Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Daarlan Gardan

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6 7 ... 9
61
Yıldız Savaşları / Duroslar
« : 28 Ağustos 2012, 21:05:37 »
Duroslar
Duro Yıldız Sistemi'nde doğmuş olup, galaksinin Çekirdek bölgesinin, uç kısımlarında hayatlarını sürdürmektedirler. Genellikle 1.8 metreden uzundurlar. Tüysüz bedenleri, kocaman gözleri, geniş ve dudaksız bir ağızları vardır. Deri renkleri mavi-gri'den, derin gök mavisine kadar gidebilir. Uzay yolculukları ile doğuştan haşır neşirdir Duroslar, gezegenlerini bırakıp gitme ve başka yaşanacak gezegenlere yayılma eğilimindedir. Seyahat tutkularından dolayı macera ve yeni keşifler onları galaksinin ucra köşelerine çekiverir. Onların yıldız sistemleri, muazzam yıldızgemisi şirketleri tarafından idare edilmektedir. Bu sebeple genellikle her Duros yürümeye ve konuşmaya başladıktan sonra, kendi kendine pilotluk yapabilir, kısa süre içinde bir Hyperdrive'ı tamir edebilir. Konuşmayı çok fazla sevmeseler bile, hepsinin anlatacak harika hikayeleri vardır ve konuşmaya başladıkları zaman kısa süre içinde büyük bir dinleyici kitlesini üzerlerine çekmeyi başarabilirler.

Örnek isim ve karakterler
Baniss Keeg, Ellor, Lai Nootka, Monnda Tebbo.

62
Gezginler Kamarası / Gitmiş Toprağa
« : 28 Ağustos 2012, 03:44:58 »
Güneş doğmuş mezarlığa, hayat vermiş, aydınlatmış. Aya küsmüş zamanında, darılmış, barışmamış. İkisi de birbirleriyle oyun oynamışlar, o kaçmış, o barışmamış, kin beslemiş, kavuşmamış. Çocuk görülmüş girişte, kız çocuğu, bir eli babasının elinde. Diğer eli, yırtık, eskimiş, anacığının ona ördüğü bebekte. Anasıymış tabutun içindeki, hastaymış anacığı, ölmüş, gitmiş, bırakmış kızını. Beden ölmüş, ruh göçmüş, sevenlerinin dünyası dönmüş. Kanser demişler annesine, küçük meleğin. Annesi ona belli etmemiş, 'ufucuk' demiş, geçecek annem demiş. Geçmemiş, göçmüş, sevdiklerinin kalbinden gitmemiş. Anneler melekmiş, çocuklarında o nurdan varmış, nurundan bir parça gözlerinden akmış. Düşmüş toprağa. Ağlak toprağa, olgun toprağa, sevdiklerimizi alan toprağa. Ağlamış küçük melek, kanamış, duramamış.

63
Yıldız Savaşları / Rodianlar
« : 27 Ağustos 2012, 17:42:19 »
Rodianlar
Tyrus sisteminde bulunan Rodia gezegeninden gelen yeşil (arada mavi, çok nadir beyaz) derili iki antene sahip olan, nadiren saçlı genelde küçük dikenlerle kaplı bir kafaya sahiplerdir. Koca siyah gözleri uzun bir ağızları vardır. Boyları ise 1.5 ile 1.7 arasında değişim göstermektedir. Beş ince uzun, ucunda emici noktalar olan parmağa sahip ellere sahiptirler. Rodianlar İnsan ve Diollan gibi ırklara rahatsız edici gelen kokular yayan hormonlara sahiplerdir.

Kendi gezegenlerinin tarıma uygun olmamasından dolayı vahşi avcılara dönüşmüşlerdir. Vahşet ve ölüme takıntılı bir kültürün kaynağıda bu yüzdendir. Genelde sanat olarak gördükleri avcılık ve takibi birleştiren ödül avcıları olarak görülürler. Ağır kanunları bulunan, ödül avcılığının hayranlık duyulduğu, endüstüriel bir gezegenden gelirler. Yine de tacir, sanatçı ve politikacılar yetiştirmişlerdir. Bu kişiler çekirdek dünyanın üst tabakalarınca tanınırlar. Rodese ve Basic dillerini konuşurlar. Çoğu Huttese dilini öğrenmektedir.

Örnek karakter ve isimler

Greeata, Chido, Doda, Navik, Neela, Beedo.
Spoiler: Göster

64
Kurgu İskelesi / Ecel'in Askerleri
« : 27 Ağustos 2012, 15:08:49 »
Giriş

Rüzgar serin esmekteydi, havada yağmur kokusu vardı. Atların dövdüğü kurak topraktan dışarıya böcekler fışkırıyordu. Küçük canlılar kendilerini nallardan koruyacak bir yerlere saklanmak için kaçıştırıyorlardı. Rüzgar ıslık çalarcasına bir ses çıkartarak Gardan Bardın'ın pelerinini havada dans ettirdi. Adam ürperdi. Bu havanın soğukluğunun ve rüzgarin etkisiyle havalanan pelerinin koruduğu bedeninin bir bölümünün açıkta kalması ve yine orayı bu lanet havanın dondurması ile alakalıydı.

''Orada duranlar kimler?'' diye sordu Nolastion. Küçük ve bir o kadar narin olan parmaklarıyla, sol çaprazlarında duran dağın zirvesindeki bineklerin üstünde bekleyen kel kafalı askerleri göstererek.
''Moesta'lar diye ,'' yanıtladı keskinlikle, arkalardan atını ön tarafa doğru sürmüş olan Wildar Vom. Gondebarg ordusuna verdiği emeklerin listesi yapılsa tüm dünyayı en az iki kere dolaşırdı. Kahverengi gözlerini, yine kahverengi saçları tamamlıyordu. Keçi sakalı gençliğinden beridir favorisiydi, ki, yaklaşık yirmi senedir keçi sakalı ile dolaşınca; ordu içindekilerde dahil olmak üzere, herkes ona ''Keçi Wildar'' diye hitap eder olmuştu. 'Keçi' lakabını o da çok seviyor olsa ki, kahverengi beygirinin adını 'Keçi' koymuştu zamanında.

''Binekleri biraz fazla garipmiş,'' diye devam etti Nolastion Conkon. Yolculuk herkesi yormuştu, en çok yorulan ise ordunun en zayıf ve en küçük halkasını oluşturan Nolastion'du. Yaşı olsa olsa on yedi civarlarıydı, bedeni orduda bulunan diğer askerler ile karşılaştırıldığında çelimsizdi. Bedenine, aklına, kollarına ve bacaklarına şekil vermesi için Wildar tarafından yetiştirilecekti. Lakin şimdiye kadar Keçi ile doğru düzgün bir muhabbet içersine girememişti, daha doğrusu kimse ile girememişti. Adamın kulakları ağır işitiyordu. Rivayet edilirdi ki Wildar'ın dört kuşak önce yaşayan büyükbabası Movdem Vom cüceler ile verilen savaşlar esnasında, cücelerin kutsal boruları tarafından çalınan şarkılar yüzünden sağır kalmış. İnsan ordularının büyük bölümü sağır olmuş, bir bölümü de Bomendum Devleti sınırlarında katledilmiş. Movdem Vom'dan kalan 'sağırlık' mirası, oğullarına 'az duyma' olarak devretmiş.

Atlarını neşeyle koşturarak yanlarından geçen Jongard ve Rovendarg'ın çıkarttığı seslerden cesaret alarak az biraz önce söylediklerini tekrar etti Nolastion.
''Binekleri biraz fazla garipmiş.'' Wildar bu kez yine keskinlikle cevapladı.
''Ah! Beyaz kurtlar, Moesta'lar atları sevmezler ve at binenlerden nefret ederler. Bineklerine dostça görünmek için saçlarını keserler. Onlar Moesta Muhafızları, sınırlarını gözlüyorlar. Sınırlarını parçalayışımızı göremediler!'' Muhafızlara bakarak gülümsemesini gönderdi, bu alaycı bir gülümsemeydi.

65
Kurgu İskelesi / Minik Meleklerin Kanatları
« : 23 Ağustos 2012, 18:15:05 »
Minik Meleklerin Kanatları

''Şşşt sessiz ol,'' dedi fısıltıyla Porbasey. Orta yaşlı bir melekti, ruhlarına karıştırdıkları siyah ruh parçacıkları onları tutsak meleklere dönüştürmüştü neredeyse. ''Sessizim ben, sadece ayak seslerimiz bunlar!'' diye çıkıştı Mandarax. Genç meleklerden biriydi Mandarax. Gözleri deniz mavisinin açık tonlarındaydı. Porbasey'in efsun ile yok edilen kanatlarından birine dokundu. ''Yapmasana şunu! Büyü kayboluyor, neden burada bizi deşifre etme ihtiyacı duyuyorsun, anlamış değilim,'' dedi ve sert bir bakış gönderdi.
 
''Burası cehennem mi Porbasey?'' dedi korkudan sinmiş biçimdeyken.
''Hayır, burası cehennem'in, Tanrı'nın deyişiyle bodrum katının kapısı,'' bunu söylerden boylarından binlerce kat uzunluktaki kapıya bakmaktaydılar.
''Çok soğuk,'' demesiyle beraber ürperdi.
''Evet haklısın genç. Soğuk, karanlık, kasvetli, örümcek ağlarıyla çevrili binlerce yıldır, şu gördüğün,'' dedi ve Mandarax'a dar fakat uzun olan kapının anahtar deliğini gösterdi. Mandarax küçük kafasını bunun yanında gözlerini kapının orta kısımlarına doğru kaldırmıştı.
''Evet, evet orası,'' dedi Porbasey. ''O küçük, daracık delik dışında hiç bir yerden ışık almaz, bu yüzden oraya atılan ruhlar karanlık yüzünden kararırlar.''
Mandanax etkilenmişti. ''Peki ya, onlarda bizim gibi mi?'' dedi meraklı meraklı kıkırdarken. Korkusu az da olsa yatışmıştı.
 
