Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Death Symbol

Sayfa: 1 2 3 [4] 5
46
Kurgu İskelesi / Craf
« : 01 Mart 2013, 00:47:16 »
Craf / Bölüm 1 - Ejderha

“Açıkça fark edilebiliyor ki insanlar hemcinslerini önyargılarına alet etmek için çaba sarf ederlerken, mantık çizgilerini bir kenara iteliyorlar. İnsanlar ruhları gereği saldırgandırlar ve birilerine saldırabilmek için din(ler)i kılıf olarak kullanırlar.” Şeklinde düşünüyordu Tanrı. Ya da Craf halkı yüzyıllar önce Tanrı’nın bu şekilde düşündüğünü kabul etmişlerdi ve bir dine inanmaktan vazgeçmişlerdi, sadece Tanrı’nın varlığına inanıyorlardı ve ona tapmaya gerek de duymuyorlardı. Tanrı gerçekten de buna benzer bir şeyi düşünüyordu ama onun ne düşündüğünü bildiğini iddia eden Craf halkını küstah olarak kabul ediyordu. İşin en kötü kısmı, ‘O’nun ne düşündüğünü bilebilecek kadar kendini zeki zanneden Craf halkının küstahlığı değil, birkaç asırdır buna inanmalarıydı. Sanki Tanrı, yüzyıllarca aynı şeyi düşünebilecek kadar sığ beyinliymiş gibi. Yani, çifte küstahlık.

Yine de yarattığı canlılar içinde yaşamayı en çok becerebilen insanlardı ve Tanrı da bunun farkındaydı. Üremeye bir zevk gözüyle bakan insanlar vardı belki ama aşka inananları da vardı. Bkz: Dünya. Hırsız çeteleri vardır belki ama polis kurumları da vardır. Her yıl yeni grip virüsleri üretip aşı satmaya çalışan bilim adamları vardır belki ama sırf yardım etmek için uğraşan doktorlar da vardır. İnsanlar bir şekilde kötülükle iyilik arasında bir denge oluşturdular, ki bu takdir edilmeli.

Craf bir gezegendi. Dünya’dan çok uzaktaydı ve orada da insanlar yaşıyordu, diğer hayvanlar da tabi ve daha da fazlası. Tanrı, evrenin sadece iki noktasında canlıların yaşayabileceği bir ortam hazırlamıştı çünkü bir üçüncüye daha katlanamazdı. Dünya’da olan bitene müdahale etmekten vazgeçeli uzun zaman olmuştu. Onun bile aklının eremeyeceği kötülükte şeyler icat edilmişti. Silahlar ve diğer şeyler örneğin. Onlara güvendiği için sihir yapmalarına olanak tanıdığı zamanları hatırlıyordu. Sihir yapma gücüne sahip olmayanlar cadı mahkemeleri kurup hepsini yok etmişti. Dünya’da yaşayan insanlar kıskançtı, kötüydü ve sıkıcıydı. Sonunda onları izlemekten bile vazgeçmiş, kendini Craf’a adamıştı.

Craf’da da dinler vardı ama bunun savaş dışında bir şey getirmediğini anlayıp uzaklaşmışlardı. Tanrı bunu takdir ediyordu, evet. Kendisine tapmalarını da gülünç buluyordu zaten. Bu sanki rüşvet verirmiş gibi bir yanılsamaya neden olurdu hep. “Biz sana tapalım, sen de bize istediğimizi ver.” Gibi. Bu iğrençti.

Craf’da şehirleşme yoktu. Fabrikalar ya da silahlar da yoktu. Para gibi saçma salak bir icat da yoktu. Orada işler yardımlaşma ve takasla yürürdü. Teknoloji yoktu ama sihir vardı. Sihir ise, sadece yeterince zeki olanlar tarafından yapılırdı, ya da yeterince isteyenler tarafından. Ama hiçbiri Dünya’lıların bir taraflarından uydurduğu saçma filmlerdeki kadar yapmacık da değildi. Sihir yapanlar asla gezegene hükmedebilecek kadar güçlü olamazdı ve sihir yapmak asla basit de olamazdı. Tabi sihir kelimesi Dünya’da geçerliydi. Craf’dakiler buna ‘Teknik’ derdi.

Küstah olsalar da Craf halkı bin kat daha iyiydi. Eşcinselleri dışlamıyorlardı örneğin. Hatta bu Craf gezegeninde normal mi anormal mi olduğu tartışılamayacak kadar normal bir durumdu. Orada kimse porno çekmiyordu. Hırsızlar ve katiller elbette vardı ama bunlar maddi dengesizliklerden değil zihinsel dengesizliklerden olurdu. Kurdukları sisteme isim verme gibi bir saçmalıkla da uğraşmamışlardı. Kurulan bu düzeni aykırı görebilecek kadar beyinsiz birileri de hiç çıkmamıştı. Kendi kişisel hatalarını topluma yıkacak kadar kalitesiz değildi zira hiçbiri.

Ve Tanrı’nın bir yandan Lahmacun yiyip diğer yandan sıkılarak olayları izlediği bir sırada aklına bir fikir geldi. Dünya’da ilk kez Çinlilerin uydurup taptıkları ve çok daha sonra diğerlerinin sinema ve kitap sektöründe kullandıkları ve ejderha adı verilen yaratıklardan yaratıp her iki gezegene de birkaç yüz tane yollamalası nelere sebep olurdu acaba?

Kıkırdadı ve bir lahmacun daha sardı.

47
Düşler Limanı / Hayallerim Yetmiyor
« : 27 Kasım 2012, 23:53:12 »
Hayallerim Yetmiyor

Hayallerim yetmiyor. Ne anlama geliyor bu? Açıklayacağım da, önce bir konuya açıklık getireyim. Yazmak için dizüstü bilgisayara kurulduğumu ya da hali hazırda dizüstü bilgisayarda kuruluyken birden bire yazmak istediğimi sanmayın. Sadece şarkı dinliyordum ve birden Word dosyası açtığımı fark ettim. Sonra içimden gelen şeyi en kısa şekilde açıklamam gerektiğini hissettim, bu iki kelime çıktı. Ama tabi bu iki kelimeyi yalnız başına kullanıp bir konu açarak bir yerlerde paylaşırsam bunun bir spam olmaktan ötede görülemeyeceğini fark ettim. Alakası olan bir konuya cevap olarak yazabilirdim, ki o zaman bile bir spam olurdu, ama ilgisi alakası olan bir konu göremedim.

