Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Death Symbol

Sayfa: 1 [2] 3 4 5
16
Düşler Limanı / O
« : 19 Haziran 2014, 00:55:19 »
Kolluklarıyla ve bir mühim sandaleti tek ayağında, çırılçıplak duran, o ihtiyatlı yüz ifadesiyle kara bir çocuk. Hayalleri basmakalıp döner dururdu aklında, zere pek de mutsuzdu. Aklı alelacele süslenmiş bir fahişe gibiydi. Pek kirli bir işi gizlercesine makyaj takınmıştı tüm düşünceleri. Ona olumlu olan hiçbir şey mantıklı gelmezdi ve olumsuz hiçbir şey uygulamaya geçirilecek kadar mantıklı değildi.

Çocuk fazla yaşlı gibiydi. Zihninin bedenine tekabül edişi öyle korkunçtu ki, aklı şer herkes onun bir insan olmadığını bilirdi. Elbet bir hayvan da değildi, ya da uzaydan gelmemişti en az bir yaratık olmadığı kadar. Nitekim hiçbir fantastikliği de yoktu.

Adı yoktu. Var olan hiçbir isim ona addedilemezdi. Fazla olağan ama fazla tuhaf. Fazlaca aşık ama bir o kadar ihtiyatsız. O, o kara siluet, herkesin ortak olduğu şey, herkesin kendinde biraz bulabileceği şey. Ziyadesiyle kuşkulu ama güvenilir olan bir varlık. Herkesin farkında olduğu ama sadece zor zamanlarında bilgeliğinden faydalandığı bir hediyeydi. Pragmatizme de hiç itirazı yoktu.

Bugün kaç aşığa, kaç katile, kaç vicdan azabıyla kahrolan soğuk yüreğe dokunmuştu kim bilir. Kimisinin acısını almış kimisinin çoğaltmış ama kendi hep mutsuz olsa da sonunda birilerine hep bir faydası dokunmuştu.

O insan vücudunda düşünebilme yetisine sahip üçüncü şeyin fiziksel evrende vuku bulduğu gerçeklikti. Belki de en önemlisi ama en az ihtiyaç olunanıydı. Beyin ve üreme organı arasındaki boşluğu masumiyetle kapatabilecek bir duygu yaratmıştı. İntikamını da böyle almıştı. İntiharlara ve tüm olumsuzluklara hep onay verirdi. Sızlamayacağın bildiği sürece, durmayı bile göze alabilecek, dünyanın en cesur şeyiydi.

Ve o, kaldırımda öylece otururken bir av tüfeği ile vuruldu. Parasızlığın hırsızlıkla, öfkenin öldürme arzusuyla, yasaların çıkarcılıkla, dinin ardında sığınılarak yapılan tüm ayrımcılıklarla, hormonsal ya da biyolojik ve psikolojik olarak farklı olanların anlaşılamamasıyla, ten rengi sosyal statü halini aldığında, küresel ve çevresel değişimlere itiraz gelmediği her saniye. O, kutu kadar bir odaya yirmi bin tavuk sığdırıldıktan sonra reklamlarda tek bir tavuğun çayırda otlanırken gösterilmesiyle öldürüldü. Yalan ve hırsla, kendi dışında her şeyi sıradan görmekle, mal, toprak, cinsiyet kavgalarıyla, sexist düşünce anlayışları ve milliyetçi entegrasyonlarla, tüketim ve üretim dengesini lüks için bozduğumuzda, tanklarla, tüfeklerle, nükleer yıkım silahlarıyla, soykırımlar olurken toplu tecavüz yapma fırsatından yararlanabilen eli tüfek tutan her bir askerle öldürüldü.

Gerçekleşmeyen arzularıyla yıkımı yaratan her bir soğuk düşünce ile.

17
Kurgu İskelesi / Ynt: Lyner
« : 10 Mart 2014, 22:03:34 »
Bölüm 17 – Kara toprak

Amiraller Resdan krallığını verilen sınırlı yetkiler doğrultusunda yönetmekle görevlendirilmiş, her biri krallığın iyiliğini düşünen pratik insanlar oldukları için ellerinden geleni ardına koymamışlardı. Daha çok Leon ile yapılan savaşın negatif sonuçlarını gidermeye çalışıyorlardı. Ordunun büyük bir kısmını kaybetmişlerdi ve Esail’in emriyle orduya sadece büyücüler alınacağından, orduyu yenilemekte sıkıntı çekiyorlardı.

Amirallerden Sindrath soluğu büyücü akademilerini didik didik ederken bulmuş, bu akademilerden en iyisi olan Reba’da çok hoş karşılanmıştı. Reba denen akademiye adını veren, okulun müdiresiydi. O kadının bir insan olmadığını düşünen çok kişi vardı, kuşkusuz Sindrath da onlardan bir tanesiydi. Reba büyücüler ile normal insanların asla aynı kademede olmaması gerektiğin düşünen, sıradan insanlara birer evcil hayvan gözüyle bakan, düşünceleri hastalıklı bir şahıstı. Sindrath’dan aldığı, ordunun tamamen büyücülerden oluşacağı haberi, kendisini sonsuz mesut etmişti dolayısıyla.

Ayrımcılık, kalıp yargılar ve önyargılara sebep olmuştu bu karar. Nefret tohumları krallığa yayılıyordu. Bu, büyü yeteneği olanların, olmayanlara karşı kesin bir üstünlük sağlayacağı, yeni ve tehlikeli bir sistemdi.

Tabi Lyner ve Esail Amirallerin sorumluluklarına oranla daha büyük bir yükün altındaydılar. Yolculuk sırasında yiyecek ve suyu tüketmişler, aslında tabiri yerindeyse har vurup harman savurmuşlardı. Olanlara dair bir fikirleri yoktu.

Oak ile Resdan arasındaki tenha ormandan geçerken atlarını bir şekilde kaybetmişlerdi o ikisi. Gördükleri tek yaratık bir orman aslanıydı ki o da pek vahşi davranışlarda bulunduğundan taraflarınca öldürülmüştü. Bu bir kış ormanıydı. İğne yapraklı ağaçlar yılın on iki mevsimi kar altındaydı. Mevsim, bu bölgede sadece kış olurdu.

Lakin ormandan bir şekilde çıkmayı başarıp, yine de çok sevinememişlerdi. Ormanın diğer tarafı Oak imparatorluğuna çıkıyordu ama ayak bastıkları boş arazi uğursuzluğun kafesi gibiydi adeta. Bu topraklar insanlar için değildi. Kara toprak kızıl gökyüzüyle birleşirken, Lyner hayatında ilk kez Resdan dışında bir imparatorluğa ayak basmış bulunuyordu.

Toprak gerçekten de fazla siyahtı. Yine de ilerlemek zorundaydılar. Ürkütücü şeyler olmaya başladığında ise, birkaç kilometreyi geride bırakmışlardı.

Birkaç seyrek ot, ki bu otlar çok siyah ve kuruydular, kuru, siyah bir toprak örtüsü, ki kilometrelerce uzanıyordu, ayrıca siyah ve iri birkaç kaya parçası dışında arazi son derece boştu. Ne bir kuş, ne bir böcek, tanıdık olabilecek herhangi bir canlıya rastlamadılar. Fakat yola devam ettikçe, etraftan gelen tuhaf seslerle, ki bir çeşit hayvana ait olmalıydı, korkmaya başlamışlardı artık.

“Bu ülkenin nesi var böyle” diye sordu Esail. “Hava tamamen aydınlık olmasına rağmen yeryüzü geceymiş gibi duruyor.”

“Ben daha çok şu baykuş seslerine şaşırıyorum. Etrafta pek ağaç olmamasına rağmen ve gündüz vakti…” Lyner etrafını iyice kolaçan ederek yürüyordu.

“Onların baykuş olmadığına eminim. Sesler fazla uzaktan geliyor gibi. Bu kadar uzaktan duymamız çok yüksek bir ses çıkardıkları anlamına geliyor.”

Lyner hemen seslerin ejderhalara ait olabileceğini düşündü ama hemen sonra bu fikirden vazgeçti. Ejderhaların yaşadığı yere henüz ulaşmamış olmaları gerekiyordu. Uzaklarda bir dağı seçebiliyordu lakin çok uzakta gibiydi. Zar zor görüş alanına giriyordu.

Pek konuşmadan yürümeye devam ettiler. Birkaç kilometre yürüdükten sonra, küçük bir tepenin ardında bir köy fark ettiler.

Aslında burası bir köyden çok, bir şehir meydanına benziyordu. Tek haneli evler yan yana dizilip büyük bir yuvarlak oluşturmuştu. Meydanın dışını birkaç okaliptüs ağacı süslüyordu, ama bunlar da siyahtı tabi. Lyner ve genç kral oraya vardıklarında güneşin batmasına henüz bir saat daha vardı ama köyün girişinden itibaren her yer bir çeşit ışıkla aydınlatılıyordu. Işıklar ağaçların üstünde, evlerin üstünde, ya da her yerdeydi.

Evlerin oluşturduğu halkanın içine sadece bir yerden girilebilirdi. Lyner’ın geldiği yerden giriş açıkça görülebiliyordu. Lyner hemen oraya yöneldi.

Evlerin giriş kısımları halkanın içinde yer alıyordu. Evlerin oluşturduğu bu halkanın içinde daha küçük ve dükkanlardan oluşan bir diğer yuvarlak daha vardı. Evlerin girişleri ile dükkanların girişleri karşılıklı bakıyordu, ama aralarında sağlam bir mesafe vardı tabi.

O ve kral girişten içeri girdikleri anda, yüzlerce insanın sokaklarda gülüşmekte olduklarını gördüler. Dükkanlar insan kaynıyor, evlerin balkonlarında tanıdıklar oturmuş muhabbet ediyor, çocuklar iki yuvarlak set arasındaki siyah toprakta yerlere yatmış, oyunlar oynuyorlardı. Herkesin yaptığı şeyi bir kenara atıp kendilerine dönmesi ile Lyner çok tuhaf bir şeyi fark etti. O da, burada bulunan, çocuk ve yaşlı gözetmeksizin herkesin kız olduğuydu.

Şok olmuş yüzlerini öfke bürürken, birkaç kadın kılıçlarını çekerek onlara doğu yürüdü. Lyner hemen ellerini kaldırarak kadınların onların yanına yaklaşmasını bekledi. Esail de ellerini havaya kaldırmıştı.

“Siz iki yabancı burada ne yapıyorsunuz?”

On kadar kılıçlı ve zırhlı kadının içinde öne çıkan, sarışın, kısa saçlı, orta yaşlarda bir kadındı konuşan. Aşırı kaslı vücudu sayesinde çok itici görünüyordu. Diğer kadınlara oranla daha iri ve çirkindi, lakin bu kadar kaslı olmasa dünyanın en güzel kadını olabilecek bir gizli kapasiteye de sahipti.

“Ejderhaların yaşadığı şu dağı görmek için yolculuğa çıktık.” Dedi Lyner. Gülümsüyordu. Esail ve kadınların verdiği tepki aynıydı.

Kadınlar kılıçlarını daha da ileri attı.

“Bu köye erkekler izinsiz giremezler. Hemen çıkın buradan!”

“Bunu yaparsak ölürüz. Yemek ve suyumuz tükendi. Yolculuk sırasında ölmektense savaşçılar tarafından öldürülmeyi tercih ediyorum.” Lyner gülümsemeye devam ediyordu.

Kadın sinirle kılıcını salladı. Lyner geriye atılarak bu darbeyi savuşturmuştu.

“Vay, hızlısın” dedi kadın. “İyi bir döl kaynağı olabili…”

Kadın sözünü yarıda kesip geriye atılırken, elindeki kılıcı da yere düşürmüştü. Yakışıklı oğlanın vücudunu yoklarken gözüne o kızıl gözleri kestirmişti zira. Yüzünü büyük bir korku kapladı.

“Sen, yoksa!”

Yüzündeki korkunun yerini bir anda öfke ve hırs bürüdü. Hemen kılıcını yerden kaparak bir diğer saldırıda bulundu. Bu kez Lyner’ın karşılayabileceğinden hızlı bir darbe indirmişti ama Lyner kendini geriye ışınlayarak yeniden saldırıyı karşılayabildi.

“Sendin! Kardeşimin canını alan sendin!”

“Sakin olun” diye söze karıştı Esail. “O gözler kimseyi öldüremez.”

“Bu anı çocukluğumdan beridir arzuluyorum Ryner Deobilis! Kendini hazırla!”

Lyner’ın işittiği isim, zihninin en karanlık anılarını aklına getirdi. Bu ismi Esail de biliyordu, fakat Lyner o adama hiç benzemiyordu. Onu çocukluğunda sık sık görürdü, dedesinin sağ kolu gibiydi.

“Onu biriyle karıştırıyorsunuz” dedi Esail. “O adam neredeyse on beş yıl önce ölmüştü.”

Lyner boynunu bükmüştü. Kadının azmi intikam arzusundan geliyordu ve Lyner bu azme başını eğerek saygı gösteriyordu.

“O kardeşinizi mi öldürdü?” diye sordu Lyner. Kafasını yeniden kaldırdığında gülümsüyordu. “O halde bize minnettar olmalısın. O adamın ölmesine sebep olan kişi bendim.”

Lyner sırıtırken sol gözünden bir damla yaş aktı. Esail ve kadın kendisine şok olmuş bakışlarla bakıyorlardı. Gözünü silerken gülümsemeye devam ediyordu.

“Üstelik bahsettiğiniz olay uzun zaman önce olmuş olmalı, ne kadar genç olduğumu fark etmişsindir. Maalesef bahsettiğin kişi değilim.”

Kadın kılıcını indirerek yaşadığı duygu fırtınasından çıkmıştı. “Haklısın. Yine de bu köyden gitmelisiniz. Bu köy sadece kadınlara aittir.”

“Bunu biliyoruz.” Diye atıldı Esail. “Sadece yiyecek bir şeyler satın alıp hemen yolumuza devam etmek istiyoruz.”

Kadın bu iki adamın kötü niyetli olmadığını bir şekilde anlasa da, köyün kurallarını bozmayacaktı. Bu sebeple elleriyle gitmelerini işaret ederek ardına döndü. Ancak kadın ardını döndüğünde, köşedeki tezgâhta bulunan çeşitli meyveleri sırt çantasına dolduran Lyner’ı gördü. Ardına dönmeden önce Lyner’ın karşısında durduğunu hatırlıyordu. Şaşırdı ve ağzını istem dışı açtı. O sırada Esail’in koşar adımlarla köyün çıkışına koşmaya başladığını gördü. Bir an ne yapması gerektiğini bilemedi. Hemen sonra, onun kaçmasına izin verip Lyner’ı yakalamakta karar kıldı. Kafasını yeniden çevirdiğinde, tezgah bomboştu. Lyner birkaç metre ötedeki çeşmede matarasına su dolduruyordu.

“Yakalayın onu!”

Kadınlar daha harekete geçemeden, Lyner matarasını da doldurmuş, kendini koşmakta olan Esail’in yanına ışınlanmıştı.

Ancak o ikisi koşuya geçtikleri sırada, beklenmeyen bir şey oldu. Önlerini zincirler kapladı. Siyah, uzun zincirler. Arkalarına döndüler ancak dört bir yanın bu zincirlerle kapatılıp bir kafes oluşturduğunu fark ettiler. Kafesin tepesi yoktu. Zincirler sanki sonsuzluğa uzanırmışçasına gökyüzüne ilerliyordu.

“Bu da ne?” dedi Esail.

“Kara büyü.”

Lyner cevap verirken ifadesizdi. “Karmaşık bir büyü, sadece yapan kişinin bozabileceğini sanıyorum.” Tekrar önüne baktığında, bir kadın silueti seçebildi.

En az 80 yaşındaydı. Elindeki baston yardımıyla yürüyor, beyaz uzun saçları sırtına devrilirken kırışık yüzünü siyah lekeler süslüyordu. O kadar yavaş adımlarla ilerliyordu ki, kafesin yanına gelene değin sanki saatler geçmişti. Bastonu yere vurdukça çıkan “tık” sesi dışında bir ses duyulamaz olmuştu. Sessizlik bir anda ortama hâkim olmuş gibiydi.

