Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - M.K.Immortal

Sayfa: 1 ... 16 17 [18] 19 20
256
Kurgu İskelesi / Ynt: İstila
« : 04 Mart 2013, 17:11:24 »
Arada sırada durum öyküleri yazmayı seviyorum, kurguyu anlık bir olayın içinde yansıtmak güzel oluyor ne diyebilirim :) Okuyup yorum yaptığınız için çok teşekkür ederim.

257
Kurgu İskelesi / Ynt: Bencil Cüceler ve Açgözlü Devler
« : 03 Mart 2013, 16:06:41 »
@MENEKŞE; teşekkür ederim. E bu da fantastik idi ama çok fazla bir kurgusu yoktu o yüzden pek içime sinmedi. İnşallah daha güzel olur :)

@Wanderer; Yorumunuz beni inanın çok mutlu etti. Eğer bu denli sevmenize sebebiyet verdiysem ne mutlu bana. Diğer öykülerim bayağı gerilerde kaldı ama hikayeler indeksinde ve öykü seçkisinde bulabilirsiniz hepsini. Okuduğunuz ve düşüncelerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederim. :)

258
Nedense edebiyat sitesinde sıkça karşılaşıyorum sanırım şu "yazının tamamını okumadım" olayına.

Evet bu arada ben bir okuyucu olarak bilir kişiyim, uzmanım... (Uzun yazmadım okuyamazsınız diye)

259
Kurgu İskelesi / Ynt: Bencil Cüceler ve Açgözlü Devler
« : 26 Şubat 2013, 22:03:35 »
Elbette öyle. Zaten yazarın en büyük özelliği kurgusunu, düşüncelerini, yansıtmak istediklerini dile getirmektir. Tabi ki yazım hatalarından yoksun ve okuyucuyu çekecek bir üslup kullanmak da yazılanı bir adım ileri götürecektir. Haliyle bir adım ileride olmak isteyen bir yazar adayı eleştirilere açık olmak zorundadır :)

Yine de dediğiniz gibi kırıcı olmadan, aşağılayıcı olmadan veya yazılan ile başka bir yerde dalga geçilerek yapılan eleştiriler, eleştiriyi yapanın ne kadar karakterli olduğunu gösterir :) Tekrar yorumunuz için teşekkür ederim.

260
Kurgu İskelesi / Ynt: Bencil Cüceler ve Açgözlü Devler
« : 26 Şubat 2013, 21:41:40 »
Okuduğunuz, yorum yazdığınız ve beğeninizi dile getirdiğiniz için teşekkür ederim :)

261
Kurgu İskelesi / Bencil Cüceler ve Açgözlü Devler
« : 26 Şubat 2013, 17:38:36 »
  not: Normalde öykü seçkisinde "Cüce" teması için yazmıştım ancak konu çok hoşuma gitmedi. Yeni bir öykü üzerinde çalıştığım için bu öyküyü kurgu iskelesine eklemeyi uygun gördüm. Umarım ötekini yetiştiririm. Şimdiden iyi okumalar.

***

   “Sıkıldım artık bu şekilde yaşamaktan, anlıyor musun? Herkes aynı şeylere dert yanıyor ama yine herkes dert yandığı şeyleri yapmaktan vazgeçemiyor.”

   Droond, uzun, siyah, kıvırcık sakalını okşayıp piposundan derin bir nefes çektikten sonra çukurlaşmış gözleriyle Kahthar’a yorgunca baktı.

   “Ne yapabilirsin ki? Sen mi değiştireceksin düzeni? Bizden önce de böyleydi, bizden sonra da hep böyle olacak. Başımızdaki devler değişmediği sürece bunlara mahkûmuz.”

   “Devler mi? Sence tüm suç devlerde mi?”

   “Elbette. Onlar ne derse onu yapıyoruz. Ağaçlardaki meyveleri bize vermeleri için bunları yapmaya muhtacız. Şarkıyı sen de biliyorsun; Ya kara toprakta yetişen kuru sebzeler ile beslenip zamanla çürüyüp gideceksin, ya da uzun ağaçlarda yetişen sulu meyveleri yiyerek canlı ve dinç kalacaksın.

   Kahthar sıkıntılı bir gülümsemenin ardından ağacın içine oyulmuş küçük odanın tam ortasındaki masadan kalktı. Sarmaşıklar ile kaplanmış tezgahın üzerindeki ahşap şişeyi alarak tekrar sandalyesine geçti. Bardağını elma likörü ile doldurduktan sonra konuşmaya devam etti.

   “Her olumsuzlukta onları suçluyoruz. Biz çok mu iyiyiz acaba? Çok mu akıllıyız?” Elindeki bardağa bir süre baktıktan sonra bir yudum aldı. Bardağını hafifçe havaya kaldırarak “mesela şu” dedi. “Şunu yapmak için meyveleri ziyan etmemiz çok mu anlamlı?”

   “Sadece yemek yiyip uyumak için yaşayamayız elbette. Ondan başka ne eğlencemiz var ki?”

   “Yok tabi ki. Senin ve benim yok hiç olmazsa. Ama hiç merak etmiyor musun? Meyveyi dalından koparmadan yediğinde tadı apayrı oluyor diyorlar. Hayatında tatmadığın kadar lezzetliymiş. Hiç merak etmiyor musun nasıl olduğunu?”

   “Ediyorum elbette. Ama ne yapabiliriz ki? İskele kurmamıza izin verilmiyor. Devler ile çok yakın arkadaş olanlar sadece onların sırtına binerek o meyveleri dalında ısırabiliyor, sen de biliyorsun.”

   Kahthar kafasını onay verircesine hızla salladıktan sonra hararetli konuşmasını, içinde biriktirdiklerini atarcasına sesini yükselterek devam ettirdi.

   “Sorun burada zaten. Devlere neden muhtacız? Çünkü bize iskele kurdurmuyorlar. Hem bizi kısıtlıyor, hem de kendilerine muhtaç bırakıyorlar. Peki biz olmasak onlar ne yapacak?”

   Droond son derece sakindi. Kahthar’ın bu denli gergin olmasını anlayabiliyordu. Birçok cücenin ortak sorunlarıydı onun bahsettikleri. Fakat bugün, Kahthar’ın mum ışığı sayesinde seçilebilen koyu sarı saçları, sinirden alev almış gibi parlak görünüyordu sanki.