Size edebi bir cümleymiş gibi geliyor mu? Bir insanın hayallerinin yetmeyişi size bir şey ifade ediyor mu? Hiçbir zaman son derecede edebi paylaşımlar yaptığımı ya da çok güzel edebiyat yaptığımı iddia etmedim. Ama edebiyat benim gözümde bir sanattır ve sanatı sanat yapan şey ruhtur. O ruhla yazıyorum ben de işte, o duyguyu hissederek yazıyorum, o mimikler oluşuyor şu an yüzümde. Kabul ettiğim bir gerçek varsa, o da şudur; ben hiçbir zaman kendime yazar gözüyle bakmadım. Benim en iyi olduğum şey yazmak değil, şarkı söylemektir diye her zaman söylemişimdir. Duygularımı en iyi yansıtabildiğim alan kesinlikle müziktir. Duygu yoğunlukları, sesimizin kalitesini etkiler. Edebiyat da bu şekilde işte.

Sadece iki kelime yahu, hayallerim yetmiyor. Bu kadar basit, bu kadar gerçek. Nedir bu yetmeyen hayaller? Hayallerden kastım kendimi World Of Warcraft evreninde bir büyücü olarak hayal etmem değil tabi. Kabul etmek gerekirse, o da var tabi. Ama benim hayallerden asıl kastım, giden insanları, bir daha asla gelmeyecek olan insanları hayallerimde yaşamam ve bunun gerçeği uzaktan yakından andırmaması. Korkarım bu böyle. İnsanlar doğası gereği bir şeyler isteyen canlılardır ve istediklerini elde etmiş olduğunun hayalini kurması da gayet doğaldır. Ama yetmiyor işte.

Tüm gece bekliyorsun, gelir diye. Genelde yataktasınızdır, ama benim tavsiyem gözleriniz pencerede bekleyin, daha gerçekçi oluyor öyle. Sanki gerçekten gelebilecekmiş gibi oturun ve pencereden dışarıyı izleyin, onun gelmesi gerektiğini düşündüğünüz yeri. Günlerce tekrarlayın bunu, saatlerce. Sonra o gelmiyor tabi. Siz hayalinizde onun gelmiş olduğunu hayal ediyorsunuz ama sonra zamanı geri sarıyorsunuz, yine gelmemiş olduğu zamana dönüyorsunuz. Sonra yine onun geldiğini hayal ediyorsunuz ama neden sonra yine başa dönüyorsunuz. İleri gidemiyor hikâyeniz. Neden? Neden bu böyle oluyor? Hayaller neden yetmiyor? Neden birileri gerisini hiç düşünmeden, hoyratça çekip gidiyor ve siz onu zaten yeterince yapmacık görünen hayallerinizde bile yeterince hayal edemiyorsunuz? Neden sadece döndüğü hayalini kuruyorsunuz ama hemen sonra tam bir geri zekalı gibi başa sarıyorsunuz?

Şimdi beni daha iyi anlıyor musunuz? Hayallerin neden yetmediğini?

Sanmıyorum.

Şöyle anlatmayı deneyeyim o halde: Gerçekten, onla geçen günlere hayalleriniz yetebilir mi? Birebir yaşadıklarınızın yerini, beyin hücrelerinizin küçük bir oyunu doldurabilir mi? İnsanların hayaller kurmakta son derecede başarılı olduğu söylenir. Yalandır. Ne zaman bir olayı veya olguyu, baştan sona, başka yerlere çekmeden, tamamıyla hayallerinizde yaşatabildiniz?

İki kelime, fazla değil, az değil. Durumu anlatabilecek, durumu gerçekten anlatabilecek tek iki kelime. Edebi bir değeri var mı sizin takdiriniz olsa da, anlatabildiysem önemli olanı başardım demektir. Son kez bu kelimeleri yazacağım ve anlamını biraz da size bırakacağım.

Lahmacun güzeldir.

Pardon, yanlış kelime seçimi.

Hayallerim yetmiyor.

48
Düşler Limanı / Ynt: Bakış Açısı
« : 25 Eylül 2012, 06:29:39 »
Son paragraf o kadar mükemmeldi ki o son paragrafı okumak için önceden okumam gereken milyarlarca paragraf olsaydı onları da okurdum.

49
Gezginler Kamarası / Ynt: Hayaller Çıplak Koşar
« : 25 Eylül 2012, 05:28:40 »
Kola

Dizlerimden başlayıp en uzun ayak parmağımın en uç ucuna değin sükûnetle akan yapışkanımsı sıvı, oldukça ilginç bir el hareketinin kola dolu bir bardağı devirmesi sonucu bu bardaktaki son kola yudumuydu.

Kurbağa, kuş, kertenkele ve balık gibi hayvanlara insanlardan daha keskin ve olağan bir şekilde acıyabildiğimiz ve üzerinde paylaşımlarda bulunabildiğimiz için insanların birer hükümdar niteliğinde olmadığı gerçeğine nihayet eriştiğimiz kanaatine vardım. Söz konusu kola damlacıklarının ısrarla düştüğü ve benim bez alıp kurulamaya bile üşendiğim o sırada aklımdan geçenler bunlardı en azından. “Nerede ve neyi yanlış yapıyorum” gibi bir düşünce krizi geçirmem beni sükunete boğmuştu.

Annem olaya farklı bir gözle bakıyordu tabi. “Kola dökülmeye devam ettikçe yer daha çok ıslanacak!”