Kadın kısa boyluydu fakat hantal olduğu için bunu gizliyordu. O yürürken, arkadaki kadın askerler diz çökmüşler, en ufak bir ses bile çıkarmıyorlardı.

“Hırsızlık, bu köyde onlarca yıldır rastlanmış şey değil.” Oldukça içten, güçlü bir sesi vardı kadının. “Çocuklarım bunu görmüş oldular. Acıklı bir durum, yaptıklarından pişman olmalısın.

“Hırsızlık yapmadım.” Diye atıldı Lyner. “Aldığım her şeyin parasını fazlasıyla raflara koydum ben.”

Lyner ellerini havaya kaldırırken, kafes bir toz yığınına dönüştü. Bu karmaşık büyüyü çözmesi, Lyner’ın sadece birkaç saniyesini almış olmalıydı.

“Ölmek üzere olan iki insana sırf erkek oldukları için yardım etmeyi reddeden bir grup fahişeyle yaşayan o çocuklara ben de acıyorum, evet.”

Lyner ileriye doğru bir adım attı. O adımını atarken, hafif bir rüzgar yaşlı kadına Lyner’ın aurasını taşıdı. Yaşlı kadın şok olmuş bakışlarla onlara bakarken, Lyner yürüyerek kadının yanından yürüyüp geçti.

En ufak bir büyü kullanmamıştı ama Lyner Noa krallığının en güçlü büyücülerinden birini yine de yenmişti.

Lyner yürürken, kadın ardına dönüp çocuğa baktı. “Lyner…” dedi. “Yoksa, sen…”

Kadının kelimeleri, Lyner’a o tanıdık hissi taşıdı. O tanıdık, acı verici ama mutluluk kokan hasret duygularını.

18
Kurgu İskelesi / Ynt: Lyner
« : 22 Şubat 2014, 12:27:15 »
Bölüm 16 – Yeni Bir Tehdit

BİRKAÇ SAAT ÖNCE

Rylei vadinin tepesinde ölü taklidi yapıyordu. Aslında amacı ölü taklidi yapmak falan değildi, lakin bir insan büyük bir savaşın ortasında bir tepenin üstüne tünemiş uyuyorsa, görenlerin onu ölü sanması pek doğaldır.

İhtiyar uyuyordu ama olan her şeyi dikkatle izleyecek kadar da uyanıktı aynı zamanda. Bu onun en süper, en muhteşem ve en olağanüstü tekniği, “İhtiyar bunak hışımlı tekniği: şahin gözlü izleme seviye bir, uyku modu” şeklinde açıklanabilirdi ve bir büyü falan değildi. Sadece insanlar bazen tuhaftır.

Oralarda bir yerlerde dolanan birileri de kuşkusuz onu gördüler. Güçlü kimselerdi, fakat onun bir ölü olduğunu düşünüp kontrol etmeyecek kadar da aklı havada kimselerdi. Vadinin batı yamacında pusu kurmuş, kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlardı.

İhtiyarın yarı uykulu durumunda bu adamları işitmemesi imkânsızdı. Adamlar yüksek sesle konuşmuyorlardı, ama Rylei kilometrelerce ötede kur yapan iki kediyi bile işitebilecek kadar duyuları gelişmiş bir adamdı.

Güneş henüz tepeye ulaşmamıştı. Yine de hava fazla açık görünüyordu. Rylei’nin uyuduğu yerde pusu kurup bekleyen adamların kim olduğu, Rylei’nin bilebileceği türden bir şey değildi. Fakat adamlar konuştukça bir tahmin üretebildi.

“Ohnson, bu kadar kan midemi bulandırıyor.”

Kirli sesli bir adamdan geliyordu bu ses. Adam tamamen gırtlaktan konuşuyor, ses tellerini neredeyse egale ediyordu. Rylei bunun yaşlı bir adamın çıkardığı bir ses olabileceğini düşünmüştü, lakin adam henüz orta yaşlarının sonuna yeni yeni yaklaşıyordu.

Rylei’nin şu ana kadar gördüğü en güçlü auralardan biriydi adamın etrafına saldığı o negatif ve tüyler ürpertici enerji. Sanki konuştukça, adamın yaydığı negatif aura da güçleniyordu. Bu tip bir güç kaynağı, şüphe içerikli bir duygu fırtınası yaşamasına neden oldu. Bu, dövüşmek istemeyeceği türden bir şeyin varlığıydı.

“Sizin için ne yapabilirim peki?” şeklinde yanıtladı onu bir diğeri. Bu daha az güçlü bir adamdı, ama kuşkusuz zorlu bir kimseydi.  Sahip olduğu enerji, Lyner’ın gözlerini kullanmadan sahip olduğu enerjiden fazlaydı. Rylei dünyada bu tip adamların var olduğunu bir kez daha hatırladı. Diğer insanları “diğer” olarak adlandırmaya hakkı olacak kadar güçlü kimselerin olduğunu.

“Sizin için bu savaşı bitirmemi ister misiniz?”

“Bu dediğin mümkün olabilirdi.” Diye yanıtladı ilk konuşan adam. “Fakat yapamazsın.”

“Neden?” Adam yüzünü şaşkınlıkla patronuna çevirdi.

“Kişisel bir şey değil. Bu savaş alanındaki öfke ve nefret herhangi bir büyüden daha güçlü.”

Rylei gözlerinin ucuyla adamların olduğu yere baktığında, kırmızı paltolu o adamı görebildi. O uyuduktan birkaç dakika sonra buraya yerleşen bu on kadar adam içinden sadece o dikkatini çekebildi. Adamın saçları, paltosundan bir renk daha koyu bir kızıldı ve havaya dikilmişlerdi. Alnı açıktı ve alnındaki kırışıklıklar seçilebiliyordu. Uzun boylu, lakin zayıf bir kimseydi. Onu gördüğünde, Rylei’nin içine derin bir ürperti serpildi.

Rylei, gördüğü şahsın kim olduğuna dair bir çıkarımda bulunabildi. Uzun bir süre önce Xadirio adlı bir örgütün varlığına dair söylentiler duymuş ve ne olduklarını araştırmak için bir araştırma gezisine çıkmıştı. Bu adamın tipi anlatılanlara uyar nitelikteydi. Lakin Rylei böyle bir güç ile böyle bir yerde karşılaşmayı beklemiyordu. Dahası, adamın anlatılanlardan çok daha güçlü olduğunu sezinlemişti.

Tüm hayatı boyunca Rylei pek çok güçlü büyücü ile karşılaşmıştı. Bunlardan hiçbirinden ustasından koktuğu kadar korktuğunu hatırlamıyordu. Ayağa kalktı.

O ayağa kalktığı anda, adamların bakışları ona yöneldi. Rylei emin adımlarla onlara doğru yürürken, tehditkar bir şekilde etrafa saldığı aura havaya korkunun pırıltılarını serpmişti. Adamların arasından geçerek tepenin daha alt kısımlarına seyretti.

Ağzı açık bir şekilde onu seyreden adamlar, Rylei yürürken ardında bıraktığı siyah bir perdenin ve bu perdeden gelen kudretli auranın akıl almaz bir saldırganlıkla etrafına yaydığı mükemmel enerjinin esiri oldular. Ryleinin attığı her adım tehdit ve güç içeriyordu. Konuşmalarını bölen korku, kızıl saçlı adamın yüzünü terletmiş, tüm dikkatini bir anda dağıtmıştı.

“Seninle yüz yüze gelmeyi bu kadar erken beklemezdim, çocuk.” Dedi Rylei. Ellerini belinde birleştirdi ve ardına dönerken adamın etrafına yaydığı enerji çoktan havaya uğursuzluğu karıştırmıştı. Döndüğünde bakışlarına karışan yıkım, havayı bükerek bir rüzgar halinde kızıl saçlı adama çarptı. Toprak uğursuzluğun çağrısına dayanamayacaktı ki, çatlayarak çökmeye başladı. Bu, Rylei’nin ciddi olduğunu ifade ediyordu. Üstelik ciddi bir Rylei’den korkmayacak tek bir büyücü olamazdı, çünkü adam bilgeliğin ve tecrübenin güçle birleşerek muazzam bir varlığa dönüşüyordu.

“Bu örgüt hakkında hoş olmayan bir şeyler duydum.”

Rylei’nin adama duyduğu korkunun bir sınırı vardı. Fakat bu adamların ona duyduğu korkunun bir sınırı olamazdı. Bu, kızıl saçlı adamın ömründe ilk kere hissettiği bir korkuydu. Hayatında daha önce böyle muazzam bir güce tanklık etmemişti.

Yine de, kızıl saçlı adam sadece gülümsedi. Rylei nasıl korkularının üstüne gitmişse, o da aynı şekilde reaksiyon vermişti.

“Bu yolda karşıma birinin çıkmasından hoşlanmayacağım” dedi.

Rylei kendinden emin bir adım attı sırtını dönerken. “Amaçlarını anlamlandırana değin gözüm üstünde olacak. Karşına çıkmam gerektiğini düşündüğümde, bundan hoşlanmayacak kadar yaşayabileceğini sanmam.”

İhtiyar kendini vadinin diğer tarafına ışınladığında, kızıl paltolu adam çoktan huzursuzluğa teslim olmuştu.

2 GÜN SONRA

Ufuktan duvara çarpan güneş ışığı etkisini kaybetmeye çoktan başlarken, Lyner yatağında dizlerini karnına çekmiş, onları elleriyle desteklerken, başını da ellerinin üstüne koymuştu.

Aslında nerede olduğunu bilmiyordu ya da önemsemiyordu. Herhangi bir şey olabilirdi. Ölebilirdi, ya da yaşayabilirdi. Ama bu artık umursadığı bir şey değildi. Aslında önceden bu tip şeyleri umursadığının farkında bile değildi. Sadece yaşıyor ve gözlerini görmek istemediği şeylere kapatıyordu. Ama artık görmek istemediği şeylere gözlerini kapatması muhtemel olamazdı.

Kapı sadece bir kere tıklatıldı, ama o ses Lyner’ın aklında onlarca kere tekrar etti. İçeri Rylei ile genç kral girerlerken, Lyner kafasını kaldırdı. Nerede olduğunu ancak o zaman anladı. Duvardaki şatafatlı süslerden yerdeki pahalı işlemelere değin, kapının ve odanın büyüklüğü de içinde olmak üzere her şey, buranın kralın sarayı olduğunu haykırıyordu. Tavanı odanın yarısı büyüklüğünde bir ahize süslerken, pencere ülkenin doğu yamaçlarına bakıyordu.

“Sonunda uyanabildin” dedi Rylei. “Senin gibi bir adamın acıdan bayılması halen bana pek yapmacık geliyor doğrusu.”

“Burada bir şey var” dedi Lyner. “Burayı sevmedim. Gitmek istiyorum.”

Lyner karanlık bir varlığın şatodaki egemenliğini daha uyanır uyanmaz sezinlemişti. Korkuyordu, susamıştı ve kalbindeki acı aklını bulandırıyordu.

Kral ile Rylei şaşkınlık içinde birbirlerine baktılar. Kral beyaz saçlarına tezat oluşturacak kapalı mavi renkte bir kıyafet giyinmişti, lakin fazla sıradandı. Kral olduğunu hiç belli etmiyordu.

“Ne demek istiyorsun?”

Lyner bu soruya bir cevap vermemeyi tercih etti. Ne demek istediğini kendi de bilmiyordu çünkü.

“Bu saraya her geldiğimde bende bunu hissediyorum” dedi Rylei. “Şu an bunu takacak durumda değilsin.”

“Kalbindeki yarayı iyileştirmek için elimden geleni yapacağım.” Diye devam etmişti Kral. Amacı sadece konuyu değiştirmek değildi. Ölen kişinin kim olduğunu ve Lyner için ne ifade ettiğini öğrendiğinde bu durumun kabul edilemez bir trajedi olduğunu düşünmüştü.

Rylei emin adımlarla yürüdü ve yatağın kenarına oturdu.

“Daha iyi olup olmadığını soracak değilim.” Dedi. Ellerini Lyner’ın ellerinin üstüne koymuş, bakışlarını onun bükük başına çevirmişti. Genç kral bir iki adım atarak onlara yaklaştı.

“Kalpteki yaralar asla iyileşmezler. Ne zaman, ne de bir başkası iyileşmesini sağlayamaz ayrıca.” Bunu söylerken krala bakmıştı. “Lakin bu yaralara alışmak için başkalarına sımsıkı sarılman gerekir. Güçlü kimseler acı çekmeyenler değil, acı çekmelerine rağmen dimdik ayakta durabilenlerdir.”

İhtiyar derin bir nefes almıştı.

“Lakin ben seni bu yaralara alıştırmak için yanında olamayacağım. Önemli bir iş için ayrılmam gerekecek birazdan. Bunu bir veda düşünebilirsin. Ayrıca, senin de gitmeni istediğim bir yer olacak.”

Lyner kafasını kaldırarak ihtiyar adamın gözlerini incelediğinde, hüzünlü ve kararlı bakışların büyüsüne kapıldı.

“Oak krallığındaki Eru dağının zirvesinde, eğitimin son bulacak. Oraya biriyle birlikte gitmeni istiyorum. İstediğin kişiyi seçebilirsin. Seni uyarıyorum, bu senin tüm hayatında görebileceğin en korkunç yerdir. Yetişkin ejderhaların yuvası olarak bilinir o dağ ve oraya ulaşıp da hayatta kalabilen insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Tek başına gidersen aklını kaybedebilirsin. Orada, özel bir ejderha ile buluşman gerekecek. Fakat asla herhangi bir tanesini öldürme, yoksa gözlerin seni yok edecektir. Ne yapman gerektiğine orada karar ver.”

Lyner için şu an eğitim ya da ejderhalar bir önem taşımıyordu. Ancak hayır cevabını veremezdi, çünkü bu bunak adama çok şey borçluydu. Kafasını sallarken, yüzündeki hüzün ziyadesiyle belliydi.

“Senin oradan dönmen aylar alacaktır. Lakin döneceğine eminim. Oraya kralla gitmeni tavsiye ediyorum.”

“Bu mümkün değil” diye atıldı kral. “O kadar uzun süre uzaklaşırsam krallığın hali ne olur?”

“Oraya gitmen krallık için çok daha hayırlı olur. Lyner ile gidersen seni oraya ulaştırabilir. Herhangi bir büyücü ile oraya ulaşman imkânsız olurdu.”

Kral kendisine hiç de kral gibi davranmayan bu iki tuhaf adama gereksiz bir güven duyuyordu. Bir şey söylemeden kafasını salladı.

“Son bir şey daha, Lyner. İntikam arsız bir duygudur. Ne sebeple olursa olsun, her zaman seni kül eder.”

İhtiyar ardına dönüp kapıya ilerledi. Ne söylemeye çalıştığını, Lyner ancak uzun bir zaman sonra anlayacaktı.

19
Genel Kültür / Ynt: Hayvan Yemek ve Vejetaryenlik
« : 11 Şubat 2014, 20:15:09 »
İnsanların sevdiği ve sevmediği şeyler değişir. Yenilen şeyler de bu istekler doğrultusunda farklılık gösterebilir.

Herkes bir takım fikirler ortaya sürebilir ve ortaya sürülen fikirler birilerinin aklını çelebiliyorsa ne mutlu bize. Fakat bu konu üstünden (yemek konusu) fikirler sunmak ve birilerini çelmeye çalışmak pek mantıklı değil gibi geliyor bana. Başkalarının, yeme alışkanlıklarımıza saygı göstermesini beklemek yanlış değil ama başkalarının yeme alışkanlıklarının doğru olmadığını iddia etmek, her ne kadar bilimsel verilere dayatılsa da doğru olmaz.

Ben et ya da ot yemenin insanın doğasında olduğunu düşünüyorum. Doğamız buna el vermeseydi, zaten yemezdik değil mi? Kimin neyi daha çok sevdiği ya da yediği bizim konu dahi etmememiz gereken çok kıstırık bir meseledir. Lakin ortamın gerilme sebebinin başlık seçiminizden kaynaklandığını düşünüyorum. İnsanları "Hayvan yiyenler" ve "olması gereken insan profili" şeklinde ikiye ayrıyor bir nebze de olsa. Ben elbette ki sizin bu tip bir ayrımcılığı kasten yapmadığınızı biliyorum, lakin içten içe bir ayrımcılık sezilebiliyor bu durumdan.

