Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar -

Sayfa: 1 [2] 3
16
Kurgu İskelesi / Ynt: Hayat Getiren
« : 06 Şubat 2016, 13:41:48 »
9.Bölüm
Spoiler: Göster
Fazla yüksek olmayan bir sesle bağırdı. “Kimse var mı? Beni duyuyor musunuz?” Bir taraftan da asasına sıkıca kenetlenmiş şekilde bekliyordu. Sesi tımarhane havası estirircesine yankılanmıştı. Nefes alışverişleri yavaşlamıştı, farkında olmadan nefesini tutuyor, vücudu havasız kaldığının sinyalini verdiğinde istemsizce diyaframını gevşetiyordu.

Ensesinde birinin nefesini hisseder gibi oldu. Bunun ufak bir hava akımı olabileceğini düşünerek ilkin umursamadı. Ancak bir kere daha tekrarlandı. Öncekinden daha ılıktı. Çığlık atmamak için kendisini tuttu. Mantıklı bakıldığında böyle bir yerde vahşi bir hayvanın olma olasılığı yoktu. Hoş, Halkar böyle ufak bir yer altı tünelinden ve sarnıçtan bahsetmemişti. Her türlü yaratık ihtimal dâhilindeydi. Oysaki tehlike arz edebilecek her şeyi Aremas’a mutlak surette aktarmıştı. Pekâlâ, önemsememiş veya kendisi de bilmiyor olabilirdi.

Ensesine dokunan nefes üçüncü kez daha ılık bir şekilde ensesindeki ince deriye nüfuz etti. Aremas artık arkasında bir canlının durduğundan son derece emindi. Ancak ne olduğunu tahmin etmesi imkânsızdı. Tek bildiği kendi boyuyla eşdeğer bir canlı tarafından takip edildiğiydi. İlk ve vurucu hamleyi yapabilmek için çok kıvrak olmalı, tüm becerilerini sergileyerek arkasındakini alt edebilmeliydi. Nefesini tuttu ve asasından güç alıp geriye dönerek havaya sıçradı. Mum alevi dönme yönünün tersine savrulmuş, alev titremişti. Arkasında olduğunu sandığı şey tam olarak oradaydı.

Eyargin’in askerlerinden birisi miğferiyle karşısında duruyordu. Ne yapması gerektiğine karar vermek için sadece bir saniyesi vardı. Önce saldırmayı düşündü. Ancak büyük bir yanlış anlaşılma da söz konusu olabilirdi. Askeri yaralasa dahi bu bahaneyle Eyargin daha dinlemeden Aremas’ı reddedebilirdi. Diğer yandan, içgüdülerinin yönlendirdiği üzere bu gerçekten de bir tuzak olabilirdi. Görüşülebilecek onlarca yer varken böyle bir yerin seçilmiş olması bu olasılığı kuvvetlendiriyordu.

Nitekim kendini koruma içgüdüsü baskın gelmişti ve adama doğru kuvvetli bir rüzgâr dalgası savurdu ve yere indi. Rüzgâr adamı alt etmek bir yana elbisesini bile kımıldatamamıştı. Hafif bir meltem esintisi gibi adamın yanından geçip gitti. Şaşkınlığını gizlemeye çalışarak ikinci hamleyi yapmaya çalıştı ancak geç kalmıştı. Adam çoktan yayını ona doğrultmuştu bile.

Yayın yapıldığı odundan gerilme ve minik çatırtılar duyuldu. Boşlukta yankılandığı için kulağa olağandan daha rahatsız edici geliyordu.“Uslu durursan zarar görmeyeceksin.”

Arkasında başka bir cisim daha vardı. Şeklinden ve sivriliğinden onun da bir temren olduğunu hemen anlamıştı. Koridor mum alevinin oluşturduğu ateş danslarıyla aydınlanmıştı. Arkada şamdan tutan birkaç asker daha olmalıydı.

Arkasındaki tok sesli adam konuştu. “Asanı ver ve bizimle gel. Seni ona götüreceğiz.”

Aremas gönülsüzce asasını teslim ederken bir yandan büyüsünün nasıl işe yaramadığını çözmeye çalışıyordu. Belki de hava yoğunluğunun az oluşu kuvvetli bir rüzgâr oluşturmasına mani olmuştu. Askerler Aremas’ı ablukaya alarak gittiği yolun devamına doğru götürmeye başladılar. Arkasında tahmin ettiğinden de çok asker vardı. Işığın aydınlatabildiği kadarıyla en az on askerin etrafını sarmış olduğunu gördü.

Çok geçmeden bir odaya geldiler. Burası gerçekten de tünelin sonu olmalıydı. Zira ne sağında ne de solunda başka bir geçit yoktu. Şehrin yeryüzündeki büyüklüğü hesaba katıldığında bundan daha ileri gidilmesinin de olanağı varmış gibi görünmüyordu. Burası tünellerin zorunlu doğal sınırı olmalıydı. Aremas’ın asasını taşıyan asker diğer eliyle tuttuğu şamdan ile duvardaki aplikleri seri bir şekilde yakmaya başladı. Önce zifiri karanlık olan odanın tüm detayları ortaya çıkmaya başlıyordu.

Oda dört duvar, koltuktan bozma bir sandalye ve duvardaki apliklerden ibaretti. Mumları yakmayı bitiren asker asayı alıp Aremas’ın tam karşısında, koltukta oturmuş hayıflanıp duran kadına uzattı. Loş ışığa rağmen Aremas kadını tanımakta gecikmedi. Yıllar vücudunda çok şeyi değiştirmiş olabilirdi ama Eyargin’in asimetrik gülümsemesinin boyunduruğundaki alaycı bakışları rahatsız ediciliğini muhafaza ediyordu.

Başını belli belirsiz yatırıp, adam boyundaki asanın üzerindeki silik helezonları ve oyularak işlenen kıvrımları inceledi. Gözleri asanın kıvrak ve kibar oymalarına odaklanmıştı. Ancak, meraklı ve heyecanlı bir kâşiften ziyade alacaklı gibi bakıyordu.

“Karşılama törenimizden hoşnut kalmış olmalısın.”

“Zahmet etmişsiniz. Birkaç şamdan da aynı işi görürdü.”

Eyargin asayı şehvetli bir şekilde okşuyordu. Aremas’ın huzursuz olmaya başladığını hissederek asayı daha fazla kurcalamadan sandalyenin yanına dayadı. Gözlerinin içi adeta rahatsız edici bir şekilde gülüyordu. “Koleksiyonuma yakışacağını düşünüyorum. Böyle bir hediyeyle geldiğine göre gerçekten büyük şeyler istiyor olmalısın.”

Aremas bir ulusun yükünü sırtında taşıdığının farkındaydı ve Eyargin’in tahriklerine karşın olabildiğince ihtiyatlı sözler sarf etti. “İsteğim mukabilinde böyle bir takas yapmak oldukça adil olurdu. Lakin korkarım ki, benden başkasının işine yaramaz.”

“Evet, belki de haklısındır.” Eyargin asayı tutup Aremas’ın kollarına fırlattı. “Senden alabileceğim başka şeyler olmalı.” Talepkâr bakışlarını Aremas’a dikti.

Aremas asayı güvenceye alınca içten içe rahatlamıştı ama belli etmiyordu. “Şu arkamdan ikide bir silah dürtenler olmasa daha rahat konuşabileceğimizi düşünüyorum.” Eyargin eliyle işaret ederek okları indirmelerini istedi. Aremas sözlerinde temkinli olmayı sürdürdü. “Hayat getireni duymuşsundur.”
Eyargin’in alaycı gülümsemesi daha belirgin bir hal almıştı. “Ne olduğunu bilmemek mümkün mü?”
Aremas sıradaki tepkiden emin olmaksızın tutuk bir tavırla konuştu. “Hayat getirenin nerede olduğunu bulduk.”

Eyargin imalı bir şekilde kahkaha attı. Loş oda ile birleşince kahkaha daha da rahatsız edici bir hal alıyordu. “Siz de arvaların kıskacından kıçınızı kurtarmamı istiyorsunuz.” Birden az öncekinin zıttı yönde ciddileşti. Sesi de daha baskın çıkıyordu. “Söylesene, bunu neden yapacakmışım?”

“Saryusların uluslarımızı yok etmeden önce belki de son şansımız budur.”

“Siz de kalkanın dışında hırsla bekleyen arva sürüsünü püskürtüp, katilinizi buraya getirerek evinizde saklamak istiyorsunuz, öyle mi?” Yine bir kahkaha attı. Sonra duraksadı. Duygu durumunu cüssesinin çevikliğinden daha hızlı değiştiriyordu. “Hayat getirenler beni ilgilendirmiyor.”

“Eğer buraya getirip Saryuslardan korursak ve bizim tarafımızda yer almasını sağlayabilirsek sarkacı tersine vurdurabiliriz. Erima ile Halkar hayatlarının sonuna kadar bunun için çalıştı.”

Eyargin’in alaycı gülümsemesi silinmişti. Sessizliğin kuşattığı odada nefes alışındaki hırıltılar duyulabiliyordu. “Sakın, bir daha babamın basiretsizliklerinin bahsini açayım deme. Onun yanlış tutumlarından ötürü hâlâ hayattasınız. Çoktan o topraklardan sürülmeliydiniz.” Dudaklarını hafifçe aralayarak alaycı bir ifade takındı.“Ah, dilim sürçtü, silinmeliydiniz diyecektim.”