İşine geldiği zamanlarda televizyonun başından kalkmayarak ayağının ağrıdığını iddia eden annemin jet hızıyla eline bir bez kapıp önce bardağın altını sonra masanın üzerini silerek – buraya dikkatinizi çekiyorum – çok daha sonra bezi ayağımı temizlemek için bana vermesine insan uyuz olmaz da ne olur? Devrilen kola bardağı sonucu hayatın anlamını aramaya başladığım bu esnada annemin garip iniltiler ve sesler çıkararak konsantrasyonumu bozması kabul edilemezdi ve bu gece onu yatağında boğmam falan gerekiyordu. Tabi evdeki hiyerarşik düzene olan saygımdan mütevellit onu boğmadım.

Hayatın anlamını aramaya devam ettiğim sırada gerçekten de balıkların acınma kapasitesi yüksek hayvanlar olduğuna kanaat getirdim. En azından şanssız oldukları bir gerçek. Tanrı’nın gücünü esirgemeden tüm mantıklı yetenekleri bahşettiği pek çok varlık varken balıkların yarı kör, hafızasız ve hiyerarşik düzene hapsolmuş (Büyük balık küçük balığı yer) yobazlaşmış canlılar olması adalet kavramının ve ahlakın neresine sığdırılabilir?

Kola ise tamamen başka bir şeyi düşünüyordu:

“Oh, hayır. Yine mi?”

Kolanın neden bu şekilde düşündüğünü anladığımız zaman, "Bir otostopçunun galaksi rehberi"ndeki saksı ile benim kolam arasındaki bağ da açıklanabilir ve hayatın anlamı bulunabilir.

50
Gezginler Kamarası / Ynt: Hayaller Çıplak Koşar
« : 11 Eylül 2012, 05:17:41 »
Adam

Çamur lekesi duruyordu önlüğünde, bir yerlerden geliyordu belli ki, kirlenebileceği bir yerlerden.
Tembel bir yürüyüşü vardı, geceydi zaman, bir asfalt yoldu mekân.
Evine gitmekteydi, belliydi, yorgunluğunu giderebilecek yegâne şeyin, uykunun peşindeydi.
Bir evlat, iki de kadın sahibiydi, kadınlardan biri annesiydi.

Hayatın tüm zorluğunun ve dönemin fakirliğinin;
Dünyanın tüm anlamsızlığının ve sınavın ağırlığının,
Şeytan’ın ısrarcı tutumunun ve Tanrı’nın görmezden gelişinin,
Ölümün keskinliğinin ve yaşamın soyutluğunun farkında,

Bağımsızlığa ulaşmış, lakin sorumluluklarının bilincinde,
Ot gibi yaşayıp it gibi ölmeyi bekleyen,
Çelimsiz, zayıf, fakir ama vicdanı hür, benliği kuvvetli,
İnsancıl davranışlarıyla dikkatleri üzerine toplayan, ağırbaşlı konuşmalarla onları etkileyebilen,
Ahlak sahibi,
Okumamış ama cehaletten uzak,
Henüz ölmemiş, ama yaşamaktan uzak,
Bir adamdı ki üstüne adam tanımam;
Bir adamdı ki emsali görülmemiş.

51
Düşler Limanı / Ynt: Hayal ve Canavar
« : 10 Eylül 2012, 15:17:32 »
Öncelikle teşekkür ederim okuyup yorumladığınız için. Bu olay benim başımdan geçmiş bir olay değil. Tamamen benim anti-üstün hayal dünyamın bir alt eseridir. Haliyle sondaki paragraf da gerçek değildi. Sadece küçük bir jest veya bir gönderme olarak görülmelidir.

Teşekkürler.

52
Düşler Limanı / Hayal ve Canavar
« : 09 Eylül 2012, 22:44:29 »
Hayal ve Canavar

Bütün bir ay boyunca koşuşturup durdum ve bunun sebebi müziğe olan yasak aşkım. Kendini uç noktalarda gören bir müzik hocasının – telaffuz edemeyeceğim kadar tuhaf bir ismi olan Azeri bir hoca kendileri – hayallerimi yıkmasına mı yanaydım, profesyonel olmaya acayip yaklaşmış bir müzik grubunun yükünü başımda taşıdığıma mı yanaydım, bilemiyordum.

Gordion kafe, Blue bar, B bar, Zeytin bar, okulun müsamereleri, Turkuaz kafe ve şu anda ismini saymaya üşeneceğim kadar çok yerde müziğimi yapmıştım. İnsanlar bana öğüt vermeye gelmiyorlardı, beni dinlemeye geliyorlardı. Pişmiştim artık, aşmıştım. Hayatınızın tamamını eğer bir şey uğruna harcıyorsanız, o şeyde ustalaşırsınız elbet. Benim bir müzik okuluna gitmeme gerek yoktu bana göre. Ben kendimle gelişiyordum. Lakin dönemin şartları, ünlü olma hayalleri ve daha pek çok şey göz önünde bulundurulduğunda, daha mantıklı bir lisans hayatı da görememiştim.

İngiltere’de okudum müziği. Teknik açıdan bakıldığında İngiltere’de okumak insanların imrenebileceği bir durumdur. Ama imrenecek bir tarafı yok. Oturuyorsun, sabah akşam ders çalışıyorsun, okulun yetenek sınavına giriyorsun ve geçiyorsun, olay bu. Bu yetenek sınavında ise şişman bir kadın piyanonun başına oturuyor ve aynı anda birkaç nota basarak ‘bu notalar nelerdir?” türünden sorular soruyor. Herkes çok kolay bir şey sanır müzik okumayı. Ama değildir. İspatlamamı istiyorsanız geliniz, ben size 3 nota basayım piyanodan, siz de hangi nota olduğunu söyleyiniz. Kolay değildir işte.

