Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Daarlan Gardan

Sayfa: [1] 2 3 ... 9
1
Genel Kültür / CrashCourse
« : 20 Ekim 2014, 22:47:26 »
http://www.youtube.com/user/crashcourse

Septilyon tane kanalın olduğu Youtube'da TED ve British Pathe'den sonraki en güzel şey. Başta çizimlerine kanarak 5-12 yaş arasına hitap eden bir kanal olarak düşünmüştüm fakat Khan Academy'de karşıma çıkınca aksi olduğunu fark ettim. Benim gibi dizi ve film izlemeyenler varsa fazla zamanlarını bununla öldürebilirler. Ayrıca videolarında ''MURICA''yı gördüğüm an kahkahayı basıyorum. Jargon da hoş yani.

Mümkünse KA'den takip ediniz. Böylelikle İslam'la ilgili çalışmaların altındaki çatışmalardan uzak durursunuz.

2
Genel Kültür / Perusen
« : 04 Mart 2014, 20:04:49 »
Yazar olmak isteyen parmak kaldırsın!

Forumda sözlük ve reddit yazarları olduğunu bildiğim için bu yeni klonu burada paylaşmak istedim. Perusen MIT[*]Massachusetts Institute of Technology[/*]'de lisans ve yüksek lisans derecesinde eğitim alan Türk öğrenciler tarafından ortaya çıkartılmış bir Ekşi Sözlük klonudur. Formatı Ekşi'yle aynıdır. Bir uyum yakalayabilmek için sizlerden yardım bekliyorlar. Sınav dolayısıyla tatiller dışında çok fazla bir şey ekleme şansı bulamadım, yazar olun da yerime de entry girin.

http://perusen.com/

Şurada da bilgi vermişler: https://eksisozluk.com/dicttopia--4188080

Sözlüğün eski ismi Dicttopia'ydı.

3
Kurgu İskelesi / As Tral Düş Esi
« : 26 Mart 2013, 01:46:15 »
  Uçağın kanatlarında delice dönen hayatlar var. Kalbimi bu kanatlardan birine kaptırırsam geldiğim yere geri dönebilirim. Onlardan uzak durmalıyım. Uzak. Kendisinin bir kuyu olduğuna inanan, damarları kopmuş bir hayattan kaçıyorum. Kanatlardaki hayatlar, hayalleri titretir boşlukta ilerliyorlar.
 
  Kimselerin gözleri önüne düşmüyorlar.
 
  Fırtınaları emen motorlar, kendilerine fırsat verilse uçaktakileri ''EYVAH! DÜŞÜYORUZ!'' diye bağırtmaya günler önceden baş sallayarak kabul ederler. Işık hızının bini bin para olmadığı yolculuk. Bedenimin motoru, üstünden kaymakta olduğumuz baharın açık yeşili adaların üstünde koşturan atlar gibi atmakta. Oturduğum yerden kalkıp on adım atsam, atacağım on adımın sekizi kırık olacaktır. Kalemi kıracak hakim kadar kararlı değilim hayata. Gözlerimin şahit olduğu, ruhumun her santiminin kaçmak için fırsat kollayamaya başlatıkları olaylar zinciri. Nasıl olmuştu? Kızıl kızıl elmaların ağaçların dallarına yapışmaları kadar tatlı değildi.
 
                                                               
  ***

  Kara kazların tüylerini yolup geceye yapıştırmışlardı. Zifiri karanlık. Yıldızsız bir geceydi. Ayağımın altına bir şeyler dolaşmaktaydı. Bu yüzden olsa gerek kendimi alıp dolaşmaya çıkmıştım. Sokaktan geçen arabaların farları gözlerime vuruyordu. Gözlerimin rengini aydınlatmanın onlara ne gibi bir faydası olacağını bilmiyordum. Beynim küreksiz bir kayıktı. Eksik bir şeyler vardı. Beynim destek olmadan BEY-liğini yapamıyordu. Sebebi hazırdı. Karım kucakladığı bavulların arkasında kaybolarak gitmişti.
 
  Bir şarkı tutturur gider kuralına uymamıştım.
 
  Kulaklarımı farklı sesler doldurmuştu. Camların ardından gelen uğultular. Yorulmuş birinin çıkarabileceği seslerden şiddetli sesler. Poşetlenmiş çöplerin arasından fırlayan kedi. Pis işler.
 
  Gözlerimde yokluktan beliren parıltıları hissedebiliyordum. Bıçak. Kefen kadar beyaz gömlekli, şapkasına gariplikler eklenmiş bir adamın elinde duruyordu. Hamleler üstüne hamleler katlıyordu. HAMLE-t bunu görmemeliydi.
 
  Kan. Duvarlara kandan resimler yapılmaz. Kadının kanı adamın bıçağını dehşetengiz kılıyor. Adam parlak yüzünü cama döndürüyor. Süzgeç dikkatliğinde süzüyor.
 
  Askere benziyor.
 
  Kadın uzak diyarların düşesi olma güzelliğinde, yüzü kanla parıldıyor.
 
  Düşüyor.

4
Düşler Limanı / Balık Tutuyordu Yeliz
« : 06 Mart 2013, 03:57:14 »
1-) ''istanbulun güneyi ve deneysel öküz
kan kokmuyorlar
kanın sesini ve rengini koklayamıyoruz
oysa kan da koklanmak ister
ben şahsen kanın içilmekten
ve izlenmekten haz aldığını düşünmüyorum''



  Balık tutuyordu Yeliz. Ayak bilekleri bir balığın oynak gövdesinden daha inceydi o zamanlar. Oltasını suya sallıyordu. Tıpkı dünyaya gelen herkesin nefes alıp verme sorumluluğunun ağlarına takıldığı gibi. Balık tutmaya giden her kişi balık tutmak zorunda mıydı? Ben halı saha maçına gidip gol atmayan insanlar tanıdım.
 
  Oltanın virüs olduğuna inanmaya başlıyorum. Sindirmeye.
 
  Balık tutuyordu Yeliz. Aile şirketinin kanatlarını açtığı çalışanlarıyla beraber. Babası tutuyordu ilk önceleri... Yeliz daha beşiksiz bir bebekken dalgalanıyordu dalgayla olta.
 
  Babası daha gelişkin ve pullarla kaplanmamış bir berekete denk gelmişti.
 
  Ak Sakallı Dede gönül işlerini bırakmış ve onun rüyasına da uğramıştı.
 
  Dede, adamın rüyasında, bir sonraki haftanın, yine bir hafta sonra tüm gazetelerde ''Büyük İkramiyeyi Kazanan Bilet'' başlığı altında tren gibi sıralanan numaraları düşürdü. Babası bereketin kâğıttan olanına denk gelmişti. Bir bilet. Denizin ortasında boğulan birine fırlatılan onlarca topar para, o yüzme bilmeyen ve gerçek bir yardım bekleyen insanı ne kadar ilgilendirmiyorsa... Çamurlu bir zeminde oturarak, her gece ayın ve yıldızların görüntüsünü yüzeyinde parıldatan denize olta sallayan adamı ilgilendiriyordu.
 
  Konum düştükçe beklenti şaha kalkmıyordu.
 
  ''Sana numaraları vereceğim evlat,'' demişti Ak Sakallı Dede. Sakalındaki beyazdan ağaç dallarına kar süsü verilse tüm gözler kar olurdu. Kâr gütmezdi. Düşmüş dallardan birini alan naif insan, ''Hakkını helal et ağaç,'' bile diyebilirdi.
 
  ''Numaraları vereceğim. Fakat numaraları böyle-böyle zararlı şeyler için kullanırsan, benim gibi, aynen benim gibi aşağı tükürsem sakal yukarı tükürsem bıyık edebiyatına düşebilirsin.''
 
  Düşmüştü.
 
  Balık tutuyordu Yeliz. Ayak bilekleri suya değmiyordu. Babasının balık yağı sektörüne girdiği beşinci senesinde dört genç aşırı şişmanlıktan bunalıma girerek intihar etmişti.
 
  Dünya düzeysel. Tanrı bakışsal.
 
  Araba tekerlekleri kadersel.
 
  Balık tutuyordu Yeliz. Ayak bilekleri suya değmiyordu.


1- Cihat Duman, Kadınlar Abdesti Sevinçle Alır.

5
Düşler Limanı / Çufçuflayan Trenin Yansıyan Buğusu
« : 24 Şubat 2013, 22:39:37 »
Araba Parasının Müellifi öyküsünü yazan Bahri Doğukan Şahin'e karakterlerinin adlarının geçmesine izin verdiği için teşekkür ederim.

Mesajlar saklanmıştır, kapabilenlere selam olsun!

Seyfi Teoman'a...

1-)''Hiç yoksa şu inkisarı kağıda geçir, sonuna kadar yaz''

  Ne kadar çufçuflayan tren ve çınlayan ray isek, bir o kadar da korna çalan arabayız, belki daha bile fazla.
 
  Meşhur sözlerin kalemimizle berbat olması...
 
  Gök gürlüyor. Ayaklarım beynimden aldığı sert emirlerle kitap fuarına gidiyor. Bir süre sonra yağmur başlıyor. Bulutlar yer yüzünü kararttıkları zamanlarda yeşermesini sağladıkları ağaçların kâğıt olduklarını duymuşlar. Ölmüş ağaçların şenlikleri var. Fuar var.
 
  Ama kızmayın!
 
  Yağmurlarınızla ıslanan ağaçlar iyi niyetli ağaçlar olsa gerek, birilerinin kendilerine dokunma ihtimali eksi sıfırlarda donabilecekken, şimdi dokunuyorlar. Okuyorlar.
 
  Okusunlar.
 
  Ben de öyle yapayım.
 
  Fuar mahşerin provası. Şöyle bir fark çarpıyor gözlere, mahşere benzetebilenlerin gözlerinde parıldar; kâğıt vererek kâğıt alıyoruz. Buraya isteyerek geliyoruz. Mahşerde durum dağların üstüne yağan karlar kadar göz alıcı değildir. Oraya itekleniyoruz.
 