Ok yaydan çıkmıştı. Eyargin yardım talebini reddettiği gibi üstüne bir de Aremas’ı tehdit eder hale gelmişti. Aremas bir an önce görünmez olması gerektiğini düşündü. Bu konuda oldukça eli çabuktu ama az önceki beceriksizliği çekingen kalmasına yol açıyordu.

Aremas’ın tedirgin tavırlarını ve ayakkabısından görünmeyen ama parmak vuruşlarının bacaklarında yol açtığı ufak titremeleri gördü. “Bunun için üzülme, henüz geç kalmış sayılmayız.” Muzip bir kahkaha daha attı. “Belki de yok oluşunuzu açık hava tribününün en cafcaflı yerinden seyredebilirim. Sizin için zevkli ve şaşalı bir final olacağa benziyor.”

“Bizden sonra sizi yok etmeye geldiklerinde de aynı yerden izlemezsin umarım. Halkının bundan hoşnut olacağını sanmam.”

Alay ve ciddiyetle karışık bir karşılık verdi. “Surlarda gezinen ufak tefek kuşları, böcekleri ve kertenkeleleri adamdan saymazsan henüz kaleye saldırabilen olmadı.” Yine kendi kendine kahkahalara boğuldu.

Aremas aklını dağıtıp hamle yapmak için aradığı fırsatı yakalamıştı. Asasını yere vurup hızlıca bir şeyler fısıldadı. Nefes alışı kesildi. Görüşü buğulanıyor, hücrelerinin çatırdayarak birbirinden ayrıldığını hissediyordu. Sonra birden ne olduysa tekrar derin bir nefes aldı. Ardından bir daha…

“Yerinde olsam kendimi hiç yormazdım.” Aremas ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Yine büyüsünde başarısız olmuştu. Hâlâ odadaydı ve askerler duvarlara dağılmış halde ona bakıyorlardı. “Doğru ya, misafirimizi davet etmeyi unuttuk.” Elini açarak Aremas’ın arkasındaki birini buyur ettiği görüldü. Karanlıktan uzun boylu birisi çıkıp öne doğru ilerledi. Aremas’ın yere eğilmiş başını çenesinden tuttu ve nazikçe yükselterek doğrulttu.

17
Kurgu İskelesi / Ynt: Hayat Getiren
« : 10 Ocak 2016, 15:07:27 »
8.Bölüm

Spoiler: Göster
Birkaç dakika sonra asker ufuktaki gelen oku fark ederek Aremas’a eliyle yana kaymasını işaret etti. Aremas biraz geriye doğru yürüdü. Ok zirvenin yamacına isabet etti. Muhafız yere tükürerek küfretti. “İşte sizi bu yüzden muhafız yapmıyorlar.” İkiz tepelerin arasındaki dik uçurumdan ötürü düzlüğün on metre kadar altına düşen oku alabilmek mümkün değildi.

Aremas ileri atıldı. “Hemen getirebilirim.”

Muhafız homurdanarak karşılık verdi. Onların lügatinde bu muhtemelen ne yaparsan yap demekti. Asasına yere vurup bir şeyler fısıldadı ve uçuruma doğru atladı. Kısa bir uçuşun akabinde don tutmuş toprağa gömülmüş oku eliyle kavrayıp çekti. Ayağı yere basmadan yine havada yükseldi ve muhafızın önüne kondu.

Muhafıza oku uzattı. Muhafız kaşlarını kaldırıp metni dikkatlice okuduktan sonra Aremas’ı eliyle geçide buyur etti.

Geçit taştan yapılma ve en fazla üç insanın yan yana yürüyeceği genişlikteydi. Kenarlarda bel hizasında taştan korkuluklar vardı. Arkasına göz attı. Muhafızlar yine kütük şeklini almış hareketsizce duruyordu. Omuz silkti ve yoluna devam etti. İkiz zirveler arasında derin, v şekilli bir yarık uzanıyordu. Burası genelde sisle kaplı oluyordu ama bugün gayet duru bir manzaraya sahipti.

Aremas geçidin üzerinden kuzeye birkaç dakika yürüdükten sonra kalenin kapısına ulaşmayı başardı. Görkemli mimari, altındaki sınırlı düzlüğe oturtulmuştu. Bu kısımda yer alan zirvenin yamacı ise tırmandığı yamaçtan daha dikti. Hatta neredeyse düz bir duvar gibi yükseliyordu. Buraya saldırmak isteyen birisinin mutlaka Aremas’ın takip ettiği yolu takip etmesi gerekiyordu.

Kale kapısında biri kadın iki muhafız ellerini kavuşturmuş onu bekliyordu. Az öncekilerden tek üstün yanları birkaç cümle farkla daha konuşkan olmalarıydı.

“Buradan.”dedi kadın muhafız eliyle işaret ederek. Sağa dönüp ilk merdivenden sur üstündeki düzlüğe çıktılar. Epey bir merdiven tırmandıktan sonra nihayet kale içi şehrini ayakları altına alabildiler. Şehirdeki fazlasıyla dar bırakılmış ve yer yer kıvrılmak zorunda kalmış sokaklar kalenin kısıtlı bir sahaya kondurulduğunun en güçlü kanıtıydı. Sokaklar bir devamlılık arz etmiyor, sıklıkla ikili ya da üçlü merdiven bloklarıyla yükselip alçalıyordu.

Muhafızların miğferinde bulunan uçları gökyüzüne dönük hilal, ufak evlerin tepesinde de yer alıyordu. Çatılar herhangi bir simetriye tabi olmaksızın ince taştan levhalarla örülmüştü. Fazla yüksek olmasa da böyle bir çatı örgüsünü ayakta tutabilmek için güçlü bir tutkal kullanmış olmalıydılar.

Kalenin kuzey batı ucunda yüksek bir burç ve surların hemen ardında ise burçtan daha alçakta bulunan gökyüzüne doğru bakan sivri kayalar duruyordu. Burcun bu kadar yükseğe kondurulmasının sebebi kesinlikle bu kayalar olmalıydı. Burcun olduğu yerden arvaların toplandıkları yerler ve kuzeydeki tüm ovayla çok uzaklarda alabildiğine uzanmış sıradağ dizisi görülebiliyordu.

Aremas kale içi manzaraya kısa bir bakış atıp artlarından yürümeye devam etti. “Buraya ayak basmayalı uzun zaman olmuş.”

“On yıl önce Halkar ile birlikte gelmiştiniz.”

“O zamanla yolculuklar ve macera konusunda daha arzu doluydum. Şimdi sanırım,” Duraksadı. ”Daha yaşlıyım.”

“Zamanın yan etkisi. Verdiğimiz her kararda, yaptığımız her hamlede biraz daha yaşlanıyoruz. Bu hepimizin başına gelen cinsten bir şey. Yaşlılık, adeta hayatın verdikleri karşılığında bizden aldığı bir bedel gibi.”
Kalenin doğusundaki kuleye varmışlardı. Miğferdeki mintros motiflerinin heykelcikleri sur boyunca uzanan barbatanın ön yüzüne de kondurulmuştu.

“Erima öldükten sonra buradaki dumanlı havaya biraz korku da karışmış gibi.”dedi Aremas kalenin dört bir yanına dağılmış askerlere göz gezdirerek.

Kadın muhafız gözlerini kaçırdı. Erkek olan sert ses tonuyla araya girdi. “Bunları Eyargin ile konuşursunuz.”
Kalenin doğu cephesindeki kuleye ulaşıp içeriye girdiler. Burası dışarıdan daha ılık fakat karanlıktı. Kule kapısının içine sızan ufak esintiler soğuk rutubet kokusuna yoldaşlık ediyordu.

Kadın muhafız duvarda asılı duran apliği Aremas’ın eline verdi. Aremas, metalden yapılma kuşun aşağıya eğimli kuyruğundan kavradı. Apliğin metali, gözleri ileriye bakan, kanatlarını yukarı kaldırıp orta hatta birleştirmiş bir mintros şeklindeydi. Sırtında kalınca bir mum vardı. Normalde aplikler duvarda sabit dururdu ancak bunlar mintrosun kanatlarının ucundaki deliklerden geçirilen bir telle duvardaki tokmaklara bağlanmıştı.

Kadın muhafız kuleye girmeden önce kapının hemen sağında duran meşaleyi alıp el çabukluğuyla Aremas’ın elinde tuttuğu şamdanı yaktı. Mumun titrek alevi mintrosun kanatlarının korumasındaydı. Doğru yüzünü rüzgâra tuttuğunuzda alevin sönme şansı yoktu. Aremas’ın aydınlatmaya ihtiyacının olacağı kulenin tepesine değil de aşağıya ineceğinin bir göstergesiydi. Kulenin üzerinde ufak bir oda vardı ve orada karşılanacağını düşünmüştü. Gayet tabii, oda basit bir gözetleme odağından başka bir şey olmayabilirdi. Neticede buraya bir önceki gelişinde tek yaptığı şey surların üzerinde oturup Halkar’ı beklemek olmuştu.

Beklediği gibi oldu. Kadın muhafız aşağıyı gösterdi. “Buradan sonrasına bizsiz devam etmeniz gerekiyor.” Kadın, kapıda karşılaştığından daha soğuk bir tavır takınmıştı. Hal ve hareketleri tutarsızlıktan ziyade ürküntünün belli belirsiz yansıması gibiydi. Eyargin’in tahmin ettiğinden de despot olduğunu düşündü.
Aremas hafifçe başını eğerek teşekkür ettiğini belirtti. Arkasına bakmaksızın bir elinde asa, diğer elinde şamdan ile karanlığın içine doğru yol almaya başladı. Sarmal merdiven boşluğunda, hava akımı asgari ölçülerde olmasına karşın duvarın soğuğu usulca tenine ulaşma gayreti içerisindeydi. İki helezon sonrasında yukarıdan yansıyan gün ışığı duvarı tamamıyla terk etmişti. Mum alevinin çekingen yanışı içerideki oksijenin de azaldığının bir göstergesiydi.

