Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Acmert

Sayfa: 1 2 [3] 4
31
Kurgu İskelesi / Elf ve Sultan
« : 18 Aralık 2012, 22:13:14 »
Tarihi konularda tek bildiğim, ders kitaplarında geçen pek de ayrıntılı olmayan bilgilerdir. Bu yüzden yapacağım her türlü hata için affınızı diliyorum.

Bölüm Bir

Başı bir zamanlar bir ahırda bulunan samandan yapılmış gibi kokan bir başlık ile kapatılmıştı. Elleri arkasında birleştirilmişti ve yüzüstüydü. Atın her sarsılışında yüzünün sağ tarafı atın yelesine çarpıyordu ve bu hem atı hem de onu rahatsız ediyordu. Huysuz at her an onu üstünden atabilirmiş gibi duruyordu ancak bir haftalık yolculukta bunu yapmaya hiç yeltenmemişti.

Atın iki tarafında iki kişi daha at sürüyordu. Bunlardan biri bir taraftan, diğeri de öte taraftan atın yönünü belirliyorlardı. At bunu önemsemiyordu ancak kırbaçlar onu da, üstündeki adamı da acıya mahkûm ediyordu.
Korkak adı verilen adam atının üzerinde kalkmaya çalıştı ancak başlığının içine zorla sıkıştırılan elleri buna izin vermedi. “Sakin dur,” diye buyurdu adamlardan biri. Yüzünün sağ tarafında uzun bir çizik olan bir akıncıydı bu adam. Kömür karası, karmakarışık ve pis saçlarının ne kadar uzun zamandır kesilmediğini kestirmek zordu. Yüzü de tıraşsızdı ancak bütün bunlar onu rahatsız etmiyor gibiydi.

İkisi de Osmanlı Taht’ına hizmet ediyorlardı fakat padişah onları uzun zaman önce sınır kenti olan Üsküp’e göndermişti. Sınırların en büyük ihtiyacını karşılamaları gerekiyordu; halkın güvenliğini sağlamak… Yola üç bin kadar atlı olarak çıkmışlardı ve vardıklarında büyük bir coşkuyla karşılanmışlardı. Uğradıkları her köyde köylüler geçişlerinde ve konaklamalarında onlara yardımcı oluyorlardı.

Köyler fakirdi ve eşkıyaların yağmalarında fakirlikleri katlanıyordu. Bunlara son vermek için gönderilen askerlerden bazıları görevlerini hiçe sayıp, onlara gösterilen yardımseverlikten faydalanıyordu. Buna rağmen askerlerin çoğu imanlı insanlardı ve Allah korkusu ile millet sevgisi yüzünden görevlerini en iyi şekilde yapıyorlardı.

Kaleye ulaştıklarında kale efendisi henüz görevlendirilmemişti bu yüzden asker birliğinin komutanı kalede hükmünü ilan etmişti. Uzun bir süre hükmetmişti ve vergileri düzenli olarak iletmişti Taht’a. Eşkıyalarla da hak ettikleri gibi ilgilenen komutan bir süre sonra padişah tarafından kalenin beyi ilan edilmişti. Halk komutanı seviyordu.

Her şeye rağmen sınır kenti olması Üsküp’e olan saldırıları azaltmıyordu bu yüzden gözcüler yapabildikleri en iyi şekilde sınıra girişleri engelliyorlardı. Korkak isimli adam da bu sayede yakalanmıştı. Adam şehre girmeye çalışırken fark edilmişti ve yakalanacağını anlayınca teslim olmuştu. Beyin karşısına çıkarılan adam beye onu öldürmemesi için yalvarmıştı ve bu yüzden bey ona Korkak ismini vermişti. Bey ilk defa bir tutsağa sahip olmuştu ve ne yapacağını bilemiyordu. Bu yüzden iki adamı Korkak’ın yanına verip, yargılanması için gönderip Taht’tan da bir kadı talep etmişti.

Yolculukları genel anlamda sakin geçmişti. Barış Muhafızı sancağı vermişti onlara kale beyi. Bu sayede hiçbir eşkıya onlara yaklaşmaya cesaret edememişti. Çünkü Barış Muhafızları eşkıyalar arasındaki en büyük korkuydu. Genelde en iyi adamlar arasından seçilen Barış Muhafızlarının iki askeri, yüz kişilik bir eşkıya birliğini ezip geçebilecek yeteneğe sahip olurdu.

 Yolculuğun sonuna doğru, köyler ve küçük, ahşap kaleler artmaya başlamıştı. Yolda tam üç tane eşkıya birliğinin onlardan kaçışını izlediler ve sonunda İstanbul’a giriş yaptılar. Saray’a doğru sürdüler atlarını ve adamın kötü bir görüntü yaratmaması için başlığını çıkarttılar ancak ellerini her türlü ihtimale karşı bağlı bıraktılar. Saraya geldiklerinde öğlen vakti olmuştu.

Kalenin devasa ahşap kapısında iki muhafız bulunuyordu. Topkapı Sarayının en dış bölümü olan Birun’a girdiler ve burada padişahın huzuruna çıkartılmak istediler. Aslında böyle önemsiz birinin padişahın huzuru yerine vasıfsız bir kadının huzuruna çıkarılması daha mantıklı olurdu ancak kadı talebinde bulunacakları için Taht Odasına girmeleri gerektiğini düşünmüşlerdi.

Saatlerce beklediler burada. Bu sırada karınlarını doyurdular ve Korkak’ın temizlenmesini sağladılar. Padişahın huzuruna çıkacakları için bu şarttı. En sonunda bir adam gelip, hükümdarın onları kabul edeceğini söylediklerinde güneş batmak üzereydi. Büyük ihtimalle padişah son kişiyi huzuruna kabul edecekti. İçeri girdiklerinde yavaş yavaş boşalmaya başlayan odanın en uç kısmında bulunan Taht’ın önüne doğru hareket ettiler.

Daha önce sarayda olmalarına rağmen taht odasına hiç girmemişti adamın muhafızları. Oda beklediklerinden küçüktü. Odanın duvarlarında çok farklı ve daha önce hiç görmedikleri işlemelerle kaplı halılar vardı. Taht ise tahttan çok bir koltuğa benziyordu. Gösterişsizdi ve üstü, koyu kırmızı bir bezle kapatılmıştı. Padişah bu tahtın tam ortasında oturuyordu ve tahtın iki yanında o saate kadar uyumamayı başarmış divan üyeleri bulunuyordu.

Padişahın önünde eğildiklerinde padişah onlara kalkmalarını söylediler ve kendilerini tanıttılar. Ardından padişahın onlarla değil de, daha çok adamla ilgilendiğini fark ettiler.

“Kendisi sınırlarımıza girmek için yeltenmişti, Sultanım,” diye açıklamaya kalkıştı yüzü yaralı adam. Adı Muharrem’di bu adamın. Yanındaki yol arkadaşının ki ise Saffet idi. O, uzun arkadaşından birkaç santim kısaydı ancak ondan daha düzgün bir yüzü vardı. Sarı, bukleli saçları omuzlarına dökülüyor ve üstüne giydiği kısa örgü zırh’ın altından kollarındaki kaslar açığa çıkıyordu.

Padişah, adamın salona girmeden önce bağlatılmış gözlerinin açılmasını emretti ve bu işi Saffet yaptı. Ardından adama eğilmesini söyledi ve adam eğildi. Ancak yüzünü yere eğmedi ve padişahın gözlerinin içine baktı. Padişah da aynı şekilde bakıyordu ve ikisi de bundan rahatsız olmuyordu.

Bir süre salon sessizleşti ve herkes padişahla tutsağa bakıyordu. Padişah adamlara tutsağın ellerinin açılmasını emretti. Adamlar bunu garipsese de açmak zorunda kaldılar. Bileklerindeki kalın ipten kurtulan Korkak iki eliyle diğerinin bileğini ovuşturdu. Bunu yaparken gözlerini padişahtan ayırmamıştı.

Bu şekilde devam eden bir süre sonra padişah derin sessizliği yaran bir çığlık atmış olabilirdi ya da mırıldanma koyuvermişti. Her iki şekilde de tüm gözler padişaha çevrildi.

“Ne verir sana bu cesareti?”

“Denizler kadar derin ve dağlar kadar ulu gözlerinizdeki bir ışıktır beni size bakmaya zorlayan, Sultanım,” adam gülümsedi. “Bu kadar ciddiyete bu kadar cesaret az bile.”

Padişah ona sert bir bakış attı fakat daha sonra herkesi şaşırtan bir şekilde o da gülümsedi. Ardından Saffet’e döndü ve sordu. “Bu adam kimdir efendi?”

“Dediğim gibi Sultanım,” dedi Saffet. Bunu yaparken Korkak’a tiksiniyormuş gibi bir bakış attı. “Sınırlarımıza girmeye çalışırken yakaladık ve efendimiz de kendisini yargılayacak kudreti kendinde bulamadığını söyleyip bu yaratığı yüce divanınıza getirmeyi uygun gördü.”

“Beyiniz kısmen haklıymış ya da sizi kandırmış,” padişah hala gülüyordu. “En küçük kardeşim Osman ile tanışın. Fatih babam Mehmet’in dördüncü ve son oğlu… Kendisi yıllardır kayıptı. Beyiniz bulmuş oldu.”
Saffet ve arkadaşı birbirlerine bakıp boyunlarını eğdiler. Ardından padişah onların çıkmasını istedi ve ardından da tüm divan üyelerinden. Osman ağabeyinin yanına gitti ve elini öptü. Ardından divan üyelerinin makamına oturdu.