  Son zamanlarda ünlenmiş, herkesin elinde gördüğüm kitabı alıyorum. Cem Balyoz imzasıyla Bizim Paralel Mutluluklarımız. İmzasıyla. Fuarda onlarca kişi çevrelemişken kendisini herkesi sabırla dinliyor ve o estetik harikası imzasını vuruyor kitabının giriş sayfalarına.
 
  Mekândan çıkıyorum.
 
  Sesler hâlen gelmeye devam ediyor. Binlerce ses Birleşmiş Milletler gibi birleşerek kulaklarımı sömürüyor.
 
  ''Merhaba Doğu? Burada ne işin var? Fotoğraf çekmek için mi uğradın?''
 
  Hoş bir ses. Yüceliyorum.
 
  Arkama bir bakış atıyorum. Yasemin dört beş saat önce görmüş olduğum görüntüsünden daha güzel geliyor bir an. Bağırışlar kuş seslerine, spotlar güneş huzmelerine dönüşüyor.
 
  ''Yok, hayır. Kitap aldım. Bizim Paralel Mutluluklarımız. Garip bir kitap sanırım. Adı da bir yerlerden kulak tırmalıyor. Çaresiz bir kitaba benziyor.''
 
  Yüzümde kitap yazmış bir adamın kitabını ısırdıktan sonra yaşadığı mutluluk doğuyor.
 
  Isırmak güzeldir.
 
  ''Ne kadar güzel ya. Okuyabilmiştim. Cem Balyoz'un imzasını üstünde taşıyan ayraçlarım vardı. Sonra suya düştüler. Yüzemediler.''
 
  Gülüşmeler.
 
  Yasemin veda ediyor. Ödüllü bir filmin şeridi gibi geçiyor ve gözlerimin menzilinden çıkıyor. Yönetmenini kaybetmiş çaresiz bir film oluyorum, kalıyorum.
 
  Kalp ilgi çekici bir şeyler arar. Bulunur. Kalp ister ve gözler süzer. Hoşlanılan kişi gidince kalbe sövülür ve gözlerin hiçbir suçu yoktur, habis düşünceler onda aranmaz. Kârlı çıkar. Beyin, kalp ve gözlerin saf ilişkisi.
Dünyada adalet vardır. Sadece bedenlerde.
 
  Işıklar birbirlerini vurur, açılar birbirlerine açılırken, mezile ummadık bir hedef düşüyor. Yarışma.
 
  ''1. Fırat Kuleli Resim ve Fotoğraf Yarışması''
 
  Usul usul adımlarla ilerliyorum edebiyata hoş ama insanlara ters. Duvara asılmış afişlerden birine tırnak geçirip duvarı rahatlatmak istiyorum. Yorulmaya gerek yok. Yerleri afişten ırmak yapmışlar. Birini alıyorum.
 
  Fırat Kuleli.
 Trafik canavarına rast gelmiş.
 
  Arabalar garip şeyler. Başarısız uğraş gibiler. Elma ağacında üzüm yeşermesi gibi bir şey bu. Konutların yükseldiği, çocukların her köşesinde bir anısı olan bir şehri delmek oysa. Gemilerin yurdu, uçakların kanatlarını gezdirdiği yerler belli. Araba, tren sevmeyen insanların topraklara düşürdüğü yaşlı bir toprak ağasıdır. Ağalar çabuk sinirlenir. Canavarlar.
 
2-) ''otomobil icad olunur, zarifoğlu ölür''
 
  ''Şöyle çeksene ya!'' diyor iki gençten yemeklerle arası pek iyi olmadığı görünen.
 
  ''Tamam Alper. Arabanın üstüne kitap yerleştirip bunu fotoğraflamak niye?''
 
   Alper'in buğulu camlara uzun ve sessiz bakışı.
 
  ''Yarışmaya göndermek sebebiyle Kaan. Bu yüzdendir yüzünü bilmediğimiz birinin arabasının üstüne kitap yerleştirmek. Fırat Kuleli ve Cem Balyoz arkadaştılar. Bu yarışma Kuleli'nin anısına.''
 
  Trafik kazasıyla başka bir dünyaya yerleşmiş adamın yarışmasına arabalarla ilgili fotoğraf göndermeyi düşünmekten daha kötü bir durum da var.
 
  Telefonla fotoğraf çekiyorlar!
 
  Patavatsız espriler.
 
3-) ''genç bir adamdım / tren uğurlardım''
 
  Trenlerin biri geliyor biri gidiyor. Binlerce ray var. Keyiflerine baksınlar. Selametler olsun onlara! Gitmek fiilinin altını iki çizgiyle çizsinler. Başarıyorlar.
 
  ''Yasemin yerleştirdin mi?''
 
  ''Evet, harika oldu! Kamerada dünyanın bütün fotoğrafçılarının kıskandıkları için, elllerindeki tüm fotoğrafı yırtıp atabilecekleri bir görüntü oluşacak.''
 
  Oluşuyor.
 
  Görüntü gözlerimin önünde beliriyor. Arada geçici perdeler iniyor.
 
  Bizim Paralel Mutluluklarımız'ın üstünde ışıkla dans eden Cem Balyoz ismi, Yasemin'in emek ve bileğiyle birleşerek ortaya çıkan Fırat Kuleli mini tablosunu taçlandırıyor. Tam tersi de olabilir.
 
  ''Bizim Paralel Mutluluklarımız,'' diyor Yasemin.
 
  ''Başka bir dünyada, film kaçkını bir paralel evrende her şey yerindedir. Mutludurlar. Resimle fotoğrafın, edebiyatla resmin paralel olduğu gibi.''
 
  Kulakları döven nal sesleri demirleri öpüyor.
 
  Tren geliyor.


1-) İsmet Özel, Şivekar'ın Çıktığıdır.
2-) Ah Muhsin Ünlü, Hatırlat da Haziranın Sonlarında Çocukluğumu Yakalım.
3-) Cahit Zarifoğlu, Ve Çocuğun Uyanışı Böyle Başlamış.

6
Düşler Limanı / Adı Gereksiz Caddesi İnsanları
« : 24 Şubat 2013, 21:18:05 »
1) ''kim bana kalbimin menzilini soracaksa sorsun artık.''

  Sabah saatleriydi. Zamanın keyfi buyruk hareketlerini tekrarladığı günlerden biriydi. Gün de dünya ve evrenin buyrukluğunda çorbasını karıştırıyordu. Çorba. Dünyanın içerisine ne attığını bilmediğimiz çorbadan tadıyorduk her gün. Bu çorba sıcak içilmesi gereken ve bunun yanında acılı bir çorba olsa gerek.

  Mayısın coşkulu güneşi Deniz'in yüzünde dans ediyordu. Perde desenleri ve odanın önünde dikilen ağacın yapraklarının sebebiyle güneş ışığı gölgeli bir şekilde düşmekteydi. Nisanın yağmurlu geçtiği bir seneden sonra güneş bu ayda geçmiş bahar ve yazlarını bulmuş, haklı dansını insanların yüzünde hissettirmekteydi.

  Kendisini de sayarsak takvimlerin yaza bir kaldığını gösteren bu ay insan aklında suyla beraber hayali bir ilişkideydi.

  Deniz de suyu düşünüyordu.

  Uykusundan uyanırken saçlarını savurmuştu. Karşıda, dikkat vaziyette bekleyen ayna kıvırcık saçlarının savruluşunu görmüştü. Ona da göstermişti. Bu cisim canlı olsaydı Deniz daha güne başlar başlamaz bir can yakmış sayılacaktı. Günün planı aklında şimşekler çakarken aydınlandı. İstanbul'un kıvrak caddelerinde dolaşacaktı.

  Üniversite ve ev arasında eksiksiz mekik dokuyan bu kız, günün planını çok öncelerden yapmıştı. Eli dün geceden kalma bayat suya giderken, iki gece önce baktığı küçüklük fotoğraflarının bulunduğu eski albüm anılarını tetiklemişti.

  Yapması ve yapılması gereken bir gün planı vardı. Beynindeki anıları dalga dalga soğuk su yapan ve gözyaşlarını tutamamasına sebep olan fotoğrafın tarihi de bundan on yedi sene öncesine düşmekteydi. Deniz bugün bunun yıl dönümünü kutlayacaktı. Geçmiş on altı yılı kutlamamış olmasına rağmen.

  Kutlama olasılığı büyük kayalarca yarılmıştı. Bilmiyordu ve Deniz yirmi yaşındaydı; eskiden eski fotoğraf albümlerini kurcalayacak kadar yalnız kalmamıştı hayatta.

  Kıvırcık saçlarını tarıyordu, tarakla gizli bir anlaşma yapmış olsa gerek bu kıvırcık saçlara aylardır dayanıyordu. Kıvırcık esmer kızların kutsandığı gözler boncuk boncuk parlıyordu. Aynada kendisine göz kırptı. Göz kırpışı tehlikeliydi, gönül kapılarındaki muhafızları yakabilir ve kalbi fethedebilirdi.

  İstanbul kıvraktı. Anılar kıvraktı. Bir daha ki sefere çabuk bulunabilsin diye kenarı kıvrılan fotoğrafların ruhları daha kıvraktı. Öyle ki kenarı kıvrılan fotoğraf, Deniz'in bir kolu kıvrık gömleğinin cebinde duruyordu. Deniz İstanbul'un kıvrak sokaklarında dolaşırken, dünya kıvrak hareketlere girmeden dönüyordu. Uzay onu kendi kıvraklığında gayet başarılı kıvırıyordu.

  Babasının yıllar önce kıvırıp cebine koyduğu paralarla alınan arabanın tekerlekleri de kıvraktı.

  Deniz'in çocuk ruhu, babasından izin almadan kaçırdığı arabanın içinde kelebek kostümüne bürünmüştü.