''Biz derken, ikimiz gibi mi? Yok olamaz, onlar seninkinden daha ciddi ruhlara sahiptirler. Keşke Tanrı izin verse, hemen onlardan birini yanıma eğitmek için alırdım.''
Genç meleğin kıkırdaması kaybolmuş, yerine asık bir surat gelmişti. Küçük parmaklarını bir o kadar küçük olan burnuna doğru götürdü.
''Hayır sakın bunu yapma,'' diye haykırdı Porbasey. ''Evet bizler gibiler, ruhları eskiden özgür ve açık maviydi. İçeride nasıl olduklarını bilmiyorum. Fakat bildiğim gerçekler var elbet, açık mavi değiller. Gece kadar karanlık onlar, her biri diğerinden daha koyu.''
''Başka neler biliyorsun?''
''Bedenleri var, aynen bizlerin olduğu gibi. Kimisi kalem, kimisi kağıt, kimisi futbol topu, bizler gibi oldukları konusunda bunları biliyorum.''
''Az önce binlerce yıldır orada olduklarını söyledin, lakin bazı eşyaların buluşları neredeyse yüz belkide elli sene önce yapıldı,'' dedi gülümseyerek.
''Zekisin, neden bu kadar zekisin? Ah tabiki kimin öğrencisi!'' Dağınık olarak havada asılı duran açık mavi ruhu kabardı Porbasey'in. ''Kovulan her melek oraya gönderilir, daha iki gün önce iki tane balık kılçığının ruhu o delikten içeriye fırlatıldı.''
''Nasıl yani,'' dedi şaşırmış olan genç melek. ''Onlarında ruhları oluyor mu?''
''Evet, her türlü balığın ruhu kılçıklarındadır. Çünkü; insanlar kılçıkları yemezler. Onların ruhlarını yutmazlar. Ruhların kıyafetleri olan balığın etlerini midelerine gönderirler.''
Mandarax'ın aklında soru işaretleri var gibiydi. ''Kediler,'' dedi. ''Onlar kılçık yemezler mi?''
''Genellikle insanlar balık artıklarını kedilere verirler. Gözlem yeteneğim iyiydi eskiden. Ruhlar o açığı fırsat bilerek kılçıklardan çıkar -kedi, kılçıkları ve artıkları ne varsa mideye indirmeden önce- cennet ve cehennem olarak kabul görülen bu eve gelirler.''
''İnsanların ruhlar...'' dediği anda. Porbasey ''bu kadar çene çalmak yeterli,'' dedi.
 
 
''Pekala onu sormayacağım, insanların ruhlarının ne olduklarını yani. Başka soru sormak istiyorum, bu son gerçekten,'' dedi ve utangaç bir bakış attı.
''Neden bu kadar çok soru soruyorsun,'' dedi Porbasey.
''Merak meleği olduğumu unuttun mu yoksa?''
''Sen merak meleği miydi yahu?'' Baş parmağını siyah saçlarına dayayıp düşündü. ''Ah, evet. Neden o halde araştırmak yerine bana soru sormak zorundasın?''
''Çünkü sende cevap meleğisin. Bütün her şeyin cevabını bilen sayılı meleklerdensin, işte bu yüzden cevap meleğisin.''
''Bunları sana zaten ben söylemiştim genç,'' dedi ardından havalı bir bakış gönderdi.
''Evet. Ben merak meleğiyim, sana soru soracağım ve öğreneceğim. Sonrada senin gibi cevap meleği olacağım.''
''Bu yüzden sana eğitim veriyordum değil mi?''
''Sanırım...''
''Sor o halde, üşümeye başladım,'' dedi.
''Biz neden buradayız?''
Porbasey üzültülü bir yüz ifadesiyle baktı. ''Tanrı ölmek  zorunda, kovulan melekleri affedecek. Anahtarı bulma mı istedi, sende peşime takılıp geldin,'' sıkıltılı bir cevap verdiği için bunalmıştı. Kesik kesik nefes almasının etkiside büyüktü.
 ''Neden ölmesi gerek, bizler ne olacağız?''
''Bu kadar soru yeterli,'' diye parladı.
 
Görünmezlik efsunun zamanı tükenmişti, geri dönmek zorundaydılar ; bodrum katından çıktılar. İkinci katın büyük salonuna, kendi evlerine kanat çırpmaktaydılar.

''Onu gördün mü hiç,'' dedi Mandarax. Her ikiside zarif şekilde süzülmekteydiler. ''Evet hem de defalarca,'' diye karşılık verdi öğretmeni rahatlıkla.
 ''Soru sorma dememiş miydim ben?''
''Öyle. Fakat çok merak ediyorum. Onun nasıl biri olduğunu, yüzünü, gücünü ve en fazla zekasını. Sormak istiyorum ona, nasıl yaptı bunca şeyi...'' dedi. Bir kaç saniye sonra masanın uç kısımlarından birine inmişlerdi. ''Ayaklarımızı koyduğumuz masaya bile ruh vermesi. Çok garip, enteresan. Bunlarla neden bu kadar uğraşmış olabilir ki?''
 
Masanın üstünde iki-üç adım ilerledi Porbasey. Burada ikisinden başka kimseler yoktu. Duvarların görünmeyen kısımları, koltukların altı, mutfak, banyo ve diğer yerler. Bodrum katı dışında her yer açık mavi ruhlarla, meleklerle doluydu. Tanrı'nın evinin dışında bulunan ruhlar, bedenlerinin süreleri dolunca buraya uçarlardı. Kapıdan içeriye giren ruhların bazıları melek olur, bazıları buraya gelirken oldukları gibi ruh kalırdı ve bir eşyanın içerine girer onu kıyafet olarak kullanılardı.
 
''Meri'yi daha fazla bekletmeyelim. Bekletilmekten hoşlanmaz, çok çabul sinirleniyor ve bilirsin sinirlenince balonlar kadar sert patlayabiliyor. Her zaman böyle, neden hep sinirlenmek zorunda,'' diye sordu Porbasey, öğrencisine. ''Hep sen soru soracak değilsin, ben de bir şeyler öğrenmeliyim.''
''Bu bir sınav mı?'' diye sordu şüpheyle genç merak meleği. ''Aynen öyle. Doğru cevaplarsan seni bir yere götüreceğim. Meri'de orada olacak. Diğer büyük ve bir o kadar bilge melekler.''
Mandarax düşünmeye başladı. Çok geçmeden ağzını açtı. ''Meri sinir-öfke meleği, ikiside aynı şey. Uyku-rüya melekleri gibi. Buraya melek olarak gelmeden önce onun balon olduğunu söylemiştin,'' dedi. ''Ve hatta sarı bir balon.''
 
Porbasey masanın ucuna doğru koşmaya başladı, masanın ucuna geldiğinde kendini boşluğa bıraktı. Kanatlarını açtı ve yükselmeye başladı. ''Hadi artık evlat gelmiyor musun?'' diye bağırdı. ''Doğru muydu?'' diye sordu Mandarax.''Fazlasıyla, ben bile bu kadarını bilemezdim,'' bunu söylerken içtenlikle gülümsüyordu.Genç melek olduğu yerde kanatlarını oynattı, havalanmaya başlamıştı. Tekrar beraber uçmaya başladılar. ''Nereye gidiyoruz?'' diye sordu ödülünü merak eden Mandarax.
 
''Tanrı'nın yüce katına,'' dedi neşeli sesiyle.''En büyük ve sadece Tanrı'ya ait olan kat, orayı çok merak ediyorum,'' dedi. Ardından ekledi. ''En az bodrum katını merak ettiğim kadar.''
''Anahtarı aramaya benimle gelebilirsin. Çok uzun sürecek gibi görünen bir görev bu. Dayanabilir misin?''
''Yanımda bilge bir melek olacaksa eğer, bodruma bile girebilirim.''
 
''Umarım ki hemen elimize gelir. Tanrı, gezegenin geleceğini bizim küçük kanatlarımıza, ondan daha fazla küçük yaratılmış beyinlerimize bıraktı.'' Merdivenlerden yukarıya doğru uçuyorlardı. Aşağıya inmekte olan muhafız meleklerini gördüler. Sayıları çok fazlaydı, hemen geçtikleri için hareket halinde olan melekleri sayamamıştı merak meleği.
''Bodrum kapısına gidiyorlar değil mi?''
'Hayır,'' dedi. ''Onları tekrar görürsen, kanatlarına dikkatli bak Mandarax. O gözler sana kızları dikizleyesin diye verilmedi.''
''Kanatlarına dikkat ettim, açık maviydiler. Benim ve senin, diğerlerinin olduğu türden,'' diye tersledi genç melek. Kızlar onu utandırıyordu, o konuya değinmedi.
 
''Açık mavi olmaları gerekiyor zaten! Onlarda melek. Fakat buraya gelmeden önce fazla olmasa da kötülük yapan melekler. Tanrının her kötülük yapanı bodruma tıkacak hali yok,'' dedi tok sesiyle. Yüce kata olan yolculukları devam etmekteydi. Duvarlarda sürünen-yürüyen, uçtukları açıdan ufacık görünen meleklere bakarak homurdandı cevap meleği.
''Yaşamlarını haşarat olarak geçirenler. Melek olmanın onurunu ve özelliklerini kavrayamadılar. Halen çoğu böcekler gibi duvarlarda dolaşıyor, etrafa pisletiyorlar. Örümcek olduklarını sananları saymıyorum...'' gülümsedi, içten sevimli ve sıcak bir gülümsemeydi. Mandarax'ta gülümsemeyle karşılık verdi ona.
''Şimdi hatırladım,'' dedi çoşkuyla. ''Muhafız meleklerin kanatlarının uç kısımlarında siyah noktalar vardı. Dikkat etmemiştim pek fazla. Fakat bazısının daha koyu ve büyüktü noktaları. Bazısında neredeyse yüzde bulunan çiller kadar küçüktüler. Neden öyleler, damaçyalı köpeklere benziyorlar?''
''Tanrı'nın efsunu o noktalar, büyüden, lanetten kurtulabilmek için Muhafız melek olarak her gece cehennem'e iniyorlar; oradaki düzeni sağlıyorlar. Görevleri bir gecelik olsa bile bittiğinde Tanrı'nın yüce katına çıkıyorlar. Tanrı onların noktalarındaki büyü yoğunluğunu ve gücünü azaltıyor. Büyük noktalar güçlü büyüler, uzun yıllar boyunca hizmet etmek sonunda silinebilecek türden,'' derin bir nefes aldı. Her şeyi bilmek cevap meleklerini dahi yorabiliyordu.
''Küçük notlara ise, ya daha önceden büyük noktalardan kalan son parçalar yada küçük kötülükler.''
''Senin yanında eğitim almaya başladıktan sonra ağzımı açık bırakan çok şey öğrendim ama en şaşırdığım buydu.''
 