“Nerelerdeydin?” diye sordu Bayezid kardeşine.

Osman bileklerini ovuşturdu ve ardından saçındaki bir tutam tozu silkeledi ve önünde birleştirdi. “Ork avlıyordum,” diye açıkladı. “Avrupalılar artık o illetlerden daha fazla getiriyorlar. Çok çalışıp az yiyorlar. Ama bu onların yağmaladıkları köyleri görmezden gelmemize neden değil.”

“Neden geri geldin peki? Seni buraya çeken şey ne?”

Osman boynunu çevirdi ve rahatlamış bir tavırla arkasına yaslandı. “Emrimde yüz adam ile bir ork kolonisine baskın yaptım. Tüm kadınları ve çocukları öldürdüm ancak diğer koloniler üstümüze bindiler. Köyden çekilmek zorunda kaldım. Bu arada Üsküp’e atadığın bey çok iyi bir asker fakat iş idareye gelince tam bir aptal… Her neyse bize bağlılık bildirmiş iki kalenin yönetimini ele geçirdiklerini öğrendim. Ama bu benim için bir ifade etmiyordu. Eh, yüz adam ile kale alamam. İki üç köy daha yıktım ve halkımızdan alabildiğim kadar gönüllü alıp, Kundar Vadisindeki kaleyi almaya karar verdim. Basit bir kale, duvarları taş değil, ahşap. Neyse. Adamları elimden geldiğince silahlandırdım ve kalenin üzerine sürdüm,” gözlerini önüne eğdi ve burnunun üzerindeki kara fakat ince bıyığı çekiştirdi. “Tüm askerlerim yandı.”

“Yandı?” Bayezid ona ne dediğini anlayamıyor bir şekilde baktı. Gözleri büyümüştü fakat bunun nedeni meraktı.

“Avrupalıların mı yoksa o iğrenç yaratıkların mı bilemem ama vadinin altında, bir mağarada artık bir ejderha yaşıyor. Ejderhanın ininde konaklamaya kalktık. Eh, Bu da bizimkilerin ölümü oldu. Geriye bir tek ben ve birkaç gönüllü kaldı. Diğer tüm askerlerim eridiler. Silahları ve zırhlarıyla birlikte… Gönüllüler yollarına gitti ben ise yoluma. Kaçtım fakat bu aptallar beni yakaladı. Yolculuğun pisliği dışında aç kalmamamı sağladığı için bu esaret benim için iyi oldu denebilir.”

“Aldığın kiloya bakılırsa öyle… Demek ejderha… Onların sadece Afrika’nın güneyinde yaşadığını sanıyordum. Güneşin ateşini emiyorlarmış… Allah korusun, güneşin gazabı üzerimize olursa onu bizim duvarlarımız durdurabilir mi bilmiyorum. Ancak şuanda halledilmesi gereken daha önemli meseleler var. Ağabeyin…”

“Evet, duydum,” diyerek sözünü kesti Osman. Bu onun içini yakıyormuş gibi göğsünü tuttu. “Kardeşimizden koruyoruz demek ki Taht’ı…”

“Öyle görünüyor. Başımızda bunca musibet var iken taht kavgası yaşamak…”

“Ağabeyim beni dinler,” diyerek araya girdi Osman. “Bırak Bursa’ya gidip onunla konuşayım.”

“Hayır,” dedi Bayezid sakince. Gözleri elindeki ağırca çevirdiği tesbihindeydi. Ardından gözlerini kaldırıp kardeşininkilere dikti.  “Senin için daha önemli bir görevim olacak. Senin geldiğin gerçekten çok iyi oldu Osman.”

Osman hayal kırıklığına uğramış bir şekilde ağabeyine baktı. “Nedir bu görev?” diye sordu gönülsüzce.

“Biliyorsun. Cem Bursa’yı ve gizlice birçok kaleyi elinde tutuyor. Fakat burada onunla ben uğraşabilirim. Sana olan görevim ise bundan çok uzaklarda.”

“Evet.”

“Senin görevin doğduğumuz, atalarımızın geldiği topraklardan ötelere gitmek.”

“Oralarda ne yapacağım?” Osman çok şaşırmış görünüyordu. Bunu garipsemesi normaldi çünkü ağabeyinin isteği normal değildi. Cem’in isyanı onun zihninde problem yaratmış olabilir mi acaba diye düşündü fakat bu mantıksız geliyordu. Bayezid hep düşünceli ve zeki biri olmuştu.

“Senden isteğim, kardeşim, Cem’i ve ejderhayı başımızdan def edebilecek bir şey. Doğuya gitmelisin. En doğuya. Çin’den de öteye. Orada ağaçlarla dolu yabani topraklar göreceksin.” Dedi ve ekledi. “Ve ötesindeki Elfleri, dünyamızla tanıştıracaksın.”

32
Kurgu İskelesi / Taşralı Çocuk
« : 30 Kasım 2012, 22:23:01 »
Bölüm 1


Taşralı Çocuk, yatağının dört bir yanına zincirlerle bağlanmış bir şekilde uyandı. Vücudunun her bir yanı sızlıyordu. Vücut ağrısı ile birleşen susuzluk dayanılmaz olunca annesini çağırması ve zincirlerden kurtulması gerektiğine karar verdi.

“Selma Hanım!” diye bağırdı Taşralı Çocuk annesine. Karşılık olarak, uzaklardan bir homurtu sesi geldi. Önce yavaşça başlaya annesinin ayak sesleri rahatça duyulabilecek bir hale gelince annesinin kapının önüne kadar geldiğini fark etti. Kapı sertçe açıldı ve içeri sert mizaçlı bir kadın girdi. Çatık kaşları, stresten beyazlamış, dökülmekte olan kıvırcık saçları gibi inceydi. Bileğindeki sarı tokayı çıkarıp dağınık saçlarını bağlarken “Ne var?” diye sordu sertçe.

“Uyandım,” dedi.

“Görebiliyorum,” dedi kadın çocuğun yüzüne sert ve boş gözlerle bakarak. Ardından çocuğun ne demek istediğini anlayarak, bel izahında olan önlüğün önündeki kesecikten küçük bir anahtar çıkarıp çocuğun yanına geldi. Tek tek her bir zincirin kilidini çözdü ve çocuğun serbestçe hareket edebilmesini sağladı. Çocuk ilk iş olarak sırayla bileklerini ovuşturdu.

“Susadım,” dedi çocuk gözleri kısık bir şekilde. Tüm gece elleri bağlı bir şekilde kalmanın verdiği acıyla bekledi. Ardından ona sinirli bir şekilde bakan annesinin yüz ifadesini fark etti ve tekrar konuştu. “Bu halde içeri gitmemi beklemediğini biliyorum.”

Birkaç saniye daha aynı şekilde bakan annesi en sonunda pes ederek içeri doğra yola koyuldu. “Lanet olasıca,” dediğini duyamadı Taşralı Çocuk.

Çocuğun bileklerindeki acı ve uyuşma hissi geçtiğinde ayağa kalkıp yürüyebileceğini fark etti. Yatağın başlığına yaslanarak ayağa kalktığında annesi elindeki yarısı boş su bardağıyla içeri girdi.  “Eh, demek ki kalkabiliyormuşsun,” dedi annesi ve bardağı yatağın yanındaki masanın üzerine bırakıp odadan tekrar çıktı. Çocuk su bardağını bir dikişte içti ve istemsiz bir şekilde geğirdi.

Üzerindeki kirli, sarı uyku tulumun çıkarttı ve yerine masanın önündeki sandalyenin üzerine bırakılmış sarı tişörtü aldı. Boğazından geçirip giydi ve hemen ardından altına pantolonu geçirdi. Bardağı tekrar eline alıp dibinde kalmış olan son bir iki damlayı da boğazına damlattı.

Odanın kapısından çıktığında karşısına küçük kardeşi Taşralının Küçüğü çıktı. “Günaydın,” diye mırıldandı Taşralının Küçüğü. Yüzünde garip bir ifade vardı ancak Taşralı Çocuk bunu pek önemsemedi.

Mutfağa doğru, bacaklarının ağrısının en el verdiği şekilde yürümeye başladı. İçeri girdiğinde annesi elindeki bıçakla, uzun ve parlak yemek masasının üzerinde soğan soyuyordu ve tezgâhın önünde Birinci Taşralı vardı. “Günaydın sevgili kardeşim,” diyerek sırıttı. Elinde bir bira şişesi vardı ancak annesi bunu fark etmiyor gibiydi. Kardeşine göz kırptı. Taşralı Çocuk kendini gülümsemekten alıkoyamadı.

“Günaydın,” dedi ve annesinin oturduğu masanın öbür ucuna oturdu. Geniş mutfakta ne yapacağını kafasında toparlamaya çalıştı ancak buraya geliş amacını unutmuştu. Neden oturma odasına gitmemişti?

“Dolapta bir tabak köfte var, tavaya koyup ısıt,” diye buyurdu annesi Taşralı Çocuğun yüzüne bakmadan. “Sen de bira şişesini görmediğimi düşünme. Hislerim o kadar kuvvetsizleşmedi. Senin küçük numaraların ben de işe yaramaz.”