  Cam kalbe atardı. Kalp cama bakardı. İşte bunların fazlasıyla çok olduğu bir caddeden geçerken camcıların hastanelerin karşılarında sıralanması akıllara cam tabutları ya da yüzünü gerdirmiş bir kadının elinde tuttuğu altın kaplama aynaları getiriyordu.

  Deniz direksiyonu hiçbir yere kırmadı. Caddeyi ezmeye devam ediyordu. Lastik ve asfaltın sert sürtünmesinden doğan ses ağlama sesi miydi?

  İsmi lazım olmayan caddenin beşinci kilometresinde ağaçlarla kuşatılmış ve yaşlılıktan duvarlarında çatlaklar, kırışıklar doğmuş bir karakol yükselmekteydi. On altı küsür sene önceki kararmış, solmuş, bir ateşe denk düşmüş ve kenarı hasar görmüş, gönüllerde unutulmuş fotoğrafta, bu bina çevresi boş olduğundan duvarları geçilmez bir kale gibi yayılmaktaydı. Şimdi çevresinde küçük bir ilçeyi barındırabilecek apartmanlar, hastaneler, hoteller hüküm sürmekteydi.

  ''Seneler önce buralarda traktörler toprak sürerdi ya!'' dedi park yasağı olduğunu bilerek, bunu bile bile caddenin kenarına park etmiş Deniz.

2) ''ocakçı köşede bir başına.''

  ''Gezdin tozdun aman aman,'' diye sayıklıyordu polis memuru. Parçanın sözleri durumuyla alakalıydı. Masabaşı görevinin, sürgün akrabası olduğunu düşünen bu adam, şu an sokaklarda dolaşan arkadaşlarına bir gönderme yapmaktaydı.

  ''Ne diyon lan!'' diye karıştı Behzat. Anadolu'nun toprağından kopup gelmişti. Topraktan kopmuştu, orası öyleydi. Geceleri uyumadan önce Ankara'dan getirttiği toprağı kokladığını kimseler bilmezdi.

  Soy ismi Ç'yle başlamıyordu.

  ''Duman,'' diye karşılık verdi genç memur. Yirmili yaşlarının ortalarında at koşturuyordu. Birkaç kez attan düşmüş gibiydi, yüzündeki morlukların masabaşı görevi sırasında kendini yumruklamasıyla oluşmayacağı gerçekti.

  ''O olay bitti,'' dedi gazeteyi kurcalarken. ''Adam hapçıymış, kullanıyormuş, satıyormuş. Suyu bile kontrol ederek içmek gerek. Buraya kadar girmiş piçler!''

  Duman tabii ki kitleleri saatli bomba yapan bir müzik grubu değildi.

  Bu Duman İstanbul'un bulutlarını karaya çevirmiş, her köşe başı hap, uyuşturucu, akla gelebilecek her türlü habis şeyi satan çetenin adıydı. Birkaç hafta içinde tüm çete üyeleri hayatlarını çürümüş elmaya çevirecekleri hapishanelere postalanacaklardı.

  ''Seninki ne yapıyor? Aranızdan su sızmıyor. Muhabbetiniz barajla yağmur gibi.''

  Donup kalıyor masada oturan memur. Komiser akrabasına yapılan göndermeyi seziyor, süzüyor ve çatışma ortasında tek bir mermisi kalan polis ruhunu giyiyor.

  ''Samimiyet ağları çok incedir. Koparılma ihtimali beynimi bulandırır. Olur da koparsa ve ihtimal gerçekleşir gözle görülür duruma gelirse, bundan sonra yaşanacaklar da midemi bulandırır.''

  Dünyanın üstüne buz kütlesi bir gezegen bırakmışlar gibi hissediyor Behzat. Nefes alsa donup kalacak sanıyor, sadece soluğu değil, kendi de. Öyle donma ki, beş dakika önce içtiği ve her içtiğinde soğukluğundan şikayet ettiği çayın sıcaklığını arıyor odada ve içinde.

  Odadan dışarıya atıyor kendisini, bedeninin görünüp kaybolduğu o ince zaman diliminde gönderme yapılan akraba yetişiyor masabaşı memurunun yardımına, odayı ısıtmaya.

  Mayıs Ocak oluyor. Ocak mayısa karışıyor. Ocak ayında bir farklı yanan ocağın altındaki ateş mayısın suyuyla karışıyor. Soğuk ve sıcaktan bir çocuk doğuyor. Adını çay koyuyorlar. Bunlardan bazıları soğuk kalıyor, tepelerden vadilere akıyor. Bazıları da sıcak kalıyor.

  Karşı karşıya çay içiyorlar.

  Erkek erkeğe içildiğinde çay başarısız erkek rolünde değildir.

  Uzaklarda bir yerde bayatlamış bir suya uzanan eller direksiyon tutuyor.

3) ''kupkuru bir hayat kalmış ve adeta oyun bitmiş.''

  Cama parmakların kemiği saldırıyor. Vuruyor. Arabanın içinde denizi seyreden Deniz'in sinir ağları, uzaklarda gözüne takılan balıkçı ağlarıyla birleşiyor. Balıkçı ağları balıkları, o direksiyonu yakalıyor. Fazla büyük ve yanlış bir balığa denk geliyor, elleri çekiyor ve camı açıyor.

  Havasız kalan arabanın içine şehir kokusu doluşuyor. Havasız kalmak ve boğulmak tadından yenmez bir yemek olarak sunulmuştu önüne. İstanbul havası yetişiyor yardımına, bir polis memuru yetişiyor.

  ''Bayan?'' diye soruyor durumunu kontrol etmek için kendinden yaklaşık beş yaş küçük kıza.

  Kıvırcık saçlar ve gözler bir yerden tanıdık gelmeye başlıyor gözüne. Gözlerinden vurulmuş fakat yatmıyor. Gözleri kenetleniyor Deniz'in gözlerine, kelepçeyle çıkmış olsa ve imkan sınırlarını zorlayabilse gözlerini tutuklamak istiyordu.

  Deniz tutukluyor gözlerinden onu.

  Bir canlının, bir kızın gözlerine baktığında; kendini görüyorsun... Televizyonu açmak kadar kolay değil. Onun gözlerinde parıltılar eşliğinde seninle yaşadığı mutluluklar ve ağlamaklı anlar birikiyor. O anlar birikiyor, birikiyor ve patlıyor. Gözyaşı oluyor ve onun indiği yerlerde yollar, izler kalıyor.

  Anılar yanaklarında belediyelik kuruyor ve o yanakları öpüyorsun. Kalp kazanıyorsun. Belediye başkanı oluyorsun. Belediyenin yollarla neden bu kadar uğraştığını anlıyorsun.

  Meğerse her şey böyle ilerlemek zorundaymış, bedenler yakın olunca, ruhlar kaynaşıp en yakındaki ruha karışıyormuş.

  Polis memuru kızı öpmüyor.

  Fotoğrafta öpmüştü.


1- Didem Madak, Ağrı.
2- Turgut Uyar, Bir Çay Bahçesinde.
3- Sezai Karakoç, Leyla Köşesi.

7
Düşler Limanı / O Parlak Boncuklar Düşmez Dilimizde!
« : 24 Şubat 2013, 18:06:52 »
1-) ''ben az konuşan çok yorulan biriyim.''

  Okul yolunda bacaklara giren kramplar, beyaz bir güvercinin omzunuza pislemesinden daha şaşırtıcı ve mutlu edicidir. Acı zevk verir. Hele bir de piyango oynayacak yaşa varamadıysanız, gün size kâr yağdırmıştır.

  Bugün bana kâr yağdı. Binlerce düşünce ve küfrü sığdırırken beynime, elim ovuyordu bacağımın bugün aldığı ödülü. Kâr yağdı. Kar yağmadı. Dünya kafayı üşütmedi. Haziran'ın ilk günlerinin heyecanı bir koku olsaydı, kozmetik şirketleri bayraklarını daha yukarıya dikerdi.

  Okul bahçesinin duvarları Manavgat Şelalesi çoşkusuyla yalanmış veya yıkanmış gibiydi. Su şişelerinin ne çekecekleri varsa çekmeye başlamışlardı. Sıkılan gövdeler, delik deşik şişe kapakları, suyu içinde değil dış yüzeyinde taşıyan bu şişeler; aklımdan gözlerimin önüne Alper Canıgüz'ü düşürdü.

  Etrafta binlerce Alper Kamu vardı!

  ''Nasılsın Hakan?'' diye bir soru geldi arkalardan. Elinde iki şişeyi tutmuş, ciddiyetten uzak, lastik kadar esnek, kimilerinin arkasından demedikleri bırakmayan Oğuz.

  ''Eyvallah, iyidir. Sen nasılsın?'' Arkası devamlı öğrencilerden subaylarla sarılı olduğundan arkasında yayılan boşluğa garipçe bakarak, ''Ordunun geri kalanı nerede? Kitap mı yazdılar oğlum, benim niye haberim yoktu?'' diye sordum.

  Dünya, yaşlandıkça kararan ülkeleri barındırmaz üstünde.

  ''Su dolduruyorlar! Ne kitabı ya?'' dedi ve gülümsedi. Cebinde kaybettiği bir yaz tatilinden kalan bayat kırıntıları bulmuş çocuk gülümsemesiydi.

  Bir dondurma ambalajının en parlak köşesi.

  ''Boş ver karıştırma kitabı,'' dedim yüzüm güneşin sıcaklığında yanmaktayken. ''Bir ara gelip katılabilirim. Bahçede o berrak suyun tadını öperiz de, hâlâ o parlak boncuklar düşmez dilimizde!''

2-) ''bir çocuğun şehri çarpar yüzümün varoluşlarına.''

  Islanmıştım. Denizi dökmüşlerdi üstüme. Küresel ısınmak gerek. Karne almak uygun düşer. Zayıflardan toplu konut inşa etme ve yolunu Barış Bıçakçı'ya tarif etmek şerefine erişmenin mutluluğu dolmalı ferah böbreklerime. Betimlemesini o gayet başarılı yapacaktır.

  Boğazıma batacak rakamlar öğretmenin ellerinde.

