunun odasına hızlı adımlarla gidip yatağını kontrol etti. Orası da bomboştu.

İçini tarif edilemez bir ürperti sarmıştı. Bugün bilmediği bir şey mi vardı diye düşündü. Bu kadar erken kalkıp, kendisine dahi haber vermeden gitmelerine anlam veremiyordu. Telefonunu çıkarıp eşini aradı. Yatak odasından gelen melodiyle, cep telefonunu evde unutmuş olduğunu anladı. İçini saran tedirginlikle evinden çıktı ve kendisini sokağa attı.

İş yerine olan bir kilometrelik yolu yürüyerek ilerlerken, bir yandan kravatını düzeltiyor, diğer yandan dalgın bir tavırla başını öne eğmiş şekilde eşini düşünüyordu. Bir saat sonra iş yerinden evini arayarak nereye gittiklerini öğrenebileceğini düşündü. Belki de oğlunun veli toplantısı vardı ve onu dinliyormuş gibi yaptığı bir akşam bunu unutmuştu. Tek sorun, neden bu kadar erken saatte olduğunu bilmiyordu.

Kafası bu sorularla meşgulken sert bir cisme çarpıp geriye doğru iki adım attı. Kafasını kaldırıp çarptığı şeye bakmak istedi. Ama karşısında boylu boyuna uzanan yoldan başka hiçbir şey yoktu. Bir insana çarptığından gayet emindi hâlbuki. Bir süre ayakta durduktan sonra etraftaki gariplik daha dikkat çekici hale gelmişti. Sokak bomboştu. Bazı dükkânların camları kırıktı. Sokağın uzağındaki araçları seçebiliyordu. Hareketsizce bekleyen birkaç araba kaza yapmıştı.

Hemen solundan geçen arabanın sesiyle irkildi. Yolda hızla geçip giden aracın içini görebilmek için gözlerini kıstı. Solukları derinleşti ve kaşlarını şaşkınlıkla çatmıştı. Arabayı kullanan kimse yoktu. Tıpkı karşı yönden gelen araç gibi, ikisi de bomboştu.

Kendisine yaklaşan mavi araba hızla ilerlerken, yaklaşık yirmi metre sonra sert bir şeye çarptı ve büyük bir ses yükseldi. Aracın ön kaportasında bir anda göçük meydana gelmişti. Ufak bir sarsılmanın ardından araba durdu.

Birkaç saniye sonra ise arabanın iki metre ilerisinde, zemine kan yayılmaya başladı. Bir süre sonra ise kanın üzerindeki cansız erkek bedeni yavaşça belirdi. Enver, hızla oraya doğru koştu. İş yerinde verilen ilk yardım derslerinin faydası olabileceğini düşünüyordu.

Yerde yatan adamın tam yanına varmışken ayakları bir şeye takıldı. Öne doğru düşmemek için elini takıldığı şeyin üzerine attı. Yere eğilmiş bir adamın saçlarına dokunduğuna yemin edebilirdi. Ama onu görmüyordu. Hızlanan kalp atışlarıyla birlikte kendisini geriye attı. Ölüp ölmediğini düşünmeye başlamıştı. Birkaç adım geriye doğru ilerlerken arkasına çarpan birini hissetti. Bir umutla arkasını döndüğünde korktuğu şeyi tekrar hissetti. İnsanları göremiyordu.

Ona çarpan kişinin ellerini önce omuzlarında hissetti. Ardından görmediği o eller yavaşça yüzüne doğru yaklaştı. Hemen sağına çarpan başka birinin elleri ise onun göğsünü yokluyordu. İnsanlar, etrafındakileri bulabilmek için çarptıkları herkesi yokluyorlardı ve ellerini kocaman açmışlardı.

Enver, yerde yatan cesedin üzerine dikkatini verdiğinde gördükleri karşısında daha da şaşkınlık yaşamaya başlamıştı. Cesedin giysilerinin üzerinde gezinen eller, giysilerinin üstünde el izi şeklinde izler bırakıyordu. El izlerinin gezdiği cansız beden, diğerlerinin iletişim kurması için bir araca dönüşmüştü sanki.

Birisi Enver’i kolundan tutarak yolun uzak ucundaki sokak lambasına kadar sürükledi. Bileğini saran elin açtığı boşluktan çıplak tenini görebiliyordu. El onu bıraktığında yere baktı. Bir çift ayak izinin zeminde oluşturduğu boşluğu rahatlıkla seçebiliyordu. Bir süre sonra görünmez el, birkaç denemenin ardından Enver’i sol bileğinden yakaladı. Diğer eliyle avucuna dokundu ve sonra iki elini de geri çekti.