Birinci Taşralı utanmış görünüyordu ve bira şişesini alıp odadan çıktı. Bu sırada ayağa kalkmış dolaba doğru giden Taşralı Çocuk’un ardından odaya İkinci Taşralı girdi. Hiçbir şey demeden Taşralı Çocuk’un önüne geçip dolabın kapağını açtı ve içinden bir şişe bira aldı. Kapağını tezgâhın köşesinde açtı ve sükûnetiyle birlikte dışarı çıktı.

Bu İkinci Taşralı için ilginç bir şey değildi. Uzun boylu, sarı saçlı ve geniş omuzlu bir delikanlıydı İkinci Taşralı. Yeşil gözleri suratında iki küçük zümrüt gibi parlıyordu. Sarı saçları gibi olan kirli bir sakalı vardı ve hafifçe kalkık bir burna sahipti. Bu onun kalıbıyla tezat oluşturacak şekilde minyon bir görüntüye sahip olmasına neden oluyordu. Genelde sessizdi ve hislerini bıçakları için kullanırdı. Odasından okul ihtiyacı hariç çok nadir çıkar, hayatını bıçaklarını bileyerek geçirirdi. Ona göre yaşadıkları sistemin yıkılacağı gün, bıçaklara ihtiyacı olacaktı.

Kardeşleriyle birlikte bu evde yaşıyordu Taşralı Çocuk. Garip bir şekilde tüm çocukların isminde ‘taşralı’ geçiyordu ancak bu, o zamanlarda çok doğal bir şeydi. Her baba ve anne bir evde yönetici ve öğreticiydi. Çocuklarına ev eğitimi veriyordu, onların yeteneklerini açığa çıkarıyordu. Bundan sonra okuldaki son eğitimle çocuklar eğitimlerini tamamlamış oluyordu. Ardından bir yıl aileleri ile kalıyor ve devlet hizmetine uyum sağlıyorlardı. Ardından her biri hayata atılıyordu. Hayata atılan her bir çocuğa isim veriliyordu. Taşralı isminden kurtulan çocuklar otuz yaşlarına kadar evlenemiyorlar ve sisteme özelliklerine göre hizmet ediyorlardı. Zorunlu hizmetlerini tamamladıklarında karşılarına iki tercih çıkıyordu; hizmete devam etmek ya da devletin onlara bir eş bulmasını beklemek. Yorucu devlet hizmetinden sonra insanların genel tercihi evlenmek olurdu.

Taşralı Çocuk’un anne ve babasının yedi çocuğu olmuştu. Bu ailenin çocuklarına devlet tarafından “Taşralı” ismi verilmişti ve yedi çocuklu bir “Taşralı” ailesi kurulmuştu. Her biri Taşralı kelimesine sahip bu çocuklar altı erkek ve bir kızdı.

En büyük çocuk, eğlenceli bir çocuktu ve Birinci Taşralı ismini almıştı. Bu ailedeki çoğu çocuk birbirine benziyordu ve Birinci Taşralı, ondan bir yaş küçük kardeşi İkinci Taşralı’dan farklı olarak mavi gözlere ve büyük, kemerli bir burna sahipti. Sağ yanağında büyük, itici bir yara vardı. Henüz okulu yeni bitirmiş ve hizmete başlamıştı. İlk görevinde ise bu yaraya sahip olmuştu.

İkinci Taşralı ise son senesinde idi okulun... Ondan bir küçüğüne Üçüncü Taşralı denmişti ve ilk ağabeyine benzerliği, boy farkı olmasaydı ikizlik derecesine gidebilirdi.

Taşralı Çocuk bu ailenin dördüncü çocuğuydu. Sarı saçlı, koyu kahverengi gözlü ve geniş yanaklı bir çocuktu. Yüzü oldukça orantısızdı ve çoğu aile bireyi onu yakışıksız bir şekilde “çirkin” olarak tanımlamıştı.

Ailenin babası öldüğü zaman yanında bir tek Taşralı Çocuk vardı. Ancak ölüm nedenini asla anlatmamıştı. Taşralı Çocuk sadece on iki yaşındaydı ve okul eğitiminde henüz başlamamıştı.

Taşralı Çocuk’un küçük kardeşine ise Taşralının Küçüğü ismi verilmişti. Taşralı Çocuk’un küçük kardeşlerinin yaşları ardışık olarak azalıyordu.

Altıncı olan Küçük Taşralı ise henüz kendi bile belirleyememiş “sorunlu” bir çocuktu. Hekimler onun hiperaktif olduğunu söylemişlerdi ve Ailenin Annesi ondan ve onu eğitmekten nefret ediyordu.

En küçük çocuk ise Taşralı Kız ismine layık görülen güzeller güzeli bir çocuktu. Kızın diğer aile üyeleri gibi sapsarı bukleleri vardı ve yemyeşil gözleri ile birlikte pembe yanakları vardı.

Ailenin annesi devletin onlara verdiği imkânlar sayesinde, çocuklarına bakıyordu. Eşi olmadan bunu başarmak zordu fakat yapabileceği başka bir şey yoktu.

Taşralı Çocuk önünde açık duran dolabın kapağını açtı ve annesinin söylediği köfteleri en alt rafta buldu. Annesinin verdiği talimatları yerine getirip tavada ısıttığı köfteleri masada ağır ağır yedi ve o günün sabah kahvaltısını tamamladı.

Ardından hiç beklenmeyen bir şey oldu. Çocuk yemek yiyor ve annesi soyup, doğradığı soğanları tencereye atarken kapı çalındı. Annesi şaşkınlıkla Taşralı Çocuğa baktı. Bunun onun suçu olduğunu düşünüyor gibiydi.

Aile ev eğitimi şehrinin tam ortasındaki sitede oturuyorlardı. Ve akşam saatleri dışında asla kapı çalmazdı. Tek bir koşul dışında…

Evin annesi önündeki önlüğü arkasındaki bağdan çözüp çıkarttı ve masanın üzerine doğru fırlattı ardından koridora çıktı ve koridorun sonundaki demir kapıya gitti. Taşralı Çocuk ne olduğunu merak ediyordu ancak annesinin gelmesini beklemek daha mantıklıydı.

Annesinin sesini boğuk ve anlaşılamayacak bir şekilde duydu. Kapının kapanma sesi ve annesinin mutfağa dönüşünü bildiren ayak sesleri duyuldu. Çocuk masada oturup, dinlememiş gibi yaparken annesi içeri girdi ve elindeki bir kâğıtla çocuğa bakakaldı.

Çocuk ne olduğunu merak ederken annesi, bir anda rahatladığını belirten bir şekilde gülümsedi ve çocuğa ne olduğunu söyledi;

Okula gidiyorsun!



33
Kurgu İskelesi / İnsanın Dönüşü
« : 03 Kasım 2012, 19:21:16 »
Bölüm Bir

Doğu Kaya, küçük dairesinin, loş ve içine tek kişilik bir yataktan başka bir şey sığmayan dairesinde uyandı.

Gözlerinde, gecenin ona bahşettiği uykudaki görüntülerin yavaşça silinişi belirdi. Ardından yatakta, belini yukarı doğru kaldırdı ve elleriyle göz kapakları ovaladı.

Yüzünü tavandaki örümceklere çevirdi. Midesini bulandırıyorlardı ancak onlarla uğraşacak kadar zamanı yoktu. Aslında bolca zaman vardı ancak o kendini bu şekilde kandırıyordu.

Yatağından kalktı ve tam karşısında duran aynada yüzüne baktı. Zayıf yüzünde küçük ve rahatsız edici sakallar vardı. Kömür karası saçları ise dün gece aldığı duş yüzünden saçları kuru ve şekilsizdi. Onları rastgele bir düzelttikten sonra kasvetli odadan çıkıp, lavaboya gitti. Musluğun etrafında küçük örümcekler vardı.

İki kez sağa çevirdi ve akan buz gibi suyun altına kürek şekline soktuğu ellerini koyarak su ile dolmalarını sağladı. Yüzüne çarptığı suyun serinliği ile uykunun getirdiği uyuşukluktan kurtulup, musluğun hemen yanındaki, geçen zamanın yüzünden sertleşmiş havluya yüzünü sildi.

Lavabodan çıkıp oturma odasının hemen girişine koyduğu, gardırobunun kapağını açıp içinden daha önce komşusundan aldığı ütü ile ütülediği rastgele bir gömlek çekti ve onun hemen yanındaki pantolonu aldı. Tekrar yatak odasına geçti ve penceresi olmadığı için görülme korkusu duymadan onları giydi. Ardından yatağın yanındaki masanın önündeki sandalyeye oturup, masanın üzerindeki bilgisayarı açtı. Parola koymaya ihtiyaç duymadığı bilgisayar biraz zorlanarak açıldı. Doğu, eliyle masanın hemen altındaki yazıcının açma düğmesine bastı. Açılan yazıcıda kâğıt olmadığını fark etti ve içeriden almaya gitti. Geldiğinde bilgisayar kullanılabilecek duruma geldi.
Masaüstündeki dosyayı açtı ve en baştan okudu. Bu onun uzun zaman önce yazdığı hikâyesiydi. Harfler ve Rakamlar isimli öyküsü çok uzun zaman önce bitmişti, ancak hiçbir yayınevi onun bu kitabını yayınlamamıştı.
Doğu, öğretim gördüğü zamanlarda çok zeki bir öğrenci olarak görülse de yazı yazma isteği onu derslerden soğutmuştu. Ve yazarlık aşkı onun bir meslek edinememesini sağlamıştı. Yazarlığı bile. Bugün son bir yayıneviyle görüşmeye karar vermişti. Yazısı hakkında onlarla telefondan değil de, yüz yüze bir konuşma istemişti. Yayınevinde çalışan arkadaşı sayesinde bu görüşme iznin alabilmişti ancak arkadaşının sağladığı ayrıcalık kitabı yayınlanmasında pek etkili olamazdı.