   “Onlar için sorun olur mu sence? Onlar isterse topraktan da toplar, ağaçtan da. Bize muhtaç değiller. Sen baş kaldırıp onların işlerini yapmasan bile elbet yapacak birileri çıkacaktır. Cüce olmanın kötü yanı bunlar Kahthar. Bunları hala öğrenemedin mi?”

   Kahthar aradığı cevabı bulmuşçasına elini kaldırıp Droond’u gösterdi. Gergin gülümsemesini yüzüne takınarak burnundan kısa bir nefes verdi.

   “Sorun bu bakış açısında aslında. Ben cüce olarak dünyaya gelmeyi seçmedim. Onlar bizden büyük diye bizden daha fazla hakka sahip olmaları saçma. Biz bile ufak olduğumuza inandık onlar yüzünden.”

   “Değil miyiz?”

   “Değiliz elbette. Düşünsene, neden bazı cüceler devlerin sırtına binebiliyor? Çünkü onları nasıl kullanacaklarını iyi biliyorlar. Onların suyuna gidiyorlar, güldürüyorlar. Yeri gelince onlardan yüksekte oluyorlar. Bu onların devlerden daha kurnaz, aslında daha büyük olduklarını göstermez mi?”

   “Evet ama, taa ki devlerin sırtından inene kadar.”

   “Olay yükseğe çıkmak ise bunu her şekilde başarabiliriz ama izin vermiyorlar buna. Sanki yükseğe çıkmanın tek yolu bir devin sırtına çıkmakmış gibi gösteriyorlar. Halbuki öyle değil. Eğer herkes ağaçlara tırmanırsa devler ile cüceler arasında bir fark kalmayacak. Onlara hizmet edecek cüceler olmazsa afallarlar. Bizi kısıtlıyorlar bu yüzden.”

   Droond gözlerini kocaman açtı ve etrafına tedirgin şekilde bakındıktan sonra kısık bir sesle araya girdi.

   “Sessiz ol, birisi duyacak.”

   “Bak işte görüyor musun. Başka bir cücenin konuşmalarımızı duymasından korkuyorsun. Çünkü o cüce devlere yaranmak için bizi ispiyon edecektir. Her cüce bencil olduğu sürece böyle ezilmeye ve küçük kalmaya muhtacız Droond.”

   “Ne yapabilirsin ki? Tek başına bir etki yapamazsın, sen de diyorsun cüceler bencil. Seni yüz üstü bırakırlar. Kendine zarar vermekten başka bir işe yaramaz isyanın. Düzen böyle kurulmuş bir kere. Bütün cüceleri aynı düşünceye inandırmadıktan sonra hiçbir şeyi değiştiremezsin. O yüzden yapılması gerekeni yapmalıyız. Yeri gelince onları güldürmeli, yeri geldiğinde onlara içkiler hazırlamalı, yiyecekler pişirmeliyiz ki bize daha çok meyve versinler.”

   “Tek başıma bir şey yapamam elbette. Ama hem bu yaşama şeklinin kötü yanlarını söyleyip, hem de onun kölesi olmak çok mu doğru? Sorsak bütün cüceler bu dertlerden yanıyorlar. Birkaç meyve için gün boyu çalışıyorlar mesela. Ama birkaç meyveyi göze almak yerine daha fazlasını isteseler, hiç olmazsa hakları olanı, onların işlerini yapmasalar, bıraksalar işlerini, devler verdikleri meyve sayısını arttırmak zorunda kalırlar. Çünkü onlar da bizim hizmetimize mahkum olmuş durumdalar. Bu noktadan sonra bizim gibi yaşayamazlar.”

   “Evet ama dediğim gibi bunun için herkesi kendi safına çekmen lazım. Hem devler yeri gelirse uzun süre dayanabilirler bizsiz. Biz onlarsız dayanabilir miyiz ki?”

   “Onlar olmadan önce nasıl dayanıyorduk?”

   “Artık zaman değişti. Eski şartlar yok.”

   “Rahata alıştık desene. Meyve toplamak zor geldiği için, onu bizim için toplayan devlerin on kat daha ağır işlerini yapıyoruz kısaca. Hepsini unut, hiç olmazsa onların oyunlarına kanmamız doğru mu acaba?”

   “Oyunlarına mı?”

   “Evet.” Kahthar elindeki içkiyi tekrar göstererek devam etti. “Dediğim gibi şu içki için meyve harcamaya değer mi? Bunu yapmayı onlar öğretti bize. Veya bize verdikleri şu eşyalara ne demeli? Bunları yapanlar biziz, bunları yaptığımız için meyve alanlar da. Ve yine aynı eşyalara sahip olmak için aldığımız meyvenin iki katı emek sarf eden de. Onlar bu eşyaları kullanmıyorlar biliyorsun. Onların eşyası özel olarak daha büyük yapılıyor. Yani bunları sırf bizi sömürmek için üretiyorlar. Yerdeki sebzeleri bile toplayıp onlara veriyoruz. Sebzeler lezzetsiz olabilir ama her canlı onlara muhtaç, gerek cüce olsun gerek dev. Siz olmasanız bile biz toplarız diyorlar sebzeleri. Aslında onlar olmasa, biz de toplayabiliriz meyveleri. Ama bunu hatırlatmıyorlar asla. Anlayacağın elimizdeki meyveleri kullandırılmaya zorlanıyoruz. Onları biriktirerek kendi cücelerimizi yönetmemizi istemiyorlar. Eğer öyle olursa ayaklanma çıkmasından korkuyorlar.”

   “Sessiz ol! Bugün senin canın ağaca bağlanmak istiyor sanırım.”

   “Devlerin pis yalakaları bizi duyar diye mi korkuyorsun. DUYSUNLAR! BEN DEVLEDEN KORKMUYORUM!”

   “Sen sarhoşsun. Uyuyalım en iyisi. Yoksa başımızı belaya sokacaksın.”

   “Evet. Uyuyalım yine. Sabah olduğunda aynı şeylere devam edelim. Birlik olmadan yaşayalım. Boş hayaller ile herkes dev olmayı düşlesin. Devler gibi bir olmayı öğrenebilseydik, acaba cüce olarak mı kalırdık hep. Belki onları dev yapan da bu olmuştur asırlar önce. Birlikte hareket etmeyi öğrenmişlerdi belki de.”