Yüce kata yaklaşmaya başladıkça etraflarındaki melek sayısı en aza düşüyordu. Mandarax'ın ilgisini tam çaprazlarında bulunan masanın üzerindeki küçük melekler ve onlara bir şeyler anlatmakta olan büyük melek çekmişti.
''Onlar kim?'' diye sordu Porbasey'e.
''Ah, bizim Leety,'' dedi ifadesizce cevap meleği.
''Yanındakileri de sormuştum. Ve ne konuşuyorlar,'' onlara doğru uçmaya başladı. Porbasey'de onu takip etti.
''Küçük meleklerin kimler-neler olduğunu senin bilmen gerekiyordu. Senin gibi onlarda. Merak melekleri.''
''Çok fazla küçükler,'' Leety'in çoşku ve kahkaha ile karışık çıkan sesini ikiside gayet net duymaktaydılar.
''Kedi mi? Bir kediyi öldürdüğünü söyledi Porbasey! Bu nasıl olabilir! Cehennem'e gönderilmeliydi! Merak meleklerine zarar verebilir!'' Mandarax'ın yüzü şaşkınlıkla değişmişti. Şu anki yüz ifadesi Porbasey'in hiç şahit olmadığı türdendi.
''Telaş yapma. Palavra melekleri böyledirler, sürekli bir şeyler uydururlar. Uydurukçu melek olarakta tanınmaktadırlar.''
''Her merak meleğini kendim gibi sanıyorum,'' gülümsedi. ''Merak melekleri sorgulayıcı olmak zorundalar, bir şeyler öğrenmek isterler diye biliyorum. En azından ben öyleyim. Bu melekler burada yalanlar ile karınlarını doyuruyorlar ve her söylenilene inanıyorlar gibi gözüküyor.''
 
Porbasey sol eliyle küçük melekleri göstermekteydi. ''Bak,'' dedi. ''Tüm meleklere farklı özellikler bahşedilmiştir. Burasının dengesini sağlamak için bunun böyle olması gereklidir. Onlar, eheem biraz saftirik olanlar. Sen zekisin, bu yüzden her söyleneni sorguluyorsun ve çenen düşünceye dek soru soruyorsun. Saftirik-merak melekleri tam tersi, her söylenene inanırlar. Çünkü saftırlar, sorgulayamazlar. Akıllarının ucundan dahi geçmez. Zeki olan merak meleği sensin, saftirik merak meleği olanlar onlar. İşte denge!''
''Denge,'' diye tekrarladı genç melek. ''Daha fazla vakit kaybetmeyelim istersen. Meri kızabilir demiştin. Ve nereye gittiğimizi çok merak ediyorum.''
 
Masayı tam tur dolaştılar ve koridordan ilerlemeye başladılar. Karşıdan altında süpürgesi olan bir melek geliyordu. Mandalax süperge sahibi çok melek görmüştü. Fakat neden kullandıkları konusunda fikri yoktu. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, cevap meleğine sormamıştı. Süpürgeli yanlarından geçerken sol elini yumruk yapıp ''Porba!'' diye bağırdı. Duraksamadan yoluna devam etti. Selam verirken o kadar hızlıydı ki, cevap meleğinin adını bile bitirememişti.
''O da neyin nesiydi?'' diye sordu, gülümsemesi kahkaya dönmüştü Mandarax'ın.
''Posta meleklerinden biriydi. Adı neydi şunun. E ile başlıyordu. Dilimin ucunda genç adam. Emai- hıııh, unuttum sanırım. Önemi yok. Çok fazla melek tanıyorum, unutabiliyorum haliyle.''
''Postaları nereden, nereye götürüyor. Burasının ev olduğunu unutuyorlar galiba.''
''Eeee, adı neydi şunun yahu! Her neyse, az önce geçen adam işte. Tanrının yazdığı mektupları, kağıt zarfların içerisinde bulunan emirleri, afları taşımakta. Eminim ki taşıdıklarından çoğu cehennem'e gidiyor. Orada bulunan muhafız meleklerin liderlerine verilmekte. Evet yine eminim ki, çoğu af mektupları. Cezaları biten mahkum melekleri serbest bırakıyorlar. Gün ışığı ile tanışan melekler tekrar açık mavi renge kavuşuyorlar. Bu işlem çok çok çok uzun sürüyor, hemen olmuyor.''
 
Yolculukları yer yer yavaş, yer yer hızlı devam etti. Koridorun sonunda bulunan dönemeçte küçük fakat geniş bir çerçeve sallanmaktaydı. Çerçevenin içinde göz kırpan adam fotoğrafı vardı. Çerçeveye ve adamın fotoğrafına yaklaştıkca Mandarax'ın ağzı mağara girişleri ile yarışır cinstendi.
''Kim o,'' dedi şüpheyle sesi kısık çıkmaktaydı, bunun üstüne şaşkınlığının verdiği titremede eklenmişti. ''Nasıl kim, kim?'' dedi soğukkanlılıkla cevap meleği.
''Fotoğraftaki adam diyorum,'' çerçeveye tekrar göz gezdirdi. ''Sanki tek gözü daima beni takip ediyormuş gibi hissediyorum.''
''Ah o mu? Tanrı o,'' dedi rahat bir tavırla Porbasey. Genç merak meleğinin yüzü şaşkınlıktan tarif edilemeyecek bir hal almıştı. Ağzını açtı, konuşmaya çalıştı ama olmuyordu. Sanki kilitlenmişti.
''Dilini mi yuttun genç? Binlerce soru sormaya dayanamadı tabi o dil,'' dedi. Kahkayı patlatmayı unutmamıştı. Mandarax kendini toparlamayı başarmıştı sonunda.
''Neden tek gözü var?'' diye sordu.
''Kendisinde iki göz var. Aslında binlerce, milyonlarca, milyarlarca belkide daha fazla gözü var. Her meleğin gözleri ona ait. Senin gözlerini kullanıp burada neler olup bitiyor görebilir. Başka yerde başka birinin gözleri. Bu değişebilir.''
Mandarax ''öğreneceğim çok şey var,'' diye geçirdi zihninden.''Peki neden fotoğrafta tek gözü var?'' Halen şaşkınlıkla fotoğrafın her milimetresini incelemekteydi.
''Gözlerinden biri yaşadığımız, üzerinde durduğumuz, havasını içimize çektiğimiz gezegeni temsil ediyor. Şu an olduğu gibi sol gözü açıksa, gezegende gündüz demektir. Eğer sol gözü kapanmış sağ gözü açılmışsa -ki bunu sadece geceleri görebilirsin- gece olduğunu ve yıldızların gezegenin etrafını sarmış olduğunu anlayabilir, gözlemleyebilirsin.''
''İnanılmaz,'' diye atıldı çoşkuyla Mandarax. ''Peki gerçekten böyle mi? Ya da yani sadece fotoğrafta mı böyle?''
''Ne demek istediğini anladım genç melek. Evet, gerçekten bu durumda. Gündüzleri sol gözü açık, geceleri sağ gözü. Her gün tek gözü olmasına rağmen yazı yazar. Bıkmadan. Yorulmadan.''
''Yazı yazmak? Nasıl? O, Tanrı değil mi? Yazmasına ne gerek var ki? Buna neden ihtiyaç duyuyor?'' diye sordu orta yaşlı cevap meleğine.
''Çok fazla soru, çok fazla cevap, çok fazla konuşuyorsun!'' diye çıkıştı Porbasey. ''Ehem, her neyse. Soracaksın ki, benim gibi deneyimli, bilge bir cevap meleği olacaksın. Konuya dönelim... Her gün uyandığında kağıt ve kalemlerinin başına geçer ve gezegende ne olup bitecekse onları yazmaya başlar. Bir çeşit senaryo.''
 
Mandarax'ın küçük yüzünde bulunan minik ağzı şaşkınlık ile sonuna kadar açılmıştı bir kez daha. "Ödev falan da yapıyor mu?" dedi neşeyle gülerken."Dalga geçme küçük zibidi," diye bağırdı Porbasey. "Artık soru sormayı bile kesmelisin belkide," etrafına bakındı. Bunu gören Mandarax'da çevreyi süzmeye başlamıştı. "İlerleyelim," dedi donuk sesiyle."Kanatlarım yoruldu," diye söylendi merak meleği. "Ve fazla sıkıldım. Ne kadar kaldı Porbasey?" "Buralarda ses çıkarma demiştim."
 
Büyük, geniş ve beyaz bir kapıya yaklaşmaktaydılar. "İşte orası," dedi Porbasey. Mandarax parlayan gözleriyle kapıyı inceledi. Bir arma resmedilmişti kapının tam ortasında, aynı simgeden kapının masmavi olan kapı tokmağında da bulunmaktaydı. "Neyin simgesi o?" diye sordu genç melek."Tanrının isminin kendi el yazısıyla yazılmış hali, evet biraz karışık olduğunu kabul ediyorum."
 
Mandarax başını yana eğdi ve el yazısına odaklandı. Dikkatli baktıkça midesi bulanıyor, aynı zamanda başı daha fazla dönüyordu. Havada asılı halde duran melek buna fazla dayanamadı. Kanatlarının gücü tükenmişti. ''Eee, nasıl buldun bakalım,'' dedi cevap meleği. Mandarax'a doğru döndüğünde, onu bulması gereken yerde değildi. Önce sağına, sonra soluna bakındı. Arkasına döndü fakat nafileydi. ''Mandarax!'' diye bağırdı. Porbasey'in kulağına uzaklardan bir ses çalındı. Ses boğuktu, kulaklarını sesi doğru çevirdi, uzaklardan gelen garip ses bazı yerlerde tiz olarak çıkmaktaydı. ''Olamaz,'' dedi yüzünü buruşturmuştu. Gözlerini yavaş yavaş aşağıya indirmeye başladı. ''Buna hazır değilim,'' dedi, gözlerini kapadı.
 