Yukarıdayken aldığı rutubet kokusu bir belirip bir kayboluyordu. Lakin aşağılara indikçe daha bariz bir hal almıştı. Yakınlarda bir sarnıç olma ihtimalinin kuvvetli olduğunu düşündü. Mintros kayalıkları akarsu zengini
bir dağ ise de şehrin güvencesi adına sarnıç bulunması kadar doğal bir şey olamazdı.

Birkaç dakika daha yavaş adımlarla yürüdükten sonra duvarların arasında pinpon topu gibi devinen soğuğa alışmıştı. Çoktan şehrin altına inmiş olmalıydı. Nihayet çok geçmeden basık bir odaya ulaştı. Merdivenin tam karşısında, odanın duvarında kanatları açık büyük bir mintros oyması vardı. Adeta usanç verircesine kale girişinden bu yana birçok yere mintros motiflerinin işlenmesinin geçerli sebepleri vardı. Doğan ve kartalın özelliklerini taşıyan bu büyük kuş, avlanmadan savaşmaya, gözcülükten yön buluculuğa kadar birçok işe yarıyordu. Bir toplumun kültüründe bu denli yer edinmiş bir şeyin neredeyse tuvalet taşlarına bile işlenmesi olağan sayılabilirdi.

Sağ tarafa döndü ve birkaç metre ötedeki sarnıcı gördü. Sarnıcın olduğu bölümün tavanı girişin aksine oldukça yüksekti. Su olabildiğince durağan ve kokusuzdu. Buharlaşma yok denecek kadar az olsa da sarnıçlarda zamanla oluşan hafif rutubet kokusu kaçınılmazdı. Birkaç büyük sütun şehrin altını desteklemek için konulmuştu. Aremas sol taraftaki ufak köprüye doğru yöneldi. Su seviyesinden bir metre kadar yukarıda konumlanmış taştan köprünün üzerinde yürüyerek karşıya geçti.  

Mintros kayalıkları özellikle yılın bu zamanı rüzgâr sesleri dışında oldukça sessizdi. Ancak sessizlik konusunda içerisi dışarıya rahmet okutan cinstendi. Ürpertici sessizlik, farkında olmadan asasını daha sıkı kavramasına yol açmıştı. Böyle karanlık bir yerde, sessizliğin gittikçe derinleşmesi Aremas’ı oldukça rahatsız etmişe benziyordu.

Köprünün karşısının da hemen hemen sarnıç kadar yüksek bir tavana sahip olması Aremas’ın yumuşak adımlarından çıkan seslerin bile yankılanmasına neden oluyordu. Şamdanı önde tutuyordu. Mintros kanatlarının perdelemesinden ötürü mum ışığı yan tarafı, önünden daha iyi aydınlatıyordu. Yolunun ucu yine duvara çıkıyordu ve sağa dönmesi gerektiğini anlamıştı.

Aremas çıkmaz duvarlarla karşılaşmamış olsa doğru yolda olup olmadığından şüphe duyabilirdi ama aşağı indikten sonra gidilecek başka yol olmadığına göre doğru yolda olması gerekiyordu. Sağa döndü ve yine karanlık bir oda girişiyle karşılaştı. Biraz daha ilerleyince geniş bir koridorda olduğunu anladı. Sessizliğin süreğenliğini koruması iyiden iyiye canını sıkmaya başlamıştı. Yarasagillerden birini ziyaret etmeye gitmediğine göre en azından duvarlarda bir parça ışık da olmalıydı. Zifiri karanlıkta amaçsızca yürüyordu.
Onu asıl huzursuz eden şey ise belirsizliğin kokusunun üzerine sinmeye başlamasıydı.

Potansiyel tehlikeyi sezen bir yanı geri dönmesi yönünde zihninde baskı oluşturuyordu. Daha gözü kara olan diğer yanı ise ilerlemesini söylüyordu. Bir süre daha hiçbir işaret olmaksızın ilerlemeyi sürdürdükten sonra bunun bir tuzak olabileceğine dair inancı oldukça kuvvetlenmişti.

18
Kurgu İskelesi / Ynt: Hayat Getiren
« : 26 Aralık 2015, 20:49:07 »
7.Bölüm

Spoiler: Göster
Alanor gibi temkinli birinin, yolda karşılaşabileceği her güçlüğü önceden hesaba katmış olabileceğini düşündü. Kuzey rüzgârlarının ihaneti, geçidi aşmanın zorlukları, soğuk hava, vahşi hayvanlar ve daha birçok engelle karşı karşıyaydı. Birçoğundan kurtulabilirdi ama yerçekimine karşı hareket etmek onu oldukça yoruyor ve zorluyordu. Yine de çoğu rüzgâr büyücüsü, şimdiye kadar aştığı mesafenin yarısını bile bu sürede aşamazdı. Ancak, Aremas gibi güçlü büyücülerin de gücünün bir sınırı vardı. Mintros kayalıklarının tepesindeki kaleye varana kadar gücünü olabildiğince muhafaza etmek istiyordu.

Gönülsüzce birkaç adım atarak ardıç ağacının yanına yaklaştı ve oturarak sırtını ağacın sert ama babacan kabuğuna yasladı. Önünde büyük bir ova seriliydi. Yer yer seyrek de olsa ağaçlık alanlar vardı ve kuzeybatıya doğru ufak sayılabilecek bir tepe yükseliyordu. Burası geçen yıl savaşı kaybettikleri yerdi. Biraz güneyinde ise arvalar ovayı büyük ölçüde doldurmuştu. Kalkanın hemen önüne mevzilenmişlerdi. Aylaklıktan olsa gerek, kimileri gövde gösterisi yaparak gürzleriyle diğerine vuruyordu. Daha ufak olanlar bu aralıklı tacizi kanıksamış olsa da tam anlamıyla yetişkin olanlar karşılığını ya bağırarak ya da aynı hareketi yaparak veriyordu. Gürzlerin çarpışması ile oluşan yankı mintros kayalıklarına kadar ulaşamıyordu fakat Aremas ne kadar kulak tırmalayıcı olduğunu tahmin edebiliyordu. Sesler her ne kadar rahatsız edici de olsa o yüksekliğe kadar ulaşamaması oldukça doğaldı. Zira bu mesafeden en fazla bir karasinek boyutunda görünüyorlardı.

Geçen sene sayılarını o kadar azaltmış olmalarına karşın sanki hiç eksiltilmemişçesine çoklardı. Halkar bacaklarındaki kirpi dikenlerine benzeyen şeylerin yeterli olgunluğa erişince düştüğünü ve yeni bir arvanın bu sayede oluştuğunu anlatmıştı. Ergenliğe ulaşana kadar gözleri kapalı eciş bücüş bir kütük gibi duran arvalar, ergenliğe ulaştığında hareket edebilir hale geliyordu. Üreyebilir hale gelmesi ise birkaç ayını alıyordu. Bir ağaç gibi toprak ve güneşten besleniyordu, fakat özünde ne ağaca benzer hali vardı, ne de ağaçlar gibi güneşten nemalanıyordu. Güneşten aldığı enerjiyi direk olarak içsel enerji olarak kullanabiliyordu. Dolayısıyla bugün de olduğu gibi kapalı havalarda, önünden yemeği alınan kediler misali huysuzlanıyorlardı.

Arvalar herhangi bir askeri düzenden yoksundu. Sadece saldırmak üzere kurulu uzaktan kumandalı robot gibi davranıyorlardı. Yine de birkaç güne kadar göz erimindeki arvaların hepsiyle birden savaşacak olmak onu huzursuz etmişti. Üstelik tedirgin olmasına yol açan tek şey bu da değildi. Eyargin’in, ittifak talebini reddetme olasılığı oldukça güçlüydü. Bunca yolu bir hiç uğruna gelmiş olabilirdi. Hemencecik buradan aşağıya inip arkadaşlarıyla ve sevdikleriyle beraber nihai kaderle göğüs göğse gelme hissi en az yoluna devam etme hissi kadar güçlüydü. Yol boyunca benzer çelişkileri yaşamış, hepsinden sıyrılıp sadece görevine odaklanmaya çalışmıştı.

Rahatsız edici düşüncelerin birini zihninden itekledikçe bir diğeri hemen boşalan sandalyeyi kapma telaşına düşüyordu. Gözünü daha güneye köyün olduğu mıntıkaya çevirdi. Ümidini yitiren bir grup aymazın aykırılara katılmak için mintros kayalıklarının da doğusundaki kampa doğru yola çıkmak üzere olabileceğini düşündü. Konsey üyelerinin ve Alanor’un üstün ikna çabalarına rağmen geriye çok azının da kalmış olabileceği ise istençsiz bir biçimde içinin ürpermesine neden oldu. Öyle ki, dondurucu esmeye başlayan kuzey rüzgârları bile bu denli derinden bir etki oluşturamamıştı.

Her ne kadar aklını meşgul eden bu düşünceler onu karamsarlığa itse de ölen kardeşini düşündüğü vakitler kadar kederli ve duygu yüklü değildi. Ne zaman aklının zincirlerini boşlasa çıldırmış bir at gibi kendinden bile gizlemek istediği kötü anılarına doğru dörtnala koşuyordu.