Her neyse. Bahsi geçen ülkede okudum ve tüm üniversite hayatı boyunca sadece tek bir dersten kaldım, onu da sağ olsun opera hocam sebep oldu. Sesle şaka olmaz. Bir solist için ses, hayatıdır. Güzel şarkı söylemek için, solistin bir şarkıyı en rahat nasıl söyleyebiliyorsa o şekilde söylemesi gerekir. Bu müziğin bir numaralı kuralıdır, bir nevi tabudur ama bu kuralı bozmuştu Azeri öğretmenim. Sesim Fa diyezdir. Kadın beni La minörle çalıştırıyordu. Ciğerlerimi, sesimi, boğazımı yırtıyordum böylesine tiz bir sesi güzel bir şekilde çıkabileyim de sınıfta kalmayayım diye. Çünkü biliyordum ki ailemin bir sene daha bir İngiliz evinin kirasını, suyunu ve elektriğini ödeyecek maddiyatı yoktu.

Sesimin tonunun giderek değiştiğini fark edince idareye durumu bildirmek zorunda kaldım. Ben kadını şikâyet ettim, o da beni sınıfta bıraktı. Üç buçuk ay la minörden opera söyledim, sonra da sesimi kaybettim. Amerika’ya gidip tedavi olmak zorunda kaldım. Üç aya yakın bir süre konuşamadım. İnsanlar bana konuşuyordu, ben onlara yazıyordum.

Gece hayatından – yani barlarda grubumla şarkı söylemekten - vazgeçtim ama grupla olan bağımı kopartamadım. Okulu biraz gayretle geçmeyi başardım. Belki sesimi kaybetmiştim, ama bu kez hayallerim değişmişti. Müziği farklı bir şey için kullanacaktım. Cambridge Üniversitesi ‘Müzikle Tedavi’ bölümünde master yapabilmek için bir sene durmadan tıp çalıştım. Cambridge gibi bir üniversiteye kabul görmemin sebebi de gösterdiğim tezdi sanırım. Uyuşturucudan kurtarmayı başardığım bir arkadaşımı tezimde gösterdim ve bunu müzikle yaptığımı falan söyledim. Yalan tabi. Çocuğu annesine öyle bir ispiyonlamıştım ki özgürlüğünün kısıtlanması onun o kadar sık uyuşturucu kullanamamasına neden olmuştu. Aslında olay şu, sadece konuşmayı bildim, onlar da beni kabul etti.

Son bir ay meselesine dönecek olursak; son bir aydır gruba yeni dâhil edilmiş solistimizi eğitmekle meşgulüm. Bir başkası olsa ‘benim yerime bu gavatı mı aldılar’ der, yol göstermekten uzak dururdu. Lakin benim olaya bakış açım bambaşka oldu çünkü çocuğun sesini ilk dinlediğimde ‘Bu kadar eşsiz bir sesi var, neden kullanmasını bilmiyor’ gibi bir düşünceye kapıldım.

Yılların ardından bu kez onun için şarkı söylemeye başladım. Onu benden ileriye taşımak, belki de benim gerçekleşmesi gereken hayallerimi onun gerçekleştirmesini sağlamak için, müzik kariyerime ‘ders verip para almayan bir öğretmen’ şeklinde devam ettim.

Tabi bunca zaman sonra yeniden solistliğe soyunmak beni çok pis gaza getirmiş olduğundan dolayı, dün akşam çok ilginç bir şey yaptım. Evimde oturdum, kendi kendime konser verdim. Gerçi kurduğum seti kapatıp o boğuk yalnızlığımla kendimi yatağa atmam ve hemen ardından yatağımın başucunda Şeytan’ı andıran bir canavar silueti görmem bir oldu. Tanrı’nın İsa’nın annesine yaptıkları hatırıma gelince, ‘Sıçtık, Meryem Ana’ya Tanrı gelir bize de Şeytan’ gibi bir düşünceye kapılmam, bahsi geçen yaratık yanımda boylu boyunca uzanıyorken içten bir kahkaha atmam ve ‘hayat ne güzelmiş’ demem arka arkaya, bir anda gerçekleşti.

Dip Not: Şu anda boğazıma bıçak da dayasalar bir daha asla Fa diyezden şarkı söyleyemem. Buradan Azeri hocama tekrardan selamlar.

53
Kurgu İskelesi / Ynt: Deadrillion Günlükleri
« : 06 Eylül 2012, 00:21:26 »
@grikunduz;

Söylediklerinizde haklısınız. Dediğim gibi daha acemiyim, böyle hatalar olacaktır. Beni uyardığınız için teşekkür ederim. Bunlara dikkat ederek yazmaya çalışacağım. Bir de Holywood tarzı bitirişimin sebebi - vermek istediğim izlenim bu olmasa da - Nad karakterinin kafamda böyle bir tip olmasıdır. Eğlenceli, komik, dobra bir tip kendileri. 

54
Çizgi & Anime / Ynt: Fairy Tail
« : 01 Eylül 2012, 19:24:43 »
130 civarlarından sonra "Abi ben vazgeçtim, fillerları bitirince haber verin" moduna büründüğüm bu anime, duyguları sömürme potansiyeline sahiptir. Güldürür, yeri geldiğinde de ağlatır. En sevdiğim karakterin ismini söylersem bu spoiler olur o yüzden hiç girmeyeyim o işe. (Evet ismi bile spoiler.)

Fillerları atlaya atlaya izleyin, hiç sıkılmazsınız.

55
Gezginler Kamarası / Ynt: Hayaller Çıplak Koşar
« : 01 Eylül 2012, 17:26:24 »
Biz Seninle

İnsanlar gülüşürken yemyeşil bahçelerde, biz seninle ağlaşırdık.
Vefalı olmak neye yarar, eller gitsin, sen gitme.

Çocuklar mendil satardı şehrin ücra köşelerinde,
Temizlensin diye o kirli eller, biz seninle savaşırdık.

İlkbahar geldiğinde gezerdik şehrin her yanında,
Yükselirken dumanlar meyhanelerden, keskin alkol kokusu sarardı şehri.

Dostları bombalardı tanklar her gece vakti,
Sokaklarda ayaz varken ateş kusardı gözlerimiz.