 
‎''Pof,'' dedi arkasından gelen kibar, kadın melek sesi. ''Şu meraklı meleği kucağımdan alır mısın lütfen? Taşımak sorun değil. Problem onu taşırken bana durmadan soru sorması.'' Cevap meleği sesin kime ait olduğunu çözmeye çalışıyordu. Gözleri halen kapalıydı, kanatları yavaş yavaş dalgalanmaktaydı. ''Luna,'' dedi, bunu söylerken temkinliydi. ''Yoo hayır, onun sesi titreşimliydi.'' Gözlerini aniden açtı. ''Persu? Kalibu? Forben?'' yoruldum artık, kimse kalmadı. ''Ah tabiki Alicia,'' bunu söylerken arkasına dönmüştü ve uyku meleğinin tatlı yüzüyle karşılaşmıştı. ''Evet ben Alicia. Bu da senin öğrencin.''
 
 
Porbasey, Alicia'yı süzmekle meşguldü. ''Değişmişsin,'' dedi. Bunu söylerken kadının sarı kanatlarına bakıyordu. ''Evet,'' diye karşılık verdi orta yaşlı melek. ''Sen de değişim göstermişsin, yaşlanmışsın, o kanatlara ne yaptın öyle!'' dedi ve gülümsedi. Kıvırcık saçları, kanatlarının gösterişini gölgede bırakıyordu. Kahverengi gözlerinin içindeki parıltı, onu pırlantadan farksız kılıyordu. ''Şey,'' diye lafa karıştı uyku meleğinin kucağına kurulmuş, keyfinden memnun olan Mandarax.
''Siz tanışıyor musunuz? Bir de bana ne oldu?'' merak meleği elini yüzüne kapadı ve püfledi. ''Kendimi kıyma makinesinden geçirilmiş gibi hissediyorum.''
 
 
‎''Aaa, her halde tanışıyoruz,'' diye geveledi Alicia. ''Kollarım koptu merak meleği artık uçmaya başlasan,'' demeden edemedi. Mandarax buna aldırmadı. Minik elleriyle, minik yüzünü kapaması onu dışardan söylenenlere karşıda koruyor gibiydi. ''Evet evlat, geçmişe dayalı bir arkadaşlık,'' dedi. ''Kardeş falan mısınız? Benziyorsunuz, fazlasıyla!'' dedi ve ellerini yüzünden çekti. ''Arkadaş demekten ne anlıyorsun?'' diye çıkıştı Porbasey. ''Onun kardeşi olsaydım, şu an ölü olurdun ufaklık,'' diye söylendi uyku meleği. Mandarax ve Porbasey, Alicia'ya anlamsız yüz ifadeleriyle bakmaktaydılar. ''Kardeşi olarak doğsaydım eğer, onu öldürüp cehennem'i boylardım. Seni burada kurtaracak başka melek bulman zor olurdu merak meleği.''
''Porbesey ölü olsaydı ben burada olmazdım.''
''İşte bu kadar zekaya sahip, kardeşim olsaydı benim gibi bilgili ve zeki olurdu,'' diyerek katıldı Porbasey.

66
Kurgu İskelesi / Korku Tüneli
« : 23 Ağustos 2012, 04:55:25 »
Korku Tüneli

‎''Hazır mısınız?'' diye bağırdı megafonla görevli.
Birbirine bağlanmış, rayın üzerinde ilerleyecek ve bizi karanlığa götürecek olan arabaların içindekiler büyük bir coşku ile karşılık verdiler.
Kırmızı ve iki kişilik arabalardan yaklaşık olarak bir düzine kadar bulunuyordu ve tek başına oturduğum araba tam yedinci sıradaydı. Annemin kolyesi onu kaybettikten bu yana her zaman boynumda duruyordu. Bu günde öyleydi.

''Tamam,'' dedi görevli.
Siren sesi duyuldu, herkesler bir an da bağırmaya başladılar. Arkamda oturan iki çift coşkuyla şarkı söylüyorlardı. Yeni taşındığım bu kentte, eğlenmek ve kafa dağıtmak için çıktığım ilk geceydi.

''Gidiyor,'' diye bağırdı görevli, tekrar megafonuyla.
En ön sıradaki araba hareketlenmiş, ona bağlı olanları da peşinden sürüklemeye başlamıştı. Kemerimi kontrol ederken kendi üzerinde bulunduğum arabanın da ilerlemeye, karanlık içine gitmeye başladığını gördüm. Korku tünellerinden korkmazdım. Belkide bu yüzden bu kadar insandan daha az heyecan yapıyor, bağırmıyordum. Arabalar birer birer karanlık tünele girmeye başlamışlardı, karanlık gözlerimi yoruyordu. Bu yüzden gözlerimi kapatmıştım, seslerin azaldığını, uzaktan gelmeye başladığını duyduğumda gözlerimi araladım. Arabaların beraber girdikleri tünelde, bir birinden koptuklarını anladım. Arkamdan ve önümden bağırış, hatta ağlamalar geliyordu.

Araba tüneldeki dönemeçlerden birini alırken, sol taraftan yüzüme bir ışık vurdu. Bir mumyanın ellerinin omuzlarıma dokunduğu hissettim, göz göze geldiğimizde gözleri sarı ve fıldır fıldır dönmekteydi. Tünelde ilerledikçe karanlık kendini daha fazla belli ediyordu, canavarların aniden çıkması, belirmesi için koyulan ışıklar giderek düşünüyordu. Her ruh,cin, şeytan,melek gibi yaratıkların ellerinde kan vardı. Diğer arabalardan ne bir iz, ne de onların taşıdıkları insanlardan bir ses vardı. Işıkların aydınlattığı duvarlarda kan lekeleri, hatta bağırsakların olduğunu gördüm. Lakin bunların bir oyun, buraya girenleri korkutmaya yönelik konulduklarını düşünmekteydim.

Tünelin yarısına geldiğinde arabanın durduğunu fark ettim., ışıkların azaldığını, daha sonradan tamamen söndüklerini görebiliyordum. Duvarlara tutuna, duvarları hissederek, çıkışı veya dönebilirsem girişi bulmaya çalışıyordum. Duvarların her bir yerine dokunduğumda ellerim kanlanıyor, yürüdüğüm her adımda ayaklarıma bir şeyler takılıyordu.

Çıkışı çok geç olsa bile bulmuştum, koşarak ve ağlayarak ilerliyordum oraya. Adımımı eğlence merkezinin ışıklarının aydınlattığı tünelin sonuna attım.

''Teslim ol Maria!'' diye bir ses duydum ve kafamı çevirdiğimde yüzlerce polisi sol tarafa yerleşmiş olarak gördüm.
Ellerimi yavaş yavaş kaldırırken ellerimdeki kanlar akıyordu.
Başımı öne eğdiğim de ise ayaklarımın altında, tünele girmeden önce gördüğüm iki çiftin suratları duruyordu. Ayakkabılarıma yapışmışlardı, yüzleri soyulmuştu.

Boynumda asılı duran kolyeye uzandım, elimi bir şey ısırdı. Bunu yapan kolye değil bıçaktı.

67
Kurgu İskelesi / Sakalından Evren Yaratan Adam
« : 23 Ağustos 2012, 03:51:27 »
Gelebilecek her türlü tepkiye hazırım, çünkü bunu yazarken gerçekten bazı yerlerde ''saçmalamış'' olduğumu düşünüyorum. Sonu da biraz aceleye gelmiş olabilir.



Sakalından Evren Yaratan Adam


Taburesinde oturan yaşlı bir tanrıydı. Sakalları yarattığı yıldızlar kadar ak, kaşları oluşturduğu boşluk kadar karaydı. Canı sıkılıyordu. Bunu gidermek için oluşturduğu küçük evreni izliyordu. Sıkıntısını boş evreni izlemekle geçiştiremedi, devamlı sıkılıyordu çünkü. Bir şeyler ile uğraşması, oyalanması gerektiğini bizzat kendiside biliyordu.

Sakalını okşadı ve elini daldırıp bir tutam beyaz sakal kopardı. Tanrının tuttuğu ak sakal çevredeki yıldızlar kadar gösterişliydi. Ve yine onlar gibi parlamaktaydı. Sakalı dudaklarına doğru götürdü, kırmızı dudaklarında dolaştırdı. Sakalı diğer elinin avuç içine yerleştirdi, sakalını üfledi. Ak sakal büyüdü, büyüdü ve bir gezegene dönüşmüştü şimdi.  Bir kaç saniye önce sakallarının arasındaki tutam şimdi yarattığı evrenin içinde, yarattığı gezegenler arasındaki yerini almıştı.

Bu canı sıkıldığı zamanlar yaptığı eylemlerden biriydi, bir özelliği bulunmamaktaydı. Yarattığı yıldıza yaşaması için bedenler yapmayı ve onların neler yaptıklarını seyretmeyi düşündü. Güzel fikirdi.

Sakalından minik teller kopardı. Beyaz telleri, kaşlarından kopardığı siyah teller ile karıştırdı. Kafasında saç yoktu, bu yüzden elini attığı kafasında pek bir şey bulamamıştı. Siyah ve beyaz tellerin karışımından oluşan ruhları az biraz önce oluşturduğu gezegene üfledi. Aynı işlemi bir süre daha devam ettirdi. Yeteri kadar ruh yapmadığını düşünüyordu. Ruhların yapımından sıkıldığı vakit, siyah kaş telinden biçim verdiği yarı-tanrıya göz attı.