Elini elbisesinin iç cebine doğru götürdü. Dörde katlanmış avuç içi büyüklüğünde bir kâğıt çıkardı. Kız kardeşinin on yedi yaşındayken kara kalemle çizdiği bir bıyıklı doğana bakıyordu. Bıyıklı doğan ufak bir kayanın üzerine tünemiş, keskin gözleriyle etrafı kolaçan ediyordu. Kâğıdın sayısız yerinde ufak kabartılar vardı. Daha önce Aremas’ın ağlama seanslarına maruz kaldığı besbelliydi.

Art arda gerçekleşen bir dizi olay ve akabinde kardeşinin ölümü tekrar gözlerinin önünden geçti. Kardeşi bugün de yaşıyor olsaydı eğer, üç temel büyü doğasına da hükmedebilen nadir büyücülerden olacaktı. Doğaya ait var olan büyü gücü ancak doğru tınıyla seslenildiğinde ortaya çıkıyordu. Hal böyle olunca aynı kişinin birden fazla karakterdeki gücü ortak bir notada bağdaştırması düşük bir olasılıktı. Sesin karakteri ve tınısının yanında güçlü olmasının da önemi vardı. Bu yüzden bir Hekarinin doğanın özünü gerçek manada kullanabilmesi için yirmi yaşına yaklaşmış olması gerekiyordu.

Uzaklara dalmıştı. Kocaman bir bulutun güneşin önüne geçmesiyle birlikte anlık oluşan gölgeden irkildi. Uykularında kardeşinin öldüğü anı görmeye alışkındı. Fakat uyanıkken de görmesi pek hayra alamet değildi. Son zamanlarda uykusuz geçirdiği gecelerin sayısı azalacağına git gide artıyordu.

Yeterince dinlendiğine kanaat getirip ayağa kalktı. Kuvvetli bir rüzgârın esmesiyle beraber, bir önceki başarısız iniş yaptığı kayanın üstüne sıçradı. Hızla ötekine ve bir sonrakine doğru devam etti. Yağmurun yağma ihtimaline karşın bir önceki tırmanışına nazaran daha hızlı olması gerekiyordu.

Yarım saat kadar sonra zirveye oldukça yaklaşmıştı. Soluklanmak için ellerini dizlerinin üzerine koyarak derin nefes almaya çalışıyordu. Kısa sürede bu kadar irtifa değiştirmesi sonucu oksijenden daha fakir olan yeni havaya alışması zaman alacaktı. Arkasını döndü ve ovaya tekrar göz gezdirdi. Önceki sefer karasinek boyutunda görünen arvalar artık birer noktadan farksızdı.

Dik yamacın eğimi azalmış, yerini daha düzlük alanlara bırakmıştı. Bu kadar yüksekte ormandan geriye ise sadece yaşlı ardıç ağaçları kalmıştı. Yaşlı, defalarca yaralanmış ve defalarca yaralarını sarmanın yolunu öğrenerek, gün geçtikçe bilgeleşen birkaç ağaç…

Ardıç ağacının, yoldaşların en sadığı olduğu söylenirdi. Yine de ardıcın bilgeliği bile insanoğlunun cesareti ve cüretkârlığının ulaştığı kuytulara ulaşamıyordu. Nitekim artık yolun ilerisinde kayalık arazide bitmiş birkaç ottan başka canlı yoktu.

Aremas yaklaşık üç saat süren tırmanışından sonra yürümeye başlamıştı. Birkaç yüz metre ötede, doldurulmuş hayvan gibi duran geçit muhafızlarını gördü. Başlarında yarım bir miğfer vardı. Miğferin tepesinde uçları gökyüzüne dönük bir hilal ve hilale tutturulmuş, kanatları açılmış bir mintros motifi duruyordu. Yüz hizası hariç miğferin her santiminde boyunlarına kadar sarkan örgü ipler sallanıyordu. Muhafızların ikisi de yakalıklı kalın bir elbise giymişti. Ceket benzeri üstlüklerinde iç içe geçmiş, kıvrımlı, verevine uzanan simetrik desenler vardı.

Aremas ikiz zirveler arasındaki geçidi koruyan muhafızların yakınına kadar geldi. Muhafızlar hemen birbirlerine doğru birer adım kaydı. Ellerinde uzun yaylar tutuyorlardı. Sadece çok keskin nişancılar muhafız olabiliyordu. Çoğunlukla bir böceği bile birkaç yüz metre öteden vurabilecek yetenekteydiler. Oku Aremas’a doğrultmamalarının tek sebebi ise uzağı gören gözleri ile onu tanımalarıydı.

Aremas şapkasını indirdi. Henüz kımıldamamış olsalar, canlı olmadıkları konusunda bahse girebileceği adamların karşısında dikildi. “Eyargin’le konuşmak istiyorum.”

Kısa süren sessizliğin ardından nihayet adamların birisi konuştu. “Buna o karar verecek.” Yerden temreni keskinleştirilmemiş bir ok kaptı. Okun çubuğuna sarılı ufak kâğıdı açarak bir not yazdı ve yayını tüm gücüyle gererek kaleye doğru fırlattı.

Ok tiz bir ses çıkararak gözden kayboldu ve kalenin güney cephesindeki barbatayı aşarak hemen ardına düştü. Muhafızın fırlattığı kör temrenli oklar sadece haberleşme için kullanılıyordu.

Aremas, asayı tutan elini sürekli değiştiriyor, boşta kalan elini nereye koyacağını bilemiyordu. Besbelli, meçhul bekleyiş onun açısından hayli tatsızdı. Bu, odun parçasını ormanın derinliklerine fırlatıp köpeğin getirmesini beklemek gibi bir şeydi. Oku kimin aldığını ve ne yaptığını bu mesafeden göremiyordu. Bu kadar yolu boşuna gelmemiş olmayı diliyordu. İçi içini yese de belli etmemeye çalışarak etrafına bakındı.

Erima’nın ölümünden bu yana değişen pek bir şey yok gibi görünüyordu. En azından ruhsuz askerlerde bir değişiklik olmadığından emindi. Tipik bir kraliyette olduğu gibi taht için soydaşlık esastı. Kadın ya da erkek olması fark etmiyordu. Kardeşler arasındaki nihai güç üstünlüğü okçuluk müsabakalarıyla belirleniyordu. İyi bir lider olmanın mutfağında iyi bir okçu olmak yatıyordu.

19
Genel Kültür / Ynt: Dünyayı Kurtarmak İsteyen Var Mı?
« : 23 Aralık 2015, 23:00:08 »
Önemli olduğunu düşündüğüm bir konuda kendi fikirlerimi açıklamadan önce, sizinkileri merak ettim.

Kimleri, eğitim sisteminin rezalet olduğunu düşünürken, diğerleri "başka türlü ne olacaktı peki?" Şeklinde cevap veriyor. Kimilerine göre, sistem nasıl olursa olsun, her şey bireyde bitiyor.



Burada söylenenler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sıkı bir Ted takipçisi olarak bu videoyu en az 3-4 kere izlemiş olmalıyım. Hatırlamak ve zihnimde tozlanan görüntülere üflemek için bir kez daha izledim.

Bir diş hekimiyim. Türkiye şartlarında durumu iyi sayılan mesleklerden birisi. Videoda da bahsettiği üzere, piyasada kendimize yer edinebilmek adına bizde de artık daha ileriye gitmek gerekiyor. Bundan birkaç on yıl sonrası pek iç açıcı değil. Bunun için ise mevcut hekimler, benim de bu sene hazırlanıp kazandığım gibi uzmanlık eğitimini hak etmeye çalışıyorlar. Uzman diş hekimliğinin ise önü bizim ömrümüzün ön gördüğünden çok daha fazla. Çünkü alım belirli sayının çok üzerinde değil. Oysaki, yalın diş hekimi sayısı gittikçe artıyor. Çünkü istisnasız herkes üniversitede okumak zorundaymış ve sanki bu işsizliğe çözüm olacakmış gibi insanlar bu yöne yönlendiriliyor. İnsan gücünün giderek devreden çıkarılması ve endüstrinin göbeğinin büyümesi, sınıf eşitsizliğini körüklüyor.

Yukarıda örneklediğim bu durum bir yandan eğitimi de şekillendiriyor. Endüstrinin ve ekonominin başını çevirdiği yerlerdeki iş sahaları büyüyor ve genişliyor. Eğitim sistemleri ise bunları takip ediyor. İlköğretim ayağı bu sisteme bağımlı değilmiş gibi görünse de sonunda varacağı nokta açısından benzeşen yanlar taşıyor. Neticede, biz bile hekimlik eğitimimiz boyunca sağlık firmalarının kazançlarını bozmayacak ve onlara hizmet edecek şekilde eğitildik. Kaldı ki, bu tıp hekimlerinde daha yoğundur. Ancak bizde de hatırı sayılır düzeyde var. Kimse artık temel bilimler, doğa bilimleri, çevre, doğa vb. konularla ilgilenmiyor. Bu karmaşık öğelerin birbirleriyle olan ilişkileri kurgulanarak sorgulanmıyor.