   “Kim bilir? Belki de…”

***

Tabi ki eşittir yaratılanlar nasıl olurlarsa olsun
En küçük bir cüce kimisi, kimisi ise bir dev kadar uzun
Kimseye gerçekte hakkı olan verilmediği sürece
Gönlü kör, aklı cahil kalacak bu halk boynu bükük mahzun

Evvelden kim demiş eşit olmalı her insan diğeriyle
Ruhu dahi kıpırdamayanı çok çalışan ile eşit görmek niye
Çalışınca sanma ki alacaksın verdiğin emeğin karşılığını
Ey küçüğüm! Kanma anlatılan masallara iyi olan kazanır diye

Ki söylerler sana görseler nerede bir hata nerede bir kusur
Öyle yeri geldiğinde söylediğinin arkasında durmaktır gurur
Lal olup, altında kalanları ezip geçtiğin sürece yükselmek uğruna
Üzerine bastıklarında seni ne bir dengin, ne ezdiğin, ne de güçlü biri korur

Mezar açılıp, kefen giyildiğinde geriye bırakma sadece hüzün
Dünya kimseye bir şey vermeyecek yalnızca bunu düşün
Ümidin olmasın boş hayallere, daimi olurum bu dünyada diye
Ruhun bile seni terk edecek kim bilir belki de bugün

18/02/2013 --- 01:22

262
@Ejderfelaketi;

Yazarlığı hobi olarak yapıp konu komşuya dağıtmak olayını burada zaten yapıyoruz, öykülerimizi insanlarla paylaşıp yorumlarını almaya çalışıyoruz sırf sevdiğimiz için, değil mi? Ama 400 sayfalık bir bilimkurgu yazdıysanız mesela bunu sadece konu komşu görsün diye yapmazsınız. Dünyayı değiştiren bilimkurgu romanları olmuştur ki çoğu zaman bilime öncülük etmişlerdir. Zamanında saçma olarak görülen paralel evren, solucan deliği, zamanda yolculuk gibi bilimkurgu fikirleri şimdilerde kesin gözüyle bakılıyor bilim adamlarınca.

Ve siz bu fikirleri kitabınız yayımlanmadan asla insanlara sunamazsınız. Yepyeni bir big bang teorisi ortaya attınız mesela, bunu kayınçonuza anlatarak bir yere varamazsınız. Tabi bu olay kişisel gelişim için de geçerli, aşk romanları için de geçerli, fantastik için de... Yazdığımız şeyin dağılmasını, insanlara ulaşmasını istememiz çok garip olmasa gerek.

Farkındaysanız kitabın basımından ücret talep edilmesi sıkıntı diyorum, ki çoğu kez internette yayımlamayı düşündüm zaten. Ancak "ziyan edersin" şeklinde tepkiler aldım sürekli. Çünkü internetten kitap okunmuyor. Kaldı ki öyküleri bile okuyan bir avuç insan var şurada. Daha da kötüsü basılmış bir kitabın fiyatı düşük olduğu için dahi okumayanlar var. "20 liranın altındaysa dandiktir" düşüncesi var mesela kimi okuyucularda. Her türlü olguyu eleştiren bir toplumda internetten insanlara ulaşmak emin olun çok çok çok zor bir iş.

Yazarlığın cafcafı dediğiniz olay zaten bu tartışmamızın temeli. Yani artık yazar olmak için cafcafında olmalısınız. Gerçekten birşeyler vermek adına uğraşırsanız bir yere varamıyorsunuz. Kaç kere söylediğim bir olay var, neden Türkiye'den birisi dünya çapında bilimkurgu veya fantastik yazamıyor?

Yazarlık bu yüzden bir meslek olmalı. İş ciddiye alınmalı. En kalitesini sunmak için uğraşmalı yazar ki bunun karşılığını almalı. Karşılık almayacağını bilirse ya gösteriş için yazar, ya da dediğiniz gibi zanaate yönelir. Sanatı sadece imkanı olan yapmalı gibi bir anlayış yüzünden adam akıllı bir sanatçımız yok bence.

Düşündükçe biraz geriliyorum, size karşı bir şey demek amacıyla yazmadım bu cevabı yanlış anlamayın o yüzden. Yorumunuz için teşekkürler.


@OZ; güzel bir olaya değindiniz gerçekten. Ajans fikrini biraz araştırmıştım ancak onlar da ücretli diye biliyorum. Eğer değilse size birkaç sorum olacak.

Ajans ile anlaşma yapmak için neler yapmamız gerektiğini anlatırsanız sevinirim. Türkiye'de hangi ajanslar var mesela? Nasıl iletişime geçiyoruz? Ne istiyorlar bizden? Cevaplarsanız gerçekten sevinirim.

Şimdiden teşekkür ederim.

263
Öncelikle cevaplar için teşekküler. Geç cevap yazdığım için özür dilerim ayrıca.

@mit; bir yerde işini gerçekten yapan yayınevleri var diyorsunuz. Zaten sorun onları bulabilmekte. Çoğu yayınevi size cevap bile vermiyor. Verenler de dediğim gibi ticari kaygılar peşinde. İstanbul'da olmak demek, yayınevlerine ulaşmayı kolaylaştıracaktır. Diğer türlü gerçekten çok zor. Ancak yazdığınız çoğu şeye katılıyorum tabi ki.

@Fiddler; yabancı yayınevi konusunda emin değildim. Ancak yine de iyi bir sistem sonuçta, komple kitap yerine 20 sayfa gayet makul görünüyor. Çünkü koca kitap yerine daha önce de dediğim gibi ilk sayfalarını okuyorlarsa zaten, yalandan komple kitabı değil de ilk sayfalarını istemeleri daha anlamlı. Hem kendi zamanlarından tasarruf edilir.

Tüm kitabı gönderirken şöyle bir de kaygı oluşuyor. Yayınevleri bu kitapların içinkdeki cümlelerden veya bölümlerden alıntılar yaparak kendi bünyesindeki bir yazardan kitap oluşturmalarının ve bunu bastırmalarının mümkün olmadığının garantisini kim veriyor? Paranoyakça belki biraz ama yine de düşündürüyor.