''Bu kadarı benim için yeterli değil,'' diye söylendi tanrı. Ellerini sakalına götürdü. ''Baksana onları yaratacağım ve sıkıntıdan kurtulacağım diye sakalımı kaybettim,'' yarı-tanrıyı şöyle bir süzdü. ''Üstelik her şey tam olmadı. İstediğim ve hayal ettiğim gibi gerçekleşmedi. Kusurlu gezegenlerden biri. Üzerinde bedenlerin dolaştığı boşa uğraştığım eser.''

''Yarattıkların ateşi icat ettiği zaman her şey yok olacaktır zaten,'' diye karıştı yarı-tanrı.
''Bunu nerden biliyorsun?'' diye sordu tanrı.
''Ben sizin kaşlarından oluşmuş, onlardan biçim almış bir varlığım. Bildiklerinizin her birini bende biliyorum. Tıpkı oluşturduğunuz ve gezegene gönderdiğiniz bedenler ve onların içerisindeki ruhlar gibi.''
''Onlardan nasıl kurtulabiliriz bir fikrin var mı?'' dedi tanrı parçasını taşıyan yarı-tanrıya.
''Oluşturduğun, yarattığın, biçim verdiğin her şeyi bana bırak ve bu evreni terk et. Kendine daha güzel ve eğlenceli bir evren yarat. Burasıyla ve ateşi kullanmaması gereken bedenler ile ben ilgilenebilirim.''

Yarı-tanrının söyledikleri yaşlı tanrının kulağına hoş geliyordu. Kafasını aşağıya ve yukarıya salladı. Bu onaylamak demekti. Taburesine oturdu ve gözlerini yumdu. Bir süre sonra tanrının oturduğu evrenini izlediği yerde, başka taburenin üzerinde yarı-tanrı oturmaktaydı.

''Ateşi kullanmalarına, gezegeni yakmalarına izin vermeyeceğim. Daha kötüsü dahi olabilir, evreni yakabilirler,'' dedi. Eskinin yarı-tanrısı şimdinin tanrısı kaşlarından bir tutam, sakallarından yinebir tutam kopardı ve onları birleştirip ezdi.

Gezegeni izleyip kaşları ve sakalları uzun uzun olan bedenleri görünce gülümsedi. Sakallarını ve kaşlarını ilkel canlılar gibi yolan bedenleri görünce kahkaha attı.

''Umarım işim bir an önce biter. Bitmez ise ateşe ulaşır ilk önce kaşlarını ve sakallarından kurtulmak isterler. Önce kendileri, sonra gezegen, sonra evren ve en sonunda ben yok olurum. ''

Uzun uğraşlar ve deneyler sonunda metali yaratmıştı. Bedenler sakallarını bu yeni madde ile temizlediler. Kaşlar ve sakallar tekrar tanrıya ulaştı ve o da, bir önceki tanrı gibi yeni bedenlere biçim verdi.

68
Kurgu İskelesi / Gvendolyn Öyküleri
« : 23 Ağustos 2012, 03:22:41 »
Pax Parlistan Düşüşü Öyküleri

Büyük bir patlama, evrenin bir bölümünü Büyük Diriliş'ten sonra ilk kez böylesine aydınlatan bir patlama. Her şeyin başı olan Kastel Alasis'in, Pax adını verdiği her galaksiyi kontrol eden, oğullarından olan, Alasis'in Nöbetçisi Parlistan kendisinin sorumlu olduğu Yeryüzü Liten'in sonunda tüm bu vahşete dayanamayıp yoketmişti, Paxlar ve Yeryüzü aynı anda doğar ve aynı anda solup giderlerdi. Pax Parlistan için artık zamanın sonu anlamına geliyordu bu. Pax Parlistan'ın bedeninden dışarıya fışkıran beyaz aura, gezegeni Liten'in parçalanışı esnasında çıkan toz bulutu ile birleşmiş komşu galaksilere dağılmıştı. Parlistan'ın ruhu ise oniki milyar sene boyunca koruduğu, gözetlediği, adalet sağladığı Liten'in evrenin aşağısına düşüşünü izliyordu,izliyordu,izliyordu. Beyaz ışık bir anda kayboldu ve Parlistan'ın ruhu uçtu. Zaman kavramı farklıydı, yeryüzündeki zaman ile Paxlar ve Tanrı'nın zamanı farklıydı. Bu Paxlar için çok zordu, işleri çok zorlaşıyordu, sonuçta kendileri ile aynı zaman kavramı yoktu yeryüzündeki canlılar arasında. Lakin, tüm Paxlar sorumluluğu verildiği yeryüzünü, gezegenleri başarıyla gözlemliyor ve işler karışınca bir insan bedeni içinde yeryüzüne uçup adaleti sağlıyor veyahut sorunları çözüyorlardı. Sonunda vardı Kostenlo galaksisine Pax Parlistan'ın ruhu. Kostenlo evrenin ortasıydı, evrenin en büyük en verimli yeryüzüne sahipti. Gezegenin adı ise Kosten idi. Bu kadar gözde olmasının tek sebebi burasının sorumluluğunun her şeyden önce var olmuş olan Tanrı Alasis'ti. Pax Parlistan'ın ruhu geçerken gökten, Kosten gezegenindeki insanlar seyrediyordu o muhteşem Pax Parlistan'ın ışığını. Sonunda.... Işık gökyüzünde bir yere çarptı, sanki geri seker gibi bütün beyaz ışık karanlık evrene yayıldı. Evren tekrar aydınlandı. Pax Parlistan huzur içindeydi. Herşeyin başladığı yerde. Şimdi ruhu vardı.
 
Büyük Diriliş'ten sonra, yaklaşık onüç milyar sene sonra ilk kez bir Pax ölüyordu, gezegeniyle birlikte. Zaman Kuralları vardı evrende ve bunu bizzat Kastel Alasis hazırlamıştı. Paxlar, Alasis'e, Kastel'de derdi. Gvendolyn dilinde Kastel, ''Hayat veren'' anlamına gelmekteydi ve bu dili tüm evren konuşurdu. Gvendolyn evrenin her yerine verilen isimdi, nerede olursan ol, ister Kostenlo galaksisindeki Kosten'de, ister Rachel galaksisindeki Achel'de, ister Pax Parlistan'ın ruhunun geldiği gibi Litennes galaksisindeki Liten'de ol. Orası Gvendolyn'di. Kastel Alasis yaklaşık kırkyedi milyar senedir evrende idi. Binlerce olay yaşamıştı fakat ona yemin etmiş bir Pax'ın ölümü onu şoke etmişti. Pax'lar inanılmaz varlıklardı. Kastel Alasis'in kudretleri kadar güçleri yoktu. Lakin, onun yarısı kadar güçü ve zekaları vardı. Evrenin Alasis'ten sonra doğmuş varlıklardı onlar. Alasis, kendine benzer yarattı onları. Cinsiyetleri yoktu, suratı yoktu, kolları yoktu, sadece bembeyaz bir ışık ve bir galaksiyi kontrol edebilecek kadar zekaları ve güçleri vardı. Onlarda Alasis gibi insan ve başka bir varlık şekline girip iniyordu yeryüzüne. İnsanların onlardan korkmaması için yapılıyordu bu. Zaten sadece insanlar korkardı onlardan, diğerleri hemen anlardı yaratıcının geldiğini fakat... İnsanlar farklıydı. İnsanlar açgözlüydü, insanlar amaçları uğruna Tanrı'sını satardı. Belkide onlara can vermemeliydi. Taş olarak kalmaları daha iyi olabilirdi. Alasis ilk günü hatırladı yine. Pax Palistan ve nicesine can verdiği günü.....
 
Kırkyedi milyar sene önceydi. Evren bomboştu, tam ortasında inanılmaz ve akılalmaz bir ışık yükseliyordu. Tüm evreni aydınlatıyordu bu ışık. O herşeyi görebiliyordu, lakin görülecek pek birşeyde yoktu. O zaman ne gezegenler vardı ne de Pax'lar. Sadece bir tek tanrı vardı. Her şeyin yaratıcısı Kastel. Kastel evrende yapayalnızdı. Evren sadece maddeden ibaretti. Kastel artık bir şeyleri değiştirmenin vaktini geldiğini anladı ve duyguları yaratmaya başladı. Belki de yaratmakta en çok zorlandığı şeylerdi bunlar. El ile tutulmasa, göz ile görülmese bile. Yarattığı duygulardan kendisi de etkileniyordu ve git gide güçlerini kaybediyordu. En sonunda bütün duyguları yarattı. İşi bittiğinde içinde mutluluk hissetmişti. Böyle bir şeyi daha önce hiç yaşamamıştı. Artık Kastel hissedebiliyordu. Kastel yarattıklarından gurur duymuştu. Mutlu olmuştu, sevinmişti. Lakin, birşeyler eksikti. Sanki kendini kontrol edemiyordu. Daha sonra bütün duyguların kendi bedenine işlediğini ve onu sürekli zayıflattığını farketti. Bu duyguları kendinden uzaklaştırmalı ve bir yere gizlemeli miydi? Ama nasıl? Kastel ilk defa kendini çaresiz hissediyordu. Her şeyin yaratıcısı kendini çaresiz hissediyordu. Duygular Kastel'i, Baş Tanrı'yı, Her Şeyden Önce Var Olan'ı bile dize getirmeyi başarmıştı.


Gnilwor Yıldızları Yükselişi Öyküleri

Kastel bu duyguları yok edemeyeceğini biliyordu. Ortadan kaldıramazdı bunları hiç var olmamış gibi. Çünkü onlar maddesel değildi. Hepsi ama hepsi saf enerjiden oluşuyordu. Kastel düşündü. Seneler seneleri kovaladı. Düşünerek tam tamına otuzdört milyar sene geçirdi. Yarattığı duyguların niye onu etkilediğini anlamaya çalıştı. Sonra çözümü yine kendinde buldu. Kastel'in bedeni de maddesel değildi. Onun bedeni ruhtan oluşuyordu ve duygular ruhu etkisi altına alıyordu. Duygular sanki Kastel'i işgal ediyordu. Kastel Alasis duygulardan kurtulmanın yolunu bulmuştu. Ruh yaratacaktı. Duyguları da bu ruhların içine tutsak edecekti. Ancak beceremiyordu. Duygular onu o kadar zayıf bir hale getirmişti ki hiçbir şey yaratamıyordu. Lakin, hiçbir şey yoktan var olamazdı. Var olan da tamamen yok olamazdı. Son bir çaresi kalmıştı. Kastel ruhundan parçalar koparmaya başladı. Kendi ruhunu parçalıyordu. Bu ruh parçalarının her birine ''Pax'' dedi. Duyguların enerjisini Paxlara dağıtıyordu. Lakin, duyguları kontrol etmek zordu, duygular her insana eşit olarak dağılmamıştı. Artık her ruh kendine özel olmuştu. Herbiri harikulade idi. Lakin, hiçbiri öteki ile aynı değildi, fakat bir ötekisi ilede farklı değildi.
 