Çevre, tarım, doğa vs. gibi konularla yakından ilgileniyorum. Hatta bazı dallarıyla profesyonel olarak haşır neşirim. Bu da benim birçok disiplin arasında bakış açısı transferi ve bilgi dönüşümü yapmamı sağlıyor. Bunun aksine, fikir yelpazesi genişlemeyen beyinler her daim kalıp bilgilerin ışığında çeşitli ekollere tabi olarak düzendeki yerlerini alıp akıntıyla beraber kürek çekiyorlar. Neticede sadece yapacağı işe odaklı, farklı sorunlar karşısında çözüm üretemeyen kısır zihinler ortaya çıkıyor. Öyle ki, yeni bir güne uyandığımızda tüm sistem değişmiş olsa bu insanlardan bazıları ne yapacağını bilemez zombiler halinde etrafta dolaşmaya başlayabilir. Mesleki çevrelerde, arkadaşlarınızla muhabbet etmeye çalıştığınızda standart konuların(ya mesleki birkaç şey veyahut bilirsiniz işte ıvır zıvır diziler, kimin eli kimin cebinde vs.) dışına çıkamamanız da bunun ciddi bir göstergesi. Oysa ki, toplumun kaymak tabakası denilebilecek bu insanlarla çok daha fazla konuda sohbet edebilmeniz gerekir öyle değil mi? Bu hemen her meslek alanında böyle. İnsanlar kültür biriktirmek ve birden çok alandan beslenmek yerine yapabilecekleri minimum işe odaklanıp, çoğunlukla sadece para kazanma döngüsü üzerine bir hayat inşa ediyorlar. Bu da emekliliğini bekleyen büyük bir zümre oluşturuyor.

Hem daha önce yazmış olduğunuz şeylerle hem de son mesajınızla ilgili ufak bir katkı yapmak istedim. Umarım konuyu dağıtmamışımdır.

Bu da tüketimle ilgili olan sevdiğim bir yazı

20
Kurgu İskelesi / Ynt: Hayat Getiren
« : 23 Aralık 2015, 19:13:58 »
6.Bölüm

Spoiler: Göster
Alanor’un söze karışmasına izin vermeden devam etti. “Ne malum, Halkar’ın bunların hepsini kafasında kurgulamadığı? Var mı buna verecek bir cevabınız? Hayatınızda kaç tane Saryusu bir arada gördünüz?”
Alanor bozuntuya vermemek için kayıtsızlığının sınırlarını zorladı. “Güvendiğin birinin beyanatı bazen gördüklerinden daha kıymetli olabilir.”

“Söylentilerden gerçeklik türetmeye hevesli yanından daha yaratıcı bir cevap beklerdim.” Keskin bir şekilde asayı tutmayan sağ kolunu savurdu. “Yaratıcı hamleyi yapma zamanım geldi.” Yanında bulunan kardeşlerine ve ailesine de gitmeleri yönünde bakışlar attı. Bakışları birkaç saniye içerisinde harekete geçmelerine yetecek kadar delici ve tesirliydi.

İvaren, hemen kıvrak bir hamleyle araya girdi. “Aremas, mintros kayalıklarına gitti. Zamanında yardım getirebilir.” Genç adam tam arkasını dönecekken, gürültülü bir kahkaha attı. Kahkahanın satır aralarında ne olduğu tam seçilemeyen birtakım itici sesler de vardı. İvaren bozuntuya vermeden devam etti. “Eyargin’e hayat getireni bulduğumuzu söylediğimizde savaştaki sessiz duruşunu bozacaktır.”

“Evet, küçük hanım, bizi boğmak için aradığı fırsatı bulmuş olur. Boş versene.” Elini umursamaz şekilde salladı.

“Denemeye değer. Elimizde başka alternatif yok.”

Genç adam asasını kavrayıp gitmeye yeltenirken alaycı bir gülüşle İvaren’e baktı. “Benim aradığım alternatif bu.” İvaren yanıtlarının çıkmaz sokağa girdiğini anlayarak sustu.

Alanor yer yer hareketlenen kalabalığa baktı. Umduğundan daha fazlası, hatta çok daha fazlası birlikteliği bozmak üzereydi. Teslim olmuşçasına iç çekti. Sesi yaşadığı hayal kırıklığını yadsırcasına duygusuz geliyordu. “Olur da savaştan sağ çıkar ve hâlâ birlikte hayatımızı sürdürebilirsek, kim iyi veya kötü hangi tavrı aldıysa herkes koşulsuz karşılığını görecektir. Aykırıların başına bir şey gelecek olursa hiç kimse eski bağlaşıklığımızı nazara alma aymazlığına düşmesin.”

Genç adam bu sefer de hayli garip bir yüz ifadesi takınmıştı. Bu kez besbelli alaya alıyordu. “Ölümün suretiyle sizden önce karşılaşacak olursam, bunu ona söylerim, merak etme.” Genç adamın yürüyen gruba yetişmesi fazla zaman almadı. Ayrılanlar, çoğunlukla almaşık çalıların kapladığı toprak yol, batıya, Enoluin’in de evinin bulunduğu araziye doğru ilerliyordu.

Genç adamın isyanına başka aileler de dâhil olmuş, gruplar halinde, tıpkı bundan önce de birlikteliğin ruhundan sıyrılmış ve ülküyü sürdürmek konusundaki kararlılığını yitirmiş olan Hekarinlerin yaptığı gibi, aykırılara katılmak için yola çıkmaya başlamışlardı. Bundan birkaç yıl önce geride kalanları yüz üstü bırakan bu tutum, korkaklık ve ihanet olarak addedilirdi. Bugünse, içinde bulunulan vahim durumda, başka birini yargılama yüceliğinde olan kimse yoktu. Nitekim biri diğerinden daha ak, diğeriyse ötekinden daha kara değildi.

Alanor kalabalığın kontrolünü tamamen kaybettiğini hissetti. Hâkimiyetine girdiği kudretli anaforun etkisinden kendini kurtarmaya çalışıyordu. Teslimiyet yıldızları zihnini parsellemiş, daha öncesinde olmadıkları kadar parlaktı. Kalkanı kontrol etmesi için yollamış olduğu toprak büyücüsünü yanına çağırıp balkondan içeriye girdi. Ardışık olarak onu İvaren ve yanındaki biri kadın diğeri erkek, iki konsey üyesi takip etti.

Alanor derin bir hayal kırıklığına uğradı. Olacaklara kendisini hazırlamıştı ancak bu kadar güç duruma düşeceklerini tahmin etmiyordu. Koridorda afallamış şekilde ilerlerken İvaren konuşmaya başladı. Yirmi yaşına yeni bastığını kanıtlar yumuşaklıkta bir ses tonuna sahipti. “Kaç kişi kaldık?”

Alanor cevap vermek konusunda isteksiz görünüyordu. İç çekti. Elini nereye koyacağını bilmeksizin çenesine götürdü. Titremeyi sürdüren ayakları için ise yapacağı bir şey yoktu. “Son ayrılıklarla birlikte geride sadece iki yüz kadar büyücü kalmış olmalı.” Sesi, isteksizliğini belgelercesine donuktu.

“Harika, savaşa elimizdeki iki yüz koyunu sokalım. Neticede iki ordunun da kazanma ihtimali birbirine denk.”

Alanor istemsizce gülümsedi. “Her koşulda mizah yeteneğini canlı tutman takdire şayan.”

“Bizim huysuz hatun olmayınca daha yaratıcı olabiliyorum.”İvaren daha içten bir sırıtışla karşılık verdi.

Gülümsemesi geniş suratında yayıldıkça yayılıyordu.

Alanor yarı uyarı yarı şaka ile İvaren’e döndü. “Sen yine de fazla açılma. Alışkanlık yapmasın.”

İvaren işaret parmağını havaya kaldırdı. “Şimdi ciddi olma zamanı. Önümüzde bir savaş var.”Rolünü layıkıyla yerine getirdikten sonra yine dayanamayıp kahkaha atmaya başladı.

Alanor istemsiz şekilde gülerek karşılık verdi. İvaren’in attığı her kahkaha, Alanor’un ruhunu boğan karamsarlık halkasını usulca gevşetiyordu.“Umutsuz vakasın.”

“Her zaman umut vardır.”

“Fazla gevşeksin.”

“Buna itiraz edemem işte.”

“Bir yerden yakalayacağımı biliyordum.”

“Tamam, sen kazandın.” İvaren köşeli suratına sahte bir kabulleniş ifadesi takındı.

“Şu hale bak. Az önce, dışarıda sinirden ölmek üzereyken şu an seninle oturmuş, vaziyetimizi resmen alaya alıyorum. Sanırım çizginin ötesine çoktan geçmişim.”

“Hangi çizginin?”

“Hani şu dâhilikle deliliği ayırdığından bahsedilen ince çizgiden bahsediyorum.”

İvaren fırfırlı, erguvan rengindeki eteğiyle muzipçe selam verdi. “Aramıza hoş geldin.”

Bütün bunlar olurken Aremas bozkırı yürüyerek aşmış, mintros kayalığının eteklerine ulaşmıştı. Kaderin iptidai karanlığına galip gelmek için var gücüyle yol almaya çabalıyordu. Bozkırın sonunda toprak, kimi yalnız kayaların etrafına bolca sızmayı başarmıştı. Güçlü kadını selamlayan neşeli çalıların ardında belki de asırlık, ağırbaşlı kızılçam ağaçları duruyordu. Rakım yükseldikçe git gide artan sayıları sırt sırta duran kayaları gölgeye boyamıştı.

Kışın iyiden iyiye kendini gösterdiği şu günlerde hava oldukça soğumuştu ve kuzey rüzgârları sadece insanların değil ağaçların bile iliğini donduran cinstendi. Rüzgârın ormanın içine balıklama daldığı alanlarda kızılçamlar titrercesine silkeleniyordu. Az miktarda gelen güneş ışığına tamah eden orman çiçekleri, kızılçamların himayesindeki yarı gölgelik alanlarda onlara şükranlarını sunarcasına rengârenk açmıştı.