Genelde prosedür hakkında yazmışsınız ancak sorun prosedürün gerektiği gibi işleyip işlemediği. Tartıştığımız konu burada. Elbette editörlerin işleri çok yoğun ama işi okumak olan birisi günde 10-20 tane özet okuyamaz mı? Yayınevinde incelenmeyi bekleyen 500 kitap yoktur sanırım (varsa da bu bekletme süresi yüzünden) ki bünyelerinde çalıştırdıkları 1 tane de editör yok sonuçta. Haftalık bir program ile, iki gün çeviri ile, iki gün cevaplama ile, bir gün yeni yazarın kitabını incelemek ile, iki gün de özetleri okumak ile geçirebilir. Okunan özetlere de "yayın politikamıza uygun değil" veya "konu bize göre değil" gibi cevaplar verilebilir ki çoğu kişiyi altı ay beklemekten kurtarır. Ya da "kitabınızı incelemeye aldık şu kadar zaman sonra cevap vereceğiz" diyerek ilk inceleme sonuçlarını aktarabilir. Mesela "ilk üç bölümünüzü okudum ve şu şu gibi sorunlar dikkatimi çekti, şu bölümde şunu ekleyebilir, şu bölümü tekrar gözden geçirebilirsiniz" gibi haftalık cevaplar verilebilir. Sonuçta editörün işi bu değil mi? Kaldı ki bazı yayınevleri (ki aralarında büyük yayınevleri de var) bir ayda nasıl yapıyor bu incelemeyi? Altı ay gerçekten çok uzun bir süre.

İstanbul'da olmak neyi değiştiriyor derseniz, çoğu yayınevinden cevap alamamayı kolaylaştırır. İstanbul'da olsaydık kapısına gidip sorabilirdik veya direk dosyayı bırakabilirdik değil mi? O yüzden İstanbul'da olmak büyük avantaj ki değilseniz yazar olmayın konumuna düşüyorsunuz.

Anladığım kadarıyla sizin bir kitabınız basılmış. Kendi deneyimlerinizi, nasıl başvurduğunuzu, kaç yayınevine başvurduğunuzu ve red cevabı aldığınızı, neler yaşadığınızı paylaşmanızı çok isterim açıkçası. Yazar olma isteğindeki bizlere güzel örnek teşkil edecektir.

264
Kötü bir etki bırakmak istememiştim. Amacım insanları yazmaktan soğutmak değildi. Türkiye'de sadece yazar olmak değil, her iş için neredeyse böyle zorluklar çekiyorsunuz. Çok net bir ifadedir, "babanız zengin ise başarılısınız" sözü. Ancak ülke böyle diye bu değerleri onlara bırakmak doğru değil. Tam aksine artık olması gereken için çabalamak, gayret göstermek gerekiyor. Elbette başarı biraz geç gelecektir ama kendinizden eminseniz eninde sonunda gelecektir.

265
En baştan söylemekte yarar var, uzun olacak sıkıcı bir dert yanma yazısıdır bu. Merak edip okuyanlara şimdiden teşekkürler.

Gelelim konumuza. Konumuz: Türkiye neden böyle? Bu konu üzerinden tartışılacak bir sürü şey çıkar elbette ama ben kitap yazmak ve yayımlatmak adına konuşacağım.

Öncelikle kitap yazmanın sıkıntılarından bahsedeyim. En büyük sıkıntısı hiçbir sıkıntısı olmaması. Kafanızda fikirler vardır, yazmak için sabırsızlanırsınız, elleriniz klavye üzerinde hareketlenir ve cümleler dökülür beyaz sayfaya. Bazen günde beş bin kelime yazar bir hafta dokunmazsınız, bazen ise beş yüz kelimeyi geçemezsiniz ama bir ay boyunca yazarsınız. Fikirlerinizi, düşüncelerinizi ve hayal gücünüzü yazmanın verdiği haz vardır her zaman.

Keşke zorlu bir süreç olsaydı veya yazdıktan sonra ne yapmamız gerektiğini araştıracak bir etken bulunsaydı yazma sırasında. Çünkü en büyük sorun yazdıktan sonra başlıyor. Bir sene boyunca uğraşıp 80 bin kelimeden fazla bir roman çıkarıyorsunuz (kendi adıma konuşuyorum genel bir tabir değil) ve ardından meğer hiç yazmamanız gerektiğini öğreniyorsunuz. Neden mi? İşte şimdi başlıyor o nedenler.

İlk olarak yayınevleri ile irtibata geçmek için İstanbul’da olmanız lazım sanırım. Mail yoluyla size cevap verenler iki elin parmaklarını geçmiyor. Cevap verenlerden ise mail geliyor ve sizden istedikleri dosyalar başlıyor “şu mail adresine, çalışmanızın bitmiş halini, özetini ve özgeçmişinizi gönderiniz. (…) süre sonra size geri dönülecektir.” Diye. Genelde aldığınız cevaplar bu şekilde.

Bu cümledeki her detayı sorgulayalım şimdi. Üç noktalı değişken bölüm 1 hafta ile 6 ay arasında değişiyor. Her ne kadar yayınevi politikaları değişmese de o süre nasıl değişiyor anlamıyorum zaten. Bu süre içinde incelendiği iddia edilen kitaptan haber alamıyorsunuz. Size “sorularınız için şu maili kullanabilirsiniz” deniyor mesela bazı yayınevlerinden. Oraya soruyorsunuz kitap ne alemde diye “inceleme altında” diyor. E biliyoruz onu dangalak herif, nasıl gidiyor, beğendin mi, ne oldu, nasıl düzelteyim onlardan haber ver değil mi? Tabi inceleniyor olsalardı bunları söylerlerdi.

Gelelim istedikleri dosyalara. Çalışmanızın bitmiş halini istemeleri normal olabilir. Eğer yanlışım varsa düzeltin ama bildiğim kadarıyla yurtdışındaki bazı yayınevlerine örnek amacıyla kitabın ilk yirmi sayfası gönderiliyor. Eğer kitap ilgi çekerse devamı yazması talep edildikten sonra kitap yazılıyor. Yani yüzlerce sayfa için zaman harcamanızdan kurtarıyorlar sizi. Türkiye’de ise bitmiş hali isteniyor, hadi ona eyvallah diyoruz. Peki ya özetini istemenin amacı ne? Size söyleyeyim, önce özete bakılır, konu ilginç gelirse kitabın ilk birkaç sayfası okunsun diye. Ama çok büyük bir ön yargı bu olay. Ve yine altını çizerek söylüyorum, özeti okusalar bile kitabı okuduklarından emin değilim.