Kastel Alasis bütün duygulardan kurtulmuştu fakat artık Paxları kendisi değil sahip olduğu duygular yönetiyordu. Bu yüzden Kastel onlardan duyguları geri almak zorunda kaldı. Artık duyguları yoktu. En başa döndü Kastel, fakat Paxları yaratmıştı bu onu sevindirdi. Paxların ruhları evrende dolaşıyordu. Ruhlar Kastel'in önünde dönüp duruyorlardı. Paxlar dans edip şarkı söylüyorlardı sanki. Duygular tekrar Kastel'i etkisi altına almıştı. Kastel Alasis, Paxlar şarkı söyleyip dans eder gibi etrafında dönünce mutlu oldu, sevindi. ''Sonsuzluk ve ötesine'' bir mutluluktu bu. Fakat duygulardan kurtulmalıydı. Aynı işlemi tekrarladı Kastel, güçü kalmamıştı. Nerdeyse yok olabilirdi. Denedi, denedi ve oldu! Ruhu parçalara ayrıldı yine, her yere beyaz ışıklar saçıldı ve milyonlarca ruh tekrar evrende idi. Paxların ruhları daha büyüktü yada öyle görünüyordu. Tekrar denedi Kastel Alasis. İlk önce bütün canlılara bir beden yarattı. Ruhları farklı olduğu için artık her canlının bedeni de farklıydı. Ancak beden hiçbir işe yaramamıştı. Tam tersine canlılar artık maddesel gezegenler demüdahale edebilecekti. Kastel Alasis canlıların bir çoğu ile baş edemeyeceğini anladı. (İnsanlar, Eonlar, Ejderhalar, Nekroslar ve diğer tamahkarlar varlıklar.) Canlılardan kurtulması gerekiyordu. Bunun için galaksileri ve gezegenleri oluşturmaya başladı. Güneşi yok etti. Güneşe gerek yoktu, Kastel Alasis'in ışığı ve sıcaklığı tüm evrene yetebilirdi. Güneş'i gezegenleri yaratmak için kullanmak en akıllı davranıştı. Güneşten kopardığı parçalar ile yıldızları yarattı Kastel Alasis. Evrendeki tek ruhsuz varlıkları. Daha sonra evrendeki her şeyi kopardı, bütün maddeleri parça parça kullanarak gezegenleri oluşturdu. Ancak gezegenlerin düzeni çok karmaşık olmuştu. Kastel bu güçsüz bedeni ile hem gezegenler hem de evrenin geri kalanı ile ilgilenemezdi. Daha sonra gezegenlerdeki maddelerden özel ''Yıldızlar'' oluşturdu. Bu yıldızlar tümününe ''Gnilwor'' adını verdi Kastel Alasis. Gezegenlerin enerjisini bu Gnilwor'a aktaracaktı ve bu Gnilwor Yıldızları sayesinde gezegenler kendi düzeni içinde ömürlerini sürdürebileceklerdi. Açık Mavi Gnilwor'u aldı ve bütün hava olaylarının enerjisini ona aktardı. Koyu Mavi Gnilwor'u aldı gezegenlerde bulunan tüm suyun enerjisini ona yerleştirdi. Açık Yeşil Gnilwor'u aldı gezegenlerdeki tüm hayvanların enerjisini bu Yıldız'a koydu. Koyu Yeşil Gnilwor'u aldı daha sonra, tüm gezegenlerde bulunan ve yaşamı sağlayan bitkilerin enerjisini aktardı bunun içine bu sefer. Sırada Yıldız Beyazı Gnilwor'a gelmişti. Gezegenlerdeki elektriğin enerjisini bu Yıldız'a doldurdu. Şimşekler, yıldırımlar hepsi ama hepsinin enerjisi artık bu Gnilwor'un kontrolündeydi. Toprak Kahverengisi Gnilwor'u aldı bu kez.
 
Bu Gnilwor'a toprağın enerjisini verdi. Güneş Kırmızısı ve tüm bu Gnilwor'ların karışımı olan Ignol geriye Ateş Kırmızı'sı Gnilwor'u aldı. Ona da ateşin enerjisini verdi. Ateş onun sorumluluğunda idi artık. Sonuna gelmişti Kastel Alasis, tüm Gnilwor Yıldızlar'ından bir parça kopardı ve daha büyük bir Gnilwor'un içine aktardı hepsini. Daha sonra ne açık ne de koyu yeşil bir renk aldı. Bu tüm gezegenlerde
bulunan tüm canlıların enerjisini aktardı son kez. Canlılar ve diğer enerjiler onda idi şimdi, diğerlerine birşey olursa o düzeni sağlayacaktı. Ignol'dan Koyu Mavi-Açık Mavi-Koyu Yeşil-Açık Yeşil-Yıldız Beyaz-Toprak Kahverengisi-Güneş Kırmızısı ve son olarak da tam ortadan Açık ve Koyu Yeşil ışıldıyordu. Tüm evren tekrar rengarenk oldu bir süre devam etti sonunda söndü. Kastel Alasis'in ışığı aydınlattı bu sefer. Gnilwor Yıldızlar'ını evrenin farklı noktalarına yerleştirmeliydi. Gnilworları Gvendolyn'in her bir köşesine dağıttı, bir arada olursalar yok edilmeleri daha kolay olurdu. Ve eğer birine bir şey olursa, diğerleri de bundan etkilenir; parçalanıp evrene dağılırlardı. Zamanın sonu gelirdi..


Meuravian Dumanları Öyküleri

Kastel Alasis canlıları gezegenlere gönderdi. Böylece hayat verdiği canlılar bedenleri yaşadığı sürece gezegenlerin içinde tutsak olarak yaşayacaktı. Peki ya zamanları dolup ruhları, bedenlerinden çıktıktan sonra? Kastel ölen canlıların bedenlerini kontrol etmesi ve ruhlarının enerjisini tekrardan gezegendeki yeni bir canlının bedenine hapsetmesi için bir ruh görevlendirmeliydi. Kalan ruhundan, güçlerinin yettiği kadarıyla büyük bir parça ruh çıkardı. Bu ruh bu görevi yapacaktı. Ruha sadece bir duyguyu aktardı. O da sadece ve sadece itaatti. Bu ruh artık sadece Kastel Alasis'e itaat ediyordu. Kastel ondan ölüleri kontrol etmesini istiyordu. Kastel bu ruha ''Meuravian'' adını verdi. Daha sonra gezegenlerin birinden bir parça madde kopardı Kastel, bir Grilwor Yıldızı yarattı gücüyle. Bu diğer Grilworlara göre çok daha küçüktü. Ejderha başı büyüklüğünde olan bu Grilwor, Ölüm Karası rengindeydi. Bu yüzden Kastel bu Grilwor'a Ölüm Karası Grilwor Yıldızı dedi. Ölülerin ruhlarının enerjilerini bu Grilwor'a aktaracaktı. Lakin, Gvendolyn'ın hiç bir yerinde ölü yoktu, bütün bedenler sağ idi. Zamanlarının dolmasını beklemeliydi Kastel, kendi yazdığı Zaman Kuralları bulunmaktaydı. Yarattığı canlıların, ruhlarını alamazdı. Onları öldüremezdi. Güneşi, evrendeki tüm varlıkları yok edebilirdi ama canlılara bir şey yapamazdı. O, Kastel'di. Gvendolyn dilinde ''Hayat verendi.'' Hayat alan değildi; bu hem ona yakışmazdı, hem de Zaman Kuralları bozulur ve zamanda çatlaklar olurdu. Ölüm Karası Grilwor'u Meuravian'a teslim etti ve ona canlıların öldükten sonra enerjisini alabilmesi için güçleri bahşetti. Meuravian'ı, Grilwor Yıldızı ile birlikte Qation galaksisinde bulunan Ainen gezegenine gönderdi. Qation, Kastel Alasis'ten çok fazla uzakta olan bir galaksiydi, Kastel Alasis'in bile ışığı ve ısısı buralara ulaşamıyordu. Gezegen çok soğuk ve çok karanlıktı bu yüzden.
Meuravian, Ölüm Karası Grilwor ile Ainen'e geldi. Grilwor, Ejderha kafası büyüklüğündeydi ve taşınması imkansızdı. Zaten Meuravian için sorun değildi bu, o nereye süzülse Grilwor'da oraya süzülüyor onu takip ediyordu. Meuravian'ın yüzü yoktu, elleri yoktu, kafası yoktu, vücudu yoktu. Siyah cübbe, kara bir dumandan oluşuyordu bu beden. Yemeğe, suya, uykuya hiçbir şeye ihtiyaç duymuyordu. Sadece sorumlulukları için, Kastel için yaşıyordu. Ainen'de bir ruhun enerjisini bekliyordu sadece Grilwor'un içine aktarabileceği.
 
Kastel artık hem duygulardan hem de canlılardan kurtulmuştu. Gezegenleri bir hapishane olarak kullanmıştı. Lakin, bu hapishaneyi de kendi haline bırakamazdı. Onları kontrol etmesi gerekiyordu. Eğer özgür kalırlarsa canlılar her şeyi yapabilirlerdi. Özellikle İnsanlar, Nekroslar, Ejderhalar ve Eon'lar. Onlar açgözlü ve tamahkar varlıklardı. Yarattığı canlılara bile güvenemiyordu Kastel Alasis. Çünkü onlarda yaratma gücü olan tek varlığın birer parçalarıydı.
 