Enver’in avucunun üzerinde sarı bir kâğıt parçası ve kalem belirmişti. Üzerinde yazan kelimelere dikkatlice baktı.

Neler olduğunu biliyor musun?

Enver, kâğıdın altında bulduğu boşluğa “Hayır” yazdıktan sonra karşısındaki ayak izlerinin sahibini yokladı ve elini buldu. Kâğıdı ve kalemi onun ellerine bıraktıktan sonra geri çekildi. Ardından, heyecanı ve korkusuyla birlikte bağırarak konuşmaya başladı.

“BENİ DUYABİLİYOR MUSUN?”

Bu sırada uzaktan gelen bir cam kırılması sesi, bütün sessizliği bozmuştu. Enver bu durumu sadece kendisinin yaşayıp yaşamadığını sorgulamaya başladı. Bütün diyaframını kasarak olabildiğince yüksek sesle tekrar bağırdı.

“BENİ KİMSE DUYABİLİYOR MU?”

Bir süre sonra karşısındaki yabancı eline tekrar bir kâğıt ve aynı kalemi koydu.

Seni görebilmem için ayakkabılarını ve çoraplarını çıkart.

Kâğıtta yazılanlar kendisine yeterince cevap veriyordu. Kimse, hiç kimseyi görmüyordu ve duymuyordu. Ve herkesin temas ettiği bütün nesneler de görünmüyordu. Enver karşısındakinin yazdıklarını yaptıktan sonra çıplak ayaklarıyla soğuk kaldırım taşına basmaya başladı. Elindeki kâğıda tamamen emin olmak için kendi sorularını yazdı.

Kimseyi göremiyorum ve duyamıyorum. Sen?

Karşısındakinin elini ararken göğüslerine dokunmasıyla, onun bir kadın olduğunu fark etmişti. Bir an için ellerini gerçi çekti. Sonra daha dikkatlice kolunun olabileceği yere uzanarak elini buldu ve kâğıtla kalemi ona verdi.

Hemen arkasındaki sokağı kesen yoldan son hızla bir araç geçtiğini duyunca döndü ve o yöne baktı. Araç çoktan gözden kaybolmuştu ama motorunun sesi hala geliyordu. Birkaç saniye sonra ise büyük bir kaza sesi yükseldi. Durumun farkında olmayan insanlar arabalarıyla sokaklarda son hızla ilerliyordu ve birilerini ezerek durabiliyorlardı. Şehrin uzak bir yerinden gelen patlama sesi de şimdiki sessizliği bozmuştu.

Enver, eline tutuşturulan kâğıt ile tekrar dikkatini karşısındaki kişiye odaklamaya çalıştı. Kâğıtta yazanlar korkularını gün yüzüne çıkarmıştı.

Hayır. Şimdiye kadar başkalarını gören birine rastlamadım.


BÖLÜM 2

Aradan 10 yıl geçti. Hiçbir şey değişmemişti. İnsanlar birbirlerini duymadan ve görmeden yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlardı. Düzensizlik bütün dünyayı sardı. Düzeni sağlamak için bir sürü yöntem geliştirdiler. Ama her şey boşunaydı.

Elektrik üretmek ve depolamak için saatlerce bisiklet sürüyordu insanlar. Çok nadir de olsa elektrikle çalışan aletler hala vardı. Televizyonda sadece yazılar akan haberler veriliyordu. Belirli alana kadar mesaj iletebilen telefonlar kullanılıyordu. Bütün operatörler çökmüştü.

İnsanlar görülebilmek için çıplak ayaklarla geziyorlardı. Dürüst olmaya çalışanların baş vurdukları yöntemdi bu. Kışları ise şehirler tamamen görünmez oluyordu.

Yine de suça engel olunamıyordu. Başlarda bütün marketler ve gıda sağlayan yerler yağmalanmıştı. Fabrikaların tekrar düzene girmesi için bir yıl geçmesi gerekti. Eskisi kadar üretim olmuyordu artık. Gerçi, eskisi kadar üretime gerek de yoktu. İlk altı ay içinde dünya nüfusunun yarısı ölmüştü. Birçoğu açlıktan, bir kısmı hastalıktan veya cinayetten…

Zamanında birbirlerini dinlemeyen, umursamayan, görmezden gelen insanlar, şimdi buna mahkûm olarak yaşıyorlardı. Birini dinlemek veya görmenin değerini geç öğrenmişlerdi. Sadece kokular vardı artık. Herkes kendi kokusuyla tanınıyordu. Parfüm, çiçek, ter kokusu… Kötü kokular bile anlamlıydı.