Hadi özeti de anladık, peki ya özgeçmiş niye? Yazarlık meslek mi değil mi önce bunu tartışalım. Eğer meslek ise, öz geçmiş istemeleri normal ama bir işe girerken sizden para mı istenir? (bu konuya sonra değineceğim) İş konusunda yetersiz iseniz sizi almazlar olur biter. Eğer meslek değilse öz geçmişi ne yapacaksın? Yazdıklarım, düşüncelerim ve fikirlerim zaten kitapta. Öz geçmişim size ne anlatacak?

Onun açıklaması da şu yönde aslında; eğer geçmişinizde başarılarınız varsa, yani yazar olarak sizi şişirebilecekleri bir kariyeriniz söz konusu ise kitabı değerlendiriyorlar. Eğer öyle iseniz kitabınız basılıyor ki zaten bir yerlerden tanıdıklarınız vardır yayınevinde, o torpil sayesinde de bastırırsınız kitabı.

Size uydurma bir yazarın başarılarını özetleyeyim hatta:
1 - 6 yaşında matematik işlemleri yapmaya başlamıştı.
2 - Gittiği her okulda okul birincisi oldu.
3 - Üniversiteyi maden mühendisliğinde okudu.
4 - 21 yaşında motor sporlarında birincilik kazandı.
5 - Çok küçük yaşlarda okumaya olan merakı yüzünden kendi deneyimlerini yazmaya karar verdi.
6 - 26 yaşında yöneticiliğini yaptığı şirketi bırakarak, fantastik temalı bir restoran açtı ve onu işletiyor.
…... bu böyle gider. Şimdi hadi bu başarıları inceleyelim.

1 – mental aritmetik kurslarına gittikten sonra bu işlemleri yapmıştır ama o belirtilmemiş olabilir. Kısaca onu o kursa gönderen ve parasını ödeyen babası sağ olsun.

2 – aldığı özel dersler sayesinde veya okuldaki öğretmenleri tanıyan aile üyeleri veya okul aile birliği başkanı ve okula yapılan yardımlarda büyük katkı sağlayan ailesi sayesinde derslerinde tam not almadığını kim biliyor? Kısaca yine babası sağ olsun.

3 – Üniversiteyi nerede okudu? Özel üniversite mi devlet üniversitesi mi? Devlet ise kaç puan alarak, kaçıncı sırada girdi acaba? Torpilin gırla olduğu güzel ülkemde hele bunların kesin sorgulanması gerekir. Kaldı ki büyük ihtimal özel üniversitedir bu şahıs. Yine babası sağ olsun.

4 – 21 yaşına kadar motor kullanmakta uzmanlaşacak beceri için kaç adet motor değiştirmiştir acaba? Motor almasını sağlayan bütçe nereden? Tabi ki baba.

5 – Bu tamamen şişirme bilgidir. Çok okuyan iyi yazar olur bilinci yüzünden bunu yazarlar genelde ki yok öyle bir şey. Çok araştıran daha iyi yazar olur emin olun, çok okuyan genelde şatafatlı cümleleri iyi kullanır o kadar.

6 – Burada ise yazar iyice şişirilir. Okuyucuya “bak ne büyük adam işte bu adamın kitabı okunmaz da ne olur” deniliyor. Kaldı ki 26 yaşında ne yöneticiliği? Söylememe gerek yok herhalde, babadır baba.

Bu şahsın kitabı ücret talep edilmeden bile yayımlanabilir. Ve okuduğunuzda “ulen Türkiye’de dünya çapında fantastik veya bilimkurgu yazamıyor dangalaklar” derseniz ne diyebiliriz ki. Çünkü kitabı basılan insanlar ya parasını verir, ya itibarlıdır veya tanıdığı vardır. Raflar, içeriğine bakılmadan basılan kitaplar ile dolduktan sonra böyle söylentilerin oluşması gayet normal.

Kaldı ki sanki sadece insanlara yazarak bir şeyler verebilecek tek kişiler bunlarmış gibi gösterilmesi, ülkenin kültür ve zeka seviyesinin neye dayandığını ve ne derecede olduğunu açık seçik gösteriyor. Onların peşinden gidenlerin de vay haline.

Şimdi ücret meselesine gelelim. Size cevap veren yayınevleri şunu diyor. “Kitabınız güzel ancak ilk basım için katkı yapmanız gerekiyor. (…)bin lira verirseniz kitabınızı yayıma hazırlayacağız.” Haydi şimdi de cevabı inceleyelim.

“Kitabınız güzel” sadece stratejik bir cümle. Kitapta en çok nereyi sevdiniz diye sorsanız apışıp kalırlar. Amaç sizi gaza getirip “bu kitap basılırsa binlerce satar” demeye getirmek. Yani “para isteyeceğiz ama karşılığını fazlasıyla alırsın hacı merak etme” demek.

Basım için katkı olayı ise çok ilginç. Bu konuyu bana bayağı açık sözlülükle anlatan bir yayınevinin söylediklerini yazacağım size. Yeni bir yazarın bin adet kitabını basmaları bayağı bir risk. Çünkü ilk baskıyı dahi bitiremiyor basılmış olan yüzlerce kitap. Ki baskı bittiği zaman kar elde etmeye başlıyor yayınevleri. Bu yüzden yayınevleri yeni yazarlar yerine daha tanınmış ve satılması garanti olan kitapları basmayı tercih ediyor. Yani ünlü yazarın 10 bin kitabı yerine 11 bin kitabını basıyor. Çünkü o kitap 10 bin de satar 11 bin de. Ama yeni yazarın 1000 adet kitabı bu garantiyi veremiyor. Bu yüzden yeni bir yazar olarak destek(!) çıkmamız gerekiyormuş. Fakat istenilen destek, kitabın tüm masrafları + yayınevi karı olarak hesaplanıyor. Sadece basım ve dağıtım masraflarının bir kısmını sizinle paylaşalım demek değil yani anlayacağınız o destek.

İşin ilginci bu istenilen para yasal mı acaba? Katkı adı altında istenildiğine göre değildir sanırım. (Makbuz verecekler mi acaba o parayı verince, onu da merak ediyorum) Çünkü o parayı alarak iş yapan “şahsi yayınevi” adı altında paralı yayınevleri var. Paralı yayınevi varken normal yayınevine para vermek niye diye sorduğunuzda “Ancak o yayınevleri her baskı için sizden para alırlar, biz sadece ilk baskı için alıyoruz.” Cevabını alırsınız. Bak sen yaa. Ama o yayınevleri %40 veriyor, siz %10 veya %15.