Bu konuya verdiğiniz değer ve emek için sizi ayrıca kutluyorum. Bilgilendirici paylaşımınızdan ötürü teşekkürler.

20
Kurgu İskelesi / Ynt: Lyner
« : 11 Şubat 2014, 18:47:13 »
Çok mutlu oldum açıkçası yorumunuzu okuduğum için. Çünkü tam da aklımdan geçenleri söylediniz. Bölümleri yazarken de, yazdıktan sonra da aksiyonu yeterli bulmadığımı fark etmiştim. Keşke savaşları daha uzun ve heyecanlı tutsaymışım diye düşündüm haliyle. Dolayısıyle hikayenin akıcılığının zedelendiğini düşünüyordum.

Rylei'nin savaş alanına girişini de fazla mı abarttım diye düşünerek kendi kendimi yiyordum. Sönük olduğunu söylemeniz beni ziyadesiyle mutlu etti. Rylei'nin ne yapmaya çalıştığını fazla betimlemek istemememin sebebi de bunu okuyucunun fark etmesini istediğimden kaynaklıydı.

Bu savaş büyük bir güç dengesizliği gösterisiydi. Fakat asıl aksiyonun ileriki bölümlerde başlayacağını söylemek isterim. Lyner'a kafa tutabilecek karakterlerin yaratılması hikayenin gidişatı açısından çok önemliydi. Senaryoyu da bu yönde ilerletmeye çalışıyorum.

Son Goku'ya benzetiğiniz yer de beni hayli şaşırttı ama andırdığını söylemek durumundayım. Yorumununuz için çok teşekkür ederim.

21
Kurgu İskelesi / Lyner
« : 11 Şubat 2014, 14:26:40 »
Bölüm 15 – Dean, yeniden

10 YIL ÖNCE

“Hayır, hayır. İlk ben vardım, açıkça!”

Lyner ve Dean on üç yaşlarında, buluğ çağının henüz başlarındaydılar. Lyner her zamanki gibi pek havalı görünüyordu. En ufak kendine bakmasa bile, dağınık uzun saçları ve o iri gözleriyle aşırı dikkat çekiyordu. Dean ise saçlarını kısa kesmeyi seviyordu hep. Sürekli kendine bakardı, ama hiçbir kızı etkilemeyi başaramıyordu. Lyner’ın kızlarla en ufak dahi ilgilenmemesi ona pek tuhaf geliyordu. Sürekli oynamak isteyen, çocuksu bir tiplemeydi ona göre. Uyumaktan veya oynamaktan kızları düşünecek zamanı kalmıyordu. Aslında, Dean onun bir kız ve erkek arasındaki farkı bilmediğine bile emindi.

Lakin yine de, bu tuhaf çocukla yarış yapmaktan büyük zevk alıyordu. Belki de zevk almasının sebebi, hep kendi kazanıyor olduğundan kaynaklanıyordu.

“Dalga mı geçiyorsun! Bitiş çizgisine benden saniyeler sonra vardın!” diye yanıtladı Lyner’ı. Koşu yarışı, en sevdiğiydi. Fiziksel mücadelelerde Lyner onun yanına bile yaklaşamıyordu. Bu garip çocuk ile aralarında, Rylei’nin diğer öğrencileri arasındaki bağlardan farklı bir bağ oluşmuştu.

“Ah, hadi ama. Üzüldüğümü göremiyor musun?” dedi Lyner. “Ne olurdu bir kere olsun kazansaydım?”

“Hayır. Beni hakkınla yenmen gerekiyor.”

Lyner esnedi.

“Her neyse. Ben uyuyacağım. Bir dahaki sefere en iyini yap. Eminim bir gün beni yenebilirsin.”

“Ne! Seni…”

Dean hızla Lyner’ın üstüne atılarak onu yere yapıştırdı. Bu, bu aralar çok popülerdi. Erkeklerin bir birini itelemesi, dövmesi, ya da saçma el şakaları yapması bu ikisi yüzünden fazla popülerleşmişti.

“Hadi ama Dean, Lyner’ın kazandığını biliyorsun.” Dedi Rylei. Gülümseyerek onları izliyordu.

“Ne! Ama ben…”

“Ayrıca erkekler birbirinin üstlerine atlamamalıdır!” şeklinde konuşmaya devam etti Rylei. İçlerinde bir kızın da olduğu iki - üç öğrenci kıkırdadı.

Dean hemen utanarak ayağa kalktı.

“Siz ikiniz benimle gelin. Size bir şey söyleyeceğim.”

İhtiyar ayağa kalkarak içeriye yürümüştü. Şöminenin yakınındaki bir sandalyeye oturdu. Lyner ve Dean de onu izlemişlerdi.

“Dinleyin, çocuklar. Yanıma gelin.”

Lyner ve Dean ihtiyarın yanına giderek yere çöktüler.

“Sizinle büyük bir sırrı paylaşmak istiyorum.”

“Büyük bir sır mı? Nedir? Nedir?” Dean’ın hemen gözleri parlamıştı. Dikkat kesilerek ihtiyarı dinlemeye koyuldu.

“Çok gizli bir tarifim var.” Dedi Rylei. “Bu tarif ile, en güzel kadını bile etkileyecek mükemmel bir parfüm yapılabiliyor!”

“Gerçekten mi?” dedi Dean. Hemen gözleri açılmıştı.

“İyi de, neden bir kızı etkilemeliyiz ki?” dedi Lyner. Kafası karışmıştı. Dean hemen onun kafasına hafifçe vurdu ve kötü bir bakış fırlattı. Hemen sonra Rylei’ye aynı heyecanlı bakışlarla döndü.

“Ee! Tarif nedir?”

“Eh, onu size bu kadar kolay veremem, değil mi.” Dedi Rylei. “Önce bir yarışma yapacağız. Dağın tepesine kadar koşacağız. Oraya ilk varan ödülü alacak. Eğer oraya ilk ben varırsam, ödülü kimseye vermem!” dedi Rylei.

Dean sevinmişti. Rylei ne de olsa bir ihtiyardı. Ne kadar hızlı koşabilirdi ki? Ayrıca Lyner sürekli kendisine yeniliyordu. Bir tehdit oluşturamazdı.

“Peki! Ne zaman yapıyoruz?” dedi hemen.

“Olur!” diye onayladı Lyner. “Ben yarışmayı seviyorum!”

“Hemen, şimdi. Neden benimle dışarı yürümüyorsunuz?”

İhtiyar ayağa kalkarak, hızlıca evden dışarı yürüdü. Lyner ve Dean de onu izlediler.

*

Üçlü, dağın başında durmuşlardı. İhtiyar dağın üstüne bakındı ve en sonunda gözüne büyük bir kaya parçası kestirdi.

“Pekala, o kayayı görüyor musunuz?”

“Evet!” diye yanıtladı ikisi, bir ağızdan.

“Oraya ilk ulaşan kazanır. Başla!”

İhtiyar bir anda koşmaya başlamıştı. Dean ve Lyner da hemen arkasından koşmaya koyuldular. Büyük bir hızla üçü de dağı tırmanmaya başlamıştı.

Rylei, Dean’ın tahmin ettiğinden çok daha hızlı bir şekilde koşuya başlamıştı. Lyner ise yine geride kalıyordu. Fakat çok geçmeden ihtiyar yorulmuş ve yavaşlamaya başlamıştı. Dolayısıyla Dean hemen birinciliğe yerleşti.

Lakin çok geçmeden, ihtiyar bir büyü fısıldadı. Dean bir anda kendini acayip bitkin ve yorgun hissetmiş, olduğu yere çökmüştü. Rylei hemen kendisine yetişip öne geçerken, öfkeyle bağırdı.

“Hile yapıyorsun!”

İhtiyar dilini çıkararak genç çocuğa gösterdi. Yüzünü yeniden hedefine döndüğünde, kayanın üstünde oturan Lyner’ı görmüştü.

“Hile serbest miydi?” diye bağırdı Lyner. “Şunu baştan söylesene ihtiyar!”

İhtiyar şoka uğramıştı. Durdu ve Lyner’a baktı.

“Lyner, sen bunu nasıl? Yoksa…”

Dean büyünün etkisinden o anda kurtulmuştu. O ve ihtiyar yavaş adımlarla Lyner’ın yanına döndü.

“O tarifi Dean hak etti, aslında.” Dedi Lyner. “Hile yapılmasa o kazanırdı.” Dean’e bakarak gülümsüyordu.

İhtiyar hala şok içindeydi, lakin hemen güler bir yüz takındı.

“Pekala, al bakalım Dean. Bu senin.” Bir kağıt parçası çıkararak ona uzattı.

Dean, kağıtta yazanları dikkatle okudu.

“Anason yaprağı mı? Bu gerçekten işe yarıyor mu?”

“Tabi” dedi Rylei. “Kendin denesene.” Sonra emin adımlarla dağdan aşağı yürümeye koyuldu.

O günden itibaren, Dean hep anason yapraklarını topladı. Onları giydiklerinin altına yerleştirirdi. Âşık olmak hep hayaliydi, ama o yalnızca bir savaşçı oldu.

10 YIL SONRA, YENİDEN BÜYÜK LEON – RESDAN SAVAŞI

Yerde bağdaş kurmuş, oturuyordu Lyner. Hala boynunu bükmüş, fazlasıyla düşünceli görünüyordu. Yüzü tamamen şişmiş ve ağzı patlamıştı, ama bu onun yüreğindeki acı ile kıyaslanamazdı bile. Savaş alanını derin bir sessizlik kaplamıştı.

Rylei’nin bayılttığı askerler bir bir uyanmaya başlamışlardı. Binlercesi, ne olduğunu hiç öğrenemedi bile. Sessizliği yırtan Esail'in sesi olmuştu.

“Leon askerleri, ülkenize geri dönün. Savaş burada bitmiştir!”

“Neden onları esir almıyoruz?” diye sordu amirallerden biri. Pek sıkıntılı bir ifade bürümüştü yüzünde.

“Onları hiç düşünmeden kaçıp giden bir kralları var. Onlar için geri döneceğini mi sanıyorsun? O tip bir kralı bir daha karşımda bile görmek istemiyorum.” Dedi Esail. “Bu savaş tam anlamıyla bitmiştir!”

Bu savaş sırasında pek çok insan ölmüştü, ama hiç kimse biri öldü diye savaşı durduramazdı. Dean büyük bir istisnaydı. Onun ölümü, insanların kalbindeki buzları eritecek bir hüzün kaynağı olmuştu nedensizce.

Aslında savaşı tam anlamı ile durduran, Rylei olmuştu. Belki de değer verdiği bir öğrencisini kaybetmişken savaşın devam etmesine göz yumamazdı. Ya da belki sadece Lyner’ın delirmesine engel olabilecek tek kişi oydu. Lyner’ın duyacağı vicdan azabı, hem onu, hem de etrafındakileri küle dönüştürebilirdi.

Lyner’ın kara büyü öğrenmeye çalışırken, en çok tiksindiği büyüler işkence büyüleriydi. Bu tip bir büyüyü kullanmış olması bile, aklının o sırada yerinde olmadığının kanıtıydı. Kimin aklı yerinde olabilirdi ki?

Askerler bir bir dağılıyorlardı. Leon askerleri hızla kaçıştılar. Uyanan Resdan askerleri ise kralın çevresine yayılmış, sevinç çığlıkları ile bir anda tepelerinde beliren güneşe alkış tutuyorlardı.

Esail ellerini kaldırıp onların alkışlarına isteksiz bir gülümseme ile karşılık verdi. Çünkü ancak o sırada fark edebilmişti. Tüm vadiyi çevreleyen üç yüz bin cesedi.

Lyner ayağa kalktı. Sağ kolundan hiddetle yere damlayan kan ona ait değildi. Esail’in yanına yürüdü. Girdiği şoktan kurtulmuş gibiydi.

“Senden bir ricam olacak” dedi Lyner. Kral şaşkın bir şekilde Lyner’a döndü.

“Leon askerinin cesetlerini sınıra taşımamız için emir vermenizi istiyorum. Bizim cesetlerimizi de huzura kavuşabilecekleri bir yere taşımalıyız.”

“Ne? Ama…” Torc şaşkınlıkla söze karıştı. Esail kolunu onun göğsüne koyarak susmasını işaret etti.

“Peki, bunu yapacağım. Aynı zamanda cesetleri taşıdığımız yere bir de barış çelengi yerleştirilmesini istiyorum.”

“Ama efendim?” Torc yeniden konuşmaya çalıştı ancak Esail konuşmaya devam ederek onun sözünü kesti.

“Lakin bu savaşın bizim tarafımızdan kazanıldığını benimsemeleri gerek. Düşmanca bir harekette bulunurlarsa susmayacağımı bilmeni isterim.”

Cesetlerin taşınması için emir verdi ve vadiyi tırmanmaya koyuldu.

22
Kurgu İskelesi / Lyner
« : 11 Şubat 2014, 00:24:28 »
Bölüm 14 – Esail

Esail’in verdiği savaş sürekli dış kuvvetler tarafından sekteye uğruyordu.

Savaşa ilk girişen o ve Leon’un kralı olmuştu. Leon kaliteli bir ateş büyüsü ile savaşı başlatmış, bu büyüyü engelleyen, genç Resdan kralı Esail olmuştu.

Leon kralının adı Munde’ydi. İhtiyar adam, nereden bakılsa yetmiş kusuru devirmişti. Lakin savaşın başlaması ile yüzündeki şatafatlı mutluluk ve azim rahatlıkla görülebilirdi. Sayısız yara adamın vücudunu ve yüzünü süslerken, bunu saklamak için midir, daha da belirginleştirmek için midir bilinmez, kafasında süslü, hasır bir şapka duruyordu.

Adamın Resdan’a duyduğu öfke çok uzun yıllar önce başlamıştı lakin oğlu Noa’nın ölümü ile duyduğu kin bir o kadar büyümüştü. Her iki kral da savaş boyunca en ufak bir laf dahi etmediler, zira bir anlamı olmazdı. Her ikisi de öfkelerinin ve öldürme arzularının esiri olmuşlardı.

Her ikisi de inanılmaz güçlüydüler ve bu güç sadece atalarının onlara mirası değil, aynı zamanda ta çocukluktan gelen zorlu eğitimlerinden dolayıydı.

Savaşın daha en başlarında, korkunç güçlü bir hava akımı ile düelloları sekteye uğramıştı. Her ikisi de gücün kaynağına baktıklarında, Lyner’ın o ciddiyetten uzak suratı ile karşılaştılar. Hemen sonra bakışları birbirine döndü. Tek fark, krallardan birinin yüzünü korku, diğerininkini kendine güven almıştı.

Bir biri ardına gelen saldırıların ilk kurbanı Esail olmuştu. Bir ateş büyüsü bacağını yaralamayı başardı. Hemen sonra öfkelenen genç kral, aydınlık büyüyü kullanmaya başladı. Savaşı, biraz erken de olsa, ileri bir seviyeye taşımıştı.

Rakibi de buna aydınlık büyü ile karşı verdi ve iki beyaz enerji topu ortada birleşti. Güç patlamasının ardından havanın kararması bir oldu. İlk başlarda ne olduğunu anlayamadılar, lakin bu gücün kaynağı tabi ki Lyner’dı.

Vadiyi karanlıklara bürümek, Lyner’ın gücünü artıracak bir evren yaratmaktaydı. Fakat savaşlar, gözün gözü görmekte zorlandığı o süreçte sekteye uğramıştı, ta ki herkes gözlerini bu karanlığa alıştırana değin.

İki kralın mücadelesi hızla devam ederken, savaşları son kez yeniden sekteye uğradı.

Acı dolu bir çığlık, Esail’İn kulaklarında bir hüzün melodisi gibi çınladı. Bu kez sesin nerede olduğunu gözetmeksizin Lyner’ın savaştığı yere baktı, zira olabilecek tüm tuhaflıkların o adamdan ötürü olabileceğini bir sebepten kavramıştı.