  Kâğıtlar rakam giymiş bu ne biçim rüya!

  ''Karnen nasıl?''

  Oğuz soruyor. Kulaklarım duymuyor. İkinciye tekrar ediyor. Telefonda olsak tünele girdim derdim. Karneyi uzatıyorum. Yerin dibine giriyorum.

  ''Ne yapacaksın?'' Yüzünde bir cenaze levazımatçısı bakışı değil, ölüm bileti kesilecek kişiyi Azrail'in elinden kurtarmaya gücü yetebilecek bir meleğin sırıtışı yayılıyor.

  ''Bilmiyorum. Sınıfı sorumlu geçtim. Yazın ortasında okulda sınava gireceğim anlayacağın. Tatil yalan olacak.''

  Oğuz'un göğsü balon oluyor. Şişip iniyor. Kalp atışı hızlanıyor galiba. Beynindeki fikirleri çeken atların nalları kalbine kadar işliyor.

  ''Beraber gidecektik tatile. Bu iş böyle olmaz arkadaş! Bu hendeği iki deve olarak atlatırız!''

  Sınıflar sekiz, dokuz ay boyunca boğdukları öğrenciler tarafından terk edilirken, üç bilemedin dört ay ayrı kalınacak sıralara bakarken öğrenciler, biz okul dışına çıktık.

  Açın önümü güneş karnemi yaksın!

3-) ''içim, bir suskunsa tekin mi ola?''

  Hava sıcak. Göğü havalandırın!

  Arka fonda piyano çalarken elleri görünmez olan bir adamın melodisi. Kişisel marş. Bizim gibi saç kökünden ayak parmağına kadar su olmuş. Sucu Çocuk.

  ''Islak ellerle yazmasaydık?'' diyorum. Bir elim hazırlanan sahte karneyi tutuyor. Diğer elim gökten elma düşse de tutsam der gibi açılmış kendini sallıyor. Üst geçidin merdivenlerindeyiz.

  Dönebileceğimiz bir akşamın ufkundayız.

  ''Dert etme. Bisikletin hazır olsun. Güneş parıltısı onlardan sekecek.''

  Bir müddet konuşuyoruz. Çok yoruluyorum. Vedalaşıyoruz. İnsan motorunun birkaç bin kez attıktan sonra kavuşacağı günlere sözleşiyoruz.

  Üst geçiti adımlıyorum. Altımdan geçen arabalara imrendiğinden midir bilinmez, sol bacağım kasılıyor. Ellerim mürekkep.

  Kan insanın mürekkebidir. Bittiğini düşünsenize?

  Mürekkepli ellerimle sol bacağımı ovuyorum. Bacağımda benden habersiz küçük havuzlar işleten su birikintilerine bulaşıyor mürekkep. Kramp ölümler getirip götürüyor. Nihayetinde bozuk plak kendine geliyor.

  Ayakkabımı bağlamak için sol bacağımı korkuluklara uzatıyorum. Aşağıda birine rastlamayacağım. Bu öyküde intihar çok gereksiz. Ve hiçkimse bana nereye gittiğimi sormayacak. Kimseye bir süre yere paralel gittikten sonra böyle şeylerin cereyan edebilme ihtimalinin yüksek olduğu açıklamasını yapmayacağım.

  Sulu mürekkep ayakkabımdan damlayacak...

  Alttan geçen arabaya düşecek. Üstüne yüklenmiş, bir zamanlar paramparça olmuş bisikletimin yaz kış terlettiğim selesine yapışacak. Mutlu olacağım.

  Babam en kısa mesafeden eve doğru sürüyor.


1-) Arkadaş Zekai Özger, Merhaba Canım.
2-) İsmet Özel, Bir Ağrı Yakıldıkça Sevilmeli.
3-) Ahmed Arif, Hani Kurşun Sıksan Geçmez Geceden.

8
   Ah Muhsin Ünlü'ye....                              

1-) ''kayıp bir turuncu kokusu var havada.''

  Camlar evdekiler dışarısını görebilsinler diye mi vardır? Dışardakiler evlerin içindekileri göremesinler diye mi? Beton ve camın ortaklaşa planladığı ömür boyu hapishane hayatı yaşatmak projesinin mağdurları bizler miyiz? Mağdur olduğundan bihaber şaşkın gözler.

  Camlardan vuran ışıklar gözlerimizi aydınlatıyordu. Çevre ensaf dükkanlarından yükselen tatlı uğultular kulaklara tıkanan pamuk kıvamındaydı.

  ''Bunları sen mi boyuyorsun?'' diye sordu Burçak. Eli fazla yer kaplamasın düşüncesiyle duvarlara asılan çizimlerin herbirine dokunmak için can atmaktaydı.

  Sesi duvarlara yapışsın. Elimi duvara her vurduğumda buz soğukluğu sesi değil, içime kamp ateşi salan bir ses işitmek isterim. Aklım kazan sen kepçe.

  Boya vurulacak onlarca çizgi var ki! Boyaların ruhunu tarif etsem, boyasan dudağını ruhunla kaynaşacak boyayla? Boyayamıyorum neden bilmem, boyasan diyorum. Bunu söyleyerek fark ettirmeden, gece gündüz çalışsam paralarımızın eşit gelmeyeceği bir şirketin reklamını yapmıyorum. Şu ağacı bambaşka yorumlayamam, Salvador Dalí değilim. Sulu boya fırçasını dudaklarıma sürterek keyiflerde kürek çırpıyorum.

  Vedat da ruh bulmaz bedenimde, dedektiflik benim neyime? Katil uşaktır. Bunu da küflü bir filmde görmüştüm.

  ''Evet, tabii. Yılmaz çiziyor. Hayatımı o karşılıyor. O çiziyor, ben sadece boyaya buluyorum. Çok yeteniklidir Yılmaz. Burada gökteki yıldızlar kadar parlak olmadı. Çiziyor ve boyuyorum. Çizgiler olmazsa ben bir şey boyayamam, kazandığım her şeyi arkadaşıma borçluyum. Boyuyorum,'' dedim. Heyecandan cümlelerin sıralarını karıştıyor ve lâf salatası ya da saçmalama çorbası yapıyordum.

  Aşçı oldum, fırça vurmadan para kazanabilirim.

  ''Yılmaz,'' diyor iri olmayan gözlerini kısarak. ''Tanışmak isterim Cenk. Fazlasıyla isterim. Bizi ne zaman bir araya getirebilirsin? İlerleyen günlerde buraya uğrasam onunla da tanışma olasılığım olabilir mi? Söyleşi de yapabilirim. Tabağı süsleyen sensin ve seninle konuştum. Onunla sohbet edip, iki lafın belini kırıp kemiklerini çizmesini isteyebilirim.''

  Gülümsüyor.

  Tablolardan daha güzel sırıtıyor. Kaliteli hayat kaliteli boyadan hoş gelir göze.

2-) ''çalgılar susar heves kalmaz.''

  ''Nerelerdesin ya?'' diye açılıyor telefon selamsız.

  Yılmaz neredeydi bilmiyordum. O başka bir yerde ben başka bir yerde olduğumuzda dünya dengesinden kayıyor sanki, portakallar susuz, boyalar fırçasız kalıyor. Mideme limonsuz bir midye düşüyor.

  Gök erik gibi kalıyor avcumda dünya. Bunu da âşık olduğum bir kitabın arkasında görmüştüm.

  ''Bir kız var, adı Burçak. Üniversitede okuyormuş, söyleşi yapmak için yanıma geldi. Benimle konuştu. Sakalın düşsün Yılmaz, seninle de konuşmak istiyor. Birkaç gün içinde atölyeye uğrayacak. Bende şu an buradayım. Geldiğinde uzaklarda olma, kıza ayıp olur. Bu kız farklı. Sen nerelerdesin arkadan sesler geliyor?''

  ''Cem Karaca'ya hayalindeki değeri veriyorum Cenk! Bangır bangır Karaca çalıyor evde! Kulaklarım Karaca dinliyor, kafam ne hâldeyse gözlerimin önünde karacalar hopluyor!''

  ''Tamam. Burçak işi olabilir değil mi?''

  Ahizenin öte sularından bir müddet müzik sesi geldi.

  ''Şu kız, Burçak, olabilir elbette. İki gün sonra atölyede konuşabiliriz. Üniversitede hâlen bizim bölümümüze gidenler mi var? Gülüyorum.''

  Gülüyor. Kahkaha atıyor ve ceviz ağacının hışırtılarını bastıyor.

  ''İçeri giren sarı kız bana bakmaz ki''

  Yılmaz'ın evinden ahizeye dolan ses atölyede de yankılanıyor.

  Ve bu gür ses yükselerek arşı deliyor.

  Gökten gök erik düşmüyor.

3-) ''yıldızlara baktırdım, fallara çıkmıyorsun.''

  ''Burçak elini yanağına götürme elmacık kemikleri kutsaldır,'' diyor söyleşiden alınan zevki ileri seviyeye taşımak için kızın yüzünü çizmek isteyen Yılmaz.

  ''Tamam Yılmaz,'' diyerek karşılık veriyor. Samimiyet perdeleri yanıyor. Verilen öneri görünümlü gizli emri gerçekleştiriyor.

  Esere bakıyorum. Yılmaz son aylarının en vurucu çalışmasını yavaş yapmak niyetiyle Burçak'ı sabırlı olması konusunda öğütlüyor. Sakalları kalemi tuttuğu sol eline sürtünüyor fakat o bundan hoşlanıyor ki, ciddiyetini bozmuyor, oflamıyor ve puflamıyor.

  Sakalım olmadığı için fırçalara muhtaç oluyorum.

  ''Cenk de bunu boyayınca evinde göz alıcı bir tanrıça senin gözlerinle seni izleyecek.'' Çarpık sırıtış.

  Yılmaz bunu söylerken kızı övüyordu. Burçak bunu fark etti, aradaki mesafe eksilere düşmeden kızardı. Ben de kızardım. Senin gözlerin derken, gözleri ne kadar iyi çizdiğini belirtiyordu kendini övmesini başkasının gözüne sokmayı sevmeyen arkadaş, aynı zamanda beni de övüyordu.