Aremas kuzey rüzgârlarının güçlenmesini fırsat bilerek çıplak kayalık yüzeylerden asası yardımıyla sıçrayıp bir başkasına nazikçe iniş yapıyordu. Birkaç metre öteye yaptığı bu sıçrayışlar denizanasının sudaki salınış hareketini andırıyordu. Önce yukarıya kuvvetli bir sıçrayış ve ardından vücudunu suyun akışına teslim etmek…

Daha fazlasını, çok daha fazlasını yapabilirdi ancak yüce dağın zirvesine ulaşmak için harcayacağı büyü gücü sonrasında uzun süre bitkin şekilde kalabilirdi. Üstelik harcadığı güç ile dağın zirvesine ulaşacağının teminatı da yoktu. Bu yüzden sırtını kuzey rüzgârlarına dayamak ve onlara güvenmek zorundaydı. Yaptığı ardışık sıçrayışlar bile oldukça yorucu bir hal almaya başlamıştı. Kafasını kaldırıp arada bir zirveyi yokluyor, heyecan ve hayal kırıklığı tezatlığı arasında yalpalıyordu.

Uzaktan bakınca el ele tutuşmuş gibi görünen kayalardan en büyük ve en çirkininin üzerine konmuştu. Nazik dokunuşları kelebek timsaliydi. Tekrar kafasını kaldırdı, düşen başlığını başına geçirdi. Parmaklarının daha yavaş hareket ettiğini fark etti. Soğuğun etkisinden olmalıydı. Epeyce yol gelmiş ve yorulmuştu, ilk defa biraz dinlenmek ve doyasıya nefes alabilmek için yere çömeldi. Hırkası da pantolonu da tek renk ve bir rüzgâr büyücüsünü yüz üstü bırakmayacak kadar kalındı. Bej rengi güdük ayakkabısının hemen üzerinde, ayak bileğini örten kabarık bir halka vardı. Yeşil tonu orman ağaçlarının mat yeşiline denkti.

Zaman aleyhine işlerken, konaktayken tahmin ettiği sürenin neredeyse tamamı daha yolun yarısına gelmeden tükenmişti. Ya uzun süredir bu mıntıkaya uğramadığından varış süresini yanlış kestirmişti, ya da eskiye nazaran paslanmıştı. Kaldı ki, gücünün zirvesindeyken de bu pek olası bir seçenek gibi görünmüyordu.

Kuzey rüzgârları yardım etmek istercesine derinden esiyordu. Aremas, eski bir dostunun desteğini kaybetmemek istercesine olanca gücüyle ayağa kalktı. Birkaç metre ötede büyük ve yalnız bir kaya duruyordu. Bu yükseklikten sonra başına buyruk, devasa kayaların sayıları da giderek artıyordu. Ağaçlar seyrelmeye başlamıştı. Bazı kayaların etrafı kızılçamla örülüyken bazılarına ardıç yoldaşlık ediyordu. Belli ki, doğanın rıza gösterdiği her yerde ağaçlar, kayaların asiliği ve başıboşluğunu bastırmak için bilgeliklerini sergileme telaşındaydı.

Aremas tekrar büyük bir sıçrayış yaptı ve dik kayaya konacak yer aradı. Yalman ve pürüzsüz kaya, üzerinde durmayı zorlaştırıyordu. Dengesini sağlayamadan bir kez daha ileriye sıçradı ve bir diğerine konamadan rüştünü yeni ispatlamış bir ardıcın kıyısına düştü. İncecik gölgesinin üzerinde öylece kalakaldı. Nabzı hızlanmıştı ve sık sık nefes alıyordu. Vücudunun başkaldırısına kulak verip, kendine gelmek adına biraz dinlenmeye karar verdi.

21
Kurgu İskelesi / Ynt: Hayat Getiren
« : 21 Aralık 2015, 23:59:05 »
Öncelikle teşekkür ederim. Aslında bu bir roman. 200 sayfa kadarını bitirdim. Bölümlerin revizyonunu büyük ölçüde hallettikçe buraya koyuyorum.

Kurgusu epey dallı budaklı ve geniş. Yani kesinlikle gördüğünüz gibi. Hatta planlarıma uygun ilerleyebilirsem, geriye dönük göndermeler yapacağımdan bu kısmı buz dağının görünen kısmı diyebiliriz.

Dil konusunda haklı olabilirsiniz. Bu biraz benim benzetme ve soyut tamlamalar kullanma alışkanlığımdan da kaynaklı olabilir. Hikayeye renk kattığı ve sırıtmadığı sürece bu üslupla yazmayı tercih ediyorum. Vermek istediğim bilgilerin çoğunu da satır aralarında çaktırmadan anlatmaya çalışıyorum. Fazla miktarda şöyle oldu, ondan sonra da böyle oldu şeklinde cümle kurmayı sevmiyorum.

Eleştiriniz için teşekkürler. Hepimiz sonsuz bir olgunlaşma sürecindeyiz. Her şeyden öte, keyifli dakikalar sunabildiysem ne mutlu. Sağlıcakla kalın.

22
Kurgu İskelesi / Ynt: Hayat Getiren
« : 21 Aralık 2015, 22:55:23 »
5.Bölüm

Spoiler: Göster
Köyün en batısında, dünya kapısına doğru hafifçe eğilmiş, adeta bir gözüyle yeryüzünü, diğeriyle ise gökyüzünü izleyen, on metreyi aşkın boyuyla bir anıt ardıç ağacı duruyordu. Ağırbaşlı duruşu ve rüzgârın karşısındaki bilge tavırları şu an civar topraklara ayak basan insanların bilinen en eski atalarından bile önce, tozlu zamanlarda yaşamaya başladığının bir göstergesiydi. Uzun süreler daha gölgesinin vurduğu ve köklerinin uzandığı hayali sınırlara bekçilik yapacağa benziyordu.

Heybetli ağacın birkaç metre kuzeyinde çok önceleri çökmüş bir obruk vardı. Obruk ağaçtan üç boy daha aşağıdaydı. Doğa, adeta küçük bir çocuğun dikkat çekmek için yaptığı benlik gösterilerini sergiliyordu. Toprak üzerinde sürekli yapbozlar yapıyor, durmadan ufak bitkiler ve hayvanlar ekliyordu. Burada yaptığı ise kesinlikle abartılıydı ve dikkatleri üstüne çekmek istediği kadar tehditkâr yanını da ortaya koyma gayesi taşıyor olmalıydı.

Dünya kapısı diye anılan yer ise çarpık bir mağara ağzından ibaretti. Doğa ana, burada, paletindeki yeşili kullanırken obrukta olduğu kadar cömert davranmamıştı. Mağaranın taş oyuklarından kendine yol bulmuş olan birkaç cılız sarmaşık adeta sakınırcasına yaptığı minik dokunuşlar gibiydi.

Mağaranın hemen batısında ise doruğu bulutların ötesinde gökyüzüne kenetlenmiş bir sıradağ dizisi bulunuyordu. Dağlar güneye doğru devam ediyor ve köyün kurulduğu kaba düzlüğün çevresinden dolanarak biraz daha doğuya ilerledikten sonra dağın etekleri alçalıp bozkıra karışıyordu. Biraz kuzeydoğusunda ise sanki biraz önce bozkıra boyun eğen o değilmişçesine yeniden mintros kayalıkları olarak yükseliyordu.

Her evin bir delisi olurdu. Belki de mintros kayalıkları sıradağ ailesinin yaramaz çocuğuydu. Toprağın altında güvenli ve huzurlu bir hayat yaşamak var iken bozkırın ortasında dikilmişti. Böylesine bir aşırılık bu coğrafyada görebileceğimiz özgür ruhlu doğanın eserlerinden yalnızca biriydi. Kimilerine göre estetik yoksunu olan doğa, iğnelemelere kulak tıkamış, bu yalnız dağı, öylece konduruvermişti. Aynı zamanda bu yalnız dağa birkaç dere fazladan koymuştu. Dağın sükûnet yüklü, özgür duruşunun yanında kuzey yamacından doğan bu dereler gözyaşlarının bolluğuna dalaletti. Dağın ağlamaklı hallerinden sonra dereler büyük bir nehir oluyor ve menderesler çizerek köyün kuzeyinde yer alan ufak tepenin ötesinde kıvrılarak gözden kayboluyordu.

Alanor, yine bir saat kadar önceki konuşma yaptığı yerde, at nalı biçiminde inşa edilmiş konağın avluya bakan iç yüzündeydi. Konak, köyün en doğu sınırında orta boylu çoğunluğu zeytin olan ağaçların arasına bir yerlere sıkışmayı başarmış gibi görünüyordu. İç mimarisini süsleyen gravürler ve heykelciklerin bir kısmı dış mimaride de kullanılmıştı.

Alanor’un yanında konsey üyelerinin bir kısmı vardı. Bu sancılı süreci olabildiğince az hasarla atlatmak adına, olanları anlatırken yanında bulunmalarını Alanor istemişti. Söyleyeceklerini henüz bitirmemişken kalabalıktan yükselen uğultu ve serzenişler öngörüsünün de ötesindeydi. Halkını uzun zamandır böyle infial içinde görmemişti.