Lyner’ın elinin, kendi askerlerinden birinin bedeninin içinde olduğunu görmüştü. Ne olduğunu kavramakta zorlanmıştı. Lyner, sadece ifadesiz bir şekilde, öldürdüğü arkadaşının gözlerinin içine bakıyordu. Çığlığı atan, o değildi. Çığlığı atan, vahşi bir şekilde yerde çırpınıp duran, çektiği acıdan dolayı ölmeyi sonsuz arzulayan bir adamdan, Parazentes’den geliyordu.

“Yeter! Yeter! Kendimi öldüreceğim, yeter ki kes şunu!” diyordu. Adam yerde çırpınırken inlemeleri en zalim adamın gözlerini bile acıma duygusu ile doldurabilecek cinstendi.

Lyner sadece ifadesizce öldürdüğü arkadaşına bakmaya devam etti.

Bir anda, vadinin ta en yukarısından aşağıya süzülen, beyaz bir ışıltı gördü genç kral. Tüm savaş alanı, tamamen donuk bir halde olayı izlemekteydi. Aşağıya süzülen ışıltı yere değdiği anda, içlerinde bulundukları karanlık bir anda yok oldu. Vadiye doğru süzülen o ışıltı, Rylei’den geliyordu.

İhtiyar adam savaşı vadinin tepesinden seyretmiş, savaşa katılmasa da bu anı kaçırmamıştı. İhtiyarın aceleyle olay mahalline inmesinin sebebi Lyner’ın yaşadığı şoku bilmesinden kaynaklıydı. Lyner birini öldürse de ölmeyecekti çünkü isteyerek birini öldürmemişti. İhtiyar, sadece Lyner’ın aptalca bir şey yapmadığından emin olmak istiyordu. Bu noktada kendini göstermesi de bununla ilişkiliydi.

Rylei binlerce askerin arasından yavaş ve emin adımlarla yürüdü. Yüzünde inanılmaz bir ciddiyet görülebilirdi, lakin kimse adamın maskesinin ardındaki korkuyu hissedemedi. Askerlerin arasından geçerken, askerler teker teker yere düşüyordu. Rylei’nin her bir adımında yüzlerce asker kendini gözleri kararır ve yere düşerken buldu. Her biri, tek tek bayılıyordu. O adamı izleyenler içinde, adını bilenleri ismini telaffuz edebildi.

“Bu Rylei değil mi?”

“O burada ne yapıyor?”

Rylei Lyner’ın yanına vardığında, çoktan binlerce kişi bayılmıştı. Geride kalanlar, sadece krallar ve amiraller, birkaç iradesi sağlam, güçlü büyücüydü.

Rylei’nin ağzından çıkan kan, güçlü bir büyünün vücuda verdiği zararı temsil ediyordu. Önce, cebinden çıkardığı bir hançeri Parazentesin kalbine sokarak, adamın çektiği acıyı sona erdirdi. Aksi takdirde Lyner’ın yaptığı işkence büyüsü onu öldürecekti ve bu Lyner’ın da ölümü demek oluyordu. Sessizce Lyner’ın yanına yürürken, Filler çoktan olay mahalline yaklaşmış, gözyaşlarına teslim olmuştu.

Lyner hala şok içince Dean’e bakıyordu. Rylei, Dean’i çekerek, onu Lyner’ın elinden çıkardı. Öğrencisinin ölü bedenini yere koyarken, hala yüzündeki ciddiyeti koruyordu. Hemen sonra, kılıcını yerden aldı ve ölü bedenin üstüne koyarak, onu sonsuz bir saygıyla, gideceği yere yolcu etti.

Hala bayılmamış olan yaklaşık beş yüz kadar adam olay mahalline yaklaştı ve şok içinde neler olduğunu izlemeye koyuldu. Lyner’ın ifadesiz yüzü en ufak bir kıpırdama göstermemiş, kanlar içindeki eli hala dimdik önünde, sadece duruyordu.

Rylei genç adamın önünde durdu. Sadece birkaç saniye, öylece Lyner’ın yüzüne baktı.

Esail ne olduğunu anlayamasa da, bu sahne gözlerini yaşartmıştı. Açıkça, Lyner’ın, istemeden, sevdiği birini öldürdüğünü anlayabiliyordu.

Rylei, yumruğunu gererek Lyner’ın suratına sağlam bir şekilde vurdu. Diğer eliyle düşmemesi için onu tutmuştu. Lyner en ufak dahi kıpırdamadı. Rylei bir yumruk daha indirdi. Sonra bir tane daha. Yeniden. Israrla vurmaya devam ediyordu. Lyner’ın yüzü darbelerle çalkalanıyor, fakat yüzündeki o ifade bir türlü son bulmuyordu. O kadar çok vurdu ki, sonunda Rylei bile onun düşmesine engel olamadı.

Lyner yere düştüğünde, ihtiyar eğilerek yüzüne vurmaya devam ediyordu. O kadar çok vurdu ki, sonunda Lyner’ın tüm yüzü şişmiş, ağzı ve burnu açılmış, yine de darbe yemeye hala devam ediyordu.

Esail duruma müdahale etmek için bir adım ileri atıldı. Neden sonra Torc elini çocuğun önüne koyarak, daha fazla ilerlemesine izin vermedi.

Leon kralı tam o anda bir emir verdi. Yüzündeki korku, inanılmaz bir hal almıştı.

“Askerler, geri çekiliyoruz!”

Bayılmamış olan tüm Leon askerleri ve Leon amiralleri koşar adımlarla kendi sınırlarına doğru depara geçmişlerdi. Bu kararı neden verdiği çok belliydi. Rylei herkesi bayıltmıştı ve Parazentes’e yapılan şeyi görmüştü. Parazentes bir işkence büyüsü ile tamamen saf dışı edilmiş, bu gizemli ihtiyar ise elini bile kıpırdatmadan yüzlerce insanı bir anda bayıltmıştı.

Tüm bunlar olurken, Rylei hala Lyner’a vurmaya devam ediyordu, lakin Lyner’ın bedeni en ufak bile hareket etmedi.

“Ağla, seni piç!” dedi Rylei. Bu, savaş alanına adım attığından beri söylediği tek şeydi. Bunu söylerken, o ciddi ifadesinin yerinde şimdi yeller esiyordu. Gözleri yaşarmış, yine de öldüresiye adamı pataklıyordu.

Lyner gülümsedi, sadece bir an.

Rylei yumruk atmayı kesti. Gözleri dolmuştu ve ağlamaya mani olmaya çalıştığında, içinin sonsuz titrediğini hissetti.

“Erkekler başkalarının önünde ağlamamalıdır, efendim!”

23
Kurgu İskelesi / Lyner
« : 10 Şubat 2014, 21:12:10 »
Bölüm 13 – Parazentes

Lyner, Parazentes’den bir anda yayılan kötü enerjiyi sindirmek için bir süreliğine kendi kendiyle çatıştı. Karşısındaki adamı ciddiye almaya başladığı an da tam olarak buydu. Parazentes’in Lyner’ı ciddiye almaya başlaması ise, kullandığı ilk büyüye genç büyücünün verdiği tepkiydi.

İlk saldırısında su elementini kullanmayı kararlaştırmıştı Parazentes. Üç üçgenli büyü şeridinden bir anda yayılan devasa büyüklükteki bir su akıntısı, doğruca Lyner’a ilerledi. Bu büyük bir sel faciasını aratmayacak türdendi. Saatte 120 mil hızla akan bu su akıntısı daha zemine düştüğü andan itibaren, zemindeki kalın toprağı da beraberinde sürükleyerek hızla ilerledi.

Lyner bu büyüyü çok vahşi bir büyü ile karşılamayı tercih etmişti. Hava büyüsü kullandı. Üç üçgenli devasa bir büyü şeridinden korkunç bir hava akıntısı açığa çıkardı. Dönerek sembolden ileri atılan hava akıntısı o kadar şiddetliydi ki, o döndükçe oluşan basınç etraftaki tüm büyücüleri metrelerce geriye savurdu. Hızla üstüne gelen sel, havanın gücüne karşı koyamayarak havalandı ve etrafa sıçrarken, beraberinde toprağı da taşıdı. Seli dağıtan bu küçük kasırga hızla Parazentes’in hazırladığı kalkana çarptı.

Büyü kalkana yapıştığı an, kalkan direnmekte zorlanmaya başlamıştı. Birkaç saniye saldırı kalkanı delip geçmeye çalıştı. Neden sonra kuvvetli kalkan ortadan çatladı ama saldırı durmuştu. Parazentes’in kalkanı tutan elleri bu güçlü saldırıya bu denli yakından maruz kaldığı için zedelenmiş, o saldırıya karşı koydukça adamın ellerindeki deri, rüzgarın kesiciliği yüzünden çatlayarak kanamasına neden olmuştu. Adamın gönderdiği sel faciasından en ufak bir eser yoktu şimdi. Oluşan bu korkunç hava basıncının ardından olanlar çok daha mühimdi.

Saldırı durdurulduktan sonra korkunç bir ses tüm vadinin üstüne çöktü. Hava saldırısı durmuştu, lakin merkezde oluşan bu basınç bir anda kuvvetli bir rüzgârın dört bir tarafa hızla esmesine sebep olmuştu.

Lyner böyle bir saldırıdan dolayı düşmanı nasıl olur da yerinden kıpırdamamıştı, anlayamadı. Fakat bakınca, adamın arkasında yükselen iri toprak tepeyi gördü. Saldırıdan hemen önce geriye uçmamak için, Parazentes toprağı ardına bir dayanak noktası niyetine yerleştirmişti.

“Gücünün tamamını tek bir saldırıya harcaman yazık olmuş.” Dedi.

Lyner güldü.

“Sence birilerini öldürdüğünde ölecek olan biri tüm gücünü kullanabilir mi?”

Parazentes yüzünü buruşturarak Lyner’a baktı.

“Yüzündeki küçümseme ne kadar toy olduğunu gösteriyor senin.” Ciddi ifadesini bir nebze bile değiştirmemişti. “Kabul ediyorum ki benden güçlüsün. Lakin acemiliğin, ölümüne neden olacak.”

Lyner yüzündeki gülümsemeyi atmakta hala direniyordu. Fakat düşmanına hak verdiği de söylenebilirdi. Büyük ihtimalle hayatını savaşlarla geçiren bu adamın sahip olduğu tecrübe, küçümsenemeyecek kadar önemliydi.

“Bunun bir dezavantaj olduğunu mu düşünüyorsun?” dedi. Lyner’ın yaptığı şiddetli saldırıdan etkilenip dikkatlerini dağıtan diğer askerler kendilerine gelip mücadeleye devam etmeye başlamışlardı. “Küçümsediğim şey sen değilsin, savaşlar. Seni küçümseseydim bu düelloyu kaybederdim, bunu iyi biliyorum.”

Lyner derin bir nefes aldı.

“Fakat birini öldüremeyecek olmamın bir dezavantaj olduğunu düşünen sana, bu düşüncenin zavallıca olduğunu söylemem gerekir! Savaş ölmekten ve öldürmekten korkanlar için değildir. En kötüsüne kendini hazırlamadan bu sahaya adım atanlar, ölmekten kurtulamayacak olanlardır!”

Etrafında bir bir düşen askerleri izliyordu. Bir yerlerde Dean’ın birileriyle savaştığını gördü. Diğer tarafta iki kralın verdiği amansız mücadele vardı. Onun dışındakiler tanıdığı yüzler değildi Lyner’ın.

Ellerini önünde birleştirdi Lyner. Altı üçgenli bir büyü halkası oluşturmuştu.

“Elsmareath!” diye haykırdı.

Minik bir küre çemberin içinden çıkarak havaya yükseldi. Yavaşça havalandı, havalandı ve tam savaş alanının tepesinde durdu.

“Gerçek ve sahte olanın ayırt edilemeyeceği bir evrende yaşadığımızı söyleyebilirim. Evrenimiz sırlar ve bilinmeyen şeylerin kuşattığı bir yalan döngüsü içinde hayatta kalma mücadelesi veriyor.”

Parazentes’in ciddiyeti, yerini endişeye bırakırken, Lyner’ın oluşturduğu kara küre havada büyümeye başlıyordu.

“Bu yüzden yalana gerçeklerden daha çok ihtiyaç duyulmaya başlandı. İnsanlar sadece yaptıkları kötülükleri yalanlarla gizliyorlar. Gizlenen en büyük gerçeklik ise savaşlarda yaşanılanlar değil de nedir? Tecrübelerinden ötürü duyduğun sonsuz güven, senin bu savaşı kazanacağını söylüyor ama bu senin gerçekliği gizleme tarzın sadece.”

“Saçmalık!” dedi adam. Ellerini önünde birleştirmiş, nasıl bir büyü yapılacağını saptamaya çalışmaktaydı.

“Bu kadar tecrübeye sahipsin ama hala gerçeği göremiyorsun. Gerçek şu Amiral. İnsanlar ölmeyi istemiyorlar. İnsanlar mutlu olmak istiyorlar. Siz de istiyorsunuz, aslarınız da. Savaşlar neden bu kadar rağbet görüyor biliyor musunuz? Çünkü kandırıldık. İnsanların istediklerine uyum sağlayamayan kimselerce kandırıldınız. Size istediğiniz şeyin savaşarak elde edilebileceği söylendi, ama günün sonunda istediğiniz şeyi unuttunuz. İstekler, tam tersini yaptıkça mı gerçekleşirler? Gerçeklik bu kadar yakınınızdayken bunu hala tecrübe edemeyen siz, bana tecrübelerinizden mi bahsediyorsunuz?”

Karanlık top büyümeye devam ediyordu. Sonunda o kadar büyüdü ki, top herkesi bir bir içine almaya başladı. Vadi, bir anda karanlık bir dünyanın içine girmişti.

İnsanlar ve nesneler değişmedi. Sadece her yer kararmış gibi bir izlenim yaratılmıştı.

“Bahsettiğimiz şeyin aynı olduğunu düşünmüyorum çocuk!” dedi adam.

Lyner tebessüm etmeye devam ediyordu.

Devasa bir ışın topu hızla ona yöneldi. Bu, Parazentes’in bir saldırısıydı. Lyner saldırının uzağına ışınlanarak kolayca bunu atlattı. Parazentes kendine bir beş üçgenli büyü halkası daha yarattı.

Lyner bunun bir ışık büyüsü olduğunu biliyordu. Herhangi bir kalkan ya da büyü ile yanıtlamak mümkün değildi bu büyüyü, çünkü bu büyü diğer büyüleri etkisiz kılabilirdi. Işınlanarak büyüden kaçınma sebebi de bu olmuştu.

Adam yarattığı büyü halkasını havaya bıraktı. Sonra birkaç tane daha yaratarak onları da havaya bıraktı. Sonunda beş altı tane beş çemberli büyü halkası yaratmış oldu.

“En güçlü büyüme hazırlan çocuk” dedi adam. “Işınlanma büyüsünü kullanabilmene şaşırdım doğrusu. Fakat bu yegâne büyüden hiç kaçabilen olmamıştı.”

Lyner bir anda ayağının altında dönen beyaz bir halkayı fark edebildi.

“Ne ara yaptın bunu?” dedi Lyner. Bir anda yüzünü korku bürüdü.

“O gördüğün bir tuzak büyü. Senin hareket etmeni engelleyen bir büyüdür.”

Hemen sonra oluşturduğu altı büyü halkasından ikisinden çıkan devasa, beyaz zincirler Lyner’ın sol ve sağ kolunu yakaladı.

“Bunlar da enerjini ellerine iletmeni engelleyecek bir diğer mühür büyüsüdür, kızgın sigma zincirleri.”

Kalan dört büyü halkasında beyaz ışık huzmeleri oluşmuştu.

“Göstereyim sana.” Dedi. “Sahip olduğum en büyük büyüyü!”

Dört ışık huzmesi ileri fırlayıp birleşerek, devasa bir büyüklüğe ve güce ulaşmışlardı.

“Perafrénté!”