  ''Yılmaz gitmeliyim artık. Çok geç oldu. Biliyorsun Ankara trafiğinde tekerlek ilerler fakat bu tekerlek ne kadar zamanda ilerler kimseler bilmez. Havada karardı. Bir ara uğrarım. Çok teşekkür ederim. Çok geç oldu.''

  Yılmaz susuyor.

  Ruh olmuşum. Bedenen atölyedeyim. Ama ruhum. Hiçbir şeyde adım geçmedi ve geçmiyor. İkisinin sadece nefeslerini üstüme alınıyordum. Varmışım yokmuşum. Kanadı olmayan kuşum. Onlara göre boya fırçalarını boyaya batıran ve resim dersine ödev yetiştirmesi gereken saçları amerikan tarzda kesilmiş bir tabloydum.

  Yıldızların eşliğinde Türk kahvesinin değer kat sayısını arttırmanın yolunu tutuyorum.


1-) Altay Öktem, Açık Kalp Ameliyatı.
2-) Attilâ İlhan, An Gelir.
3-) Cemâl Sâfi, Rüyalarım Olmasa.

9
Kurgu İskelesi / Hezeyan
« : 23 Şubat 2013, 02:55:37 »
1-) ''ben ne zaman öleceğim tanrım! / sabah olunca mı?''

  Ağustos. Karga sesli şarkıcıların, cümleleri taklacı güvercinler kadar dönek pop parçalarının haber fonlarına koyulduğu vakit. Bangır bangır çalıyorlar. Bangır bangır Ferdi çaldırsanız ya evde?

  Haberlerde tren var. Arka fonda pop parçaları cıyaklamıyor. İnsan sesleri nerede acıklı ve ağlamaklı yürekleri sömüren bir haber olsa devreye giren Requiem for a Dream müziği eşliğinde dövüşüyor.

  Sesler dövüşüyor.

  Bağırışlar. Öyle çok istediği hâlde balon alınmayan çocuk bağırışları değil.

  Feryat.

  Figan.

  Elleri kumanda tutmuş bir hezeyan.

2-) ''sanki soldan sağa ölmüş gibiyiz bu bilmecede.''

  On dokuz yaşındaki bir çocuğun doğumuyla aynı sene devrilmiş bir tren hakkında yeni gelişmeler ortaya çıkmış. Arızalıymış. Makinistin gözbebeklerinde rüya oynatmışlar. Raylarda bir problem varmış. Ray. Öykünün bu bölümünde size bahsedemeyeceğim derece ağır küfürler sıralıyorum. Raylarda bir problem varmış. Gereğinden fazla mal ve can taşınıyormuş.

  Vuran malı vurmamış canı vurmuş.

  Telefon boks maçlarında içine deli kaçmışçasına çalan zil gibi zırlıyor.

  ''Alo? Merhaba! Orada mısın?''

  Bu ses, yenilmiş bir meyvenin tadının unutulması ve aylar sonra kokusunu içimize çektiğimizde tadının dilimize gelmesi gibi bir şey.

  ''Merhaba! Sesiniz bir yerden tanıdık geliyor?''

  Karşı taraftan ses gelmedi. Erkek sesin sahibi kişi heykelin biriyle bir anlaşmaya oturmuş ve bedenini heykel yapmış, canını da heykele satmış olabilirdi.

  Absürd bir benzetme.

  Kadın sessizliğin ortasına haberlerdeki pop parçalarından birini atmaya niyetliydi.

  ''Allah aşkına ne bu samimiyet? Benim gibi sizli bizli konuşun! Üstelik benzer kanalları izliyoruz sanırım. Arkadan tren sesleri geliyor.''

   Televizyonda hâlâ tren kazasıyla ilgili haber dönüyordu. Renkleşen haber, trenin eski görüntüleri veya başka bir trenin görüntüleriyle kararıyordu.

  ''Trendeyim zaten! Haber filan izlediğim yok. Buradaki en ilginç şey makinistin hiçbir durakta yolcu almaması.''
 
   Kadın heyecanlı nefes alışlarını düzenlemeye çalışıyordu. Ekrana göz attığında haberin gözden kaybolduğunu, yaza özel eğlence programlardan birinin reklamının başladığını ve anlaşmalı ajanslardan getirilen, orada olmaktan mutlu olmadığı görünen seyircilerin ''of ulan daraldım'' bakışlarını gördü.

  ''Şey, Kadim sen misin? Sesin ağbinin sesine benziyor. O olaydan sonra trenlere küstüğünü söylemiştin. Başka şeyler de söylemiştin.''

  ''Selin, ben saçları seyrek Kadim değilim. Saçlarım yok. Uzun zamandır yok.''

  Kadının gözlerinin önüne bir sinema perdesi düştü. Görüntülerde televizyonda gördüğünden daha güzel bir tren gidip gelmekteydi. İçinde Cem'i gördü.

  Cem.

  ''Cem?'' dedi sesi perdenin düşmemesi için hayal gücüne dua ederken.

  ''Kaygan bir hafızaydı. Hâlen öyle. Korkma, evet ben oyum. Burada saatler çok hızlı ilerliyor. Birkaç gün önce kaza yaptığımız yerin üstünden sayısını hatırlayamadığım kez geçtik. Rüya ve büyülerle uğraşan biriyle oturuyorum. Makinisti uyardı. Devamlı oradan geç, dedi. Devamlı. Bir şeyler olacak, dedi. Oldu mu?''

  ''Evet. Haberlerde kaza yapan ve senin içinde bulunduğun treni gösterip durdular. Gelişmeler varmış. Bunu yapmayı kesin. Buradakiler saçmalıyorlar. Buradakiler.''

  ''Seni nasıl aradığı mı sormayacak mısın?''

  Sorular katlanarak büyük cevap geleceğini bildirmez.

  ''Evet olabilir, nasıl?''

  ''Böyle durumlarda böyle şeyler oluyormuş. Garip durumlar. Aranabiliyormuş. Numara farklı olsa, telefon bir denizin dibinde olsa bile çalıp duruyormuş. Normal bir çalma değil, zil gibi çalıyormuş. Duygusuzum. O yüzden kızma. Dinle! Çekirdek ailemizden biri tren kazasında ölmüş. Makinisti uyaran adam söyledi. Kim öldü?''

  Kadının aklına trenle üniversiteye kayıt yaptırmaya giden oğlu Cenk geldi.

  Cenk.

  Tren.

  Telefondaki adamın sesi boşluğa düştü.

3-) ''kara yaz! karanlık yaz! kararan vücutlardan / rıhtıma varmayan ceset elbette hatırlanmaz.''

  Televizyon kanallarında on dokuz yıl önce aynı yerde gerçekleşen tren kazasının haberleri patlamaktaydı.

  Cenk de trendeydi.

  Selin o an orada değildi. Fakat biliyordu.

  Bir telefon görüşmesi için kendini bilmeyerek de olsa feda etmişti.

  Feryat.

  Figan.

  Elleri kumanda tutmuş bir hezeyan.


1-) Didem Madak, İris'in Ölümü.
2-) Altay Öktem, Masal.
3-) İsmet Özel, Akdenizin Ufka Doğru Mora Çalan Mavisi.

10
Kurgu İskelesi / Göklerin Şimşek Resitali
« : 20 Şubat 2013, 16:14:28 »
 Gözlerimi araladığım saniyeler gökyüzü de şimşeklerin nedeniyle süt rengine dönüşmüştü. Tek odalık ormancı evinin kütüklerine yağmur damlaları isabet etmekteydi. Bulutlar silah, yağmur mermi ve kütükler de hedef olmuş gözüküyordu. Ali beş adımlık ötemde sürekli horlamaya ve şimşek seslerini bastırmaya yemin etmiş gibiydi. Sakalları saçlarına karışmıştı. Nice gündür şehre inip ihtiyaçlarımızı karşılayamıyorduk.Yaz mevsimini de çalışarak geçirmek istemediğimiz bir şey olmaktan çıkmış ve alışkanlık seviyesine yükselmişti. Aydınlık, camlardan odaya yığıldı. Bir müddet sonra Ali’nin kızıl sakal ve saçlarından devamında tabii odadan çekip gitti.

 Etrafta dolaşan, çevre yerleşim yerlerinde yaşamlarını sürdüren köpeklerin uğultuları kulaklarda asılı kalıyordu. Geniş olmayan elimi en az onun genişliğindeki yüzüme yerleştirdim ve iç geçirdim. Belli bir zaman da olsa dünyadan iletişimin olmadan bekçilik yapmak; koca bir devleti yönetmekten daha sıkıcıydı. Yaşadığımıza üç aylık geçim kaynağı ve bedava tatil de isim olarak uygun düşecektir. Sürünen zaman Ali’yle beni dört senedir buraya fırlatmakta. İlk senenin ilk günü Jandarma’dan gönderilen bir askerle nöbet tutmuştum fakat asker ayılardan korktuğunu söyleyerek uygun adım uzaklaşmıştı. Telefonun çektiği bir vakit Ali’ye mesaj attım ve yanımda bitti. Jandarma bu ormandaki av yasağıyla ilgilenmek istemiyordu, gerek ormanın içlerinde bulunan göl ve gerekse ormanda binbir türlü canlının evlerinin olması buna sebepti. Zaten çevredeki bir çok köyün ve köylünün sorunlarıyla uğraşmak onları inanılmaz terletiyordu. Belli bir ödül karşılığı, ki bu genelde aylık üçyüz lira olurdu; aylık nöbetimizin kişi başı olmayarak cebimize girecek para miktarıydı.