Öykünün giriş kısmını bitirdi ve masadan kalktı, Doğu. İçinde yayınevinin bu sefer onaylayacağı isteği vardı. Masanın üzerindeki telefonu aldı ve sağ cebine koyup, hızla evden dışarı attı kendini.

Yayıneviyle ev arasındaki mesafe pek uzak olmadığı için yürüyebilirdi ancak hava yağacak gibi duruyordu. Bu yüzden evin altındaki bisikletini aldı. İşsiz birine göre bu bisiklet çok lüks bir ulaşım aracıydı.

Doğu, bisiklete binip, sürmeye başladı. Bir süre sonra yağmaya başlan yağmur hızla yüzüne çarpıyordu. Üstüne gömlekten başka bir şey almadığı için kendine küfretti fakat birkaç dakika sonra yayınevinin önüne gelmişti. Bisikletini dışarıdaki demir koruluklardan birine bağladı ve binanın kapısının önündeki merdivenlerden yukarı çıktı.

Girişte hiç kimse yoktu ancak binanın içinde danışma vardı. Danışma masasının arkasında boya olduğu anlaşılan kızıl saçlı bir bayan oturuyordu. Sanki yıllardır hiç kaldırmamış gibi duran kafasını kaldırdı ve adama baktı. Sert bir bakışın ardından hemen önündeki kâğıt yığınındaki işine döndü ve sanki adam orada hiç olmamış gibi hararetli bir şekilde çalışmaya devam etti.

“Kitap görüşmem vardı. Barış Bengi, arkadaşım, burada çalışıyor. Kendisinin geleceğimden haber vardı. Hangi katta olduğunu öğrenebilir miyim?”

Adam tekrar yüzünü kaldırdı ve aynı bakışı tekrar attı. “Üçüncü kata çıkın, toplantı odasının hemen yanındaki
odada.”

Doğu başıyla teşekkür anlamına gelen bir hareket yaptı ve danışmanın hemen yanındaki merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. Bu sırada sürekli sessiz durumunda bulunan telefonu, cebinde titremeye başladı. Rehberinde kayıtlı olmayan bir numaraydı. Aramayı kabul etti.

“Doğu Kaya?” dedi karşısındaki bir ses, resmi bir şekilde. “Evet, benim,” diye cevapladı.

“Merhaba, ben Yurt Kargo’dan arıyorum. Adınıza bir kargo var. Fakat tarihi tam anlamıyla belli değil. Arşivlerimiz de bulduk. Siz olmadan açmamaya karar verdik. Müsaitseniz gelip, alabilir misiniz acaba?”

“Ah,” dedi Doğu. Böyle bir şey beklemiyordu. “şey, bir toplantım var da, bitince gelirsem sorun olmaz, değil mi?”

“Evet, elbette,” dedi adam ve teşekkür ettikten sonra telefon kapandı. Bunu unutmamak için, telefonuna bir saat sonra çalması için bir alarm kurdu. Çünkü büyük ihtimalle, kitabı kabul edilecekti ve sevinçten unutacaktı kargo işini.
Merdivenleri üçer üçer atlayarak yukarı çıktı ve kadının bahsettiği odanın kapısına geldi. Binanın tavanı çok alçaktı ve bu onun içine bir sıkıntı yerleşmesine neden oldu.

Kapıyı çaldı ve içeriden gelebileceğini söyleyen sesi duyunca içeri girdi. “Ben de seni bekliyordum,” dedi bir adam, gülümseyerek. Yusyuvarlak, bir yüzü ve kısa saçları olan adamın çerçevesi gözlükleri vardı. Doğu lise arkadaşını hemen tanıdı. Bu Barış’tı. “Hadi, kaybedecek zamanımız yok, editör Yiğit Bey seni bekliyor.” 

Dışarı çıkmadan elini aceleyle sıktı ve elindeki dosyayı dürerek Doğu’nun önünde yürümeye başladı. Merdivenlerin yanındaki, girişte danışma masanın bulunduğu yerde geniş bir oda vardı. Barış kapıyı tıklattı ve arkasındaki Doğu ile birlikte içeri girdi.

İçeride, uzun saçları topuz gibi arkasında tutturulmuş bir adam vardı. Top sakallı adam onlar girince ayağa kalktı ve oturduğu geniş masanın ona hemen yakın olan sandalyelerine oturmalarını söyledi.

“Çay içer miyiz?” dedi adam Doğu’ya.

“Hayır, teşekkürler,” dedi Doğu. Çok heyecanlıydı ve çay içmeye hali yoktu. Karnına, “ya kabul edilemezsem” isimli bir ağrı yerleşti.

Barış da kibarca çay istemediğini söyledi adama. “Eh, o zaman doğrudan konuya geçelim,” dedi Yiğit Bey.

“Öncelikle şunu söylemek isterim,” dedi Doğu. “Yayınevinizin bünyesindeki eserlerin bir çoğu hakkında detaylı bilgim bulunuyor ve okuduğunuz için sizin de bildiğinizi düşündüğüm şekilde eserimin sizin yayınevinize uygun olacağını düşünüyorum.”

“Evet,” Yiğit Bey katıldığını söyleyen bir şekilde başını salladı. “Yazım tarzınızı çok beğendiğimi söylemeliyim öncelikle. Yayınevimize gelen çoğu eseri üstün körü değerlendiren bir yayıneviyiz. Diğer editör arkadaşlarımız dünyaca ünlü bir eser olmadığı takdirde işlerine pek önem vermeyen insanlar. Bununla beraber Barış Bey’in referansına sahip olduğunuz için kitabı ben okudum. Fakat özgünlük konusunda biraz sıkıntılarım var. Fantastik türündeki eseriniz bana biraz, son zamanlarda popüler olan Buz ve Ateşin Şarkısı serisini anımsattı. Aslında fazlasıyla. Artı olarak, Türk yazarların ülkemizde pek satış yapamadığını siz de biliyorsunuzdur. Yazım tarzınız çok güzel de olsa, bizim de bu kitabı basmamız, bizim açımızdan çok tehlikeli olacaktır. Elbette daha özgün bir eser yazmanız takdirinde bizzat kendim, tüm kitapları bir yana koyup ilk olarak sizin eserinizin basılması için yayın yönetmenimiz Erbuğ bey ile konuşacağım. Yeter ki siz yazmaya, hayal gücünüzün sınırsız olduğunu keşfetmeye başlayın. Son olarak, zamanınızı ayırdığınız bu eser için elinize, buraya kadar geldiğiniz için de ayağınıza sağlık.”

Doğu olduğu yerde kalakaldı. Birkaç saniye ne yapacağına karar veremedi fakat şoku atlattığında adamların ona baktıklarını fark etti. Kendine gelip “Şey, evet... Pekâlâ o zaman. Ben kalkayım,” dedi.

Doğu yerinden kalktı ve iki adamın da elini sıkarak dışarı çıktı. Artık yaşama amacı kalmamış gibi görünüyordu. Beş parasızdı. Ailesinden kalan son birikimlerini bu kitabı yazarken ki zamanında harcamıştı. Ancak o tarihin en başarısız yazarıydı…

Doğu tekrar bisikletine bindi ve eve doğru, yağmurun yüzüne çarpmasından hiç rahatsız olmayarak, sürmeye başladı. Eve vardığında gözünden yaşların aktığını fark etti. Yaşamak için bir amacı yoktu ve yaşaması manasızdı artık. Ailesine gidemezdi. Ablası ve ağabeyi yılları önce onu yok saymışlardı. Çünkü onların istediği yoldan gitmemişti. Ailesi ise son nefeslerinde bile “hayal kırıklığı” sıfatını esirgemeyerek ölmüşlerdi.
Öykülerini yazdığı masasının çekmecesinden ağabeyinin “ben silah almam!” diyerek reddettiği tabancayı çıkarttı. İçi kurşun doluydu. Hemen burada, hayatını sonlandıracaktı. Ancak telefonun alarmının sesi, bu kararını bozdu.

Kargo tamamen aklından çıkmıştı. Hayatına son vermek üzere olan bir adama göre, garip bir şekilde son sorumluluğunu yerine getirmeye karar verdi aniden.

Tekrar evinden çıktı Doğu. Derin bir nefes aldı. Bu sefer üstüne aldığı ceketinin cebindeki metal tabancanın soğukluğuyla kendine geldi biraz olsun. Kargo evin hemen arkasına idi. Şehrin merkezinde, çoğu önemli yere yakın olan böyle bir evde oturması beklenmedik bir şeydi. Fakat ev de, tabanca gibi, aile yadigârıydı.
Evin sağ tarafındaki sokak, dışarıdan pırıl pırıl ancak içi pislik dolu sokaklarından biriydi bu şehirde.

O sokaklar her gün bir gencin ölümüne neden oluyor, sokakları kaplayan gece çetelerinin suçlarına bir yenisini ekletiyordu. Büyük ihtimalle o da, bu cinayetlerden biri sanılacaktı.