Bu devasa büyü, Lyner’ın bedenine büyük bir hızla çarpmıştı. Lyner’ın paltosu tamamen parçalara ayrıldı ve giydiği pantolon yarı yarıya yırtıldı. Üstünden giydiği ince bluz da aynı kaderi paylaşmıştı. Zincirler ve Lyner’n altındaki halka dışında, onu ayakta tutacak hiçbir şey yoktu. Boynu öne doğru büküldü ve yüzünden kan fışkırdı. Burnu, kaşı ve ağzı patlamıştı.

“Bu ezici büyüden sonra bile son anlarında insanlar ölmeden önce can çekişiyorlar.” Dedi Parazentes. “İnsanların yaşama olan tutkularından kaynaklanıyor bunlar.” Darbenin odak noktası olan Lyner’ın göğsü, neredeyse tamamen parçalanmıştı.

Lyner’ın yarattığı karanlığa alışmakta ilk başta zorluk çeken büyücüler, bu esrarengiz duruma rağmen, hala savaşmaya devam ediyorlardı. Hiç kimse Lyner’a olanları görmemişti, Dean dışında. Önce Lyner’ın ismini haykırdı, sonra oraya doğru koştu.

“Aydınlık ve karanlık büyüler arasında güçlü bir denge farkı vardır evlat. Gerçi bunu öğrenmen için çok geç olmuş.”

Dean çoktan iki devasa güçteki büyücünün düellosunun orta yerine dalmıştı.

“Lyner!”

Parazentes sesin geldiği yere döndü.

“Ölümüne tanıklık etmeye başlayanlar bile var, bak.” Dedi. Yüzünü dehşetengiz bir mutluluk kaplamıştı.

“Ölmedim ben, Amiral.” Dedi Lyner. “Benim öldüğüm, yine sizin uydurduğunuz yalan, gerçeklikle bir alakası olduğunu düşünmüyorum.”

Yaralı birine göre konuşması fazlasıyla sağlıklıydı.

“Yoksa, sen!”

Bunun, Lyner’ın bir illüzyonu olduğunu o an anladı ve büyük bir şok ifadesiyle ardına döndü. Lyner, koşarak kendisine doğru ilerliyordu. Elini yumruk yapmıştı ve yumruğunu karanlık bir alev kaplamıştı.

Lyner’ın yumruğu Parazentes’e çarpar çarpmaz göğsüne girdi ve sırtından çıktı.

Bu, Lyner’ın yaptığı blöf bir saldırıydı ve amacı “Ben buradayım” demekti. Fakat etkili olacağı aklına bile gelmemişti. Böyle küçük bir saldırıdan ötürü düşmanı öldürmeyi beklemiyordu. O an, gerçekten sağlam bir korku Lyner’ın benliğini etkilemişti. Eğer birini öldürdüyse, bu onun da öleceği anlamına mı geliyordu?

Sonra tanıdık bir koku vurdu burnuna. Önce ne olduğunu anlayamadı ve bu kokunun ne olduğunu bilemedi. Fakat sis perdesi yavaşça aralanırken, Lyner kendini yavaş yavaş kaybediyordu.

Önce sağına baktı. Sağında, Parazentes duruyordu. Sonra yüzünü, vücudunu parçaladığı bedene çevirdi.

Dean, vücudunun içinden geçen o elin kendisine verdiği ıstırap ile mi, yoksa böylesine trajik bir sonla ölmeyi kabul etmek istemediğinden midir bilinmez, gözlerinden damlayan birkaç damla yaşa mani olamamıştı. Ciğerleri tamamen ezilmiş olduğundan, verdiği son nefesiyle ağzından büyük oranda kan çıktı.

Dünyanın en güçlü büyücülerinden biriydi, ama yapılan bu küçük illüzyonu dahi fark edememişti Lyner. Tecrübesizliği, büyük bir trajedinin başlangıcıydı.

Dean, şok içindeki bakışlarını Lyner’dan kaçıramadı. Elindeki kılıç kayarak yere düştü. Ellerini pek yavaş bir biçimde kaldırdı. Lyner’ın yüzüne götürdü ellerini ve gözlerindeki yaşı sildi.

Lyner’ın gözleri kapanırken, duyduğu o tanıdık koku da silikleşiyor, yerini kan kokusuna bırakıyordu.

24
Kurgu İskelesi / Lyner
« : 09 Şubat 2014, 20:19:11 »
Bölüm 12 – Sınır savaşı

Sabahın ilk ışıkları bulutlu gökyüzünün doğuda yatan aralıklarından batıya doğru süzülüyor ve ıslak zemine çarptıkça gökkuşaklarının süslediği mucizevi bir güzellik yaratıyordu. Lakin bu nemli havanın bile sabitleştiremediği toz zerrecikleri havada uçuşarak, havayı pek kirli gösteriyordu. Bölgenin kuzeye bakan açıklığı ise pek güneşli görünüyordu nedensizce. Sadece birkaç kilometrede değişen iklim, yaklaşan vahşetin zalimliğine perde düşürecek bir güzelliği de beraberinde getiriyordu.

Sabahın sessizliğini yırtarmış gibi, binlerce ayak sesi bir metronom halinde Lyner’ın kulaklarında çınlıyordu. Şüpheli bir aydınlığa gözlerini açtı bir anda. İlk başta uyanmayı planladığı zamandan önce uyanan herkes gibi gözlerini açmakta zorluk çekti. Devasa bir çapak yığını, içindeki o kötü hissi bir kenara bırakıp uyumaya devam etmesini söylüyordu ona. Lakin ayak sesleri kulaklarında çınladıkça, bu isteksizliğe en içten isyan ediyor, tam anlamı ile uyanmak için büyük bir çaba sarf ediyordu. Yatağında doğruldu ve gözlerini ovalayarak gözlerini açmasına engel teşkil eden bir çapak yığınını temizledi. Kızıl gözleri, dağılmış uzun saçlarının arkasında pusuya yatmışçasına etrafı kolaçan ediyor, fakat çadırda uyumadan önceki hali ile şu an arasında en ufak bir farklılık gözleyemiyordu. Siyah paltosunu üstüne atarak çadırdan dışarı çıktı. Dışarıdaki karmaşa, aklındaki fırtınadan çok daha yıkıcıydı.

Yarı uyanık askerlerin bir yerlerde sıraya girdiğini gözledi. Leon ve Resdan arasındaki büyük vadiye gözlerini çevirdiğinde ise, akıl almaz bir manzara ile karşılaşmıştı. Yüz binlerce asker, vadinin güneyinde durmuş, kıpırdamadan duruyordu. Vadinin kuzeyi de bir o kadar hareketliydi. Hemen hemen aynı miktarda asker, farklı bir üniforma ile vadinin öteki tarafını süslüyor, tam anlamı ile nefret kusan bakışlarla, büyük ihtimalle saldırıya geçmek için emir bekliyorlardı.

Filler, Lyner ile aynı yaşlarda bir genç ile konuşuyordu. Lyner onun kim olduğunu bilmiyordu açıkçası. Fakat iri siyah gözleri ve ak saçlarıyla, – genç olmasına rağmen beyaz saçlı olan birini daha önce hiç görmemişti – kendinden emin tavırları, birbiriyle uzaktan yakından örtüşmüyor gibiydi.

Lyner hayatında ikinci kez aynı şeyi hissetmişti. Kötü bir şeyler olmadan hemen önce bunun yoğun bir şekilde hissedilmesi, her insanda var olan bir şeydir. Paytak adımlarla Filler’ın yanına doğru ilerledi. Konuşulan konunun ortasını yakalayabilmişti, lakin duyduğu birkaç kelime ile neler döndüğünü hemen kavrayabilmişti.

“Artık dönüşü yok komutan Filler. Savaş büyük ve görkemli bir şekilde başlayacak, bunun için fikrimi değiştirmeyeceğim. Aslında fikrimi değiştirmek isteseydim bile şu raddeden sonra bir işe yaramayacaktır.” Vadideki askerleri gösteriyordu. “Önemli olan, savaşın görkemli bir şekilde başlayacağı gibi, görkemli bir şekilde bitmesini sağlamak. Bu savaşı kaybetmek, aynı zamanda ülkeyi kaybetmek olur.”

Lyner yavaş adımlarla komutan Filler’ın yanına varmıştı. Filler’ın konuştuğu genç adam, küçümseyici bir bakışla kendisine baktı. Hafif bir meltem adamın saçlarını kıpırdaştırmış, orta uzunluktaki düz saçları yer yer dalgalanmıştı.

“İtaatsiz askerleriniz de varmış komutan.” Dedi. “Herkesi büyücüler bölüğüne getirmeniz için birkaç dakikanız var.”

Genç adam ortalardan kayboldu. Geriye tek kalan Filler’ın sinirli yüz ifadesiydi.

“Yeni kral babasının intikamını almak için tüm orduyu toplamış. Çetin bir savaş dönemi bizi bekliyor.” Dedi.

Lyner kralın iki oğlunun da öldüğünü duymuştu. Fakat yeni kraldan haberi olmamıştı. Bu durumda eski kralın torununun yeni kral olduğunu anlayabilmişti. Eski kral ölmüş müydü, yoksa görevinden vaz mı geçmişti, bilemedi.

Gerçekçi olmak gerekirse, Lyner yüzbinlerce insanın savaş mahallinde olduğunu görebiliyordu. Her iki ulus da en güçlü adamlarını sahaya sürmüş olmalıydı çünkü bu savaş her iki ülkenin de tüm ordusunu bünyesinde barındırıyordu. Lyner tamamen pozitif düşününce bile, bu savaşta en azından iki yüz bin askerin öleceğini görebiliyordu. Kalan askerlerin pek çoğu sakat kalacaktı. Askerlerden ölen ve sakat kalanların büyük bir kısmının bir ailesi olmalıydı. Bu aileler hüzün ve acının gölgesinde zor dönemler geçirebilirlerdi.

Ölen askerlerden bazıları belki aynı zamanda evlat sahibi kimselerdi. Evlatları babalarının ölümünden dolayı kendi ülkelerini suçlu görmeyeceklerdi tabi. Leon’a karşı büyük bir nefret süregelecekti, savaş kazanılsa bile. Savaş kazanılırsa, ki bu Leon imparatorluğunu neredeyse Resdan’ın malı yapardı, Leon’un Resdan’a duyduğu nefret çok daha büyük olacaktı.

Lyner derin bir iç çekti. Birilerini kurtarmaktan mı bahsetmişti? Bu büyük arzunun bir rüyadan ibaret olduğunu kim olsa fark edebilirdi. Lyner birilerini kurtarsa da birileri mutlaka ölecekti.

Sessizce, sıralanan askerlerin içine sıvıştı. Filler’ın liderliğinde, tüm büyücüler büyük orduya katılmak üzere vadiye doğru yürümeye koyuldu. Pek çok haklı haksız yorumlar ve fısıldaşmalar başlamıştı. Ölümden korkanlar ya da kendine emin bir şekilde mutlak başarının elde edileceğine inananlar.

Vadiye doğru ilerledikçe, fısıldaşmaların alası baş göstermeye başladı. Aynı düşünceler sadece kuzey kampındaki askerlerin değil, tüm ordu askerlerinin kafalarında çınlıyordu.

Ordu üç kısma ayrılmıştı. Savaşçılar en öndeydi. Okçular daha geride, büyücüler ise en gerideydi. Ordunun en arkasına konuşlandırıldıklarında, Lyner’ın kuzey, doğu ve batısı tamamen insan kalabalığıydı. Yine de tepeden inerlerken, yeni kralın ordunun en önünde, kendini belli edermiş gibi birkaç adım önlerinde olduğunu görmüştü. Yüksek ihtimalle ülkenin en güçlü adamları da onunla beraber biraz öne çıkmışlardı. Bunlar ordunun amiralleriydi.

Leon ve Resdan kralı, iki ordunun tam orta yerinde bir araya geldiler. Aralarında geçen konuşmanın bir değeri yoktu, sadece formalite icabıydı. Herkes yerine döndükten sonra, savaş başlamaya hazırdı.

Aynı konuşlanma biçimi, Leon için de geçerliydi. Büyücülerin en arkada olması, savaşların en şiddetlisinin en sona saklanması demek oluyordu. Onların ordusunda da kral ve amiraller en öndeydiler. Filler ise ordusunu en arkaya konuşlandırdıktan sonra ordunun daha önüne yürümeye koyulmuştu.

Kral ordunun yanına döndükten sonra bir şeyler konuştu ve ne konuştuğunu arkadakiler duyamadılar. Kuvvetli bir çığlık koptu önlerde. Kral, moral verici sağlam bir konuşma yapmış gibiydi. Fakat Lyner bile, bu çığlıkların hemen ardından gelen savaş borazanlarından çıkan sesi duymuştu. Savaşçılar ordudan koptu ve koşarak ileri atıldılar.

Vahşi kan kokusu, Leon ve Resdan savaşçılarının kılıçları birbirine çarptığı anda tüm vadiye simetrik bir şekilde yayıldı. Lyner kendini ordunun önlerine ışınladı. Bu vahşete yakından tanıklık etmek isteyişinden değildi bu. Fakat hiçbir şey görememenin üstünde yarattığı psikolojik baskıyı kaldırabilecek durumda değildi.

Lyner, Resdan askerlerinin bir dağı yırtarcasına ilerlediğini görüyordu. Onlar ilerledikçe bu büyük savaş topluluğu ardında cesetler bırakıyordu. Çok hızlı bir çatışmaydı ve açıkça Resdan askerlerin baskınlığı ile devam ediyordu.

Savaş bir anda başlamış gibi duruyordu, ama savaş başlamadan önce iki kralın bir araya gelip bir şeyler konuştuğunu Lyner görmemişti.

Resdan savaşçılarının sahadaki baskınlığı büyük bir adilik ile son buldu. Kılıç darbelerini oklar bölmüştü. Resdan savaşçılarının Leon imparatorluğunun asıl ordusuna yaklaştığını gören düşman okçular, büyük bir sinsilik içinde oklarını savaşın ortasına fırlattı ve kendi askeri ya da düşman asker fark etmeksizin hemen herkesi vurmaya başladı.

Askerler birbiri ardına düştükçe, vadideki kan kokusu büyüdü. Lyner’ın yüzünü bir anda öfke bürümüştü. Önlerde olduğu için, genç kralının yüzünü de rahatça görüyordu. Kralın yüzünü şaşkınlık bürümüştü.

İnanılmaz kısa bir sürede, hem Resdan hem de Leon’un tüm savaşçıları yok oldu. Lyner’ın azami düşündüğü ölü sayısı, tüm savaşçıların yok oluşu ile zaten aşılmıştı. Hemen sonra oklar, büyük Resdan ordusuna çevrildi.

Oklar büyücülere gelecek kadar uzağa gidemezdi ama okçuları etkisiz hale getirebilirdi. Genç kral hemen okçularına hazırlanmaları için emir verdi. Lakin hâlihazırda gökyüzünden yeryüzüne düşmekte olan yüzlerce düşman oku, tek bir büyü ile bir anda durduruldu.

Lyner, devasa bir kalkan yaratmıştı. Yassı kalkan istisnasız tüm okları durdurdu. Genç kral şok ifadesi ile yüzünü ordunun birkaç metre ilerisindeki Lyner’a dikmişti. O ana değin, onun orada olduğunu görmemişti.

“Sen!” dedi şaşkınlıkla.

“Tek bir adam daha ölürse!” diye konuşmaya başladı Lyner. Yüzünü öfke bürürken gözleri daha da kızıllaşmıştı. Konuşmaya başladığında neredeyse kükredi. Soğuk bir esinti bir anlığına sözlerini bölmüş, Lyner’ın tüm korkutuculuğu kralın üstüne çökmüştü.

“Bu ülke kendine yeni bir kral daha arayacak!” şeklinde konuşmaya devam etti.

Esinti kralın yüzüne çarparken, gözleri korkuyla parıldadı. Açıkça tehdit edilmiş ve sonucunda tek bir kelime dahi edememişti. Zira Lyner konuşurken, o bu sözlerin ardındaki ciddiyeti ve gücü hissedebilmişti. Bakışlarını ileri dikti.