Ölümler tüfek atardı Taksim sokağında,
Hülyalı gözlerine küserdi bahar bahçe.

Karanlığa gömülmeye yüz tutmuş insan cenazeleri kalkardı kiliselerden,
Biz seninle taşları oyardık.

56

Bölüm 2 / Hayaller


Nad kafasını kitaptan kaldırıp, yılların getirdiği rutubete dayanamayarak kirlenmiş ve yer yer çatlamış duvarda asılı duran kalın çerçeveli resme odaklandı. Sarı saçlı genç bir bayanın portresiydi bu. Gözleri kehribar rengini andırıyordu ve yüzünde Nad’in içini eriten bir gülümseyiş vardı.

“Lanet olsun.”

Nad, resme bir süre daha baktı. Şu anda onun boynunda asılı duran gümüş kolyenin, kadına daha çok yakıştığını düşündü. O, annesinin tüm resimlerinde bu kolyenin boğazında asılı olduğunu görmüştü. Annesi o kolyeyi son ana kadar hiç çıkarmamıştı ve şimdi son ana kadar çıkarmama sırası Nad’e geçmişti.

“Bütün meleklerin isimlerini nasıl ezberlerim şimdi.”

Farklı şeyler düşünüp tamamen farklı bir şeyi konuşmak. Nad bunu hep yapıyordu. Bu saçma sapan ders kitabında okuduğu son cümle annesinin neden öldüğünü açıklıyordu ve Nad bu kitaba kesinlikle sempati falan duymuyordu. Tarih dersine de sempati duymuyordu. Aslında okula karşı pek bir merakı yoktu. Babasının zoruyla bu noktaya kadar gelebilmişti ama onun asıl istediği, annesinin bir zamanlar yaptığını yapmak ve bir büyücü olmaktı. Aslında bunun için çaba sarf etmesi bile gerekmiyordu. O zaten bir büyücüydü. Sadece, yine babasının zoruyla, normal bir insanmış gibi davranıyordu. Olması gereken yer bu okul değil, büyücü kulüplerinden biriydi.

Okuldaki her kavgada dayağı yemiş bir öğrenciydi o. Ruhsal güçleri yüksek insanların bedenen zayıf olduğu bir gerçektir. Hiçbir şekilde büyü yapmaması için babası onu uyardığından, dayak yemeyi büyü yapmaya tercih ediyordu. Kavgacı biri olması da işin ilginç yanıydı. Öfkesini kontrol edemiyordu ve gördüğü her kötü çocuk tiplemesine kafa tutuyordu. Dayak yemek hoşuna gitmediği için spor yapıyordu ve kendine minik birkaç kas edinmişti. Yine de bu güzel, atletik vücut ona bir fayda sağlayamıyordu. Attığı yumrukların kimseye bir zararı yoktu.

Nad üstü çıplak dolaşırdı. Onu üzerinde bir şey giyerken görmeniz hiç mümkün değildir. Bluzlar ya da T-Shirtler ile arası hiç iyi olmamıştı. Pantolon da sevmezdi. Daha rahat olan uzun, bol bir şortu tercih ederdi. Bu, yaz ya da kış fark etmeden uyguladığı bir şeydi ve soranlara sıcak aldığını söylerdi. Okulda kimin ne giydiği de pek mühim değildir zaten. Bu alışkanlığının sebebiyse aslında farklıydı. Sıcaklığa karşı duyarlı bir vücudu vardı. Bir hava büyücüsüydü ve vücudu havayla bütünleşmeden içi rahat etmiyordu. Yalnız kaldığında ise tamamen soyunurdu.

Nad, iri, mavi gözlere sahipti. Saçları ise annesinin saç rengi ile aynıydı, altın sarısı. Kaş hizasında kestirdiği bu güzel saçları, okyanus mavisi gözleri, güzel vücudu ve keskin yüz hatları düşünüldüğünde, karşı cinsin ilgisini kolayca çekebilecek kadar yakışıklıydı, lakin aşk meşk ile pek uğraştığı da söylenemezdi.

Tarih kitabını okul çantasına yerleştirdi ve kendini yatağına atıverdi.

* * *

Okul olarak tanımlanan ancak daha çok bir çete sığınağını andıran kurum, bu hafta itibariyle sınav haftasına girmiş bulunuyordu. Tüm doğu bölgesinin, hatta tüm Deadrillion’un en pis lisesi olarak bilinen Angaku lisesinde, Nad’in üçüncü yılıydı bu. Her sene cırmalayarak sınıfı geçmeyi başarmıştı, ama bu sene geçemeyeceğini biliyordu. Babasının dünyaca meşhur ‘Alay ve öğütlerle pes ettirme’ tekniğine maruz kalmak istemiyorsa, sınavlarında başarılı olmalıydı. Ve o kesinlikle sınavlarında başarılı falan olmayacaktı. Bir ah çekerek sınıfına doğru ilerledi Nad.

Sınıfın önünde toplanan bir kalabalık gördü. Bu görmeye alıştığı bir şeydi aslında. Toplanan kalabalıklar her zaman bir kavganın habercisidir. Kendi içinde gruplaşmış bazı çeteler pek çok mekânda kavga ederdi ve anlaşılan bugünkü mekânları Nad’in sınıfının önüydü.

“Harika!” diye düşündü Nad. Yüzüne anlamsız bir sırıtış yerleştirmişti. “Dün geliştirdiğim uçan tekmemi denemek için mükemmel bir fırsat!”

Sınıfın önüne doğru koşar adımlarla ilerledi. Kalabalığı yararak kalabalığın çevrelediği boşluğun ortasına daldı. Neden sonra, rüzgarın taşıdığı kan kokusu burnuna vurdu ve bir an duraksayıverdi. Aslında kan kokusu Nad’in alışık olduğu bir şeydi çünkü hemen her kavgada ağzını ya da burnunu patlatan birileri olurdu. Ama bu kez daha farklıydı. Kan kokusu fazla yoğun geliyordu. Dikkatlice baktığında yerde yatan yaralı silueti gördü. Bu, Nad’in sınıfında bulunan Max adlı çocuktu. Max’ın yanında, elinde kanlı bir bıçakla deli gibi çığlık atan bir başka öğrenci duruyordu. Nad onu tanımıyordu.