 Dört sene gözümün önünden geçerken, uzaklardan veya göklerin derinliklerinden bir şimşek tüm görüş alanımı aydınlattı. Başımı kaldırarak ve dolaylı olarak boynumu zorlarak camın alt köşesinden ormanın bir bölümüne baktığımda; ağaçlar garip ve hoş olmayan şekillere bürünmüş gibiydiler. Uykumun tutmaması beni bu harika doğa olaylarını görmeyle ödüllendiriyordu. Amerikan korku filmlerinin klişe zombileri gibiydim, iki saate yakın bu durumda bekledim. Gözkapaklarım gözlerimin üstüne düşerken, açıldıkları anda olduğu gibi gök süt rengiydendi ve saniye şaşırmadan gökten yere şimşekler yağmaktaydı.

 Sabah ilk önce Ali uyanmıştı. Benim bünyem onun güçlü kollarıyla sarsılarak uyandırılmadı. Bedenim sarsılmadı. Sucuklu yumurtanın leziz kokusu uyanmama neden olmuştu. Kahvaltımızı yaptıktan otuz dakika sonra boğaz yakan kahvelerimizi içtik. Gerekli ve yanımızda olsa iyi olur dediğimiz eşyalarımızı çantalarımıza aldık; orman kokusunu en içlerimize kadar çekerken ”bugün de bilmem kaç kilometre yürüme vakti” diye sayıklanıyorduk.Yağmur yüzünden çamurlaşan yüzeyde yürümek bizi yavaşlatıyordu, çamurlar o zamana kadar yemedikleri küfürleri bizden yediler. Onlar da bizim ayakkabılarımızı yediler. Çok geçmeden adını unuttuğumuz bir köyden doğan yolda ilerledik ve her gün üstünden geçtiğimiz köprüde bir arabanın durduğunu fark ettik. Ali’nin gözleri o andan önce beş gündür araba görmemizden olsa gerek ışıl ışıl parlıyordu. Gece vakti olsaydı yıldızlarla yarışabilirdi. Arabanın plakası ikimizinde yaşadığı şehre aitti. Ve o arabayı gördüğümüzden sonraki günler başka yollarda tekerlek patlatacaktı. Ali’nin göz ışıltısı sönecekti ve arada sırada köye uğradığımız zamanlar o arabayı görecekti. Plakası otuzlarda olan bu araba muhtara ait olsa gerek köyde onun evinin kapısında görecektik. Arabadan sakin sakin uzaklaşırken köy barınmayan yerlere doğru ilerliyorduk. Göl kıyısına yakın yürüme hevesimiz tuttu. Ali çamurlanan ayakkabıları az da olsa suya sokmak istediğini belirtti ve yüzünü yıkamak istedi. Çantasını bana uzatırken kızıl sakal ve saçları havada süzüldü. Suyu ölü bir canlıyla karşılaşmış yırtıcı hayvanlar misali kokladı. Huzursuz olarak ki suya daldırdığı sağ elini sola döktü.

 ”Bir gece içerisinde fabrika kurabilecek ve üretime başlayacak bir iş adamı tanıyor musun? Bu iş adamı pisliği buraya dökecek kadar kötü amaçlı olmalı,” dedi gölü sağdan sola tümüyle süzdü.

 Bilmemekle beraber şaşırdım. Yağmur yüzünden olabileceğini düşünerek saçmalamaya başladığım doğruydu. Sırtımda esintiyle birlikte gelen üşümeyi hissettim, terlerin mutlak sebebiydi. Ali söylenerek elini çantasından çıkarttığı havluya sürdü. Durumdan hiç memnun değildi. Suya elimi sokmasam; zihnimi ve burnumu odaklayarak koklamasam bile olaydan şüphelenmiştim. Olmayan bir olaydan şüphelenmek değil midir içimizi yiyip bitiren?

 Her yaz dönemi evimiz dediğimiz yere dönmüştük. Bu olay üstünde hiç mi hiç konuşmadık. Ormanda vurduğumuz kuşları pişirmek için mangal yaktık. Göklere yükselen duman kimselerin dikkatini çekmedi. Av yasağı bizleri ısırmadan geçiyordu. Jandarmalar ”ne vurup ne tutarsanız kendinize, pişirin ve yiyin; başkalarına dikkat edin” diye öğütlemişlerdi. Afiyetle ve yorgunluktan patlayan açlıkla yedik ve artıkları geceleri havlayıp duran köpeklere bıraktık.

 O günün gecesi, bir önceki günün gecesi olduğu gibi şimşekler ve süt rengi bir gökyüzüne uyandım. Camın önüne geçip yağmurun cama vuruşunu ve ileriden göz kırpan göle baktım; sigaram bir elimde meşale gibiydi. İki ıslık süresinde birkaç şimşek aynı anda gölün ortasında bir cismi şekillendirdi. Küre şeklinde olan ve parıldayan bu cismin aslında olmadığını uydurdu beynim; gözlerimin oyunuydu elbette. Fakat öyle olmadığına işaret eden sebepler vardı, suyun kokusu….

 Ali’nin aydınlamış yüzüne bakış attıktan sonra uyumak için divanıma çekildim. Uykumda bedenimin herbirini bir şimşeğin içinde barındığını görüyor ve hissediyordum. Yağmurun eşliğinde gökyüzünden gölün orta bölümüne düşüyorduk; bir kürenin içinde, dünden kalan ve yaşamama uygun olan ortamla kaynaşıyordum. Biçimimi görememekle eşit olarak bütünleşmiş bedenimi kıpırtadamıyordum. Kokunun sebebi… Yuvanın ya da YUVAMIN oluşturduğu ortam mıydı?

 Kuş cıvıltılarıyla uyandım. Ali elinde kanlı bir tavşan tutmuş, ”bugünün kısmeti!” diye nida ediyordu. Tavşanın kanla kaplanmış beyaz tüylerine göz kırptım.

 ”Silahsız nasıl öldürdün?” diye sordum.

 ”Ölü olarak buldum. İki üç tane daha vardı,” eliyle ormanın en tehlikeli bölgesini işaret etti, ”büyük ihtimal köpekler öldürmüştür, şimşekler birbiri ardına patlayınca bırakıp kaçmışlardır.’

 Ali tavşanın derisini yüzdü. Pişirdi ve kendi başına yedi. Arada yemediğim için bana söyleniyordu fakat yemek istemiyordum. Saatler saatleri kovalarken gece yarısı kapımız gürültüyle açıldı. Ali yatağından birkaç santim yukarıya sıçradı. Yakınlardan kaptığım tavayla Ali’ye yaklaştım. Şimşekler sadece gölün üstünde çakıyordu. Çakıyordu. Çakıyordu. Bilmediği bir dansı öğreniyormuş gibiydi. Dehşetengiz yüz ifadelerimizle dışarıya fırladık, koşarak köprüye ulaşmaya çalışıyorduk; koştuğumuzdan ötürü köpekler peşimize takılmıştı, yolumuzun sol tarafı ormana düşmekteydi ve küçük bir uçurum gibiydi. Ali’ye oradan kaymamızı ve sabaha kadar gölün orada beklememizi söyledim. Bunu duyduğu gibi, zaten her daim ayakkabılı uyuduğumuzdan da ötürü ayakkabılarımızla kayarak göl kenarına kadar yuvarlandık. Köpek uğultu ve havlamaları uzaktan kulak tırmalıyordu; göle akın eden şimşekler mola vermişti.

 Şimşekler yağmurla beraber üstümüze dökülmeye başladı. Yüzümü gökyüzüne dayadım ağzımdan içeri bir şimşek girmiş gibiydi, aydınlandım ve bir anda kendimi gölün ortasında kürenin içinde buldum. Uzaklardan, Ali’nin sesiyle ”Yiğit! Yiğit! Yiğit! Neredesin lan?” yankıları duyulmaktaydı. Şimşeklerden bir tanesi kürenin içinde döndü ve bedenimi gökyüzünde gezindirdi ve başka bir şimşekten doğarak yeryüzüne bıraktı. ”Kaç buradan!” dediğim gibi bir başka bir şimşek görevi devraldı, kürenin içinde tutsaktım ve binlerce düğme önümde yayılmaktaydı. Hiçbir düğmeye dokunmama rağmen gökyüzü süt dökülmüş tonu aldı ve Ali’nin feryatları göğü, küreyi, kulaklarımı ve kalbimi yaktı.

 Birkaç gün sonra bana verilecek ölüm raporunda ”ZEHİRLENME” sonucu öldüğüne dair bir yazı yer alacaktı.

11
Kurgu İskelesi / Kaza Bazen Sıyrıktır
« : 28 Ocak 2013, 02:41:45 »
''Tıpta sayıları az da olsa bazı gerçekler vardır, psikiyatrik tıpta bunların sayıları daha da azdır. Bunu söyledikten sonra diyebilirim ki, sanırım bir insanın ‘aniden delirmesi’ mümkün değil. Hızla ilerleyen bir süreç olabilir ama mutlaka söz konusu bir süreç vardır. Bazı insanların bir anda aklını kaybettiğini duyarız ama bu vakaların aslı o değildir. Psikolojik bozukluklar sinirsel ve psikotik davranış belli bir süre sonunda meydana gelir ve genellikle öncesinde sinyaller vardır.''

                                                             Stephen King ve Peter Straub, Kara Ev.


Bahçesi güllerle kaplı bir Kule'nin yanından geçmek dileğiyle çıktığım iş görüşmesi, beni bahçesi güllerle kaplı bir evin önünde kendime getirmişti. Her gün sıkılmadan üstüne bastığımız ve başımızı göğüne dayadığımız dünya üzerinde tasvir edilemeyecek bir şey varsa; o da gül kokusuydu. Kendimi toparlamaya çalıştım. Ayakkabıma bulaşan çamuru temizlemek sebebiyle cebimden çıkardığım mendili elimde salladım. Yağmur giysilerimi ıslatmış olabilirdi fakat mendilime dokunmamıştı, kuruyla yaşadığı mutluluk beni de mutlu etti. Ayakkabımın sol tekini, ev denilerek küçümsendiğini düşündüğüm villanın giriş kapısındaki taşlara bıraktım. Lekeyi temizleyene kadar uğraşırken, yağmurdan sonra peydahlanan o gizemli koku burun deliklerimden içeriye süzülmekteydi.