Kargo şubesine girdi ve kendisine meraklı gözlerle bakan adamlara selam verdi, Doğu. Aynı şekilde yapan adamlar Doğu’ya paketlerini verdiler ve paketin “ne kadar garip” olduğundan bahsettiler.

Konuşmayı kısa kesti Doğu ve paketi alıp, açmadan evin yolunu tuttu. Aslında içinde ne olduğu pek umurunda değildi. Ne de olsa birkaç saat sonra artık hiç olmamış gibi olacaktı. Bütün her şey bitecekti. Ölümün nasıl olduğunu merak etti. Gençlik yıllarında içtiği uyuşturucuları hatırladı. O zamanlarda “yazamadığı” kitapları yüzünden hayatı çok kötüydü. Bu yüzden girdiği ilham arayışlarında bulduğu uyuşturucu maddelerin ona hiç var olmamış gibi hissettirdiğini anımsadı. Herhalde ölüm de, böyle olacaktı.

Evinin içine girdi ve montunu yere attı. Oturma odasına geçip, koltuğun hemen önündeki sehpaya kargodan gelen paketi ve tabancayı yan yana koydu. Paketi eline aldı ve bantlarını koparttı. Ardından içinden çıkan kutuyu kaldırdı. Oldukça ağır bir kutuydu. Herhalde içinden çok önemli bir şey çıkacaktı. Ya da, lise arkadaşlarının bir tarafından gönderilmiş bir “tuğla”…

Kutuyu açıp açmamak arasında kaldı fakat son bir düş kırıklığının intiharında fazladan cesaret vereceğini düşünüp kutuyu açtı. Ancak içinden sadece oldukça eski bir kâğıt ve toz yığınından başka bir şey çıkmadı.
Kâğıdı eline aldı. Kâğıt her an buharlaşacak gibi duruyordu. Boş kâğıda bakakaldı. Ardından aptallığına yanarak yazılar bulunan kâğıdın arkasını çevirdi ve okumaya başladı.

Taeromon köprüsünden girecek topraklarımıza,
Getirecek bir son lanetli imparatora
Umalım ki seçilmişin silahı onunla olsun
Umalım ki büyücünün kaderi son bulsun

34
Kurgu İskelesi / Yalanlar Tanrısı
« : 30 Ekim 2012, 22:26:21 »


“Tanrı yalancıları hoş görmez. Çünkü kimse rekabeti sevmez.”
                  -Mark Kerrol.
               “Yalancının Dünyası” isimli öyküsünden...


"Hepimizin bir yalancı olduğu gerçektir. Önemli olan hangimizin daha doğru olmayan şeyleri söylediğidir.”
                  -John Per.
               “Düşüncelerim” isimli öyküsünden.


“Yalan söylemeyenler hiç dürüst değildir. Çünkü onlar size yalan söylemeyerek, yalan söylemiştir.”
                  -Faruk.
            Sergen Koyun’un“Mazi” adlı çizgi romanının başkarakteri.





Bazı yalanlar vardır. Öyle güzeldirler ki.
Size kendi doğruluğunu vererek, yanlışa inandırır.
Hepimiz Yalan Tanrısının bir kulu olduk.
Kim bilir, belki de Şeytandı yalan…

            -Mark Kerrol.
               “Yalan ve Şeytan” isimli şiirinden.




Yalan söylüyorum, ah dostum!
Yukarıdaki sözleri gerçek mi sandınız?
Ah, hayır yalan. Hepsi birer yalan.
Ben yalanım. Ben yalancıyım.
Doğru söylediğimi sanın siz. Ben Yalan Tanrısıyım…



Her gün sizi görüyorum sokaklarda.
Bazıları iğrendiğine, “seni gördüğüme memnun oldum,” diyor.
Bazıları sevgilisinin içine girebilmek için, “seni seviyorum,” diyor.
Eh, her zaman yanınızdayım.
Şeytan benim. Şeytan benim sevgilim, kim bilir belki de şeytanın ta kendisiyim.
Ne demiş Mark Kerrol; “Kim bilir, belki de Şeytandı, Yalan.”



Her gün görüyorum sizi, sizin sokaklarınızda.
 Bazıları annesine, “En değerlimsin,” diyor.
 Ancak onların kalbi yeni yetmeler için çarpıyor.
 Onu içinden çıkarana bile yalan söylüyorsa insan,
Eh, unutmayın, her zaman yanınızdayım.


Her gece rüyalarınızda ben varım.
 Her gece sizi ben yalanlara bağlı yaratırım.
 Siz sanın Rüyalar Lordu Sandman uykularınızda,
 Aslında onun içinde de ben varım.


Gerçek tanrı sinirlenmez mi sanırsınız yalanlarınıza.
Devam edin “E o zaman yalanı niye yarattı” başlıklı sorgularınıza.
 Eh be insancıklarım. Siz aptalsınız!


Ne dersiniz dostlarım, devam eder misiniz bana inanmaya
Kim inanır ki yalanlar tanrısına.
Cevap değil uzağınızda.
Aynada…


Ne dersiniz dostlarım, inanır mısınız hala bana.
 Eh, inanın, ben yalan söylemem asla.
 Bilir misiniz Mark Kerrol ’u?
İşte ne güzel demiştir benim hakkımda.

 “Size kendi doğruluğunu vererek, yanlışa inandırır."


                  



35
Kurgu İskelesi / Gizlinin Tek Şahidi
« : 26 Ekim 2012, 02:59:39 »
Bölüm Bir

“Bıraktığın gibi buradayım,” dedi kadın sarı saçlarını kulağının arkasına atarak. “Yalnız değilsin, yanındayım.”

Yerde yatan adam ağzından bir kan baloncuğu çıkartarak gülümsedi. Ölüm her an onu ele geçirebilecekmiş gibi görünüyordu. Ellerini tutan kadının sanki onu bırakacağından şüphe edermiş gibi sıkıca tuttu. Ardından elindeki kâğıdı kadının avuçlarının arasına bıraktı. Kadın merak etme dercesine bir bakış attı ona. “Be-” dedi adam ancak boğazından hırlamaya benzeyen bir ses çıktı. Ağzından çıkan kan çenesindeki sakalı ıslatıyordu.

“Şşt,” dedi kadın adama. “Konuşup kendini yorma.” Kadının gözünden bir damla adamın sakallarına düştü. Adam son bir kez daha gülümsedi. Ardından kadının tutmadığı elini hafifçe kaldırıp işaret parmağı ile kitaplığı gösterdi. Kadın o yöne baktı ancak bir şey anlayamamış görünüyordu. Tekrar adama döndüğünde adamın gözleri artık tavana bomboş bakıyordu. Kadın acılı bir şekilde çığlık attı. Daha sonra adamın yüzünü göğsüne bastırarak ağlamaya başladı.

Bir süre o halde duran kadın artık kalkması gerektiğini fark etti. Burada daha fazla durması mantıklı değildi. Adamın aslında ne demek istediğini merak ederek kitaplığa doğru yürüdü. Kitaplık pırıl pırıldı. Adamın hayatta en önem verdiği şeyleriydi onlar. Boş vakitlerini çoğu zaman burada geçirirdi. Fakat kitaplar kadına hep itici gelmişti. Buna rağmen bir kereliğine, adamın hatırına kitaplarına bakacaktı. Elindeki kâğıdı yandaki çalışma masasının üzerine bıraktı.

Adamın en çok sevdiği kitap sorulduğunda Tellar İmparatorluğu Tarihi isimli kitabı söylerdi. Yüzyıllar önce yıkılmış Tellar İmparatorluğunun şanlı tarihini hep ilgi çekici bulmuştu. Kitabı araladı. İlk sayfasında, kitabın isminin ve altında yazarların bulunduğu sayfa, en üstte Seni bu kitaptan daha çok seviyorum yazıyordu. Kadının yaşlı gözlerinden bir damla daha düştü yanaklarına.

Düzenli bir şekilde bulunan kitaplarının arasında adam en çok tarih kitaplarıyla vakit geçirirdi. Çünkü tarihe inanılmaz bir ilgi duyardı. Diğer bir önemli dal da Bilim Kurguydu onun için. Bu dalda yazılmış tüm kitapları okumuştu. Hatta uzun bir süredir Tarih ve Bilim Kurgunun iç içe bulunduğu bir kitap yazıyordu kadının bildiği kadarıyla. Adamın masasına doğru yürüdü. Çalışmalarına bakmak istiyordu. Hatta bitirmeye yaklaşmışsa kendisi de tamamlayabilirdi. Çünkü adam ona kitabın sonunu anlatmıştı.

Adamla geçmişleri çok uzun zamana dayanıyordu. İlk kez Muher Adasında tanışmışlardı. Adam oradaki özel okullarda okuyan, muhtaç öğrencilere Tarih hakkında bilgi vermek için gitmişti adaya.  Kadın da orada öğretmenlik yapıyordu. Adam konferansı düzenlemek için kadından yardım almıştı. Adam kadına göre oldukça yaşlı da olsa, çok iyi anlaşmışlardı. Konferansın ardından adam sıklıkla gidip gelmişti adaya. Birlikte zaman geçiriyor ve öğrencilere sıkça yardımda bulunuyordu. Bu hali adamın yaşının getirdiği dezavantajı yok etmişti kadın için.