“Benimle dövüşmek isteyen başkaları da yok mu?” dedi çocuk, psikopatça bir ifadeyle.

“Adil bir dövüş istiyorsan bıçağını bırak!” dedi kalabalığın içinden bir başka ses.

“Max? Öldü mü?”

“Bunu nasıl yapabildi?”

“Ona karşı savaşabilir miyiz?”

“Çok hızlı savaşıyor!”

“Kaçalım!”

Birçok kafadan birçok ses çıkıyordu. Nad ise olaya daha ciddi yaklaşmaktaydı. Birinin hayatını almak ve bunu sebepsizce, sadece güçlü olduğunu kanıtlamak için yapmak! Bu kabul edilemezdi. Max’ı pek sevdiği söylenemezdi, ama ölümü hak etmeyen bir çocuk olduğu gerçeğini kafasına yerleştirmişti.

Kalabalık yavaşça dağıldı. Belliydi ki hepsi Max ve o gizemli çocuğun kavgasını izlemek için toplanmıştı. Max böğrüne bıçak darbesi yiyerek yere yığılalı çok olmamıştı ve şimdi, yaşadıkları iki dakikalık şokun ardından, hepsi korkuya yenik düşüp kaçışmaya başlamıştı. Olay yerinde dört kişi kalana kadar bu böyle devam etti.

Max, gizemli çocuk, Nad ve gizemli çocuğa bıçağını bırakarak adil bir dövüş yapmasını söyleyen diğer çocuk kalmıştı olay yerinde. Adı Alanzo’ydu. Nad onu iyi tanıyordu, bir numaralı düşmanıydı. Devamlı Alanzo ile kavga ederlerdi ve kazanan hep Alanzo olurdu.

“Anlaşılan, ikiye karşı tek bir mücadele olacak.” Dedi gizemli çocuk. “Bana Angaku lisesindekilerin güçlü olduğunu söylemişlerdi. Böyle korkak tiplemeler olduğunuzu bilmezdim.”

“Asıl korkağın kim olduğu, elindeki bıçaktan anlaşılıyor.” Dedi Alanzo ve kızıl renginde kıvırcık saçlarının gözüne düşmesini engelleyen bandanayı çıkartarak, daha düzgün bir şekilde bağlamaya odaklandı. Korkuyor gibi görünmüyordu ama dizleri titriyordu. Belki de sadece güçlü görünmeye çalışıyordu. “Yine de okulun namına leke sürmene izin veremem. Her şeyden önemlisi, masum bir çocuğu yaralamana asla tahammül edemem.” Gözlerini kısarak ‘meydan okuma kabul edildi!’ moduna büründü. “Sana karşı kaybetmeyeceğim!” dedi.

“Çok konuşuyorsun” diyerek yanıtladı onu gizemli çocuk. “Gücüm bıçaktan gelmiyor. Asıl güç içindedir. Benden güçlüysen beni bıçaklı ya da bıçaksız fark etmeden alt etmen gerekir.”

Alanzo bir anda kendini bu çocuğa tekme atarken buldu. Bu tavır da neydi? Bu çocuk da kimin nesiydi? Az önce Max’ı doğramıştı ve şimdi de biri bıçaklı diğeri bıçaksız iki kişinin eşit olabileceğini mi savunuyordu? Aslında şu Max adlı yaralı genç onun için bir anlam ifade etmiyordu. Max her zaman kendini diğer insanlardan soyutlayan, bilmişlik taslayan ve lakayt tavırlarla insanların canını sıkan bir tipti. Fakat Alanzo bu çirkin kişiliğin bile ölmemesi gerektiğini biliyordu. Yapmak istediklerinden çok, ahlaklı olanı yapmaya çalışmaktaydı.

Alanzo’nun bu çevik ve ani tekmesine, gizemli oğlan hiç istifini bozmayıp yana çekilerek karşılık vermişti. Başkası olsa, bu hızda bir tekmeden kaçamazdı. Hedefi kaçırıp boşluğa savrulan ayağını yere basan Alanzo, sol elini yumruk yapıp gizemli çocuğun yüzüne doğru savurdu. Fakat bu da işe yaramamıştı. Saldırılar ne kadar çevik olursa olsun, gizemli çocuk kendini koruyordu.

“Güçsüzsün” dedi. “Saldırıların bana karşı etkili olmuyor.” Bıçağını savurarak Alanzo’nun göğsünü hedef aldı. İşte bu sırada, Alanzo elini bir kalkan olarak kullandı. Bıçağın eline girmesine izin vererek göğsünü korudu. Gizemli çocuğu kendisine bu kadar yakınlaştırdığı için diğer elini yumruk yapıp, çocuğun yüzüne yumruğu basabilmişti. Her şey çok ani oldu. Yumruğun şiddetiyle geriye savruldu gizemli çocuk.

“Yanlış” dedi Alanzo. “Bahsettiğinin tersine, seni yakalayabildim.” Sağ elinden deli gibi kan akıyordu ve gözleri hafif kararmaya başladı. Gizemli çocuk ise gerçekten şiddetli bir yumruk yemişti ve yerden kalkmaya çalışırken burnunun patladığını, kafasının ise döndüğünü fark etti.

Nad, tüm bu süre boyunca sessiz kalmıştı. Alanzo’nun azmi onu şaşırtıyordu. Beyninde savaşa nasıl dâhil olabileceği ile ilgili planlar kuruyorken, gizemli çocuğun ayağa kalktığını gördü.