“Okçuları iyi eğitilmiş amiral Torc” dedi. Torc beyaz ve farklı üniforması ile pek göze çarpıyordu. Lyner’ın onu en son görmesinden bu yana ziyadesiyle kilo almış ve saçları bir o kadar daha azalmıştı. İri bedeni, bir insana ait olamayacakmış gibi duruyordu.

“Ne yapmamızı önerirsiniz?” şeklinde konuşmaya devam etti kral.

“Okçuları artık savaşamaz.” Dedi Amiral.

“Nedenmiş o?”

“Çünkü az önce onları bir büyü ile durdurduk. Bu da büyü savaşlarının başlayacağını temsil ediyor. Okçuları tekrar saldırtmaya çekineceklerdir. Bu güçte bir kalkan yerine eğer bir elemental saldırı yapılsaydı, bırakın okçuları, büyücülerin yarısını bile katlederdi.” Torc dönüp Lyner’a baktı. “Tanrının armağanı olan şu çocuk, onları acayip korkutmuştur.” Gülümsüyordu.

Lyner ne yaptığının ancak o sırada farkına varabildi. Sahip olduğu enerji miktarı bu kadar büyük bir kalkan yapmaya elverişli değildi, kimsenin olamazdı. Bir evi koruyabilecek türde bir kalkan, normal karşılanır ve büyücünün güçlü olduğuna işaret ederdi. Fakat koskoca vadinin yarısını çevreleyen o kalkan, sıradan olmanın en ufak bile yakınında olmamıştı.

Şoku atlatan okçulardan büyük bir çığlık ve tezahürat yükseldi. Az önce binlerce okçunun hayatını kurtarmıştı Lyner.

Kral bunu biliyordu. Lyner’ın tamamen içgüdülerine dayanarak yaptığı bu hamle ve başkalarını korumak adına genç krala yönlendirdiği tehdit, kralın olaylara bakış açısını bir anda başka bir yöne çekti.

“Söylesenize Amiral” dedi. “Savaşçılar ve okçular bir kurban gibi yok yere ölüyorlar ve savaşın sonu hep büyücülerin çatışması ile son buluyor. O halde neden bir orduda savaşçılar ve okçulara yer veriliyor? Her iki tarafın savaşçıları da yok yere ölmedi mi şimdi?”

Bir anda yaptığı bu sorgulama, gerçekten öfkelendirmişti kralı ve ölen askerlerin boşu boşuna ölmesini kendi hatası olarak yorumladı.

“Bu sizin normal insanlara büyücüler kadar güvendiğinizi ve ihtiyacınız olduğunu göstermesi adına önemlidir.” Dedi Amiral. “Yıllardır bu işler böyle yapılıyor.”

Lyner Amiralin sözlerini bu noktada böldü.

“Onlara ihtiyacınız varsaydı neden ölüme yolladınız?” Derin bir nefes aldı ve sakinleşmeye çalıştı. “Sözlerinizi böldüğüm için affedersiniz, ama” az önceki tavrından ötürü saygısızlık yaptığını fark etmiş olacak ki, gülümseyerek, “O ölen askerlerin bir ailesi vardı. Babanızın intikamı için olduğunu söyleyerek, kendi ülkenizdeki pek çok babayı öldürdünüz. Susup kalmanız tabi ki abes kaçardı, lakin neden bu kişisel kavgaya tüm bir ülkeyi alet ettiğinizi anlamış değilim.” Konuşmaları askerler tarafından duyulamayacak kadar askerlerden ilerideydiler. Bir an, Filler’in ordunun en önüne atılarak şok içinde kendisini izlediğini gördü Lyner.

“Orada boşu boşuna yüz binlerce askeri öldürüşünüze nasıl bir kılıf uyduracaksınız? Amiral buna bir kılıf uydurmaya çalışmış ama başaramamış ne yazık ki. Durun tahmin edeyim. Onlar onurlu savaşçılardı, ülkelerini korumak için kendilerini feda ettiler gibi saçmalıklarla hem kendinizi hem de ülkenizi kandıracak ve iki ülke arasındaki nefreti yüzde bir milyon artırarak, ileriki nesillerden daha pek çoğunun ölmesine neden olacaksınız. Yarattığınız sonsuz nefret döngüsü milyonlarca insanı öldürdüğünde bundan aldığınız haz ve zevk, sizi zalim bir kral haline getirecek. Aynı büyük babanıza olduğu gibi.”

Kral önce bir şey söylemek için ağzını açtı ama neden sonra sustu. Lyner’ın kendinden emin bakışları karşısında genç kralın aklında tam bir fırtına başlamıştı. Fakat kendine olan güvenini kaybetseydi, savaşı da kaybedeceğini biliyordu. O yüzden aklı, düşünmeyi anında reddetti. Bunu, bu savaşı masa üstünde kazanmak için, tamamen kendi ülkesinin çıkarları için yaptı. Bunu, yanlış herhangi bir karar vermemek için yaptı. Fakat çok az bir süreliğine sorguladığı o önemli şey, genç kralın Lyner’a karşı büyük bir saygı beslemesine sebep olmuştu.

Genç kral bir anlığına gülümserken, Torc şaşkın bir şekilde Lyner’a bakıyordu. Yanındaki birkaç amiral de, olayı şüpheli bir şekilde incelemişler, bu itaatkâr olmaktan uzak gencin kim olduğuna dair fütursuzca fikirler üretmişlerdi.

Kimse tek bir söz dahi söylemedi, ama hepsinin de fark ettiği bir şey vardı. Bu çocuk, hepsi bir araya gelse dahi yenemeyecekleri kadar güçlüydü. Hepsi bir araya gelse dahi çelemeyecekleri kadar muazzam bir aklı vardı. Hepsinden önemlisi, hepsi bir araya gelse bile, onun kadar cesur olamazlardı.

Savaşmayı kimse istemezdi. Sanki savaşmak güzel bir şeymiş gibi eğitilen ve aklı çelinen genç kral bile istemiyordu.

“Adım Esail” dedi kral gülümseyerek ve elini Lyner’a uzattı. Lyner bir anlığına, bu genç kralın perdenin ardındaki yüzünü, yalnız bir çocuğu fark etti.

“Adım Lyner” diye yanıtlayarak kralın elini sıktı Lyner.

Kral, Lyner’ın kulağına eğilip bir şey fısıldadı. Ne söylediğini Lyner dışında kimse duymadı. Lyner gülümseyerek başını salladı hemen ardından.

Kral yüzünü orduya çevirdi.

“Tüm okçular şimdi evlerine dönebilirler!” diye bağırdı. “Cesaretiniz ve gücünüz benim gözümde paha biçilemez. Fakat başlayan büyü savaşları sırasında burada olmanız mantıklı olmayacaktır. Hepiniz evinize dönün ve eğer varsa çocuklarınızı onları hep son kez görürmüşçesine sevin!”

Okçular önce şok içinde krallarına baktılar. Hemen ardından komutan Filler bağırdı.

“Tüm okçular beni izlesinler!”

Lyner Filler’a baktığında gözündeki bir damla sevinç gözyaşını görebildi. Filler’ın yüzündeki şey, aslında umuttu. Tüm okçular Filler’ı takip etmeye koyuldular.

Askerler bu durumu aslında olağan karşılamışlardı. Büyücüler savaşırken onların orada olmasının pek anlamsız olacağını ve hatta ölebileceklerini iyi biliyorlardı.

Filler onları vadiden yukarı çıkardı. Okçu komutanlardan birini görevlendirerek onları gönderdi. Hemen sonra savaş mahalline geri döndü.

Leon askerleri tam olarak ne olduğunu algılayamadı ama bir grup askerin kaçtığını, büyücülerin ise öne çıkarak hazırlandıklarını gördü. Bu durumu pek şüpheli bulmuşlardı ve ne yapmaları gerektiğini saptayamadılar. Krallarının emriyle büyücülerini öne çıkardılar.

***

İki büyücü ordusu birbirine girmeden, saldırılar ve kalkanlar birbirlerine çarpışmaya çoktan başlamışlardı. Savaş başlar başlamaz herkes dişine göre bir rakip bulup, yendikçe başka rakiplerle karşılaşmaya koyulmuştu.

Kral en önden koşmuş, bir yandan da “Amirallerini tutun!” diye bağırmıştı. Bunun sebebi pek açıktı. Amirallerin ne derece güçlü olabileceği tahmin edilebilirdi. Lyner’ın amacı da direk onları saf dışı bırakmaktı, lakin daha karşısına çıkan ilk amiralde takılıp kalmıştı. Amirallerin normal büyücülere saldırmalarını engelleyemezlerse, bu bir intihar olurdu.

Parazentes, Leon ordusunun en güçlü amiraliydi. Aslında en güçlü büyücüsü, kısacası en güçlü adamı ve kralın sağ koluydu. Eğer savaşta Lyner olmasaydı, bu adam yalnız başına tüm savaşı çevirebilirdi. Doğrusu böyle bir canavarı Lyner da beklemiyordu.

Savaşın daha en başlarında Lyner’ı gözüne kestirmişti Parazentes. O devasa kalkanı gördükten sonra, savaşı kesin kazanacaklarını düşünen Leon ordusu büyük bir şüpheye düştü. Çünkü Lyner’ın onu tutabileceğini anlamışlardı.

Krallar, amiraller ve askerler birbirine girerken, Lyner karşısında onu buldu. Kısık ela gözleri olan, kısa sarı saçlı, orta yaşlarda bir adamdı. Uzun boylu, fazla zayıf bir tipti.

“Bir yere mi koşuyordun, genç delikanlı” dedi direk olarak Lyner’ın gözlerine odaklanarak.

“Sen amirallerden birisin değil mi? Beni konuşmaya tutmanı reddediyorum. Bir an önce amiralleri saf dışı etmem gerekiyor.”

Adam Lyner’ın da bir amiral olduğunu düşünüyordu. İfadeleri ciddileşti. Ellerini önünde birleştirmişti.

“Biz bu savaşı kaybetmek istemiyoruz evlat.” Dedi. “Senin ne olduğunu biliyorum. Zayıf noktan, kimseyi öldüremeyecek olman.” Yüzüne bir sırıtış yerleştirdi.

Torc’dan sonra bu gözleri bilen biriyle daha tanışmıştı Lyner bu savaşta. Endişeli bir şekilde adama bakmaya devam etti.

25
Kurgu İskelesi / Ynt: Lyner
« : 09 Şubat 2014, 14:12:40 »
Bahsettiğiniz tırnak içinin nokta ile bitmesi sonucu cümlenin büyük harfle devam etmesi, tamamen word kaynaklı bir durum senin de dediğin gibi. Pek gıcık oluyorum bu duruma, ama her seferinde bunu değiştirmeye de üşeniyorum açıkçası =D.

Canı öyle çekmişti ve istemişti arasında anlamsal olarak bir fark göremiyorum ama kuramsal olarak bir fark olduğu da açık ve yanlış bir kullanım olduğu doğrudur. Yorumladığınız için de ayrıca teşekkür ediyorum.

26
Kurgu İskelesi / Lyner
« : 07 Şubat 2014, 19:31:32 »
Bölüm 11 – Gaélo, yeniden

“Uzun bir süredir büyü sistemi ile uğraştığım için aksiyondan biraz geri kaldığımızı düşünüyorum ben. Senaryoyu sonunda getirmek istediğim yere getirebildim. Bu bölümde de aksiyon yok ama sanırım sonraki bölümlerde aksiyon başlayacaktır.”

3 YIL SONRA

Resdan Kralı artık fazla yaşlanmıştı ve kadim bir büyü gibi, yüzü unutulmaya mahkûmdu. Hükümdarlığının son evrelerinde, hala başkalarınca “kötü” ve “zalim” olarak nitelendirilen, giriştiği savaşlardan dolayı üstüne sinmiş kan kokusundan bertaraf, yok yere yaşadığını düşünen bir tipleme olmuştu.

Gaélo hayatının şu son evrelerinde, sahip olduğu iki oğlunu da öldürtmüştü. Tahtın şu anki tek varisi, Esail adındaki torunu, henüz yirmili yaşlarının başında bir toydu. Gaélo oğullarını bir Leon krallığı casusunun öldürdüğünü kanıtlayacak nitelikte kanıtlar yaratarak Leon Krallığına fiilen savaş açmış, işin aslını bilen herkesi, soylular da dâhil olmak üzere, katletmişti. Gaélo’nun bunu neden yaptığı bilinemezdi. Belki sadece deliydi. Ya da belki de, canı öyle olmasını çekmişti.

Tahtına oturmuş, bir şeyler düşünüyordu bir gece Gaélo. Kara kış beraberinde yağmur ve kar fırtınalarıyla dolu, kasvetli bir hava getirmiş, tüm krallık uğultulu bir sessizliğe gömülmüştü. Elini kafasına dayamış,  hüzün ve yalnızlık kokuyordu Gaélo buram buram.

“Pek düşünceli gördüm seni.” Dedi bir ses. Kral başını kaldırdı ama kimseyi göremiyordu.

“Düşünmek sorunları çözüyor mu?” diye sordu aynı erkek sesi.

“Artık düşünmek istemiyorum Jill” diye yanıtladı ihtiyar onu. “Belki de bu kadarı yeterlidir. Ne dersin?”

“Şimdiye kadar verdiğin tüm kararlar yerindeydi.” Dedi bu kez aynı ses.

Taht odası sütunlar, odanın en gerisinde bulunan bir taht ve tahtta oturan Kral dışında tamamen bomboştu. Odanın her yerini kızıl halılar süslemiş, hepsi birbirinden kaliteli ve değerli süsler duvara simetrik bir şekilde asılmıştı.

Ses bir yerlerden yeniden fısıldadı.

“İyi iş çıkardın ihtiyar. Ama bu kadarı yeterli.”

Bir anda odayı kararlı bir karanlık ele geçirdi. En ufak bir ses dahi çıkarmadan, kral tahtından kalktı, birkaç adım ilerleyerek dimdik ayakta durdu.

“Pek çok şeyi kabul ederim.” Dedi. “Fakat gururlu bir şekilde ve kararlı bir yüz ifadesiyle ölmek yerine, üzgün ve tembel bir şekilde tahtımda oturarak ölmeyi reddediyorum.”

Karanlığın içinde, etrafı aydınlatan bir ışık belirdi ve bu ışığın kaynağı, Gaélo’ydu.

Kral o gece, gözleri kapalı, kalbi durmuş, yüzündeki o kararlı gülümseyişle, taht odasının orta yerinde, sırtüstü ve ölü bir halde bulundu.

*

Lyner, Kuzey kampına ayak basmıştı. Ormanın girişine atını bırakmış, ormanın kampa bakan kısmına çıkmıştı. Kar lapa lapa yüzüne temas ediyor, sıyrılarak siyah paltosunun üstüne yapışıyordu. Başına geçirdiği kapüşonunun kızıl gözlerini saklayacağını düşünmüştü, fakat tam aksine, yüzünün ortasında bir ışık gibi parlıyordu gözleri. Anlamsız bir çaba içinde olduğunu fark edince, kapüşonunu indirip çadırların arasında yürümeye koyuldu Lyner.

Uzakta bir yerlerde duman çıkıyordu. Ateş yakılmış olduğunu anladı ve Lyner oraya doğru ilerledi.

Kamp alanı bıraktığından daha kalabalıktı. Çok geniş bir ateş yakılmış, birçok asker etrafına tünemişti. Askerlerden daha pek çoğu çoktan çadırlarına girmiş, birbirleriyle sohbet ediyor ya da uyuyorlardı.

Lyner kamp ateşinin yanına yaklaştığında, tüm askerler kafasını çevirip ona baktılar. Filler hiçbir şeyden habersiz, anlatmakta olduğu şeyi bitirmiş, komik olsa gerek ki kahkaha atmaya başlamıştı. Fakat ateşin diğer kısmındakilerin gülmediklerini ve gözlerini uzağa dikmiş olduklarını fark edince, dönüp arkasına baktı.

“Bu bir düşman!” diye bağırdı bir tanesi. Yeni gelen askerlerden biri olmalıydı. Lyner da bu sırada epey yaklaşmıştı kamp ateşine ve bu tavrı görünce hemen duraksayarak ellerini havaya kaldırdı.