Kapıyı çalmak için mendil tutmuş sağ elimi kullandım. Tokmak gösterişli olduğu kadar ”neden bu kadar gösterişli?” diye düşünülecek kadar abartılıylı. Tokmak ve kapının iş birliğinden doğan ses kulaklarıma gelmişti. Ama içeridekilerin kapının vuruluşundan haberleri yokmuş gibiydi. Gözlerim kararmaya ve gündüzümü geceye çevirmeye çalışırken kapı açılıverdi. Karşımda omuzlarına kadar dökülen altın sarısı saçları, kırmızı rujlu dudakları ve senelerin yorgunluğuyla kırışmış gözatlarına sahip bir bayan belirdi. Göz kırışık ve torbalarını anne veya baba tarafından alındığı bilinmez mavi gözleri gölgede bırakıyordu.

''Ah!'' diye nida etti kadın beni gördüğünde. Ortalama ellili yaşlarının ortalarında olduğunu düşündüğüm sarışın bayan beni süzmeye devam etmekteydi.
''İş başvurusu için rahatsız etmiştim,'' dedim başımdaki dede şapkasını indirerek. ''Bahçıvan aramaktaydınız, değil mi? Yanılmıyorum umarım.''
''Doğru duymuşsunuz,'' dedi bir müddet bekledikten sonra ''ya da gazetede ilanı görmüş olabilirsiniz,'' diyerek bitirdi.
''Şey,'' dedim şapkanın ıslaklığı daha ilk kez bahçıvanlık işleriyle uğraşacak ellerimi yağmur suyuna bularken. ''Duymuştum. Kemal ağbi söylemişti. Babamın arkadaşı ve benimde işe ihtiyacım olduğunu duyunca sağ olsun haber verdi.''
''Çok güzel,'' dedi bir süre sonra çatıdan damlayan yağmur sularının kafamı ıslattığını görecek ve beni içeri davet edecekti. Hayallerimde canlanan şey olmuştu. İçeriye davet etti. Sıcak koltuklardan birine kurularak konuşmaya başladık.

''Güllerim,'' dedi camın dışında salınan çiçekleri göstererek. ''Uzun senelerden bu yana eskisi gibi kızıl değiller. Al olmalarını istiyorum. Bahçıvanların en iyilerini işe aldım ama olmadı. Toprakta bir sorun olduğunu düşündüm ama birkaç sebepten dolayı değiştirmedim. Onları eski durumlarına getirebilir misiniz? Yapabilir misiniz?''

Son sorusu devamlı kulaklarımda çınlıyor. Her saniye ve nefes aldığım her zaman çınlayacakmış gibi hissediyorum. En derinlerde bir yerde. En derinlerde bir yerde. Bir şeyler kanımı emiyor.

8 Ocak 2001

Güllerin çok eski zamanlardan, Osmanlı döneminden kaldığı söylenmişti bana. Görkemli devletin parıltıları güllere dökülmemişti. Güller sıradan ve sadeydi. Hâtta mezarlıktan çalınmış kadar kötü durumda olduklarını işveren kadına da söylemiştim. Toprağa el vurduğum an elime yapışan ve yıkansa bile gitmeyen kokunun sebebini çözebilmiş değilim. Kullanılan ilaçlardan olabilir belki de. Olmayabilir. Olmayabilir.

10 Ocak 2001

Bugün yoldan geçen ve kendi kendine konuşan biri, beni güllerle uğraşırken gördü. Garip bir soru yöneltmişti bana, uçağın düşüşü sırasında uçaktaki ağlak pilotların yüz ifadesine sahipti soruyu sorarken. Sorduğu soru basit ve akılda kalırdı ama şu an aklıma gelmiyor desem yalan olur. Geliyor, geliyor fakat söylemek ya da yazmak istemiyorum.
''Bir hafta önceki bahçıvana ne oldu?''

11 Ocak 2001

Sabahın ilk saatleri ve güneşin ilk ışınlarıyla kazmaya başladığım topraktan beyaz bir çuvala sarılmış etlerle karşılaştım. Berbat kokmaktaydılar. Bıçağımla etten bir parça koparttım ve kazdığım çukurdan çıkan toprağı eski yerine döktüm. Çukurun etrafı kanlarla kaplıydı. Bu kanlar uzun süre oralarda kalmış ya da kalabilmiş olamazdı. Çok yeniydiler. Bu konudan beni işe alan ev sahibi Peril hanıma bahsetmemeye karar verdim.

19 Ocak 2001

Her şeyi o yapmış olamaz. İnanamıyorum. İhtimal bile vermiyorum. Peril hanımın tatil günümü fırsat bilerek eve davet ettiği bir arkadaşını kestiğini düşünemiyorum. Sonra da onu allıklarını kaybetmiş güllerinin arasına gömdüğünü. Peki ya benim karşılaştığım şey neydi? Kokladığım ve ellediğim, bir parçasını kopardığım pislik?

3 Nisan 2003

''Telefon çalıyor!'' diye bağırmıştı eşim. Telefonu ''Alo!'' diyerek açmıştım klasik olarak. Karşıdaki ses kendisinin bir polis olduğunu Peril Ay'ı tanıyıp tanımadığımı soruyordu. Tanıdığımı onaylayarak devam etmesini rica ettim. Peril Ay sekiz kişinin ölümünden sorumlu bir katilmiş. İfadesinde dede serveti güllerinin tekrardan allaşması için toprağına insan kanı eklemeyi düşündüğünü ve ardından da bunun mantıksız olmadığını kabul ederek işe koyulduğunu söylemiş.

Nasıl yani? 21 Ocak günü bana çarpan çiçekçi arabası benim kanımı gül olmaktan mı kurtardı?

Kulaklarımda çınlayan gül hışırtıları son bulacak mıydı nihayetinde?

12
Bütün şiyirlerimi[*]Onur ağbiye selam[/*] bu başlık altında paylaşmak isteğimden böyle bir konu başlığını uygun gördüm.

Telefonların Garip Hâlleri
çok yağmur yağdı buralarda
flaşlar patlamadı
yıldırımlar vurdu çatılara ve katlara
uyku boğmuşken yastıkları
doyumsuzluk doluyordu topraklara

bulutların kanı olabilirdi yağmur
ağlayabilirdi yanan yıldırımları ısırarak
telefonlar üşütmüş olmalı, haber
alamıyorum senden küflü duvara bakarak

çok yağmur yağdı buralarda
sularla yıkadı bazı çocukları
buharlaşmış kâğıtlara
yüklenmişti binbir hayal ve tıkırtı
üzüntü demezdi tıkırtılar katlara

bulutların kanı olabilirdi yağmur
hastane kapısında bekleyen bir dost tıkırtı yaparak
telefonların boğazları şişmiş olmalı, haber
boğazlardan geçmiyor düşüyor liman ve gemilere kararak.


Geçmiş Yazları Sevenler Derneği
tekeri patlamış aylar dönüyor
yaz dayanmak istiyor kapıya
geçen yaz yazı yazdım, dur
yazma fiilini gerçekleştirdim, yanılma
dökülürdü yağmurlar
gökkuşağı peydahlanıyordu deniz altında
dağlara bakarak, evin içinde matbaa kokusu kalemi dağlar
öğretmenler sınıfı mesafesinde bir kamptan yükselirdi uğultularla
kelebeklere özenmiş ya da balıktan korkmuş çocuklar
geçen yaz yazı yazdım, dur
yazı not aldım kafam özenmiş kraliçe bir arıya
vızıltılar ısırıyormuş anladım
vızıldayan arı sokuyormuş yaz ayları yabancılara.


Pamuk Şekeri Kıvamında Zaman
kediler miyavlarsa
köpekler havlar derler ya hani
olmaz havlayan köpek
kedileri kovalamaz
seyfi teoman'ın filmlerinde havlayan
köpek var mıydı
hatırlamıyorum desem yalan olur
geçen zaman çok az mıydı
bir kedinin miyavlayışı kadar kısaydı
aramızdaki dağlar kadar görünen farkı
göremeyen bir biz miydik
dağlar denize paralel gitmekten sıkılırdı
bir süre sana paralel gitmekten sıkılmazdım
olmaz mıydı patlayan balonların içinden
fırlayan pamuk şekeri kıvamında zaman.


Beyim!
kanım düşse yerlere
kıskanır onu hâli vakti yerinde göz sularım
karamsar bulut varsa eğer, düşmüştür tepeme
yeşilliklere bulayacağım yuvarlanan bir gelecekte
beyim!
hesabı ödeme vaktidir
benim daha yeni param oldu
yeşilliklerden orman yapacağım
beyim!
bazılarının
ormandan yeşillikler yaptığı türde
dönmesin dönüveren şu bulutlar beynimde
âşık olmak bu kadar mı zormuş
karamsar bulut mimarların yeşillikler için yeşil kestiği şu dönemde.

13
             ''Çünkü dünyanın ötesindeki karanlığı kontrol eden şey, bizim dünyayı görüş biçimimizdi. Karanlığın bu tarafa boşalıp bizi boğmasına engel oluyordu. Sanırım hepimiz bunu bilincimizin derinliklerinde hissediyorduk.''

                                                                         Stephen King, N.



Yalnız insanlar o güzel ve temiz kaldırımlarda yürümezler. Asfalt ve arabaların benzin kokularını içlerine çekmek isterler ve bu yüzden yolda yürürler. Yolda yürümelerinin bir başka nedeni de kaybedecek çok fazla şeyleri olmaması olabilir. Evet, durum bundan ibarettir. İnsanlar ve kaldırımlar. Avareler ve yollar.