Adam konuşmalarında kadına sürekli çalışmalarından bahsediyordu ancak asla kitabının konusu hakkında bir ipucu vermiyordu. Kadın da zamanla bunu doğal karşılamaya başlamıştı. İkisi çok iyi anlaşıyordu. Birbirlerini çok iyi tanıyorlardı bir zaman sonra. Artık hayatlarını birleştirme vakti gelmişti. Ancak klişelerdeki gibi bir telefon mesajı ile adamın evli olduğu ortaya çıkmıştı. Kadın adama bir kez daha onu görmek istemediğini söylemişti.

Adam onu kaybetmeyi göze alamazdı. Çünkü âşık olmuştu. Kadını buna ikna edebilmesinin hiçbir yolu yoktu. Yani, o öyle sanıyordu. Çaresizce kadına ulaşmaya çalışmıştı adam. Ve kadın adama son bir kez konuşma şansı vermişti. Adam ise kadını derinden etkileyen bir hareket yapmıştı. Kitabının sonunu söylemişti. Bu noktadan sonra, kadına iğrenç gelen yasak ilişki artık o kadar da iğrenç gelmiyordu...

Düşüncelerini toparladı ve yapmakta olduğu işe devam etmeye başladı. Bilgisayarın başına geçti ve uyku halinde olan bilgisayarı açtı.

Parola? Serap.

Bilgisayar açıldı. Ana ekranda üç tane klasör bulunuyordu. İncelemeler, Araştırmalar ve Kitap. Kadın kitap klasörünün üzerine gelerek farenin sol tuşuna iki kez tıklattı.  Ekranda açılan klasörün altında bu klasörde otuz tane dosya olduğu yazıyordu. Demek ki kitap tamamlanmıştı. Çünkü adam ona kitabının otuz bölüme sahip olacağını söylemişti. Kadın “Bölüm Bir” adlı dosyaya girdi ve okumaya başladı.

“Yıllardan 1451…
Günlerden hangisi olduğunu bilmiyorum. Kapalı, demir parmaklıklarla kaplı bir odadayım. Son günlerim, bu kapalı odanın taşının soğuğunu tenimde hissederek geçti. Ölüm beni bekliyor…”


Bölümü sonuna kadar okudu kadın. Heyecanlanmıştı bir anda. Çünkü kitabın bu kadar gerçekçi olmasını beklemiyordu. Bu kitabı yayınlatacaktı ancak öncelikle buradan gitmeliydi. Yarın herhangi bir yayıncıyla konuşabilirdi.

 Şimdiden çok vakit kaybetmişti bile. Burada güvende değildi. Dizüstü bilgisayarın kapağını kapatıp koltuk altına koydu. Ardından çalışma masasının altından aldığı çantaya koyup çantayı kapattı. Daha sonra adama son bir kez baktı. Yanına gidip elini tuttu. Bir süre içinde unuttuğu acıları bir anda tekrar gelmişti. Adamın alnını öpüp, göz kapaklarını kapattı ve alelacele odadan çıktı. İki katlı büyük evin en alt katına indi ve inerken yanan tüm ışıkları kapattı. Daha sonra asansörlerin olduğu bölmeye geldi. Bir parola yazdı ve garaja indi.

Burası aslında var olmayan bir yerdi. İlginç ancak var olmayan bir yerden var olan bir yere geçiş kapısı sayılıyordu. Bunu kadın bile bilmiyordu. Onun için sadece basit bir garaj idi burası. Arabasının anahtarını takıp hızlıca varlığa doğru sürdü kadın.

Ancak odadan çıkarken arkasında bir şey bıraktığını unutmuştu.

36
Kurgu İskelesi / Beyin ve Gölge
« : 23 Ekim 2012, 00:05:43 »
Ellerimi önümde kavuşturdum. Upuzun zamandır bu anı bekliyordum. Onu yıllardır görmemiştim. İstanbul’da üniversitede okumuştu ve artık evine geri dönüyordu. Tıp fakültesini bitirmişti ve artık Ordu’da doktorluk yapacaktı. Bu benim hayatımdaki en iyi gelişmeydi. Hatta tek gelişmeydi. Çünkü benim hayatım tamamen gerilemeydi.
Otogarda onu beklerken bir sigara yakmaya karar verdim. Binanın dışına çıkmadan önce onun arabasının gelmesine ne kadar olduğunu sormak için otobüs firmasının standına gittim. On dakika içinde geleceğini söylediler. En azından bir dal içmek için vaktim vardı.

Cebimden Marlboro paketini ve kırmızı, ejderha işlemeli çakmağımı çıkarttım. Paketten bir dal sigara çıkarıp dudaklarımın arasına götürdüm. Ardından çakmağı ateşledim. Tütünü süngerin arasından içime çekerek sigaranın yanmasını sağladım. Her içişimde hissettiğim boğazımdaki yanma duygusunu bu sefer de hissettim. Sigaramı içerken onu düşünmeye karar verdim ancak odaklanamadım. Bu son üç aydaki en büyük problemimdi. Sigaramı bitirdim. Gelmek üzere olmalılardı. Hemen oradaki büyük aynanın önüne gittim. Yüzümü çevreleyen simsiyah saçlarımı ve sakallarımı düzelttim. Gözlerimin etrafı mosmordu. Bu son zamanlarda kullandığım eroinlerden olmalıydı. Zararını bile bile kullanmıştım. Ancak o geldiğine göre artık kullanmayacaktım.

Tekrar dışarı çıktım ve buz gibi havanın yüzüme çarpışını hissettim.  Arabalara baktım ve önünde Ulusoy yazan iki katlı bir otobüsün otogardan içeri girdiğini gördüm. Orada beklemeye başladım. Arabanın kapısı yavaşça açıldı ve birkaç yaşlı kadının ardından dışarı o çıktı. Çok değişmişti. Ancak onu tanımamam elde değildi.  Kumraldı. Bembeyaz yüzü ve yeşil gözleri vardı. Saçları biraz daha koyulaşmıştı geçen yılda. Ancak bu onun güzelliğinden bir şey kaybetmesine neden olmamıştı.

Etrafına bakmadan doğrudan otobüsün yanındaki kapı açıldı ve hostes oradakilere çantalarını vermeye başladı. Onu orada bekledim. Çantasını aldı ve kapılara doğru yürümeye başladığında bana doğru geldi. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Ancak bana bakınca gülümsemesi yok oldu. Bunun nedenini merak etmiştim, ancak sormadım.

“Hoş geldin,” dedim sesim elverdiğince.

“Hoş buldum,” dedi. Yüzüne gülümsemeyi tekrar oturttu. Bir anlık duraklamadan sonra ona sımsıkı sarıldım. Sıcacıktı. Sonra ayrıldık.

“Acıktım,” dedi.

“Şurada bir kafe var, gidebiliriz,” dedim ve birlikte oraya yürümeye başladık.

Vardık ve camın hemen kenarındaki masaya karşılıklı oturduk. Biz konuşmaya başlamadan garson ne yiyeceğimizi sordu. O kendine bir yemek ısmarladı fakat ben sadece bir bardak çay istedim. Garson gitti ve o tekrar bana gülümsedi. Sora otobüsten ilk inişindeki gibi gülüşü tekrar kayboldu.


“Uyuşturucu mu kullanıyorsun?” dedi bir anda. Bu beni oldukça şaşırtmıştı. Konusunun açılacağını biliyordum; fakat bu kadar çabuk olmasını beklemiyordum.

“Şey, evet am-” cümleyi bitiremeden gözleri ağlamaklı oldu.

Ayağa kalktı ve “bir daha beni arama,” dedi ve dışarı çıktı. Şok olmuştum. Sadece bir hafta önce onun geri döneceğini öğrenmiştim. O andan itibaren bırakmaya çalışmıştım fakat başaramamıştım. Önceki gece sondu ama.

Bir daha içmeyecektim. Bu canımı çok sıkmıştı. Ağlamakla ağlamamak arasında kaldım. Parayı ödeyip kalktım kafeden.

O gitmişti. Bir daha aramamı istemiyordu. Üniversiteye gitmeden önce telefon numarasını alamamıştım. Sesini uzun zamandır duymamıştım. Bir daha duyamayacaktım.

Dar sokaklardan geçtim. Şehrin tam merkezinde, köprünün karşısında evim vardı. Eve vardığımda içerisi berbat kokuyordu. Bunu dışarının temiz havasını uzun süre içime çektikten sonra anlamıştım. Bir an durdum. “Elimde ne kaldı?” diye sordum kendime. Cevap belliydi. Üstümü değiştirmeden mutfağa gittim. Tereğin çekmecelerinden birkaç malzeme çıkarttım ve odaya gittim. Karşı apartmandan insanlar evimin içini görebileceği için, mumla aydınlattım odayı.

Bir peçeteye sarılmış ot kümesini masanın üstüne bıraktım. Ardından pipoya benzeyen tüpün ucuna koydum bu ot kümesini. Hepsini koydum, daha etkili olacağı kesindi. Çakmağımı yaktım ve cam tüpün içindeki otları koyduğum yeri yakmaya başladım. Daha sonra küllüğün kenarındaki deliklerden birine, cam tüpü koydum. Ardından cıvık bir maddeyi suyun içine attım. Çay kaşığı ile cıvık maddenin suyun içine iyice karışmasını sağladım. Bu sıvıyı ejektöre koydum. İçi dolu enjektörü masanın üstüne bıraktım.  Uzun lastiği koluma bağladım ve damarımın yerinin iyice belirginleşmesini sağladım.