“Ne? Hayır, hayır. Ben düşman değilim.” Dedi. Birkaç kişinin kalkıp ellerini önünde birleştirdiğini görünce paniğe kapılmıştı.

“O düşman falan değil.” Dedi askerlerden bir diğeri. Lyner kafasını o yöne çevirdi ve yüzündeki yara yüzünden başlarda tanıyamadığı Dean’in konuştuğunu anladı. Ayağa kalkan askerler şok içinde Lyner’ın kızıl gözlerine bakmaya devam ediyordu.

“Doğru söylüyor.” Diye konuştu Filler. “O görev için aramızdan bir süreliğine ayrılan askerlerimizden biri. Buraya gel, Lyner.”

Diğer askerler yüzlerindeki şok ifadesini silmemiş, ama ellerini indirerek yere oturmuşlardı. Lyner da aralarına katılarak ateşin etrafına çöktü.

“Görevin başarılı olduğunu görebiliyorum” dedi Filler. “Neredeyse dört yıl oluyor. Seni ziyadesiyle özledik.” Şeklinde konuşmaya devam etti sonra.

Lyner’ın gözü Dean’ın yüzündeki yaradaydı. Bunun sağlam bir kılıç darbesinden dolayı oluştuğu belliydi. Dört yıl. Dört yıl boyunca büyük acılar çekmişti, fakat görüyordu ki acı çeken tek kişi o değildi. Dean de kendisi gibi güçlenmiş olmalıydı.

“Görüyorum ki yokluğumda savaşlar devam etmiş. Burayı cesurca korumaya devam etmişsiniz.” Diyebildi Lyner. “Bu kadar uzun sürdüğü için özür dilerim.”

Derin bir nefes aldı. “Bana o gözlerle bakmayın lütfen.” Dedi. “Bu gördüğünüz kızıl gözler sizin sandığınız gibi bir şey değil.”

Bu gözleri ülkede bilmeyecek tek bir büyücü dahi olamazdı. Ama bunun başka bir formatta olduğunu tahmin edebilecek tek bir büyücü de bulamazdınız. Lyner bu gizemi açıklayacak değildi. Ama sözleri, askerlerin bakışlarını kaçırdı ve bir süre sonra yeniden kendi aralarında konuşmaya koyuldular. Lyner herkes işine bakmaya devam ettikten sonra bir mektup çıkarıp Filler’a uzattı.

“Bu mektubu Rylei size iletti efendim.” Dedi.

“Ah, öyle mi.” Filler mektubu alarak gülümsedi. “O nasıl, Lyner? Epey ihtiyarlamış olmalı.”

“Benimle birlikte o da evinden ayrıldı. Tekrar savaş alanlarına döneceğini söyledi.”

Filler şaşırmıştı “Eğitmekten vazgeçip bir asker mi olacak?”

“Kesinlikle. Ben ayrılırken, o da bilmediğim bir yere doğru gidiyordu.”

Filler Rylei’nin kafayı yediğini düşündü ilk başta. Rylei’nin hala çok güçlü olduğunu biliyordu. Ama savaşmayı sevmeyen biri olduğunu da biliyordu. Rylei’in böyle bir karar almasına sebep olan bir sebep olmalıydı.

YARIM ASIRDAN UZUN BİR ZAMAN ÖNCE


Rylei henüz on beş yaşındaydı. Sarı saçları kaşlarının hizasında kesilmişti ve saçları arkada daha uzun olduğundan havalı bir kuyruk oluşturuyordu. Orta boylu, yakışıklı biriydi. Mavi gözleri gördüğü cesetler yüzünden gözlerini kısmış, gördüklerini sindirmesi için aklındaki çığlıkları sindirmeye çalışmış, yine de duyduğu öfkeyi dindirememişti.

“Sende maya var çocuk” dedi Gaélo. Saçları beyazdı lakin pek gençti. Henüz yirmi beş yaşlarındaydı. Hala zayıf ama göbekli, yine de fazlasıyla karizmatik bir adamdı. Siyah palto hâlihazırda uzun olan boyunun daha da uzun görünmesini sağlıyor, fakat sarhoş olduğu için ayakta durmakta zorlanıyordu.

“Neden?” diye sordu Rylei. “Neden böyle bir şey yaptın?”

“Çünkü ben böyle bir adamım.”

Gaélo yürürken Rylei arkasından bakıyordu.

“Beni neden öldürmüyorsun! Merhametini istemiyorum. Sana borçlu olmayı reddediyorum.”

Gaélo yürümeye devam ediyordu.

“Özgürlüğün bir fiyatı yoktur. Sadece yaşamaya devam et. Bana borçlu falan değilsin.”

Gözlerden kaybolmuştu.

27
Kurgu İskelesi / Ynt: Esinlenilmiş Gerçekler
« : 07 Şubat 2014, 13:55:42 »
Bunu bir film yapsalar, filmin sonu şirinlerdeki gibi olurdu sanırım.

Öncelikle anlatımınızı çok beğendiğimi söylemek isterim. Gözüme batan herhangi bir imla hatası görmedim. Fakat eklemek isterim ki, genel olarak anlatışınız akıcı olsa da, bazı yerlerde nedense bir duraksama yaşıyorum. Kısacası yazınız bir yükselişe, bir düşüşe geçebiliyor.

Konu itibari ile değerlendirirsek, her ne kadar bir şeylerden etkilenerek yazılarımızı yazdığımız mesajını verseniz de, ders çıkartılabilir, öznel yorumlara açık ve çok sağlamdı. Bir şeylerden etkilendiğimizi ama çalmadığımızı ıspat ediyor yazınız. Hayal gücünüzün de sağlam olduğunu söylemek isterim.

Elinize sağlık efenim.

28
Kurgu İskelesi / Lyner
« : 06 Şubat 2014, 23:42:19 »
Bölüm 10 – İkinci adım, çember seçimi

6 AY SONRA

Mevsim bir kez daha değişiyordu. Rylei ustanın evinin civarındaki ova yeşillenmiş, baharın gelişini gözler önüne seriyordu. Bugün Lyner’ın doğum günüydü ve yirminci yaşını artık tamamlamıştı. Bu, ciddi bir durumdu. Artık “On dokuz yaşındayım” diyemeyecekti. Yirmili yaşlara ayak basmış olmak hem başkalarının, hem de kendinin, onu bir yetişkin olarak nitelendirmesini sağlayacaktı. Lyner bu durumdan ötürü hafif buruk hissediyordu.

Bugün, Lyner’ın eğitimde yeni bir adıma geçeceği gündü aynı zamanda. Baloncuklarla geçen eğitimi fazla acı doluydu. Enerji kullanımı konusunda ilk başlarda fazla vasattı. İlk bir ay, balonun şişmesini az bile olsa engelleyememişti, ama yıldırımın mesafesini yarı yarıya kısaltmıştı. İkinci ay, balonun şişmesi az da olsa azalmış, yıldırımın uzunluğu da bir o kadar kısalmıştı. Her gün her gün enerjisi tükenene değin uğraşmış, enerjisi tükenince hissettiği o acı yüzünden bağırıp çığlıklar atmak istemişti. Fakat üçüncü ayın sonunda acıya olan direnci yükseldi. Baloncuğun şişme oranı da yarı yarıya inmişti.

En hızlı değişim, dördüncü ve beşinci aylar oldu. Beşinci ayın sonunda, bir seferde enerjisinin onda dokuzunu verimli bir şekilde kullanabiliyor, bunu yaparken yıldırımını elli metreye sınırlandırabiliyordu. Fakat büyük sıkıntı bu noktada başladı. Daha ilk seferde enerjisinin büyük bir kısmını başarılı bir şekilde kullanabildiğinden, bir günün içinde ikinci bir deneme şansını elde edemiyordu. Bu da eğitimin verimliliğini azaltmıştı. Lakin o, ısrarla çalışmaya devam etti.

Lyner altıncı ayın sonunda, nihayet başarıya ulaşmıştı. Enerjisinin tamamını verimli bir şekilde kullanabiliyor, bunu yaparken de yıldırımın uzunluğu on metre olabiliyordu.

Bu altı ayda çok fazla enerji harcadığından, enerjinin kendini yenileme süresi gün geçtikçe azalmıştı. Ayrıca, sahip olduğu maksimum enerji miktarı da epey gelişmişti. Saldırısının uzunluğunu hedefin bulunduğu yere göre ayarlayıp, tam bir verimlilik kazanıyordu. En ufak enerjiyi bile boşu boşuna salmaması ise bu eğitimin en önemli parçasını oluşturuyordu. Bunların, kendi farkında bile olmamıştı ama Rylei bunun çok iyi bilincindeydi. Eğer altı ay önceki hali ve şimdiki halini kıyaslasaydı, Lyner’in yüzde beş yüz oranında güçlendiğini rahatlıkla söyleyebilirdi.

Rylei ve Lyner, evin bahçesinde oturup çay yudumlarlarken, bu konuları konuşuyorlardı.

“İşin kolay kısmı geride kaldı Lyner” diyordu Rylei. “Üç üçgenli büyü halkasını öğreneceğiz ki bu yarım saatini dahi almayacak. Bu adım çok kolaydır.”

“Sadece yarım saat mi?” Lyner şaşırmıştı.

“Kesinlikle. Çünkü hâlihazırda bildiğin büyüleri sadece farklı bir çemberle yapacaksın. Sana yıllar önce öğretmiştim ben element ve kalkan büyülerini. Bilmen gereken ekstra bir şey yok.”

“Yani bir günde bunu öğrenip beş ve altı üçgenli büyü sembollerine mi geçeceğiz?”

 “Ne yani, Filler de mi bunu sadece bir günde öğrenmişti?” diye sordu Lyner.

“Filler’ın bunu öğrenmesi yıllar aldı, çünkü onu baloncuk eğitiminden geçirmemiştim. Bu eğitimden de kimseye söz etmeyeceğine bana söz vereceksin.”

“Usta, anlamıyorum.” Dedi Lyner. “Birkaç ayda daha güçlü olunacağı bir şekilde öğretmek yerine, neden yıllar içinde ve daha az güçlü olunacağı bir şekilde öğrettiniz bu büyüyü diğerlerine?”

“Sen anlamıyorsun, Lyner.” Dedi Rylei. “Şu an senin çift üçgenli büyü çemberin bile Filler’ın üç üçgenli büyü çemberinden daha güçlü oldu. Onu neden bu kadar güçlü yapacaktım ki? Herkesi bu kadar güçlü yapsaydım bunun ne anlamı olurdu?”

İhtiyar çay kâsesini yere koyup, eline çift üçgenli bir büyü çemberi yarattı.

“Aynısını tekrarla Lyner” dedi. Lyner’ın öğrendiği ilk şeydi bu. Bir büyü çemberi hazırlamak. Hemen aynısını tekrarladı.

“Bunu çağırmayı sana nasıl öğrettiğimi hatırlıyor musun? Sahip olduğun enerjinin serbest kalmasını sağlıyor ve bunun bir halka şekline bürünmesine izin veriyorsun. Diğer büyü halkalarını da aynı şekilde çağırıyoruz. Tek farkı, sahip olduğun enerjiyi dönüştürerek bunu yapacak olman. Enerji kontrolü iyi olmayan biri bunu yapmakta zorlanırdı ama senin bunu hemen yapabilmen gerekiyor. Enerjini agresifleştirirsen, üç üçgenli büyü halkası oluşur ve sadece element saldırıları yapabileceğin güçlü bir halkaya dönüşür. Eğer enerjini pasifleştirirsen, yine üç üçgenli bir büyü halkası oluşur ama bu kez sadece kalkan büyülerini yapabilirsin.”

Lyner, sahip olduğu enerjiyi saldırganlaştırmayı denedi. İlk başta başaramadı, ama yaklaşık on dakikalık bir uğraşla başarabildi. Bu kez, enerjisini tamamen pasifleştirmeyi denedi. Bunu da, daha erken bir süreçte uygulayabilmişti.

“Bu yeni gücü denemek ister misin?” diye sordu Rylei.

Lyner ayağa kalkıp uzak bir yere doğru elini sabitledi. Bir yıldırım büyüsü deneyecekti.

Enerjisinin onda birini bile kullanmadı. Lakin şu ana kadar gördüğü en muazzam şeydi. Yıldırım, muazzam bir şekilde elinden çıkıp birkaç metre ilerledi. Hemen ardından öyle kudretli bir ses geldi ki, tüm vadi bu sesle inlemişti. Muazzam bir sıcaklık ve enerji kaynağıydı bu saldırı. Lyner’ın tüyleri bile, bu korkunç güçten diken diken olmuştu.

“Bu birini öldürürdü” dedi Lyner.

“Bu büyünün bir amacı var. Enerjinin onda onunu harcayarak bile böyle bir güç açığa çıkaramazdın çift üçgenli büyü halkası ile. Çok daha az enerji harcayarak, çok daha kudretli bir element büyüsü yapabiliyorsun artık. Kalkanın ise, aynı muazzamlıkta bir güce karşı gelebilir.”

İhtiyar derin bir nefes aldı.

“Aslında baloncuk eğitimine rağmen enerjini bu denli kolay manipüle edebilmeni ben de beklemiyordum. Enerjinin formatını değiştirmek Filler’ın on ayını almıştı.”

Rylei, Lyner’ın gözlerinin içine bakmaya devam ediyordu.

“Şimdi, sana doğum günün için küçük bir hediye vereceğim. Burada beklemeni istiyorum.” Dedi. İhtiyar emin adımlarla ayağa kalkıp, içeri geçti. Birkaç dakika sonra, kapalı bir kutu ile geri dönmüştü.

Kutu yer yer siyah, yer yer beyaza boyanmış, küçük, esrarengiz bir şeydi. Fazla tuhaf bir görüntüsü vardı. Daha en baştan Lyner’ın ilgisini çekiyordu. İhtiyar kutuyu açtı ve içindeki üç taşı eline aldı. Taşlardan biri siyah, biri beyaz, diğeri ise kızıl renkteydi. Lakin boyut olarak tamamen aynıydılar.

“Bu taşları görüyor musun? Bunlar sıradan taşlardı Lyner. Ama sen daha çok küçükken, sahip olduğun güçlerin bir kısmını bu taşlara mühürlemiştim.”

Beyaz olanı eline aldı.

“Bu, senin beş üçgenli çemberi yaratabilmen için gerekli olan şey. Enerjini saflığa dönüştürme yeteneğin bu taşın içinde yatıyor. Enerjini saflaştırarak beş çemberli üçgen yaratabilir, aydınlık büyüleri kullanabilirsin.”

Siyah olanı eline aldı.

“Bu ise senin altı çemberli büyü çemberi yaratmanda gereken şey. Enerjini korkuya dönüştürme yeteneğini mühürlediğim taş. Bununla karanlık büyüleri kullanabileceksin.”

Derin bir nefes daha aldı.

“Mühürleme benim aydınlık elementini kullanarak yaptığım bir şeydi. Bu tip şeylerle ilgiliysen tavsiye ederim. Işık elementi diğer tüm büyülerin direncini kırabilir. Karanlık elementi ise illüzyonlar ve pek çok aklının hayalinin kaldıramayacağı şeyleri yapmanı sağlayabilir. Lakin bunlar iyilik ya da kötülüğü temsil etmiyor Lyner. Aydınlık elementini kullanabilen bir kötü görebilirsin. Ya da karanlık elementini kullanan bir iyi. Hoş, bu yeteneğe sahip olanların bir elin parmaklarını geçtiğini sanmıyorum” Taşları havaya savurup yeniden tuttu.

“Seçtiğin taşlardan birinin mührünü kıracağım. Fakat öteki bende kalmaya devam edecek. Seçtiğin yeteneğin üstünde ustalaştığında ötekinin de mührünü kaldıracağım, ama kullanmanı tavsiye etmiyorum. İkincisini de kullanmaya çalışırsan diğerinde yeteneklerin körelecektir. Bunu bizzat deneyimledim ve büyük bir hataydı.” İçini çekti.

Kızıl olan taşı eline almıştı şimdi.