Şehirlerin zeminleri renkli kâğıtlarla ve peçetelerle kaplıydı. Rüzgârın önüne katıp götürdüğü binlerce kâğıt havada uçuşuyordu çoğu zaman. Sözler artık gerçekten havada kalıyordu. Konuşulmuş (yazarak da olsa) her şey, kimsenin değer vermediği, üzerine basılıp geçilen kâğıt parçalarından ibaretti. Bazıları merak eder, yerdeki bazı kâğıtları okurdu. Sahibini bilmeden neler konuşulduğuna bakarlardı.

Aşklar da kâğıt üzerinde başlayıp, kâğıtlarda son buluyordu. Yazısının güzelliğine, kullandığı kâğıda göre sevgili seçenler de oluyordu çoğu zaman. Kimisi ise, yazdıklarını okuyordu sadece. Düşüncelerini ve kendisine hissettirdiklerini önemsiyordu.

Kâğıtlar sınırlı olduğundan bir süre sonra dijital aletlerle sohbet etmeye başlamışlardı. Ama görünmeyen birine yazdığını okutmak için, zar zor üretilen dijital aletleri vermek çok riskliydi. Hırsızlık ve yağma hâkimdi dünyaya. Bu yüzden herkes yanında daha değersiz olan kâğıt, hiç olmazsa kalem taşırdı. Kaldırımlar, duvarlar, yollar yazılarla kaplıydı. Bomboş sokakları sınırlayan duvarlar, gizemli ellerin yazdıklarıyla dolmuştu.

Enver olayların patlak verdiği ilk gün ailesini kaybetmişti. Ölenlerin üzerinden çıkan kimliklerin asıldığı panoları defalarca gezdi. Kayıp ilanlarına günlerce baktı. Ama onların izine bir daha rastlayamadı. İki yıl sonra yalnızlığına dayanamaz hale gelmişti. Geçmişinde saplanıp kalmak çözüm değildi. Yazdıklarını dahi kimsenin okuyup okumadığını bilmiyordu.

Konuşmayı unutmamak için arada kendi kendisiyle konuştuğu oluyordu. Günler, bazen aylar sonra sesi kısılmış şekilde tekrarlıyordu bu konuşmaları. Telaffuz etmeyi unuttuğu birçok kelime olmuştu bunca sene sonunda. Sesli olarak sözlerini dile getirirken, çoğu zaman kendisiyle kavga eder şekilde bitiriyordu monologlarını.

Balkonuna ektiği yiyecekleri, yeni hayat arkadaşı Gülsüm ile birlikte yetiştiriyordu. Giysilerinin ve eşyalarının çoğunu takas etmişti. Bazen, birçokları gibi sokakları gezip işine yarayacak şeyler aradığı olurdu. Genelde ise şehrin altı kilometre dışındaki su kuyusuna seyahate giderdi. Geceleri, el arabasını alabildiğince su bidonlarıyla doldurup evine taşırdı. Suyun bir kısmını işine yarayan şeylerle takas ederdi. Eskiden gittiği kuyu diğerleri tarafından bulunduktan sonra artık yakınına yaklaşamıyordu. Etrafı görünmeyen insanlarla sarılmış oluyordu. Bir süre sonra kuyu, neredeyse kuruyacak kadar az su çıkarmaya başlamıştı.

Enver de herkes gibi bencil olmayı öğrenmişti. Yeni bulduğu kuyuyu çalıların arasında saklamıştı. Merhametsiz bir dünya, acımasız bir dünyaya dönüşmüştü çünkü. Susuz ve aç olduğunu söyleyen küçük çocukların yazılarını okumuştu çoğu zaman. Yalnız olduklarını söyleyen birçok yazı geçti eline. Ama çoğu yalandı. Hala insanları sömürmeye çalışanların oynadıkları oyunlardan ibaretti. Yine de Enver için zararsızlardı. Onu sömürmeye çalışan bencillerden başka bir şey değillerdi. Hâlbuki dünya daha kötülerini barındırıyordu. Yanında taşıdığı keskin bıçağını bu güne kadar iki kez kullanmak zorunda kalmıştı. Çünkü istediğini almak için birçok kişiyi katlettiler, her şeyin değiştiği o günden sonra. Ve herkes kendisini savunmayı öğrenmişti.