“Güçlü olmak da ayrı bir dert” dedi. “Kendini bir şey sanıyorsun ve rakiplerini küçümsüyorsun. Tüm gücünü sergilemiyorsun ve onlar da attıkları en ufacık yumrukla kendilerini bir bok sanıyorlar.” Alnını kaşıdı. “Bu noktada sana göstermek istediğim küçük bir numara var.” Elindeki bıçağı yere fırlattı. “Sarza’nın büyü gücü, uçuşan kayalar!”

Büyü?

Evet. Büyü yapıyordu. Kendisine gücünü bahşeden meleğin adını anımsatarak, bu büyünün o meleğin geliştirip kullandığı bir büyü olduğunu anımsatıyordu. Alanzo, rakibin bir büyü yapmakta olduğunu ilk bakışta anlayamasa da, etraftaki büyüklü küçüklü tüm taşların bir anda kımıldayıp yukarıya doğru ilerlediğini görünce, neler döndüğünü fark edebildi.

Korku?

Kesinlikle korkuyordu. Bıçağı, büyüye tercih ederdi sanırım. Büyü Alanzo için fazla karmaşık bir kavramdı ve böyle ruhani bir güç karşısında yapabileceği bir şey yoktu. İrili ufaklı taşların birleşerek havada bir hortum şeklini aldığını ve dönen sarmal hareketlerle üzerine doğru geldiğini gören Alanzo’nun hissettiği duygu kesinlikle korkuydu.

Öleceğini fark etmiş, bu gerçekle yüzleşmiş ve kabul etmişti ama durum beklediği gibi olmadı.

“Futo’nun büyü gücü. Demirden rüzgar!”

Bu ses, Nad’in sesiydi. Nad’in favori büyülerinden biri olan demirden rüzgar, havanın kütlesini ağırlaştırarak düşmana rüzgar yoluyla iletir. Kayalardan daha ağır olan bu hava kütlesi, kolayca gizemli çocuğun yarattığı kayaları dağıttı ve bahsi geçen çocuğa doğru ilerleyip onu geri püskürttü.

Büyü?

Evet. Bu da bir büyüydü. Uzaktan olayı seyreden kalabalık şaşkınlık dolu gözlerle Nad’e bakıyordu. Gizemli çocuktan beklenirdi belki, ama ‘Ezik Nad’ ve ‘Herkesten dayak yiyen Nad’ gibi lakaplarla andıkları Nad de mi büyücüydü?

Dağılan toprak büyüsünden arta kalan kaya öbekleri yavaşça yere düştü. Neden sonra, bir anda ortadan yok oldu bu kayalar. Az önceki gizemli çocuk gittikçe şeffaflaştı ve yok oldu. Yerde yaralı bir şekilde yatan Max ayağa kalktı ve üzerinde ufacık bir kan lekesi bile yoktu. “Gerar’ın büyü gücü. Antik illüzyonun sonu!” dedi ellerini havaya kaldırarak. “Oyuna geldin, Nad.” diye devam etti. “Bir büyücü olduğunu biliyordum. İllüzyonum işe yaramışa benziyor.”

İllüzyon?

Evet. Nad illüzyonun etkisi altındaydı. Tabi diğer herkes de öyle.

“İmkansız!” dedi Nad. “İllüzyon olsaydı kan kokusunu duyumsamazdım! Hava büyüm illüzyonu görür!” Bir yandan da babasına nasıl bir açıklama yapabileceğini düşünüyordu.

“Elimdeki acı geçti.” dedi Alanzo. “Duyulara da etki eden güçlü bir illüzyondu bu.” Diye yanıtladı Max. Nad bir anda, sınıfında hiçbir zaman Max adında bir öğrenci olmadığını hatırladı. Aslında, ismi Max bile olmayabilirdi. Bugün olanlar sadece bir kandırmacadan ibadetti ve belli ki bu Max adlı çocuk Nad’in büyücü olup olmadığından şüphelenmiş, onu sınamak için illüzyon kullanmıştı. Yabancıydı.

Max yürüyerek, orta yaşlı, hafif kel bir adamın yanına gitti. Olay yerinden birkaç metre uzakta, olayın ne olduğunu anlamaya çalışan okul müdürünün ta kendisiydi bu. “İzninizle Nad’i kaçırıyorum müdür bey. En kısa zamanda görüşeceğimize inancım sonsuz!” dedi Max ve okulun çıkış kapısına doğru yürürken Nad’e gelmesini işaret etti.

Nad kılını bile kıpırdatmadı tabi.

“Bir büyücü olup, bir büyücü kulübüne katılmak istemiyor muydun?” diye sordu Max, takip edilmediğini görünce. “Funny Days’e hoş geldin!”

Funny Days? Annesinin bir zamanlar üye olduğu büyücü kulübü! Nad’in de annesinin güçlerine sahip olabileceğini düşünen bu kulüp onu sınamak için Max adlı bu çocuğu mu görevlendirmişti? Olabildiğine mantıklıydı!

O an babası umurunda bile değildi Nad’in. Büyücü olduğu zaten öğrenilmişti ve bu hayallerini gerçekleştirebilmek için bir fırsattı.

Yüzüne pis bir sırıtış yerleştirip “Evden ve okuldan kaçıyorum gençler!” dedi Nad, okulun çıkış kapısına yürüdüğü sırada onu şaşkın bakışlarla izleyen okuldakilere hitaben. “Bugünkü tarih sınavına girecek olmak sinirimi bozuyordu zaten.” diye eklemeyi de unutmadı.

57
Eğlence & Mizah / Ynt: Hayat Felsefeleri
« : 01 Eylül 2012, 11:58:23 »
Yine dene, yine yenil, daha iyi yenil.

58
Purgatorio / Ynt: Purgatorio - Sohbet Sayfası // Loqui
« : 01 Eylül 2012, 10:47:26 »
Selamlar. Alımlar şu anda sürüyor mu diye sormak istiyorum.