Kastel, Paxları kullanacaktı bu görev için. Herbirine kendi gücünün yarısını, kendi zekasının yarısını, kendi bilgeliğinin yarısını, sahip olduğu herşeyin yarısını bahşetti. Yüzlerce galaksi vardı, yüzlerce de Pax. Her galaksiye bir Pax gönderdi Kastel. Paxlar, onun ilk yarattıklarıydı, çocuklarıydı. Paxların artık kendi sorumlulukları vardı. Kastel artık dinlenmeliydi. Kısa bir süre için...

69
Eğlence & Mizah / Fantastik Yaratık Bilmece
« : 22 Ağustos 2012, 15:13:06 »
Herhangi bir evrenden bir yaratığın resmini koyalım ve tahmin etmeye çalışalım. Bilen kişi isterse kendi bir resim koyarak sorusunu sorar, istemezse başka biri onun yerine geçebilir.

Biraz kolay oldu ama, tahminleri alalım o zaman.

70
Yazarlar / Michael Moorcock
« : 22 Ağustos 2012, 03:33:54 »
Michael Moorcock'un gelmiş geçmiş en iyi fantezi yazarları arasında olduğu su götürmez bir gerçek. Kendisinin bir internet sitesi bulunmakta, forumunda soruları cevaplıyor.

Buyrun efendim.

Michael John Moorcock sıradan bir orta sınıf ailenin çocuğu olarak 18 Aralık 1939 yılında Londra’da dünyaya geldi. II. Dünya Savaşının yıkıntıları arasında büyüdü. Pek parlak bir öğrenci değildi. Daha küçükken bile gazeteci olmak istiyordu. Onlu yaşlarına geldiğinde fanzinler çıkartmaya başladı. Bir kaç yıl sonra öykülerini ve yazılarını satmaya başladı. 1956 yılında, sadece onaltı yaşındayken, Tarzan Dergisinin (Tarzan Adventures) editörü oldu. Ancak bu dergide fazla çalışamadı. Bir çizgi roman olan Tarzan Dergisinde daha fazla yazı bulunmasını istediği için dergiden ayrılmak zorunda kaldı. Ardından Sexton Blake Kütüphanesi (Sexton Blake Library) adlı dergide editörlük yaptı.

Bu yıllarda yazarlığın yanı sıra diğer bir tutkusu olan gitar çalmaya da yöneldi. Soho’da kafelerde ve hatta bir genelevde bile çaldı. Fleetwood Mac grubundan Peter Green ile tanışıklığı bu günlere dayanır. Sonraları Paris’de de müzisyenlik yaptı. Avrupa’da bir süre dolaştıktan sonra tekrar İngiltere’ye döndü.

Bu dönemde yazmaya başladığı Elric kitapları ile tanınan bir yazar oldu. 1964 yılında İngiliz bilim kurgu dergisi Yeni Dünyalar (New Worlds) dergisinin editörü oldu. Sıradan sayılabilecek bir bilim kurgu dergisi olan Yeni Dünyalar’ı, altmışların alternatif kültürün bir aracı yaptığı gibi, çağdaş roman anlayışının da önünü açtı. Bu başarısında J.G. Ballard ve Brian Aldiss gibi yazarların hikâyelerini yayınlamasının önemli etkisi oldu.

Yetmişlerde tekrar müzik ile ilgilenmeye başladı. İsmini Dorian Hawkmoon adlı karakterinden alan Hawkwind adlı bir grupta çaldı. Grubun The Black Corridor (Kara Koridor) adlı albümünde, Moorcock’un aynı adlı kitabından bire bir alıntılar vardır. 1975’de kaydettiği ve Hawkwind grubunun üyelerinin de çaldığı The New Worlds Fair (Yeni Dünyalar Panayırı) adlı albümü 1981'de yayınlandı. Ayrıca Black Blade (Kara Kılıç) adlı Blue Oyster Cult albümünün sözlerini yazdı. Bu albüm ismini Melnibone’lu Elric’in kılıcı Fırtına Koparan’dan (Stormbringer) almaktaydı. Günümüze kadar Blind Guardian, Summoning, Domine ve Cirith Ungol müzik grupları Moorcock’tan esinlendikleri şarkılar yazmışlardır.

Seksenlerden sonra Moorcock daha ''saygın'' sayılabilecek Londra Ana (Mother London) ve Bizans Dayanıyor (Byzantium Endures) gibi kitaplar yazdı. Tarzındaki değişmeye rağmen yeni kitaplarında eski karakterlerine sürekli göndermeler yaptı. Bu karakterler hakkında yeni hikâyeler de yazdı.

Moorcock yazmış olduğu fantezi hikâyelerinde, yaratmış olduğu Ebedi Kahraman (Eternal Champion) ve Çoğulevren (Multiverse) kavramlarını sıkça kullanmıştır. Bir çok paralel boyut ya da gerçeklikten oluşan çoğulevrende kimlikleri değişen, ancak aynı özden oluşan ya da seçilen Ebedi Şampiyonlar sadece iyilik ve kötülük arasındaki dengeyi sağlamak için değil, aynı zamanda düzen ve kaos arasındaki dengeyi sağlamak için de mücadele ederler. Kullanılan bu iyi-kötü ve düzen-kaos kavramları ''Zindanlar ve Ejderhalar'' (Dungeons & Dragons) kitaplarında yönelim (alignment) için kullanılmıştır. Kimlikleri değişen bu kahramanların yolları çeşitli hikâyelerde kesişir. Ebedi Şampiyonların muhtemelen en ünlüsü, altmışlı yılların sonunda yazmaya başladığı Melnibone’lu Elric’dir. Elric sıra dışı bir kahraman olarak dikkat çeker. Hükümdarı olduğu, yüzyıllardır insan diyarlarına hükmeden efsanevi imparatorluğun, sevdiği kadın için yağmalanıp yıkılmasına göz yummuş bir imparatordur. Sevdiğini kurtarabilmek için kaosun hizmetkarı bir iblis ile antlaşma yapar ve kana susamış kılıç ''Fırtına Koparan'ı'' taşımaya başlar. Bu kılıç ile albino ortak bir yaşam sürerler. Elric kılıç için kıyım yaratırken, kılıç da ona yoksun olduğu gücü sağlar. Diğer fantezi hikâyelerindeki kahramanların aksine iyilik için savaşmaz. Burnunun dikine gider, işine geleni yapar. Elric’in hemen hemen yapmış olduğu kahramanca ya da kahramanca sayılabilecek işler, tamamen şartları onu o noktaya getirmesi ile olur. Belki de buna çoğulevrende bir Ebedi Kahraman da olması neden olur. Onu çoğu zaman şartlar zorlar. Bir çok boyutun kesişimindeki ortak bir noktada yer alan efsanevi şehir Tanelorn için savaşması da benzer bir şekilde gelişir. Aşağıda biraz daha ayrıntılı değineceğim gibi Moorcock’un yarattığı karakterlerin kahramanlıklarını şartlar belirler.

Köln Dükü Dorian Hawkmoon başka bir Ebedi Kahraman olarak karşımıza çıkar. Günümüzden yaklaşık bin yıl sonra geçen hikâyede, büyük savaşlar ve yıkımdan sonra geride kalan dünya anlatılır. Hikayelerdeki kötü adamlar olan Grenbretan yani Büyük Britanya, Moorcok’un İngiltere ve birçok ülke için yaptığı eleştirileri bünyesinde barındırır. Yazarın da daha sonra açıkça belirteceği gibi kitaplardaki göndermeler bilinçli olarak gayet net ve belirgin olarak yapılmıştır. Elric gibi şartların kurbanı olan Dorian Hawkmoon kaos ve düzen, iyilik ve kötlük arasındaki mücadele de yerini alır.

1967 yılında yazmış olduğu İşte O Adam (Behold the Man) ile Nebula ödülü kazanan Moorcock, bu kitapta zamanda geriye giderek aslında zeka özürlü olan Nasıralı İsa’nın yerine geçerek İsa Mesih olan zaman gezgini Karl Glauger'i anlatır. Glauger organik bir zaman makinesi ile geçmişe, Roma hakimiyetindeki Kudüs ve eşrafına yolculuk yapar. Kullandığı zaman makinesinin bir rahim biçimindedir. Bu onun yeniden doğuşunu simgeler. Ne kadar kaçarsa kaçsın, direnirse dirensin sonunda İsa Mesih rolünde çarmığa gerilir. Belki de mevcut Hristiyan inancı ile dindar hatta dinsiz sayılabilecek biri olan Glauger İsa’nın şahadetini taklit eder. Moorcock’un İşte O Adam’ın Türkçe baskısının önsözünde yazdığı gibi, onun karakterlerinin kahramanlıkları zorlu şartlar ve baskı nedeni ile ortaya çıkar.

Moorcock ayrıca yıllar içerisinde İsa Mesih’e göndermelerde bulunmaktan geri kalmaz. James Colvin adı altında yazdığı hikâyeler ve sevilen karakteri Jerry Cornelius'un baş harleri JC İsa Mesih (Jesus Christ) ile örtüşür.

Moorcock politik görüşlerini açıklamakdan çekinmez. Kendin açıkça ''Kraliyet Karşıtı'' olarak tanımlar. Konu bilim kurgu ve fantezi olunca, tutucu politik düşüncelerini eserleri ile insanlara empoze ettiklerini düşündüğü yazarları sert ve kendine has bir üslup ile eleştirmekten geri kalmaz. Ktulhu öykülerinin yaratıcısı H.P Lovecraft'ı kadın ve Yahudi düşmanı, ırkçı; I. Asimov ve A.C. Clarke ile bilim kurgunun en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilen Robert Heinlein'ı militarist, sağcı olarak niteler ve yazıklarını Adolf Hitler'in Kavgam (Mein Kampf) ile eşleştirir; kapitalizm, rasyonel bencillik ve bireycilik üzerine çalışmaları olan, Rusya doğumlu Amerikalı yazar ve düşünür Ayn Rand'ı ''kuduz bir işçi sendikası ve sol karşıtı'' olarak eleştirir. J.R.R. Tolkien'in yazdıklarını, hikâyelerdeki mutlu, kırsal İngiltere manzaralarından dolayı A.A. Milne tarafından yazılan Winnie the Pooh öyküsüne benzetirken, Tolkien için ''orta sınıf, hristiyan yobaz'' kelimelerini kullanır. Bu yazarların öykülerinde çalışan sınıfı kontrol edilmesi, doğru kişiler tarafından yönetilmesi gereken bir yaratık gibi göstererek herkes için dinsel ve ototirer bir düzen içerisinde tek bir doğruyu savunmalarını, her türlü düzen karşıtılığını ''kötülük'' olarak nitelemelerini ve savaşın tek yol olduğunu savunmalarını eleştirir.