Yeni doğanlar daha şanslıydı. Daha iyi adapte oluyorlardı bu karmaşık düzene. Birçoğunun fark etmediği ayrıntıları görüp, çok iyi koku alabilir hale gelmişlerdi. Enver’in yedi yaşındaki oğlu da onlardan biriydi. Kaybettiği oğlunun adını vermişti ona da. “Güven” yazıyordu giysisine iliştirilen, omzundaki kabartmada.

Yeni bir hayat kurmuştu Enver. Görmediği bir ailesi vardı. Seslerini duymaya hasret olduğu insanların arasında yaşıyordu. Aslında pek bir şey değişmemişti dünyada. Eskiden dinleyenler yoktu, şimdi duyanlar. Eskiden görmezden gelenler vardı, şimdi görünmezler. Avuca parmakla yazmayı ve okumayı öğrenmişti bir süre sonra. Zor olmuştu onun için ama gerekliydi. Her şey zor geliyordu artık. Yavaşça alışıyordu, ama eski alışkanlıklarından vazgeçmek zorunda kalmıştı. Yine de düzene uymak zorundaydı. Çünkü, en ufak bir ayrıntı bile, hayatta çoğu şeyi düzene sokardı.

26
Kurgu İskelesi / Yaseldin
« : 14 Temmuz 2012, 16:54:42 »
Sunucunun megafonda yükselen sesiyle gözlerimi kapatmıştım.

Ve karşınızdaaa, Yaseldin.

Zihnimi boşaltmam gerekiyordu. Yapmayı öğrenmek için zorlandığım şeye konsantre olmalıydım. Haykırışlar ve ıslıkların uğultulu olarak kulağıma geldiği bu kapalı yerde, olabildiğince sakin kalmalıydım.

Gözlerimi açtığımda yirmi metre yüksekliğindeki çadırı ayakta tutan iki direkten birinin neredeyse tepesinde olduğumu hatırladım. Üzerinde durduğum yuvarlak, tahta zeminden karşıki direğe gerilmiş halatın tam önündeydim. Burnumdan derin bir nefes alarak kollarımı açtım. Gözlerimi kapatarak halata doğru ilk adımımı attım. Üzerime geçirdikleri beyaz, bedenime yapışan giysi rahatsız edici olsa da, halatın üzerinde yürümem için gerekli dengeyi bana sağlıyordu.

Altı yıldır buradaydım. Tehlikeli birçok şey yaptırdılar bana. Korku dolu yılların ardından her şeye alışmıştım. Belki de artık umursamıyordum. Ölmek beni eskisi kadar korkutmuyordu. Nasıl olsa, çok geç olmadan bir şekilde ölecektim.

On iki yaşındaki bir kız çocuğu için güzel cümleler değildi bunlar. Ama ben diğerlerinden farklıydım. Onlar gibi yaşamayı hak etmiyordum. Onları eğlendirmek için bir araçtım sadece.

İpin üzerinde bir adım daha attığım zaman altımdaki ışık denizi gözlerimi kör edercesine parlamaya başlamıştı. Flaşların patladığı, herkesin küfürler edip, ıslıklar çalıp, bağrışmalarının yankılandığı bu yer, hayatımda en sevdiğim alandı. Burada herkesten uzaktaydım. Onların nefretle ölmemi istercesine bağırışlarından başka hiçbir şey beni incitmiyordu burada. Çadırın en karanlık, diğerlerinden en uzak yeriydi burası. Ölüme en yakın olduğum, ama yaşamayı en çok sevdiğim yerdi burası.

Bu sirk çadırına ilk geldiğim zamanları hatırlıyorum. Altı yıl önceydi. Büyük isyan başlayalı bir ay olmuştu. Masallarda anlatılan binlerce yaratık saklandıkları oyuklardan çıkarak yeryüzünü istila etmişlerdi. İnsanların, çoğuna hayranlık besledikleri yüz binlerce canavar, hak ettiklerini iddia ettikleri hayat için bizleri yok etmeye başlamışlardı. Hala bir yerlerde kendilerini savunmaya çalışan insanlar olduğunu duyuyorum. Ama çok sürmeyecek. Onları da avlayacak ölümsüzler ordusu.

Şehri istila ettiklerinde ailem, son tahliyeye katılmamanın pişmanlığını yaşıyordu. O yaratıkları bir ay içinde ortadan kaldıracaklarını söyleyen hükümetler yanılmıştı. Onlar her yerdeydi. Her ayrıntıyı hesaplamışlardı. Dünyayı yok etmek için sadece yeryüzüne çıkmaları yetmişti.