Gelelim şimdi ufak bir hesaplamaya. Kendi kitabımdan örnek vereceğim. Kitap için 6 bin lira istiyorlardı. Parayı verdik ve bin adet kitap basıldı diyelim. Genelde ilk baskıdan ücret verilmez, 100 ila 150 arası kitap verilir ama yüzde verdiklerini düşünelim bu aşamada. Kitabınız iyi bir ihtimal ile 20 liraya satılsın. Size de en iyi ihtimalle %20 verdiklerini düşünelim. Yani kitap başına 4 lira kazancınız var. İlk baskı biterse ki dediğim gibi yeni yazar için çok zordur bu, kazancınız 4 bin lira oluyor. İkinci baskı da bitecek ki verdiğiniz altı bin liranın üzerine çıkabilesiniz. Tekrar soruyorum, yazarlık bir meslek mi?

Bu hesap en iyi ihtimal. Genelde Türk, yeni bir yazarın kitabı 5 ila 15 lira arasında satılır. İşin özeti yazarlar yazdıkları kitabı “hacı ben öyle kültürlüyüm ki kitap yazdım aha bak, sen ne yaptın düdükkk” demek için kullanıyorlar. E haliyle yabancı yazarlar daha çok satıyor. Yabancıya olan hayranlık diyoruz ya, işte budur onun sebebi kısacası.

Ama nedense işin daha da ilginç yanı var. Onu buraya yazarsam sanırım bayağı bir tartışma çıkacaktır, hatta biraz tepki bile çekebilirim o konuda. Yazsam mı? E amaç tartışmak değil mi, o yüzden yazayım madem. Hatta direk örnekler ile yazayım. Bir arkadaşıma “yaw kayıp rıhtım öykü seçkisinde ünlü yazarların yazdığı öykülere baktım, hacı normal biri yazsa millet bir ton kusur bulurdu o öykülere ama onları öve öve bitirememişler, bayağı ilginç dedim.” Arkadaşım “madem öyle biz eleştirelim” diyerek öyküleri okumuş ve eleştirmiş. Ancak eleştiriler yayınlanmamış! Burada amacım yönetimi suçlamak değil “adamlar bizim için öykü yazmış bir de eleştiri mi yayınlayacağız” diye düşünmüşlerdir büyük ihtimal. Ancak böyle bir durumda sanki onlar kusursuzmuş gibi gösterilmesi çok saçma. Aralarında gerçek anlamda fantastik ve bilimkurgu adına iki yazar var yok. Ki yok…

Onların insan olduğunu unutuyoruz. Büyük çoğunluğu yukarıda yazdığım şekilde kitaplarını yayımlatmış zaten. Şu özgeçmiş bölümünü okuyun ve oradakilerin de özgeçmişlerini okuyun hatta, bakalım neler yakalayacaksınız. Yani onlar ulaşılamaz, onlar müthiş, ama nedense dünyaya açılamıyorlar. Eleştirileri es geçip, elimizdeki bu yazarları sürekli överek de hiçbir yere gitmez Türkiye’de fantastik ve bilimkurgu yazarlığı.

Şimdi bunca şeyi buraya yazdım da ne geçti elime? Bir şey değişecek mi? Hayır. Sadece rahatlamak amaç. Hatta bu yazı bile silinebilir.

Neyse detayları geçip en baştaki konumuzu hatırlatalım: Türkiye neden böyle? Siz söyleyin, neden böyle?

266
Kurgu İskelesi / İstila
« : 25 Ocak 2013, 15:16:02 »
Sıkıca bağlandığım sedyeye eğilen gölge yine aynı şeyi istiyordu benden.

“Neredeler?” diye sordu sinirli bir ifadeyle.

“Bilmiyorum.” dedim. “Nerede olduklarını bilmiyorum.”

Kaç gündür burada işkence gördüğümü hatırlamıyorum. Ne zamandır vücudumun iletkenliği ölçülürcesine elektrik veriyorlardı, kaç kez bayıldım, nasıl bu hale düştüm, hiçbirinden emin değilim artık. İşin kötü yanı ise, gerçekten nerede olduklarını bilmiyorum.

Klonlama teknolojisinin insanlar üzerinde uygulanmasına karar verildiğinde, ilk genleri alınacak denek olarak ben seçilmiştim. Bütün deneyler sorunsuzdu. Ortaya çıkacak klonların düşünememesi gerekiyordu. Benim geçmişimi bilmeyeceklerdi. Benimle ilgili hiçbir bağlantıları olmamaları gerekiyordu.

Güzel amaçlar ile çıkmıştık yola en başta. Dünya üzerindeki iş gücünü dolduracak, asla yorulmayan, her emri yerine getiren klonlar üretmekti tek istenilen. İnsanlar çalışmayacaktı. Her şey onlara hizmet eden kopyaları tarafından yapılacaktı. Birçok eleştiri almıştı bu durum aslında. İnsan ırkının sonu geleceğini düşünmüştü bazıları. Bazıları ise dini anlayışa ters olduğunu savunuyordu. Kim bilir, belki de ilahi adalet beni bu hale sokmuştur.

Güzel amaçlarımız olsa da işler bir süre sonra ters gitmeye başladı. Klonların genetik şifreleri istenildiği gibi değiştirilememişti. Kendi iradeleri vardı ve her canlı gibi yaşama içgüdüsüne sahiptiler. Geçmişimi biliyorlardı. Her özellikleriyle tıpkı ben gibiydi hepsi. Her ne olursa olsunlar, yine de onlar birer denekti. Fakat onlar bir deney faresi olmayı kabullenemediler. Yaşama içgüdüsüyle tesisi ele geçirdiler bir süre sonra.

Kendi yüzümün sinirli ifadesinin bu kadar korkunç olabileceğini hiç tahmin etmezdim. Kendime işkence eden onlarca “ben” vardı etrafta. Ve istedikleri tek şey, klonlama bilgilerinin saklandığı belleğin nerede olduğuydu. O bilgileri kullanarak bir ordu kurmak istiyorlardı.