Yazarlar hakkındaki bir çok eleştirisinin yanı sıra H.G Wells, Joanna Russ, Philip K. Dick, John Sladek, Thomas M.Disch, gibi yazarları ise yazdıkları eserleri ve duruşları için över.
Bu günlerde Moorcok dostları Mervyn ve Maeye Peake hakkındaki biyografi üzerine çalışmaktadır. Son kitabı The Metatemporal Detective 2007 yılında basılması planlanmaktadır.


Ödülleri
· 1967 Nebula Ödülü (Kısa Roman): Behold the Man (İşte O Adam – Phoenix 2002)
· 1972 August Derleth Fantezi Ödülü (En İyi Roman): The Knight of the Swords
· 1973 August Derleth Fantezi Ödülü (En İyi Roman): The King of the Swords
· 1974 Britanya Fantezi Ödülü (En İyi Kısa Öykü): The Jade Man's Eyes
· 1975 August Derleth Fantezi Ödülü (En İyi Roman): The Sword and the Stallion
· 1976 August Derleth Fantezi Ödülü (En İyi Roman): The Hollow Lands
· 1977 Guardian Kurmaca Yazın Ödülü : The Condition of Muzak
· 1977 Dünya Fantezi Ödülü (En İyi Roman Adayı) : The Sailor on the Seas of Fate (Kader Denizlerindeki Denizci – Altıkırkbeş 2000)
· 1978 John W. Campbell Anısal Ödülü: Gloriana
· 1979 Dünya Fantezi Ödülü (En İyi Roman): Gloriana
· 1982 Dünya Fantezi Ödülü (En İyi Roman Adayı) : The Warhound and the World's Pain
· 1993 Britanya Fantezi Ödülü (Komite Ödülü)
· 1993 Bram Stoker Ödülü (En İyi Kısa Öykü Adayı) : Colour
· 2000 Dünya Fantezi Ödülü (Ömür Boyu Başarı Ödülü)
· 2002 Bilim Kurgu Yazarları Onur Ödülü
· 2004 Prix Utopiales Ömür Boyu Başarı Ödülü
· 2004 Bram Stoker Ömür Boyu Başarı Ödülü

Seçilmiş Eserleri
The Stealer of Souls - 1963
Stormbringer - 1965
Elric of Melniboné - 1972 (Melnibone’li Elric - Altıkırkbeş 1999)
The Sailor On The Seas Of Fate – 1976 (Kader Denizlerindeki Denizci – Altıkırkbeş 2000)
Weird Of The White Wolf - 1977 (Beyaz Kurdun Kaderi – Altıkırkbeş 2000)
Vanishing Tower - 1970 (Kaybolan Kule – Altıkırkbeş 2001)
Bane Of The Black Sword – 1977 (Kara Kılıcın Laneti – Altıkırkbeş 2002)
Stormbringer – 1977 (Fırtına Yaratan – Altıkırkbeş 2003)
The Jewel In The Skull – 1967 (Kafatasındaki Mücevher – Altıkırkbeş 2001)
The Mad God’s Amulet – 1968 (Çılgın Tanrının Tılsımı – Altıkırkbeş 2002)
The Sword Of Dawn – 1968 (Şafak Kılıcı – Altıkırkbeş 2002)
The Runestaff – 1969 (Rünlü Asa – Altıkırkbeş 2003)
The Jewel In The Skull – 1967 (Kafatasındaki Mücevher – Altıkırkbeş 2001)
The Mad God’s Amulet – 1968 (Çılgın Tanrının Tılsımı – Altıkırkbeş 2002)
Behold the Man -1966 (İşte O Adam - Phoenix 2002)
The Black Corridor (1969)
The Ice Schooner (1969)
The Warlord of the Air (1971)
The Dancers at the End of Time (1972-76)
Legends from the End of Time (1976)
Gloriana (1978)
My Experiences in the Third World War (1980)
Mother London (1988)
King of the City (2000)
The Final Programme (1969)
A Cure for Cancer (1971)
The English Assassin (1972)
The Condition of Muzak (1977)
The Adventures of Una Persson and Catherine Cornelius in the 20th Century (1976)
The Lives and Times of Jerry Cornelius (1976)
The Entropy Tango (1981)
The Alchemist's Question (1984)
Firing the Cathedral (novella) (2002)
The War Hound and the World's Pain (1981)
The Brothel in Rosenstrasse (1982)
The City in the Autumn Stars (1986)
Byzantium Endures (1981)
The Laughter of Carthage (1984)
Jerusalem Commands (1992)
The Vengeance of Rome (2006)
Blood (1994)
Fabulous Harbours (1995)
The War Amongst The Angels (1996)
The Dreamthief's Daughter (2001)
The Skrayling Tree (2003)
The White Wolf's Son (2005)

71
Fantastik Diller Okulu / Buz ve Ateşin Şarkısı : Eski Dil
« : 21 Ağustos 2012, 20:01:01 »
Eski Dil, İlk İnsanlar tarafından Westeros'ta konuşulmaya başlanan dildir, yaklaşık 12.000 senelik bir geçmişi vardır ve halen kullanılmaktadır. Sert bir tınlama ile konuşulan bir dildir. Eski Dil kaynaklı isimler kısa, basit ve açıklayıcı olma eğilimindedirler. Dil Westeros'ta ömrünü doldurmuştur ve konuşulmamaktadır. Fakat Sur'un ötesindeki topraklarda yaşayan devler ve bir kaç yabanıl boyu tarafında kullanılmaktadır.

Bir kaç kelime bilinmektedir, Sygerrik gibi bu şimdiki Ortak Lisanda ''Düzenbaz'' demektir ve Ozan Bael tarafından kullanılmıştır. Magnar, ''Lord'' ve Skagos, ''Taş'' anlamına gelmektedir.
Mag Mar Tun Doh Weg bir devin adıdır ve bu da ''Kudretli Mag'' anlamına gelir. Ayrıca Skagosi ''Taşdoğumlu'' anlamını taşımaktadır.

Özgür Halk'ın büyük kısmının isimleri Eski Dil kaynaklıdır. Bunlar ;
Harma, Dalla, Val, Ygritte, Ryk, Ragwyl, Lenyl, Styr, Jarl, Grigg, Errok, Quort, Bodger, Del, Dan, Henk, Lenn, Tormund, Toregg, Dormund, Dryn, Munda, Orell, Varamyr ve Alfyn
Craster'ın ailesi, Gilly(Şebboy), Nella, Ferny, Dyah

ve diğer yabanıllar ; Arson, Gendel ve kardeşi Gorne, Joramun, Bael, Tristifer Mudd, Raymun Kızılsakal daha bir çok isim.

Dilin rünik bir yazı sistemi vardır.

72
Unutulmuş Diyarlar / Gen-Con
« : 18 Ağustos 2012, 13:22:50 »
Gen-Con 2012'den Wizards of the Coast/Dungeons & Dragons bölümünden bazı bazı görüntüler.
[spoiler]



73
Bildiğiniz üzere GRRM'nin büyük eseri A Song of Ice and Fire geçtiğimiz sene HBO tarafından dizi yapıldı. Ve, popülerliği çabucak arttı, kitapları onlarca dile çevrildi ve milyonlarca kişi tarafından okundu. Peki işi daha fazla önemseyen hayranlar? Çocuklarına isim olarak karakterlerin adlarını verdiler. Yazarın kendi sitesinden bulduğum bu isimleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Arya Anne Reat
Daenerys Elizabeth Averett
Bran O' Holland
Arya Marie Dobry
Brandon Bran Gabriel
Beric Alexander Williams
Daenerys Auryianna Louise Wenig
Arya Laurel McClintock
Elliot Jorah Laflamme
Aria Michelle Zak
Nymeria Redux


Böyle boş kalmasın, birde soru soralım. Sevdiğiniz bir seride bulunan bir karakterin adını oğlunuza veya kızınıza verir miydiniz?  :)

Not: Opps! Konu sanırım Mizah bölümüne açılmalıydı, nedir benim bu yanlış yere açtığım başlıklar.

74
Unutulmuş Diyarlar / Şehir Haritaları
« : 16 Ağustos 2012, 03:34:45 »
Şehirler ve şehirlerde bulunan önemli yerleri gösteren haritalar. Everlund ve Sundabar'ın büyük boyutlu haritalarını bulamadım, bulabilirsem ekleme yaparım.
Spoiler: Göster



75
Zaman Çarkı / Zaman Çarkı'ndan Akıllarda Kalanlar
« : 15 Ağustos 2012, 00:39:32 »
Yenidendoğan Ejder'in sonundaki şu bölüm beni çok etkilemişti. Okumayanlar için gizleyerek yazacağım.
Spoiler: Göster
Dışarıdan haykırışlar durmadan yükseliyordu. ''Ejder! Al'Thor! Ejder! Al'Thor! Ejder! Al'Thor! Ejder! Al'Thor!''
Ve Taş'ın sakladığı Kılıç'ı onunkinden başka elin çekemeyeceği yazılmıştı, ve o çekti, elinde ateş gibiydi ve ihtişamı dünyayı kavurdu. Böylece başladı. Böylece onun Yeniden Doğuşunun şarkısını söylüyoruz. Böylece başlangıcın şarkısını söylüyoruz.

Sayfa: 1 ... 3 4 [5] 6 7 ... 9