Şehrin büyük bölümü istila edilmişti. Yaşadığımız apartmana kadar geldiklerinde, annem beni giysi dolabına saklamış, babam ise çiftesini dolduruyordu. Ardından yatak odasından çıktı. Annem, endişeyle, ayakta elleriyle ağzını kapatmış şekilde bekliyordu. Kapalı dolabın içine doğru titreyen sesiyle konuşup beni sakin tutmaya çalışıyordu.

Ne olursa olsun oradan çıkma kızım. Ne duyarsan duy ses çıkarma. Seni alacağım tamam mı. Ses çıkarma yavrum. Her şey düzelecek.

Sesi gittikçe incelmişti. Ağlıyordu. İnanmadığı sözler vererek beni kurtaracağını düşünüyordu. Kim olsa onun yaptığını yapardı nede olsa.

Cam kırılması sesinin ardından iki el tüfek sesi yükselmişti. Sonra babamın çığlığı geldi. Ardından yere düşen sert bir top sesi gibi bir gürültü. Ve hemen peşinden, sonraki iki dakika boyunca nefes almamı unutmama neden olacak sesler.

Ne olur beni öldürmeyin. Ne isterseniz…

Ve sessizlik. Vampirlerin benim kokumu almaları çok uzun sürmemişti. Dolabın içinde çaresizce bekleyen kız çocuğunu yanlarına almışlardı. Merhamet için değil. Onların eğlencesi olmam için eğittiler beni. Sirkte inanılmaz numaralar yapan bir köpeği izlerken kapıldığımız heyecana, onlar insan yavrularını izlerken kapılıyorlardı. Güçsüzdük. Çaresizdik. Bir insanın ip üzerinde yürümesi dahi büyük yetenek gösterisiydi onlar için.

Halatın ortasına vardığımda, aşağıdaki küfürler ve ıslıklar daha da artmıştı. Bir kurt adamın kükremesi ile sentorun ön ayaklarını yere vurarak çıkardığı sesler bütün gürültüyü yarıp kulağıma geliyordu. Başka bir köşede, ne olduğunu bilmediğim bir yaratığın haykırışları yükseliyordu.

Geber pis insan.

Hiçbiri umurumda değildi. Hayatımın en özgür yerindeydim. Zeminde yaptığım alıştırmaları yöneten, belinden aşağısı örümcek gibi olan altı bacaklı adamın beni kamçılaması yoktu şimdi. Sırtımdaki yaralar hala sızlıyordu. Ama özgürdüm. Ölüme en yakın yerde, hayatımın en canlı zamanını yaşıyordum.

Halatın diğer ucuna yaklaşırken geceleri duyduğum gürültülere benzetiyordum hemen altımdan yükseler sesleri. Beni kilitledikleri kafese yemem için attıkları pis kokulu bir kâse dolusu yemeği iğrenmeden tüketirken, çok uzaklardan gelen çığlıklara benziyordu. Hala saklanan birilerini buluyorlardı. Artık insanlar, eskiden onların yaptığı gibi yer altında saklanıyordu. Kim bilir, belki de bu döngü binlerce yılda bir gerçekleşiyordu. Bir dönemde insanlar üstünken, bir başka dönemde diğerleri yeryüzüne hükmediyordu.

Çadırın en karanlık yerinde olmama rağmen, herkesin gözü üstümdeydi. Birkaç adım sonra yürüyüşümü bitirmiştim. Çadırı ikiye bölmüş olan aydınlık alt tarafından büyük bir küfür ve bağrışma sesleri yükseldi. Görmeyi istedikleri şey bu değildi. Ama sirk kuralları açıktı. Eğer becerebilirse, bir gün daha yaşamasına izin verilirdi. Taa ki yere düşene kadar.

Bugün şanslıydım. Gittikçe zorlaşan bu eğlence dedikleri sınavlardan daha fazla ne kadar şansım yaver gideceğini bilmiyorum. Arkamı dönerek ellerimi açtım ve beni nefretle süzen bütün gözlere eğilerek selam verdim. Yüzümde sinsi bir bakış oluştu. Memnun kalamayan seyircinin bana verdiği mutluluğun bakışlarıydı bunlar.

Ölümsüzlerin hükmettiği dünyada, bir gün daha yaşamaya hak kazanmıştım. Bu günü en güzel şekilde geçirmem gerekiyordu. Yapacak çok şeyim yoktu ama umutlar asla tükenmezdi. Hak ettiğim bu gün, belki son günüm olacaktı. Belki de, yepyeni bir hayatın ilk günü…

Sayfa: 1 [2]