Halbuki klonlama işlemini yapan bilim adamları, bilgiler ile kaçarken hepimizi tesise hapsetmişlerdi. Nerede olduklarını bilmiyordum. Buradan nasıl çıkılacağını da.

Yüzüme çöken gölgem sert bakışlarıyla tekrar sordu.

“Neredeler?”

“Bilmiyorum.”

En son kapıları üzerimize kapatırlarken, diğerleriyle birlikte bir başka benzerimi görmüştüm. Hatırladığımı zannettiklerim, gördüğüm işkencelerin halüsinasyonları mı emin değilim. Diğerleri üretilmeden önce sadece bilim adamları ile giden “ben” ve buradaki ben vardık. Tabi kopya olan o mu yoksa ben miyim emin değilim artık. Emin olduğum tek şey var;

“Kim olduğumu bilmiyorum.”

267
Kurgu İskelesi / Ynt: Profesör
« : 24 Ocak 2013, 19:02:04 »
Zaman ayırıp okuduğunuz ve yorum yaptığınız için çok teşekkür ederim öncelikle :)

İkinci alıntıda "Profesör ne alaka" diye sormuşsunuz. Amaç zaten alakasızca bir yerden girmekti ama tam olarak yansıtamadım orayı sanırım :)

Hikaye genel olarak hızlı yazıldığı için işler de baya hızlı ilerledi. Sanırım biraz da okuyanları sıkmak istemedim. Düşününce bazı çalıştığı işleri bir kaç paragraf ile anlatabilirdim. Hatta bir kız isteme durumu da ekleyebilirdim :D

Okuyup yorumladığınız için tekrar teşekkür ederim.

268
Kurgu İskelesi / Profesör
« : 24 Ocak 2013, 16:19:05 »
Korkunç kahkahaları boş sokakta yankılanıyordu. Bu kahkahaya yıllar boyu çalışmıştı. Güzel günlerdi o kahkahalarını duyurduğu zamanlar. İnsanlar ondan pek korkmazlardı ama yine de güzel günlerdi.

Kötü bilim adamı, Doktor Profesör Uzman'ın ismi herkesi güldürürdü. Annesi ismini Profesör koyarak onun geleceğini çok önceden tahmin etmişti. Ama o sadece doktor olabilmişti. Soyadı ise kör talihini iyice gün yüzüne çıkarmıştı. Hayatında her şeyin ters gideceği, doğduğu gün belliydi.

Büyük kafası yüzünden sezaryen ile doğum yapılmıştı. Annesinin karnındaki açıklığı tekrar dikemeyen doktorlar, yerine tepsi monte etmişlerdi. O günden sonra annesi asla yere eğilememişti.

Ailesi onun kız doğacağı konusunda fazlasıyla emindiler. Fakat Profesör’ün gelişiyle tüm hayalleri suya düşmüştü. “Doktor bey tekrar bakın, belki o ikinci bir göbek bağıdır” diye defalarca tekrarlamıştı annesi. Altı ay sonra kabullenebilmişti ancak onun erkek olduğunu.

Ve ismini de böyle koymuştu. “Bundan dört sene önce basketbol maçındaydım oğlum. Babanla orada tanışmıştık. Maçı kaybetmiştik ama birbirimizi bulmuştuk. Evlendik. Mutluyduk. Beslediğimiz köpek öldükten sonra seni yapmaya karar verdik. Bu yüzden senin adın Profesör olsun.”

Altı yaşına kadar konuşmadığı için geri zekalı olduğunu düşünmüştü ailesi. Liseyi bile sekiz yılda bitirmişti. İnsanların dalga geçme konusu vardı onun üzerinde her zaman. Öğretmenleri bile onu bir eğlence aracı olarak kullanırdı.

"Söyle bakalım Profesör, elmas atomunu temel alarak e=mc2 denkleminin sonucu kaçtır?"

“Bilmiyorum hocam.”

“Otur, sıfır. Sen söyle Ayşe, iki kere iki kaçtır?”

“Beş hocam.”

“Hmm. Farklı bir bakış açın var, beğendim, aferin 100.”

Profesör o zamanlar ant içmişti. Gün gelecek tüm insanlığı yok edeceğim diye yemin etmişti odasındaki Christopher Lloyd posterine bakarak. Pembe yatak örtüleri bile onunla dalga geçiyordu sanki. Kız çocuğu olsaydı adını Neriman koyacaklardı. Bazen düşünürdü bunu Profesör. Neriman olsaydı acaba daha mı iyi olurdu hayatı?

Liseye başladığında büyük bir hastalığa yakalanmıştı. Daha sonra öğrenmişti hastalığının adını. Ona aşk diyorlardı. Meryem’e aşık olmuştu ilk görüşte. Ona açılabilmek için uzun zaman beklemişti. Sonra bir gün ansızın karşısına çıkıp içindekileri dökmüştür teker teker.

“Eeee… Şey… Sen var ya sen. Ben de varım hani. Biz olsak ama böyle pastalı börekli bir yerde olsak. Sen, ben, pasta olsa. Sonra çay gelse. Sinemaya gitsek peşine. Ama pasta ile çay gelmese tabi.”

Aldığı cevabın anlamını dört sene sonra çözebilmişti.

“Haa? Haaa! Hahahahaa… Gri zıkalııığğ.”

Yirmi yaşına geldiğinde, sadece kendi çabalarıyla ilk lazerini yapmıştı. Liseler arası bilim yarışmasına bu icadı ile katıldığında ise en büyük düş kırıklıklarından birini yaşamıştı. Çünkü yine kazanan yanardağı projesiyle matematik hocasının kızı Kezban olmuştu. Üstünden köpük fışkırtan bir yanardağı neden bilim yarışmasını kazanır ki? Bunu her banyoya girdiğinde elleriyle, hatta kıçıyla bile rahatlıkla yapabiliyordu hâlbuki.

Üniversitede okurken de pek farklı olmamıştı hayatı. Her soruya el kaldırsa da, hocalar bir öğrenciye “Profesör” diye hitap etmek istemediklerinden onu dışlamışlardı. Sınavlarda dahi kötü notlar vererek kendi egolarına üflüyorlardı. Hatta birkaç kere tüm sınıfın aksine ona kırk sayfalık sınav sorusu verenler olmuştu. Hepsini yetiştirdiğinde ise;

“Bu sınavda senin iradeni test ettik. Sınavı vermeme seçeneğini kullanmadığın için sıfır aldın” diyerek yine onu sınıfta bırakmışlardı.