2 Aralık 2012

Hava çok soğuk. Aralık ayına özgü soğuklardan. Büyüklerimizin ''kar yağsa… hiç değilse yağmur yağsa sıcaklık biraz yükselir,'' dediği soğuklardan. Öyle ki, bu sert soğukta eldivenlerimle koruduğum parmakların kızardığını hissedebiliyorum. Acıyorlar. Şehrin en sakin ve güzel sokaklarından birinde yürüyorum. Bu gece de onunla sevgiliyim. Lâkin bu ilişkimiz en fazla iki saat sürecek ve onu yatağımla aldatacağım. Dilime bir şarkı dolandı. Acaba çiğnediğim sakızla birlikte mi geldi? Namussuz tükürsem gitmiyor! İçime, bir parazite özenmiş de yayılıyor. Bilmem kaçıncı kez yürüdüğüm bu yolda, sayısız kez yapılan kaldırım çalışmalarından birine denk geliyorum. Yalnız insanlar kaldırımlarda yürümez demiştim. Yalnız olmayan insanlar yürüyor o vakit. Hiç kimse mi yalnız değil arkadaş? Ne çabuk eskiyor bu kaldırımlar?


Gözlerimin ağına az biraz ileride, hâliyle rahatlıkla koşabileceğim filhakika yürüyebileceğim trafik lambaları takılıyor. Kışın bu lambalar neden çok belli oluyor? Makyaj yapa yapa badana ustalarına iş bırakmayan kadınlar gibi parlıyorlar. Sanki birileri dünyaya inmiş ve trafik lambalarına dokunmama şartıyla ne var ne yoksa alıp götürmüşler. Asfaltı seviyorum. Her insan birer trense, bizi taşıyacak raylar da asfalttı. Yürümüyordum, kayıyordum. Yüzümü kaldırmadığım sürece raylardaydım, doğru rayda kayıyordum. Arkalardan küçük ve sesi daha yerine oturmamış çocuk bağrışı işittim. Maviye boyanmakta olan apartmanın bahçesinden dışarıya bir top yuvarlanmaktaydı. Onun ardından da plastik topun şişkinliği kadar yanaklara sahip bir erkek çocuğunu koşturmaktaydı. İzlediğim dizi ve filmlere bakılacak olursak bu sahnede bir eksiklik vardı. Son hızla üstümüze doğru gelen bir otomobil. Gelmekteydi. Köşeyi döndüğünde görüşümü engelleyen bir ışıkla birlikte gelmişti. Farları gözlerimi almaktaydı. Ve bu birkaç saniyede yaşanan olaylar zinciri sırasında, ışık nedeniyle bir ağacın gölgesinde görülmeden bekleyen çocuk birden arabanın önünde belirmişti. Aklımı kaçırmak üzereyim! Yaşamda da, filmde de bitmek bilmeyen klişe! Plastik top sokağın sol tarafındaydı, yani benim bulunduğum tarafta. O an ki ruh hâliyle topu patlamaya hazır bomba olarak görmekteydim. Arabayla aramızda birkaç metre bulunmaktaydı. Topa eriştim. Tüm ayak ve beden gücümle topu arabanın ön camlarına doğru isabet ettirmek niyetindeydim. İsabet etmemişti. Ve çocuk yolun ortasındaydı. Araba çocuğa çarpmıştı. Çocuk arabanın üstünde yuvarlandı ve yere düştü. Cani sürücü kanlı elleriyle direksiyonu tutmaktaydı. Arkasına bile bakmadan oradan uzaklaştı. Ama öyle olmamıştı. Top arabanın ön camına isabet etmişti ve camı kırmıştı. Kırılırken çıkan sesten ve topun patlamayarak arabanın içine düşmesinden topun plastik olmadığını sonucunu çıkarmıştım. Üstünde kafa yorulması gereken en son şey buydu. Araba kullanıcısı ne olduğunu fark etmeden direksiyonu heyecanla ve tedirginlikle benim olduğum yere kırmıştı. Kırmızı Ford üstüme doğru hayallerimdeki uçaklar gibi gelmekteydi. O uçağın beni bu hayattan uçurmasından kurtarabilecek başka top yoktu. Farlar yüzümde patladı. Sonra da cam kırıkları boğazıma battı. Bir aydır soğuklar yüzünden eldivenlerimden çıkarmadığım ellerime şimdi cam şeritlere girmişti. Acıyorlar. Gözlerimden yaşlar akarken direksiyondaki kadını gördüm. Boğazı cam kırıklarıyla paramparça olmuştu. Nefes alıyordu. Çok şükür yaşıyordu! Hayır, yaşamıyordu. Kadın ölmüştü. Arka koltuktaysa bir çocuk oturmaktaydı. Parçalar onun yüzüne de fırlamıştı. Gage Creed'e benziyordu. Yüzü parçalarla tanınmaz hâle gelmeseydi benziyor olacaktı. Çünkü o topu sokağa kaçan ve onu kurtarmak için katil olduğum erkek çocuğuydu. Top elindeydi. Şimdi topun neden patlamadığını anladın mı? Kadının onu neden görmediğini anladın mı?



13 Aralık 2012

Psikologum anlattıklarımdan sıkılmışa benziyor. Anlamıştım. Boş bir kağıt parçasına kuşlar çizmek daha eğlencelidir mutlaka. Sustuğumu fark etti. ''Öyleyse, yine de görünürde gerçek bir hasar yok öyle değil mi?'' Bu bana bir yerden tanıdık geliyor. Madem öyle.... Skhizein.
''Şey, yalnızca tüm şehirdeki yollar. Ve ben.''


http://www.youtube.com/watch?v=TTe2Wso_CJY

14
Kurgu İskelesi / Silahlar Var Olduğu Sürece
« : 03 Aralık 2012, 15:58:03 »
''Anlatılırdı oğul,'' dedi yaşlı ve kurumuş bir ses, mavi ve sevimli battaniyeler içerisindeki çocuğun kulağına doğru. ''Rivayet edilirdi. Dalga halinde oradan oraya savrulurdu hikaye. Dalgalar katlanarak büyürdü ve anlatıldıkça değişime uğrardı,'' derin bir nefes aldıktan sonra kırışık işgaline uğramış elini soğuk su bardağına doğru uzattı. ''Belki de o dönemler anlatılanlar şimdiki halinden daha basit ve abartısızdı.'' Dede Hasan torununa gülümsedi. Tolga'nın yüzünde şaşkın bir gülümseme doğmuştu. En fazla sekiz yaşındaydı. Fakat yaşıtlarını kıskandıracak cinsten bir dinleyiciydi.


''Merak ediyorum,'' dedi Tolga. Dışarıda rüzgar esmekteydi ve pencere ardına kadar açıktı. Bundan etkilenen çocuk 'ediyorum' derken titremeye başlamıştı. Hasan Dede yerinden kalkmış ve var gücüyle pencereyi kapamıştı. ''Ne zor kapatılıyor yahu!'' dedi yatağın köşesine, eski yerine otururken. ''Hadi dede, merak ediyorum!'' diye bağırdı Tolga. ''Peki evlat,'' dedi gülümseyerek Hasan Dede, Tolga ve kendisinin gözleri aynıydı. Yeşil gözlerde parlama görünce çocuğun gerçekten de merak ettiğini anladı.


''Şeytan’ın bir hayali varmış,'' diye başladı Hasan Dede. ''Şeytan kendisine ait bir silah olsun istemekteymiş. Tanrı hiçbir meleğin silah kullanmasına iyi gözle bakmıyormuş. Şeytan çok ısrar etmiş. Zaten ölümlü melekler olmaları sebebiyle sorunlar yaşamakta ve olaylar çıkarmaktaymış. Melekler ölmezmiş. Ruhları sonsuza denk yaşarmış. Lakin zamanları geldiğinde de beden değiştirmeleri gerekmekteymiş. Tanrı bu kuralı, onlara inanan ve yardımcılık eden diğer küçük melekleri yanıltma amacıyla getirmiş derler. Kendisi sırtından vurulmak istemezmiş. Meleklerin teşkilatlanarak ona baş kaldırmalarıyla da uğraşmak istemezmiş. Uğraşmak istemezmiş çünkü; onun gücü ve kudreti sonsuzmuş ve meleklere bir bakışı onları paramparça etmeye yetermiş. Onlara kıyamazmış. Yok etmek istemezmiş. Teşkilatlanmalar ve ayaklanmalar olursa yıkılmaktan korkmazmış. Şeytan bir gün milyarlarca dünyadan birisi olan bir yeryüzüne inmiş. Burada kendisi için bir silah yapacakmış. Nitekim yapmış. Oluşturduğu silah halen yanında durur, kırmızı kıyafetinin altından sırıtırmış: Üç Dişli Mızrak.


''Tanrı bunu duyunca çok kızmış. Şeytan'ı sürgünlemiş. Silahını yanına vermiş ve ne yapacağını görmek istemiş. Yeryüzünde dolaşan Şeytan günlerden bir gün çok açıkmış ve dolaştığı yörenin bir yerlisini mızrağıyla delerek öldürmüş. Onu yemiş derler. Şeytan ilk katil olmuş. Ölümü sağlayan silahıysa ilk silah ve cinayet silahı olarak bilinir. Seneler ilerledikçe dünyada ve başka yerlerde yeni silahlar üretilmiş, geliştirilmiş. Bunların tamamı insan aklının ve elinin birleşimiyle meydana gelmiş. Bunları icat eden ve geliştiren insanlar, bunlarla insanlar öldürüldüğünde bundan rahatsızlık duymamışlar. Öldüklerinde ilk silahın yaratıcısı Şeytan'ın arkasına takılarak kötü huylu cinler olarak adlandırılmışlar. Mermiler, daha doğrusu silahlarla ölen insanların ruhları hiç acı çekmemişler. Ruhları ve hayat sıvıları akarak Şeytan ve onun arkadaşlarının güçlerine karışmış. Güçlenmişler derler, halen de güçlenmekteymişler. Silahlar var olduğu sürece Şeytan hayatına devam edermiş.''

15
Zaman Çarkı / Harita
« : 17 Kasım 2012, 17:18:08 »
Kimimize göre sorunların ve gerekliliklerin en büyüğüydü.[*]Olması gerekiyordu.[/*]-[*]Devasa boyut uyarısı![/*]







































Sayfa: [1] 2 3 ... 9