Uzun boylu, genç, esmer bir erkek kalabalığın sesini eliyle bastırıp gür sesiyle konuştu. “Alanor, söylediklerini kulağın duysun. Bizim tek arzumuz hayatta kalabilmek. Saryuslar yıllardır hayat getireni buraya getirebilmek uğruna dünyaya geçebilmek için yana yakıla iksiri ararken hangi akla hizmet onu bizim getireceğimizi söylüyorsun?” Söylediklerini onaylatmak ister gibi öne çıktı. Uğultu yayılırken sesi daha gür çıkmaya başladı. “Hayat getiren ya da her kimse, onu buraya getirebilmek için iksirin peşinde olduklarını söyleyen siz değil miydiniz?“

“Hâlâ aynı şeyi söylüyorum işte.”

”Aynı şey değil. Onu alırlarsa hepimizi öldürmeyecekler mi?”

“İşte bu yüzden, hayat getireni onlardan önce bulmalıyız.”

“Bulunca ne olacak. Onu köy meydanına dikip bizden yana olması için dua mı edeceğiz?”

“Ona doğruyu gösterip bize katılmasını umacağız.”

Esmer genç gözlerini devirdi. “Hangi doğruyu?”

“Doğru tektir.”

“Hayır, yalnızca gerçek tektir! Gerçek olan ise bizim ölümümüze sebep olacağı. Bize, katilimizi, kendi ellerimizle buraya getirmemiz gerektiğini söylüyorsun. Hayat getirenin Halkar’ın çocuğu olması umurumuzda değil.”

Alanor kalabalıkta yükselen tansiyondan dolayı gittikçe endişeleniyordu. “Meselemiz bu değil. O sadece bir ayrıntı.”

“Halkar için de mi öyleydi?”

Alanor bu soruyu cevapsız bıraktı. Kısa bir süreliğine suskun kalmıştı ancak böylesine gergin bir ortamda bu kısa süre bile sabırsızlıkla karşılanıyordu.

Esmer genç, serzeniş, suçlama ve hayıflanma ile süslediği konuşmasını sürdürdü. “Burada koca bir halkın hayatından bahsediyoruz. Bu durumdayken ne olduğu belirsiz birinin hayatta kalıp kalmaması bizi ilgilendiriyor mu sanıyorsun. Biz öldükten sonra kimin bu topraklara ayak bastığının bir önemi yok.”

Alanor giderek daha fazla yumruğun sıkıldığını hissedebiliyordu. Öfkeyi ve isyanı nasıl yatıştıracağı konusunda çare üretemeyecek durumdaydı. “Bizi ilgilendiren onun hayatı değil. Anlamıyor musunuz?” Sesi genç adamınki kadar gür çıkmıyordu. “Saryuslar hayat getireni bulduğunda, onun nihai gücüne ulaşmasını engelleyen, bu gezegendeki büyüden pay alan büyücüleri temizleyecek. Biz de onu-“

“Kim demiş? Bunun böyle olacağını nasıl bilebiliyorsun? Hayatında kaç tane hayat getiren gördün, Alanor?” Az önceki genç yine bağırırcasına konuşmuştu. Koca kalabalıkta ondan başkasının sesi çıkmayınca adeta kalabalığın sözcülüğünü yapıyor gibi görünüyordu.

Alanor’un keşmekeşten kurtulmaya çalıştığı çok açıktı. Dolu fakat tutuk bir tabanca gibi teklemeye başladı. “Küstahlaşma!” Sinirden bir anlığına elinden kaçırmış olduğu asasını çevik bir hamleyle yakaladı. “İlmimizin Halkar’dan geldiğini biliyorsun.”

“Tabi ya, yüce bilge Halkar. Nasıl da unuturum.”

“Onlar olmasa şu an-“

“Yine aynı terane.” Genç adam dalga geçercesine elini salladı. “Ben kimseye beni bu gezegene taşıması için yalvardığımı hatırlamıyorum. Ya da sürüklemesi mi demeliyiz?” Sol kaşını ve alt dudağını kaldırarak yanındakilere baktı.

Alanor’un dudakları titremeye başladı. Bir eliyle balkon korkuluklarına tutunmuyor olsa muhtemelen dudağının aykırılığına vücudunun başka bölümleri de eşlik edecekti. “Utanmasanız gözlerimizin önünde olan yanardağ felaketini de inkâr edeceksiniz.”

Genç adam tuhaf bir ses çıkararak kısacık güldü. “Yıllardır bize ne anlattıysa inandık. İnanmak zorundaydık. Çünkü bu ucube yerde tanıdığımız ve kaçınılmaz şekilde güvendiğimiz tek kişi oydu. Her anlattığına ilahi bir vahiy gibi inanmak zorunda değiliz.”

Alanor, dolduruşa gelmemeye çalışarak olabildiğince sakin bir şekilde karşılık vermeye çabalıyordu. “Bizden sakladığı gerçekler varsa bizi korumak içindir.”

Esmer genç horoz gibi diklendi. “Bildiğim tek gerçeklik çok küçük yaşta sarsıcı bir yolculukla buraya getirilmiş ve normal bir insan iken büyü saçmalıklarıyla donatılmış olmam. Ondan sonrasını da hepimiz biliyoruz. Huzur içinde yaşıyorken benzer şekilde huzur içinde de ölmeye hakkımız vardı. Ruh hastasının teki üstüne vazife olmadan bizi güya kurtarmış.” Yumruğunu göğsüne vurdu ve bağırdı. “Hem de bize sormadan!”

Karşılıklı atışmalar sağlam kaynaklardan beslenmeyen kırılgan ilişkileri sarsıyordu. İvaren Alanor’un hepten çıldırdığını düşünerek yanına yanaşıp bir şeyler söylemeye çalıştı. Alanor eliyle onu temin etti. Öfkesini olabildiğince gizleyip ağırbaşlı bir tavır takınmaya çalıştı. “Hepimizin sinirleri alt üst olmuş durumda. Bu durumda sağlıklı düşünemiyor olmamız çok olağan.”

İvaren Alanor’a destek çıkmak için araya girdi. “Aramızdaki uyuşmazlıkları boş verelim. Tek bir hedef doğrultusunda beraberce hareket edersek ulus olarak bu açmazdan kurtulabiliriz.”

Genç adamın suratı farklı bir şaşkınlık ifadesiyle kaplanmıştı. Suratını ekşitiyor, her seferinde yapmacık abartılarla yüz hatlarını kabartıyordu. “Öyle mi? Durun tahmin edeyim. Bugüne kadar birkaçını sadece sizin gördüğünüz Saryuslar var. Gerçekte ne olduğu belli olmayan bir dolu gizemli insandan bahsediyoruz. Yirmi yıldır süregelen bir savaşımız var. Kendilerini pek göremesek de bize saldırtmak için yolladıkları köpekleriyle savaşıyoruz. Üstelik kaç kişi oldukları ve gerçekten karşı karşıya geldiğimizde bize galip gelip gelemeyecekleri meçhul. Savaştığımızda kuyruklarını kısıp kaçmayacaklarının bir garantisi bile yok. Buraya ayak bastığımızdan beri iki nehir ötesini göremedik. Sürekli Saryusların iksirin peşinde olduklarını söyleyip duruyoruz ama bir akıllı çıkıp da işte iksir, bizi rahat bırakın artık demiyor.”

23
Kurgu İskelesi / Ynt: Kıpkısa Kulübü
« : 16 Aralık 2015, 22:06:09 »
"Daima iyiler kazanır."
"Halt etmişsin. Bırak her zaman kazanmayı, çoğu zaman galibiyetin kıyısından bile geçemezler."
"Neden böyle söyledin?"
"Çünkü kazanan kötüler daha sonra kendini iyiye boyuyor da ondan." Omuz silkerek ekledi. "Size de daima iyilerin kazandığını söyleyerek zihinlerinizi törpüleyip duruyorlar."

24
Müzik / Ynt: Şu Anda Ne Dinliyorsunuz?
« : 12 Aralık 2015, 22:27:08 »
Decretum - Bir anime parçası.

25
Güncel / Ynt: Sistem Kötü Adam mıdır? (tartışma konusu)
« : 11 Aralık 2015, 16:55:45 »
Aslında korktuğumuz şeyin tam da kendimiz olduğunu düşünüyorum. Vazgeçmemek, vazgeçememek, özgürlüğümüzü baltalıyor. İnsanoğlu ne kadar çok istekle kuşanırsa o kadar köle olmaya meyilli. Örneğin, parayı ihtiyaç listesinde tutan bir kişi onu elde etmenin yollarını arar. Bulamıyorsa o yolu inşa etmeye çabalar. Aklını kiraya vermemiş hiç kimse durduk yere kömür madeni açıp içinde çalışmak istemez. Bunu yapmamızı salık veren sistem olabilir ancak biz, vazgeçemediklerimiz ve arzuladıklarımız ile onun çarklarına dahil olmayı kabullenmişizdir. Denize bir kere düştüyseniz, artık ondan sonra yılana mı sarılırsınız, sandala mı tutunursunuz yoksa yüzerek mi kıyıya varırsınız orası size ve yaratıcılığınıza kalmış.

Vazgeçmişliklerimiz bir yandan bize yaşama özgürlüğü sağlarken diğer yandan talepkarlığımızı sürgüne gönderir. Araba, telefon ya da lüks bir ev talep eden bir kişi, ihtiyaçlarını para olmadan karşılayamaz. Eğer ihtiyaç listenize bu "havalı" motifleri işlediyseniz tatmin olabilmek adına o parayı bir şekilde kazanmanız lazım.