İş bulması da çok kolay değildi. Bir keresinde bir animasyon filminde kendisini oynamıştı. Üzerinde hiç oynama yapmamışlardı üstelik yapımcılar. Bir keresinde de dövüş müsabakalarına girmişti. Aslında orada hiç fena değildi. Tüm rakiplerini tek kafa darbesiyle nakavt edebiliyordu. Edemediklerini ise matematik problemleri sorarak delirtiyordu.

Üniversiteyi bitirip doktor olduktan sonra gerçek unvanına kavuşmak için bekleyemedi daha fazla. Tüm insanlığı öldürmek için icat ettiği kıyamet silahını bir an önce çalıştırmıştı. Cihaz, atmosferdeki azot atomlarının yapısını değiştirerek gülme gazına dönüştürüyordu. İnsanlığın nesli güzel bitti denebilirdi aslında. Herkes mutlu ölmüştü. Hatta Profesör televizyona çıkıp "sizleri güldürerek öldüreceğim" dediğinde, onun komik burnu yüzünden daha gaz etkisini göstermeden üç milyon kişi gülme krizine girmişti bile.

Sadece Profesör icat ettiği ilaç sayesinde gülerek ölmemişti. İnsanların kahkahayla can vermelerini izlerken o da kendi kötü adam kahkahasını atıyordu.

"Nii, Niiiii, Niihahahahahahahaaaa"

Ama hesaba katmadığı şeyi yıllar sonra fark etmişti. Hiç insan kalmamıştı dünyada. Kahkahaları bile anlamsızdı artık. Bir de çürüyen insanların yaydığı kokudan çok, sırıtmış kurukafalar canını sıkıyordu. Ona acı çektiren tüm insanlar hala onla dalga geçiyormuş gibi görünüyorlardı sanki. Hatta burnuna her dokunduğunda o iskeletlerin daha çok sırıttığına yemin edebilirdi.

Geç olsa da anlamıştı artık. Tüm dünyanın kontrolünü elinde tutmak mutluluk değildi. Gerçek mutluluk, mutluluğu yaşayan insanların mutlu olması için mutlulukla mutlu görünebilmeyi kabul edebilmekti.

269
Öncelikle Merhaba,

Türk Fantastik Edebiyatının gelişme çağında olduğu açık bir gerçek. Elbette kurumsal bazda hiç kimse riskli bir yatırıma girmek istememektedir. Fakat Türk yazarlara olan eksi derecede desteği görünce sorası geliyor insanın. Kaç yıl daha çeviri ile iş yapacaksınız? Biz Türklerden adam akıllı bir eser çıkmamasının tek sebebi yayın evlerinin yabancılara olan hayranlığıdır. Elbette elimizde bir Ejderha Mızrağı gibi eser yoktur fakat bu olmayacağı anlamına gelmez. Size özetle sorum şu:

Ne zaman Türk gençlerine yol gösterici bir yayın evi çıkacak ve onların gelişimlerini destekleyecek ne gibi kararlar alacaksınız? Bu uğurda bir yerlere gelmeyi amaçlayan gençlere hangi gözle bakıyorsunuz? Türk Fantastik yazarlarının yurt dışına açılma planları ile ne düşünüyorsunuz? Bu konuda herhangi bir çalışmanız var mıdır?
Teşekkürler.
Pırıltı Perisi ve Quad


Şu soruyu gördüm ve bam telime bastı açıkçası. Sadece Epsilon değil aslında bütün yayınevleri için geçerli çoğu söylediğiniz şey. Hele İstanbul'da değilseniz ve yazdığınız bir kitap varsa sakın uğraşmayın diyorlar neredeyse. İlla kapı kapı gezmeli ve yalvarmalısınız neredeyse okuyun, inceleyin diye. Yani onlar bize değil biz onlara bağlıyız gibi bir terslik oluşmuş.

E-mail'lere dönen yayınevi sayısı çok çok az sayıda bir kere. Cevap verip inceleyenler ise eğer geçmişinizde bir başarınız veya kitabınız yoksa, kısaca sizi yüceltip okuyucuya satacak bir değeriniz yoksa sizden ilk baskı ücretini istiyorlar. Anlayacağınız şu anda "ben fantastik kitap yazdım" hatta ve hatta "ben kitap yazdım" diye geçinen, usta yazar sandığımız kişilerin çoğu ya parası sayesinde, ya da tanışları sayesinde kitaplarını bastırmışlar.

Neden bu şekilde konuşuyorum diye sorarsanız eğer, neredeyse 1.5 yıldır yazmış olduğum kitabı yayımlatmak adına uğraşıyorum. Otuzun üstünde yayınevine mail attım. Dönenler de dediğim gibi "kitabınız güzel ama ilk basım ücretini ödemeniz gerekiyor" diyorlar. İstedikleri fiyatlar ise uçuk miktarda bana göre. Yinede hala umudumu kaybetmedim, gönderiyorum yayınevlerine kitabımı.

Türk gençlerine yol gösterici diye bir durum yok yani. Hatta isim vermeyeyim, bir yayınevi bir öykü yarışması düzenlemişti. Öykü dediği de 30 bin kelime üzeri miydi neydi ki en az 100 sayfa eder. Koşullarını okuduğunuzda ise, ilk üçe giren öykülerin ödüllerinin aslında 5 yıllık yayınlama ücreti olarak verileceği belirtilmiş. Yani sizin öykünüzü 5 yıl boyunca satıp size telif ödemeyecek. Siz ise aldığınız 3 bin lira ile kalacaksınız. (ki gelir vergisi de kesilecek ondan)

Anlayacağınız Türkiye'de insanlara birşeyler ulaştırmak veya kültürel faliyetlerde bulunmak için paranız olması lazım. Yazarlık, ressamlık ve benzeri şeyler kültürel öğeler ve meslek olarak değil, hava atmak için kullanılan değerler olarak görünüyor........

270
Aylık Öykü Seçkisi / Ynt: Seçkide Kırk İkinci Ay
« : 09 Aralık 2012, 19:09:00 »
Neden "Sigaranın Dumanı" adlı öyküye tıklayınca Şems isimli öykü tekrar açılıyor? Aynı öykünün linkini vermişsiniz diğerinde de...

Sayfa: 1 ... 16 17 [18] 19 20