Ardından ilk hazırladığım cam tüpün ağız kısmını ağzıma aldım ve artarda içime çektim. Hala ayıktım. Bu iyiydi. Beynim yerindeyken, enjektördeki sıvıyı bedenime aktarmalıydım. Hızlıca aldım enjektörü ve açıkça belirgin damarıma batırdım ucunu. İki saniye bekledikten sonra tüm sıvı içimdeydi. Bağladığım lastiği kolumdan çözdüm.
Birkaç saniye sonra tamamen yok oldum…



Uyandım. Her taraf karanlıktı. Karşımda bir adam oturuyordu. “Hayır, bir adam değil!” diye bir ses duyuldu. “Nesin
sen?” dedim ancak sesim çıkmadı. Ses tellerim zarar görmüş olmalıydı.

“Ben bir gölgeyim,” dedi adam. Ardından ekledi. “Hayır, bir adam olduğumu düşündüren ne?”

“Konuşuyor olman,” diyemedim. Ancak bu onun duymasına engel değildi. “Neden beni kullanmadın?”

“Gölgemi mi?”

“Hayır,” dedi. “Beynini.”

İstemsiz olarak başımı yokladım. Saçlarımın olduğu yer boştu. Bu benim kafayı yememe neden olmuştu.

“Olmayan kafanı yiyemezsin,” dedi.

“Beynim olmadan, düşünemem, göremem ya da konuşamam,” diyemedim.

“Düşünmeni kalbin sağlıyor. Ve o zehri kanına sokarken de kalbin düşünüyordu. Beni kullansaydın, o şu an yanında olurdu!” dedi. “Göremiyorsun da. Sadece benim sayemde hissediyorsun.”

“Ama bunlar mantıksız!”

“Son yıllardaki hangi hareketin mantıklıydı?” dedi.

Korkuyordum. Hayır, korkmuyordum. Beynim olmadan korkamazdım. “Kalbin korkuyor,” dedi.

“Bana ne yapacaksın?” diyemedim.

Kahkaha attığını duydum. Gölgemin…

“Ne yapacağımı biliyorsun,” dedi. “Eğer ölümden sonra hayat varsa dua edelim de tanrı sana akrabalarımda birini vermesin.”

Ardından kalbimin olduğu yere doğru hızla geldi gölge. Ve keskin bir acının hissettirdiği sert ama tatlı bir hisle beynimin gönderdiği yere gittim. Ölüme…

37
Game of Thrones / Dizi Hakkında Haberler
« : 18 Ekim 2012, 20:28:45 »
Spoiler olan bir olayın ismi geçmektedir.



Kızıl Düğün'ün bölümü açıklandı.


Serinin üçüncü kitabı Kılıçların Fırtınası'nın hayranlar tarafından en büyük olayı olarak anılan Kızıl Düğün, 3. sezonun 9. bölümünde gerçekleşecek. Bölüm, David Nutter tarafından yönetiliyor. Nutter, Game of Thrones'ta daha önce, ikinci sezonun "Eski ve Yeni Tanrılar" ve "Onurlu Bir Adam" bölümlerini yönetmişti. 3. sezonun 10. bölümünü de üstlenen David Nutter, her iki bölümde de görüntü yönetmeni Robert McLahlan ile birlikte çalışıyor.

Game of Thrones yazarlarından Bryan Cogman, İrlanda'daki Galway Film Merkezi'ndeki bir etkinlikte 3. sezonun 5. bölümünü yazdığını açıkladı. Cogman yazarlığındaki 5. bölümle birlikte 4. bölümü de Alex Graves yönetiyor. [*]Alıntıdır.[/*]


38
Game of Thrones / Hayran Yapımı Çalışmalar
« : 17 Ekim 2012, 22:02:08 »
Dizi hakkında hayran yapımı çalışmaları bu başlık altında paylaşabiliriz. Bir kaç örnek;

Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


Spoiler: Göster



39
Game of Thrones / Game of Thrones Parodileri
« : 17 Ekim 2012, 21:43:03 »
Dizi için hazırlanmış parodileri bu başlık altında paylaşabiliriz. Yine bir kaç örnekle başlıyorum.

Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


41
Game of Thrones / Birinci Sezon - Bölüm Özetleri
« : 17 Ekim 2012, 21:03:09 »

1. Winter Is Coming (Kış Geliyor)


Devasa koruyucu buz duvarının ardında, Westeros'un en kuzeyinde soğuk bir şeyler harekete geçer. Robert Baratheon, Yedi Krallık'ın kralı, Kraliyet ailesiyle birlikte tahttaki gücünü korumak için eski arkadaşı Eddard Stark'tan yardım istemeye duvarın güneyine, Kışyarı'na yolculuk eder. Aynı zamanda, başka bir kıtada Targaryen ailesinin sağ kalan son iki üyesi onlara ait olan tahtı Robert'tan almak için onlara bir ordu sağlayacak yeni bir anlaşmaya imza atarlar.





2. The Kingsroad (Kralyolu)


Kral Robert ve etrafındakiler, Ned Stark ve kızları Sansa ve Arya'yle güneye olan yolculuklarına başlarlar. Yolculuk sırasında Arya'nın başı Prens Joffrey'le belaya girer, bu Ned'i zor bir karar vermek zorunda bıraktıracaktır. Aynı zamanda, Jon Kar ve Tyrion Lannister kuzeydeki Sur'a giderler. Jon'un amacı Gece Nöbeti'ne katılmak, Tyrion'un ki ise dünyanın sonuna işemektir. Essos'ta, Daenerys bir Dothraki at efendisiyle evli olmanın anlamını öğrenmektedir. Kışyarı'nda, Bran Stark düşüşünden sonra yaşam savaşı vermektedir.




3. Lord Snow (Lord Kar)


Ned, Kral'ın Toprakları'na gelir. Kara Kale'de Jon Kar Gece Bekçileri'ne katılmak için gerekli olan eğitimine başlar. Bran'i kimin öldürmeye çalıştığından emin olan Catelyn, gizlice Kral'ın Toprakları'na doğru yola çıkar.  Vaes Dothrak'a doğru yoldayken Daenerys ile abisi Viserys'in arasında işler kızışır. Jaime ve Cersei Bran'ın kaderini öğrendiklerinde endişelenmeye başlarlar.




4. Cripples, Bastards and Broken Things (Sakatlar, Piçler ve Kırılmış Şeyler)


Ned gizlice ondan önce gelen Jon Arynn'in ani ölümünü araştırmaya başlar. Arya, Syrio Forel ile dans derslerine başlar. Kralın yeni eli için bir turnuva düzenlenir.  Jon Gece Nöbetçileri'nin yeni üyesi Samwell Tarly'a acımaktadır. Sur'u terkeden Tyrion kendini yanlış zamanda yanlış yerde bulur. Viserys Vaes Dothrak'ta sabırsızlanmaktadır. Kışyarı'na dönüş yolunda Catelyn'in bir handa durur. Catelyn, Tyrion'u, Bran'ı öldürmeye çalışmak suçundan, tutsak olarak alır.




5. The Wolf and The Lion (Kurt ve Aslan)


Targaryenlerin Dothraki'yle olan ilişkilerinin meyvelendiğini duyan Kral Robert deliye döner ve Ned'in onaylamamasına aldırmadan bir suikast emri verir. Catelyn, Lannister tutsağıyla birlikte Kartal Yuvası'na kız kardeşini görmeye gider. Arya, babasının hayatını tehlikeye atacak bir konuşmaya kulak misafiri olur. Ned Stark ile Jaime zorlu bir düello gerçekleştirir.




6. A Golden Crown (Altın Taç)


Kral Robert avlanmaya giderken, Ned'in yeni problemlerle başa çıkması gerekmektedir. Kartal Yuvası'nda Tyrion suçlarının cezasıyla karşı karşıya gelir. Kışyarı'nda, Bran düşüşünden sonra ilk defa at binmeye gider. Vaes Dothrak'ta Viserys, Khal Drogo tarafından katledilir.




7. You Win or You Die (Kazanırsın ya da Ölürsün)


Ned ve Cersei Jon Arryn'in ölümünü tartışmak üzere buluşurlar. Jon hayatını Gece Bekçileri'ne adamak için yemin eder. Khal Drogo, Daenerys'e karşı bir suikast girişiminden sonra aniden fikir değiştirir. Kral Robert bir domuz tarafından yaralanarak, ölür. Ancak ölmeden önce Eddard'ı Krallığın Koruyucusu tayin etmiştir. Robert'in ölümünden sonra bu kararı yok sayan, Kraliçe Cersei; Eddard Stark'ı hain ilan eder.




8. The Pointy End (Sivri Uç)


Ned'in yakalanmasından sonra, Lannister gardiyanları Starklar'ın adamlarının peşine düşer. Cersei Sansa'yı kendi planlarına dahil ederken Arya kaçmaya çalışır. Robb babasının sancaklarına çağrıda bulunur ve Lannisterlar'a savaş açar. Dağ kabileleriyle anlaşan Tyrion babasıyla buluşur. Jon Sör Alliser'a saldırır ve Lord Kumandan'ın hayatını kurtarır. Denize giden yollarında Dothraki barışçıl bir kasabayı talan edince, Dany onlarla aynı şekilde düşünmekte zorlanacaktır.