59
Çizgi & Anime / Beelzebub
« : 01 Eylül 2012, 10:40:53 »
Beelzebub


Resimde gördüğümüz minik bebeğin ismi Beelzebub. Bu bebek, sıradan bir bebek değil. İblisler lordunun oğlu kendileri ve çok güçlü. Babası tarafından dünyayı yok etmek için görevlendiriliyor ve Hilda ismindeki sarışın hizmetçiyle birlikte insanların dünyasına ayak basıyorlar.

Beel bebek, kendine bir baba seçiyor dünyaya gelince ve ona bağlanıyor. Tüm Japonya’daki en kötü yürekli, en acımasız ve en umursamaz genç olan Oga’yı seçiyor tabi. İşte o zaman, Oga’nın da hayatı değişir. Kendini aksiyon ve gizem ile yüklü, iblislerle dolu bir dünyada buluverir.

Beelzebub, benim komedi türünde oldukça başarılı bulduğum bir animedir. Komedi dışında aksiyon ve romantizm de işin içine girince daha da tatlılaşıyor animemiz. Görsel yönden kaliteli, savaş sahnelerindeki betimlemeler ile akıllara kazınan, ara sıra çaktırmadan verdiği öğütlerle insanı düşündüren bu animede tek beğenmediğim şey, sonudur sanırım.

Gülmek isteyen herkese şiddetle tavsiye ederim!

60
Gezginler Kamarası / Ynt: Hayaller Çıplak Koşar
« : 31 Ağustos 2012, 19:24:25 »
Kin


“Arabaya bin, eve gidiyoruz!”

İstemiyorum. Tek düşündüğüm bu. Bunca zamandır beni aramayıp sormayan babam, şimdi karşıma dikiliyor ve bana beni eve götüreceğini söylüyor. Onu sevecek kadar tanımıyorum. Sevdiğim insanlarla kalmak istiyorum. Dedemle kalmak istiyorum.

Bugünün geleceğini henüz yedi yaşında olmama rağmen önceden anlamıştım. Tahmin edilebilir bir durumdu bu, evet. Dedemin yanında yaşadığım tüm bunca sene içerisinde, ondan öğrendiğim çok şey olmuştu. Öğrendiğim şeylerden biri de, babaların, evlatlarını, elbet bir gün özleyebilecekleri gerçeğidir. Özlemek zaman işidir aslında. Bir günde özlenmez ki bir insan. Filmlerdeki âşıklar gibi değildir hayat ya da internetteki paylaşımlar gibi de değildir. “Onunla olmadığım her saniye onu özlüyorum” sözü yalanın daniskasıdır. Hayır öyle olmuyor işte, zamanla özlüyor insan.

Bana göre zaman, babamı özleyeceğim kadar geçmemişti işte. Ama o bir şekilde beni özlemeyi başarmıştı ve dedemden beni koparmak istiyordu. Böyle olması ne de saçmaydı! Biriyle ya başından beri bir olursunuz ya da hiç birlikte olmazsınız. Düzenimin bozulmasını istemiyorum ve arkadaşlarımdan, bana asıl babalık yapan kişi olan dedemden ayrılmak da istemiyorum.

“İstemiyorum!” derken acının minik kalbimde slow bir müzik dinletisi sunduğunu hissediyorum.

“Bineceksin! Arabaya bineceksin, benimle İstanbul’a geleceksin!”

Arabada oturan kadına yöneliyor bu kez bakışlarım. Annem? Koltukta miskin miskin oturan kadın benim annem mi oluyor yani şimdi? Bana soruldu mu yeni bir annem olsun istiyor muyum diye? Bana göre ağzıyla kuş da tutsa annemin tırnağı olamayacak bu kadın. Neyin kafasında bunlar? Ne diyorlar? Deli mi tüm bu insanlar?

“Gelmeyeceğim!”

O sırada kolumu sıkıştırıyor bir kalın el. Babamın eli işte bu el. Çekiştiriyor beni ve fiziksel gücüm diretmeye yetemiyor maalesef ki. Yasaklanmış küfürler geçiyor içimden babama dair, insanlara dair, hayata dair. Bir başka kolun beni tutup tam ters yöne çekmesini istiyorum işte o an. İstiyorum ama tutmuyor hiçbir başka el. Dedem öylece, hüzünlü gözlerle olayları zamanın akışına bırakıyor. Ninemin gözyaşları vals ediyor, isyankâr ilahiler okuyor meydanın ortasında. O da yetmiyor maalesef, Tanrı benden çok uzakta.

“Dede, beni bırakma!”

Bu da nesi? Gözyaşı? Ben de mi ağlıyorum yoksa? Ağlar mı hiç delikanlı adam, büyümüş, yedi yaşına gelmiş hem de. Meydandaki kalabalığın benim ağlayarak gittiğimi görmesini istemiyorum ki ben. Hayatın tüm zorluklarına rağmen diğer çocuklardan farklı olmamak için çok uğraşmıştım. Onlara göre sıradan şeyler yaşamamıştım belki ama sıradanmış gibi davranmaya alışmıştım. Kimseden bir farkım yok ki, ne bir eksiğim vardı ne bir artım! Ot gibi yaşayan insanların arasında ot gibi soluyordum ben de işte. Bu gözyaşları kabul edilemez. Sıradan olmak için harcadığım tüm o çaba ne olacak peki?

Affedilemez. Kabul edilemez. Nefret edilesi.

O an yeni bir duyguyu öğreniyor küçücük kalbim. Nefret. Ağlamam kesiliyor, daha bir güçleniyorum sanki. Karşı duramayacağımı anlamışım, bükemeyeceğim eli sıkıyorum, beni çekiştirmesine izin veriyorum babamın. Arabaya biniyorum hemen sonra.

“Affedilemez.” diyorum. “Affedilemez.”

Bir hafta sonra gazetelerde reklam oluyor bu kin duygularım. Manşetlerde öyle bir yazmışlar ki, tek zalim benmişim gibi gösteriliyor:

“Cinnet geçiren yedi yaşındaki oğlan çocuğu, babasını ve annesini uyurlarken doğradı.”

Spoiler: Göster
Hükümsüzdür.

Sayfa: 1 2 3 [4] 5