“Bunun mührünü ise sen buradan ayrılırken kıracağım. Bu, senin gözlerini mühürlemeyi denediğim taş. Eğitime ihtiyacı olan bir güç değil, bu senin içinde var olan güç. Fakat gözlerini mühürlemeye çalıştığımda, bir şeyler mührü tamamlamamı engellemişti. Yani gözlerinden gelen gücün sadece bir kısmı bu taşa mühürlenebilmişti. Hangi kısmı olduğunu bilmiyorum. Yine de bir şekilde, gözlerinin gücünün tam olarak açığa çıkmamasının sebebi bu mühürdür.

Seni uyarmak isterim. Bu mührü kırdığımda gözlerin sonsuza kadar kızıla dönüşecek ve herkes kim olduğunu anlayacak. Bunun sonuçları ne olur, ben de bilmiyorum evlat.”

“Gözlerim sinirlenince ve ben istediğimde kızıla dönüşebiliyor zaten usta.” Dedi Lyner.

“Evet. Bu taş, onların gücünü tamamen açığa çıkaracak şey. Baban sadece istediğinde gözlerini dönüştürebiliyordu. Ama dediğim gibi, senin gözlerin ve onunkiler birbirinden çok farklı.”

İhtiyar duraksayarak, büyük bir merakla sordu.

“Her neyse. Siyah taş mı, beyaz taş mı?”

Lyner önce bir dakikalığına düşündü. Sonra, “Bana en iyi bildiğini öğret ihtiyar.” Dedi.

Rylei bir kahkaha attı.

“Pekâlâ, kara büyü öğreneceksin.” Dedi. Beyaz ve kızıl taşları kutuya koydu. Kutuyu sakladığı yere geri götürdü. Geri döndü ve siyah taşın mührünü kıracak sihirli sözleri söyledi.

“Aesiermondis!”

Taş bir anda rengini yitirdi ve sıradan bir taşa dönüştü. Lyner kendinde herhangi bir farklılık hissetmemişti, ama dikkatle ihtiyarı incelemeye devam ediyordu. İhtiyar yeniden konuşmaya koyuldu.

“İlk önce enerjini korkuya dönüştür evlat.” Dedi. “İlk deneme biraz acıtabilir ama yapması kolaydır. Önemli olan çemberi yapmak değil. Sana kara büyü öğretmek zaman alacak.”

Lyner, on beş yirmi dakika kadar enerjisini korkuya dönüştürmeyi denedi. Tam vazgeçiyordu ki, aklına bir anda yayılan o deliliği hissetti.

Delilik. Lyner hislerini anlatacak olsa, kesinlikle bu kelimeyi kullanırdı.

Önce her yer karardı. Lyner oturduğu yerden yere düşerken, elindeki çay kâsesi ile birlikte düştü. Çay onu yakmıştı, lakin hissettiği acıya oranla Lyner çayı hissetmedi bile. Rylei hemen ayağa kalkıp Lyner’ın üstünü çıkarmıştı. Lyner’ın elinde altı üçgenli bir halka duruyordu. Doğrusu ihtiyar Lyner’ın bunu denemesini bekliyor, onu anlamsız bir şekilde bekliyordu, lakin bu kadar erken başaracağını hiç düşünememişti.

“Biraz dayan evlat, geçecek!” diyordu.

Lyner hayatının en acı dolu dakikalarını yaşadı. Enerjisini korkuya dönüştürmüştü, lakin bu korku dolu enerji ona acı veriyordu. İç organları bu yeni enerjiye alışmakta sorun çekiyordu. Bu yakıcı enerji onları tamamen yakıyordu. Asıl önemli olan nokta ise, aklındakiler ve gördüğü kâbuslardı. Annesini kanlar içinde görüyordu. Yüzünü hiç görmediği babasının kendisini doğradığını gördü sonra. Filler ile birlikte kendini gördü. Pek çok arkadaşının savaş sırasında öldüğünü gördü. Kralı gördü sonra. Anlamsız bir şekilde bakıp kahkaha atıyordu. Devasa bir ejderhanın kendisini ezdiğini gördü. Onlarca, hayır yüzlerce korkunçluğun aklından çıkıp gitmesini sabırsızlıkla bekledi, bekledi.

Yarım saat kadar bir sürenin ardından uyanabilmişti. Kendini yerde yatarken, çıplak bir halde buldu. İhtiyar korkulu bakışlarla ona bakıyordu.

“Her şey geçti evlat. Kendine gel!”

Lyner bir anda havaya fırladı.

“Usta?” Lyner hala şok içindeydi. “Bitmesine sevindim ama bana tam olarak ne oldu?”

“Enerjini dönüştürdün ama enerjinin bu formuna vücudun alışmakta zorluk çekti. Gayet normal bir durumdu. Ayrıca eline bak.”

Lyner eline baktı. Elinde, altı üçgenli bir büyü şeridi duruyordu.

Gözleri vücuduna kaydı oradan.

“Seni sübyancı yaşlı züppe!” dedi. “Bu nasıl bir “durumdan fayda çıkarmak”tır böyle!”

Lyner’ın yirmi yaşını tamamlaması tam olarak bu şekilde oldu.

29
Kurgu İskelesi / Lyner
« : 06 Şubat 2014, 20:25:30 »
Bölüm 9 – Eğitim Başlıyor

Lyner ancak öğlene doğru uyanabilmişti. İhtiyarın kendisini sabahın köründe uyandırmaması çok garip ve alışılmışın dışında bir durumdu. Lyner, akşam eve gelir gelmez koltuğun üstüne kendini atmış, sabah ihtiyar onu yara ve morluklar içinde bitap düşmüş bir halde görünce, uyandırmaya kıyamamıştı. Lyner’ın üstünü örtmüş, bir yandan da gerçekten zorlu bir şeylerle karşı karşıya kaldığını anlamıştı. Gururlanmıştı. Eve dönmesi, görevde başarılı olduğunu gösteriyordu.

Öğlene doğru, çiçeklerini sularken, Lyner’ın arkasında bittiğini gördü. Heyecanla dönüp çocuğa baktı. Yüzünde bir mutluluk gözetleniyordu.

“Başaramadım, ihtiyar.” Dedi Lyner. “Eğitilmeyi hak etmiyorum ben.”

Rylei tuhaf bir bakış fırlattı. “Ne demek istiyorsun? Yaratıkla ilgilenmeden kaçtın mı?”

“Hayır, hayır! Öyle değil. Sadece, o şey çok büyük ve güçlüydü. Onun gibi bir şeyi daha öne hiç görmemiştim. Sanırım bir ejderhaydı. Kaçmadım tabi, ama saldırılarım ona işlemiyordu ve fırlattığı o yeşil enerji topları kalkanımı un ufak ediyordu.”

Rylei, şok içinde çocuğu dinlemeye koyuldu. Bir ejderha, ancak çok güçlü büyülerle durdurulabilirdi. Ona neler döndüğünden emin olmadan böyle bir görev verdiği için kendini suçlamaya başladı.

“O çocuğu korumak için elimden geleni yaptım. Ama neredeyse koruyamayacaktım. Tam her şey bitmişti ki, o geldi.”

“Kim?” Rylei endişeyle dinlemeye devam ediyordu.

“Gaélo. Onu bir kafesin içine hapsetti ve ortalardan kayboldular.”

Rylei Lyner’ın üzgün yüzüne bakmaya devam ediyordu. Bu ismi duyunca şaşkınlık derecesi yükselmişti.

“Görevde başarısız falan olmadın Lyner. Benim verdiğim görev gidip ne olduğuna bakınmandı. O, senin yenebileceğin türden bir düşman değildi. Yüksek ihtimalle yavru bir ejderhaydı senin gördüğün. Yetişkin bir tanesiyle karşılaşsaydın yaşayabileceğini sanmıyorum. Ama o ejderha orada ne arıyordu ve Gaélo neden böyle bir yerde ortaya çıktı? Eğer o ejderha yetişkin olsaydı, Gaélo ardına bile bakmadan kaçardı, emin ol.” Yüzünü öfke bürüdü. “Ona hayatını borçlusun öyle mi?” dedi. Sinirden bir şeyleri yumruklamak istiyordu şimdi.

“Dinle Lyner. Eğitiminin yaklaşık iki yıl süreceğini tahmin ediyorum. Günün sonunda benim bile durduramayacağım bir güç yaratmış olacağım. Bunun karşılığında ben, o adama karşı en ufak bir sempati dahi duymanı istemiyorum. Dili fazla etkileyicidir, aklı da öyle. Senden haberi olursa himayesine katmak için elinden geleni ardına koymayacaktır. Ki zaten öyle olacak, bir asker olacaksın. Ancak, aklını ele geçirmesine izin vermeyeceksin. O adamın düşünceleri fazla hastalıklıdır. Kalbindeki zulmün kurbanı olmanı asla kabul edemem.”

“Benim ona duyduğum şey minnettarlık değil ihtiyar. Beni kurtaran kişinin o olmaması gerekiyordu, daha çok, sinir oluyorum bu durumdan.”

“Güzel. Seni iyi yetiştirmişim.”

Böyle bir durumda bile kendiyle övünebilen Rylei’ye ifadesiz bir bakış attı Lyner.

“Gidip bir yerlerde pinekleyeceğim.” Arkasını döndü ve ilerledi. Lakin arkasına döndüğü sırada tam karşısına dikilmiş bir şekilde yeniden Rylei’yi gördü. Bir an tırsarak geri adım attı.

“Ne yapıyorsun ihtiyar?” dedi.

“Sana enerjini har vurup harman savurmadan kullanmayı öğretiyorum. Beni takip et. Aylaklık edecek zaman değil.”

İhtiyar evden dışarı çıkıp bomboş arazide yürümeye koyulmuştu. Lyner onu izledi. Evden epeyi uzakta durdular.

“Şimdi iyi dinle, Lyner. Gözlerin kapalı bir şekilde, yaratabileceğin en güçlü şimşek saldırısını yapmanı istiyorum. Enerjinin son damlasına değin, hepsini harcaman gerekiyor.”

Lyner gözlerini kapatıp elini vücudunun önüne attı. Evden uzaklaşmalarının sebebi, sanırım önemli bir şeylere zarar vermemek içindi. Önce ne yapacağın bilemedi. Sonra, her zamanki gibi bir büyü çemberi yarattı. Sahip olduğu, gerçekten tüm enerjiyi, bir şimşek yaratmak için harcadı.

Yıldırım birkaç kilometre yol almıştı. Son derecede şiddetli bir büyüydü onun yaptığı. Sıradan bir büyücünün yapabileceği gibi değildi. Yıldırımın ardından sağlam bir ses geldi. Yer gök, büyünün görkemiyle sarsılmıştı.

Gözlerini açtığında, bir baloncuğun içinde olduğunu gördü. İçi enerji yüklü bir baloncuktu bu. Tüm enerjisini verdiği için yere çökmüş, kalbinde derin bir ağrı hissetmişti. Etrafını kaplayan baloncuğun ne olduğunu bilemedi. Nefes almakta zorluk çekiyordu.

“Bu bir enerji balonu” dedi Rylei. “Onu sen gözlerini kapattığın sırada yerleştirdim. Dinle. Büyü yaparken içindeki büyü enerjini kullanıyorsun, bildiğin gibi. Fakat harcadığın enerjinin bir miktarını kullanmadan dışarı atıyorsun. Enerjinin tamamını kullandığını sanıyorsun, ama göründüğü üzere çok büyük bir kısmını kullanmamışsın. Boşu boşuna dışarı vermişsin sadece. Ki bu büyük bir balon. Enerjinin neredeyse onda dokuzluk bir kısmını oluşturuyor. Kısacası gönderdiğin yıldırım, yapabileceğinin onda biri gücündeydi. Onda onluk enerji harcadın ama sadece onda birlik verim alabildin.

Yaptığın ikinci hata, Şimşeği fazla uzağa göndermendi. Açığa çıkarmadığın enerjini kontrol edemediğin gibi, açığa çıkardığın büyü formunu da kontrol edemiyorsun. O yıldırımı küçük bir mesafede uygulasaydın, o sıkıştırılmış enerjinin bir düşmana vereceği zararı hayal dahi edemiyorum.”

Lyner enerjisini geri kazanıyordu yavaş yavaş. Balonun içine doluşmuş enerji kendine geri döndü. Ve balon küçülerek vücuduna yapıştı.

“Sürekli aynı şeyi tekrar edeceksin. Balonun en az seviyede şişmesini ve aynı zamanda yıldırımın olabildiğine kısa bir mesafeye yayılmasını amaç edin kendine. Enerjin tükendiğinde çok acı çekecek ve hareket dahi edemeyeceksin, ama buna katlan. Bunu her gün, enerjin tükenene ya da sen tatmin olana değin yapmaya devam edeceksin. Tahminlerimce başarman aylar alacak, ama bir kere başardığında üç üçgenli büyü şeridini öğrenmen kolay olacaktır. Bu eğitimin sonunda, düşmanının kim olduğuna göre ne kadarlık bir enerji harcayacağını saptayabilecek, en ufak enerjini dahi boşa harcamayacaksın. Dolayısıyla çift üçgenli büyü şeritleri ile yaptığın büyülerin, sıradan bir büyücünün üç üçgenli büyü şeritleri kadar güçlü ve verimli olacak. Ama sakın gözlerin açık yapma bunu! Yoksa gözlerinin sana bahşettiği enerjiyi de kullanmış olacaksın. Dolayısıyla balon kaldıramayacağı kadar çok enerji ile dolacak ve patlayarak gerçekten de enerjinin boşa kaçmasını sağlayacak. Ayrıca gözlerin açıkken enerjinin tamamını bir büyüye vermen imkânsız olur.”

İhtiyar eve doğru yürümeye başladı. Bu eğitimi ilk kere bir öğrencisine uyguluyordu. Ölmeden önce, kendi ustasının öğretilerini aktarabilecek kadar güvenebileceği bir öğrenciye sonunda sahip olması, onu sevindirmişti.

30
Kurgu İskelesi / Ynt: Lyner
« : 06 Şubat 2014, 17:59:39 »
Hayır kesinlikle kırıcı olmadınız.

Rylei, Raylei olarak okunuyor. Aslında Rylei karakterini Kill Bill filmindeki o ihtiyar ustayı düşünerek yaratmıştım. One Piece'i çok severek izliyor ve hala takip ediyorum ama oradaki Rayleigh karakteri aklımın yakınından dahi geçmedi. İsimlerin okunuşunun aynı oluşu çok sağlam olmuş gerçi, bilinçaltımdan mı kopup gelmiş bilemiyorum.
 
Bahsettiğiniz FMA'nin ilk sezonunu seyretmiştim. Bir sebepten beni aşmadı ve ileriye götüremedim. Çok eski bir zamandı ve konuyu dahi unuttum açıkçası. Büyü sistemini oradaki simyaya benzetmeniz beni şaşırttı. Pek alakaları yok maalesef ki. Bunu büyü sisteminin derinliklerine girdiğimde - ki yavaş yavaş girdik aslında - daha iyi anlayabilirsiniz.

Ejderha ise mistik bir ejderhadan öte değil. Onu Chalizard'a benzettiyseniz bunu benim tanımlama konusundaki başarısızlığıma bağlayıp onu normal bir ejderha olarak düşünmenizi isterim. Orta çağın bağrından kopup gelmiş, normal bir ejderha olarak.

Naruto konusuna gelirsek, bahsettiğiniz gözler Rinnegan ve şu aralar o gözlerin sırlarını açıklıyor anime güncelde. Çok pis spoiler vermek istiyorum şu an :D Sadece şunu diyeceğim, Rinnegan olayı o kadar karmaşık ve mükemmel bir senaryonun örneğidir ki, benim yarattığım Tanrı'nın hediyesi o senaryoyla kıyas dahi kaldıramaz. Doğrusu henüz ben de bu gözleri tam anlamıyla tasarlayamadım, fakat aklımda birkaç fikir var ki ileride sürprizlerle karşılaşacağınızı söylemem gerekir.

Asterix ve Oburix ile alakalı da pek bir bilgim yok açıkçası. :D Okuyup yorumladğınız için teşekkür ederim.

Edit: Sadece FMA'de değil, kainattaki tüm monarşik hikayelerde ve hatta gerçekte, hep bir kötü kral oluyor zaten :D

Sayfa: 1 [2] 3 4 5