9. Baelor


Ned Sansa'nın hayatını kurtarmak için kaderini değiştirecek bir karar vermek zorundadır. Catelyn babasının kuralsız sancak beyi Lord Walder Frey'i ikna etmeli ve Robb'un güçlerinin nehirden geçmesini sağlamılıdır. Tyrion kendine bir metres alır ve savaşmak zorunda bırakılır. İlk savaşını kazanan Robb değerli bir tutsak alır. Kahramanlıklarından sonra Jon'un değeri Gece Nöbetçileri arasında artmaya başlar, aynı zamanda Üstat Aemon'un sırrını öğrenir. Dany Dothrakilerin düşüncelerine aldırmadan Drogo'nun iltahaplanan yarasını iyileştirmesi için tutsak bir cadıya, Mirri Maz Duur'a güvenir.




10. Fire and Blood (Ateş ve Kan)


Yedi krallık Ned'in kaderiyle ilgili haberi öğrenirken, Bran ve Rickon aynı rüyayı görürler. Kuzey'de yeni bir kral doğarken, Cat Bran'nın düşüşüyle ilgili Jaime'yi sorgular. Tyrion babasının aniden onu gerçek bir oğul gibi görmesine inanamamaktadır. Arya Kralın Topraklarından kaçmak için kimliğini saklamak zorundadır, bu sırada Joffrey Sansa'ya gerçek yüzünü gösterir. Duvar'da Jon eski ailesine olan bağlılığıyla Gece Nöbetçileri'ne olan sadakati arasında bir seçim yapmak zorunda kalır. Denizin ötesinde, korkunç bir bedel ödeyen Dany yeni bir umut ışığı bulur.


Not: Yazı alıntıdır fakat bayağı bir değişiklik yaptım. Hatalarımı söylerseniz değiştirebilirim.

42
Müzik / Damien Rice
« : 16 Ekim 2012, 12:16:46 »

Damien Rice 7 Aralık 1973 doğumlu İrlandalı şarkıcı.
Müzik kariyerine 90larda rock muzik grubu Juniper ile başlamıştır. Grupla iki albüm çıkardıktan sonra ayrılmış ve solo kariyerine başlamıştır. Gitar, çello, viyolin, piyano ve davul çalan şarkıcı, Vector ve Heffa isimli iki stüdyo albümü ve Live at Fingerprints Warts & All ve Live from the Union Chapel isimli iki canlı kayıt albüm çıkarmıştır. [*]Vikipedi'den alıntıdır.[/*]


En bilindik şarkısı aynı zamanda Closer filminin de müziği olan The Blower's Daughter 'dır.

Benim önerebileceğim şarkları ise Cheers Darlin' ve Woman Like a Man 'dir.

43
Televizyon / The Newsroom
« : 16 Ekim 2012, 00:09:32 »

The Newsroom, Aaron Sorkin tarafından yazılan ve ilk gösterimi Amerikan HBO kanalında 24 Haziran 2012 tarihinde yapılan bir televizyon dizisidir. Atlantis Cable News (ACN) adlı kurgusal kanalın sahne arkasını anlatmaktadır. Jeff Daniels'ın canlandırdığı 'anchorman' Will McAvo karakterinin kurumsal ve ticari engeller ile kendi kişisel karışıklıklarının yanında, ekibiyle birlikte bir haberi ekrana koymak için neler yaptıklarından bahsedilmektedir. Dizideki diğer yardımcı oyuncular ise; Emily Mortimer, John Gallagher Jr, Alison Pill, Thomas Sadoski, Dev Patel, Olivia Munn ve Sam Waterston.

The West Wing adlı eseriyle en iyi politik drama kategorisinde Emmy ödülü kazanan Sorkin, 2009 yılından bu yana kablo - TV merkezli bir drama geliştirmiştir. Aylar süren görüşmelerin ardından, kablo - TV ağının en iyilerinden HBO 2011 yılının Ocak ayında bir pilot bölüm çekilmesini istemiş ve daha sonra Eylül ayında dizinin çekimlerine başlanmasına karar verilmiştir. Sorkin birçok gerçek kablo - TV haber programını bizzat kendisi gözlemleyerek dizisi için araştırma yapmıştır. Sorkin ile birlikte yapımcı olarak Scott Rudin ve Alan Poul görev almaktadır. The Newsroom için ikinci sezon anlaşması yapılmış, Haziran 2013'te yayınlanacağı açıklanmıştır.

Dizinin Türkiye'deki bölümleri ise CNBC-e televizyonu tarafından yayınlamaktadır.[*]Vikipedi'den alıntıdır.[/*]


Yorumum:

İlk bölümünü izledim henüz dizinin ancak şimdiden çoğu diziden daha değerli oldu benim için. Herkese izlemesini tavsiye ederim.

44
Müzik / Don McLean
« : 15 Ekim 2012, 23:17:25 »



2 Ekim 1945 doğumlu şarkıcı ve söz yazarı. 1971'de yayınlanan "American Pie" albümü, sanatçının en ünlü albümüdür. American Pie ve Vincent şarkıları en ünlü şarkılarıdır.

Ülkemizde pek ünlü olmayan sanatçının, Vikipedi sayfasının bile olmaması beni şaşırttı. Forum üyelerine önerebileceğim şarkıları şunlardır;

Waters of Babylon ; Mad Men izlemiş olanların, anımsayacağı bir müzik. Bir zamanlar reklamlarında çalıyordu.

Vincent (Starry Starry Night)

American Pie

45
Kurgu İskelesi / Orta Çağa Dönüş Savaşı
« : 15 Ekim 2012, 00:02:36 »
GİRİŞ


Yıl 2045… Dünyadaki bilimin gelişmesi ile diğer ırkları ortaya çıkarmak gerektiğini düşünen bir grup Amerikalı bilim insanı, diğer olanları insan kılığından sıyırıp atacak, gizli iksiri geliştirir. İlk önce Birleşik Devletler ’e, daha sonra da tüm dünyaya yayılan iksir bir yıl kadar etki göstermez. İksiri toplatan bilim insanları, yepyeni bir yöntemle dağıtır bu iksiri. Suya karıştırılmış halde.
 
Tüm gezegen bu suyu belirli süre aralıkları ile vücuduna alır. Aylarca etkisini göstermez iksir. Bir süre daha geçer ve Kanada’nın güneyinde bir değişim başlar.  Yeni Zelanda ve Avustralya'da da başlamıştır bu değişim. Yeni Zelanda’daki değişmeyen İnsan ırkı cüceler tarafından, Kanada’nın barışçıl halkı Vampirler tarafından katledilir. Avustralya halkı ise bir kısmı elfler tarafından katledilir fakat elflerin barışçıl kısmı, onlara sahip çıkar ve ülkede onların da yerleri olduğu konusunda hemfikir olurlar. Güney Amerika’nın kuzeyinde ise daha önce görülmemiş, güneş ışığından korkmayan Latin Vampirleri boyu gösterir. Dünya çalkalanmaktadır.

Ekvator etrafındaki Afrika ülkelerinin insanları da, yaratıkları da birbirinin üzerinde baskı kuracak kadar güçlü olmadığından dolayı karma bir koloni ortaya çıkar.

Rusya fırsatlardan istifade ederek, Avrupa’nın içlerine girerek, Slav İmparatorluğunu kurar. İskandinavya’da ise Odin, Thor ve Loki yeniden ortaya çıkmıştır.

Avrupa Birliği bu savaşlara son vermek için birlikte hareket eder ve topraklarını tek devlet olarak kabul eder.

Güney Afrika’nın yerinde bir Ork İmparatorluğu, Kuzey’inde ise Kuzey Afrika Birliği kurulmuştur.

Orta Doğu ise tam bir güç savaşına ev sahipliği yapmaktadır. Suriye, İran ve Arabistan, bir anda tepelerinde İsrail’in kimyasal silahlarını bulur ve tarihin en büyük soykırımı ortaya çıkar. Hindistan, Pakistan dolayları ise tamamen vampirler tarafından yönetilmiştir yıllarca. Ancak sıcaklığın yoğun olduğu bu ülkedeki vampirler güneşin gazabına uğrayarak yok olurlar…

Bu bölgeleri de ele geçiren İsrail Orta Doğu’nun kendine ait olduğunu düşünmektedir. Ancak yanılıyordur. Bu bölgede yaşamış, hayatta kalmayı başarmış ve ayaklanmaya başlayan ırklar kimyasal silahlar tarafından yok edilememektedir.  İsrail ve diğer ülkeler bu ırkların saldırısına karşı koyamazken, Anadolu'daki Türkler bir keşif yapmıştır. Tüfek, Kurşun ya da bomboya dönüştürülemeyen “bor” maddesi, bu ırklara zarar verebilmektedir.

Anadolu’da bulunan bor madenleri sayesinde; kısa süre içinde milyonlarca bor kılıcı, bor hançeri ve bor zırhı üretilir. Amerika, İsrail ve bilinmeyen güçlere verilen silah destekleri ile dünya artık, ateşli ve kimyasal silahların işe yaramadığı bir yer haline gelmiştir. Yakın Çağ bitmiş ve Orta Çağ yeniden başlamıştır.

Bir grup bilim adamı tarafından başlatılmıştır bu savaş; Orta Çağa Dönüş Savaşı…  

Sayfa: 1 2 [3] 4