Yani sizin de biraz ucundan dokundurduğunuz üzere insanoğlu arzularının kölesidir. Altınlar çalınırken fareler ağıt yakmaz.

26
Kurgu İskelesi / Ynt: Hayat Getiren
« : 29 Kasım 2015, 00:43:24 »
4.Bölüm

Spoiler: Göster
Alanor garip bir ses çıkararak güldü. Gülerken çıkardığı farklı sesler, güldüğü konusunda şüpheye düşülmesine yol açıyordu. “Eyargin bize asla yardım etmeyecektir Aremas. Biz savaşırken o, muhtemelen Mintros kayalıklarının tepesinde kuş tüyü yastığında tasasız bir istirahatta olacaktır. Hatta Saryuslarla ittifaka gitmezse kendimizi şanslı saymalıyız.”

Heronin katıldığını gösteren bir bakış attı Alanor’a. “Kadim dostumuz Erima hep yanımızdaydı. Ancak kızı için aynısını söylemek imkânsız. Alanor haklı Aremas. Kılını bile kıpırdatmayacaktır.”

Aremas asasını kaldırarak masadan kalkmak üzere doğruldu. “O halde yalnızız demektir. Bu son mücadelemizde talihin bizden yana olması için dua edelim.”

Aremas ardındaki sandalyeyi arkaya doğru iterken kapı gıcırdayarak aralandı. Enoluin uzun eteğini sürüyerek ağır adımlarla odaya girdi. Odadakiler ayağa kalkıp yaşlı çınarı selamladı. Enoluin girişe en yakın, duvar saatinin önündeki sandalyeye oturdu. Derin bir nefes aldı. “Artık davetlere vaktinde icabet edemeyecek kadar yaşlandım sanırım.” Duraksadı. “Ya da siz yeterince bekleyemeyecek kadar sabırsızsınız.”

Alanor, mütevazı tavrını takındı. “Açıkçası seni avluda görmeyince toplantıya gelebileceğini düşünmemiştim.”
Aremas başıyla onayladı. Alanor’un aksine pek çekingen değildi. Öte yandan tavırları ukalaca da değildi. “Bundan sonrası için ne yapacağımızı konuşuyorduk.”

Enoluin belli belirsiz gülümsedi. Yorgun görünüyordu. “Ben de tam olarak onun için geldim zaten.” Meraklı bakışlar Enoluin’e çevrilmişti.

Alanor endişeli bir şekilde söze karıştı. “Yoksa kehanet mi kullandın? Bunu bir daha yapmayacağını sanıyordum.”

“Evet, yaşanılanlardan sonra bir daha yapmayacağıma dair kendime söz verdim ama bu durumda elim kolum bağlı oturmanın hepimize haksızlık olacağını düşündüm.”

“İyi de sonumuzu görmek için kâhin olmaya gerek yok ki.”dedi İvaren bilmiş tavrını koruyarak. Aremas asasıyla İvaren’in böğründen dürttü. Ufak bir ah sesi işitildi.

“Kehanetim savaşın sonucu üzerine değildir, küçük hanım.” Enoluin derin düşüncelere dalmış gibi görünüyordu. Sanki ağzından çıkacak kelimelerin doğruluğundan emin değil gibiydi. En sonunda düşüncelerini toparlayıp konuştu. “Hayat getirenin nerede olduğunu buldum.”

Herkes öylece bakakalmıştı. Bu kesinlikle bekledikleri türden bir şey değildi. Hayat getiren, her nerede ise onu korumaları gerektiğini biliyorlardı. Onu Saryuslardan önce bulmaları gerektiğini de gayet iyi biliyorlardı. Fakat zaman pek de uygun değildi. Bir süre hiç kimse zihnindeki karmaşanın kilidini kırıp konuşamadan öylece bekledi. Aremas söze ilk giren oldu. “Sanırım bu kişi Halkar’ın bize bahsettiği adam oluyor.”

“Ya da kadın.”diye ekledi İvaren.

“İvaren doğru söylüyor. Buna aday dört kişi var. İkisi erkek, diğer ikisi ise kız. Hangisinin gerçekten hayat getiren olduğu ise gizemini koruyor.”

“Uzaklık bunu algılamana engel olmuş olabilir mi?”

“Sanmıyorum İvaren.” Enoluin koyu yeşil yeleğinin yakasını düzeltti. Derin bir nefes almaya çalıştı. “Henüz tam gücüne ulaşmamış olsa gerek.”

Alanor hayıflandı. “Bu sorunla Halkar henüz hayattayken karşılaşmayı dilerdim.”

Enoluin gözlerini taş zemine dikti. “Zaman ve mekân genellikle tercihlerimizin dışında şekillenir. Hayatta kalmak için elimizden geleni yapmalıyız. Kehanetin mührü kırıldı. Saryusların onu bizden önce getirmesi, en iyi ihtimalle ölüm tarihimizi erteleyecektir.” Muhtemelen dudakları kuruduğu için arada bir diliyle nazik dokunuşlar yapıyordu.

Aremas asasını kavramış, farkında olmadan baş kısmını sıkıyordu. “O halde iksiri her zamankinden daha çok isteyeceklerdir. Teslim olup iksiri versek bile hayat getireni buraya getirdiklerinde hepimizi öldürecekler. Hatta mintros krallığını ve daha birçoğunu da.”

“Hayat getirenin olası var oluşuna istinaden iksiri bugüne kadar koruduk. Bugün ise artık var olduğunu biliyoruz. Fakat artık Saryusların amacına ulaşmasını önleyemeyecek kadar zayıfız.”

“Haklısın Alanor. Harekete geçme konusunda acele etmemeliyiz. Bırakalım bir süre daha kimse bilmesin. Biliyorum, müttefik edinme şansımız neredeyse hiç yok ama hayat getireni bulduğumuzu Eyargin’e anlatırsak, bize yardım etmek konusundaki fikrinin değişeceğini düşünüyorum.”

Alanor düşünceli görünüyordu. Aremas tekrar söze girdi. “Denemeden bilemeyiz, öyle değil mi?”

Alanor düşünceli tavrını korudu. “Denemek için zamanımız olduğunu sanmıyorum. Mintros kayalıklarına tırmanmak nereden baksan koca bir günümüzü alır.”

“Senin koca bir gününü alır. Benim ise bir saatten daha az zamana ihtiyacım var.”

“Bunu yaparsan savaşta yer alamayacak kadar yorgun düşersin Aremas. Sana ihtiyacımız var.” Alanor’un düşünceli hali endişeliye dönüşmüştü.

“Kuzey rüzgârları imdadıma yetişirse işim kolaylaşır.” Alanor bir hayli tereddütlü görünüyordu. Aremas, elini omzuna koydu. “Endişelenme, aynı gün içinde geri dönerim.”

Alanor verilen teminat karşısında bile yeterince teskin olmuş gibi görünmüyordu. “Peki, diyelim ki Eyargin kabul etmedi. Üstelik bir de sana kötülük yapmaya yeltenirse ne yapacaksın? Ardında seni koruyacak biri olmayacak Aremas.”

Aremas avucunu açtı ve mırıldanarak avucuna doğru üfledi. Bir çay bardağından daha küçük boyutlarda ağzı,  kıvrımlı, tıpayla kapatılmış bombeli bir şişe, yapbozun parçaları gibi iç içe geçerek görünür hale geldi. Üzerinde yukarı doğru açık bir el, minik bir arı kuşunun taşıdığı ufak bir dala uzanmaya çalışıyor gibiydi.
“İşte bunu yapacağım.”dedi Aremas şişe ortaya çıktığı incelikte kaybolurken.

“Sen daha görünmez olamadan kıskıvrak yakalarlar, Aremas. Çıldırdın mı!”

“Reflekslerimi fazla hafife alıyorsunuz hamim.” Aremas avucunu kapatıp bir tabancayı kemerine takarmış gibi beline doğru götürdü.

Alanor Enoluin’e döndü. “Başka bir yol daha olmalı. Başka bir çıkış…” Sesindeki endişeye bir parça hiddet de karışmış gibiydi.

“Hepsinin ucu aynı yere çıkmıyor mu zaten?”dedi İvaren.

Enoluin başını sağa sola salladı. “Korkarım ki, kurtulma şansımızın en yüksek olduğu seçenek bu. Ya yardım gelir, kurtulma şansımız doğar, ya da zaten var olmayan şans ile ölümü kucaklarız.”

Alanor pes etmiş gibi görünüyordu. “Pekâlâ, diyelim ki bir şekilde çarpışmadan galip ayrıldık ve o dört kişiyi getirmeyi başardık. Bundan sonrası ne olacak? Daha kendimizi koruyamıyoruz, onları nasıl koruyacağız?”

Enoluin derin bir nefes daha alıp konuştu. “Aslında daha çok onların bize yardımcı olacağını düşünüyorum.”
İvaren kaşlarını kaldırdı. Kelimeler arasına şairane kısa duraksamalar koyarak konuştu. “Nedense bu cümle bana kehanetten çok temenniymiş gibi geldi.” Suskun bakışlara göz gezdirdi. “Evet, ben de tam olarak bundan korkuyordum.” Bu cümleyi elini alnına koyup bir çırpıda söyleyivermişti.

“Birçok kehaneti aynı anda öngörmek benim yaşımdaki birisi için fazla zorlu olurdu genç hanım.” İvaren muzipçe başıyla onaylayacaktı ki Aremas’ın olası böğrünü delme girişimine karşın kibarca kafa sallamakla yetindi.

“Benzer bir şekilde, hayat getirenin bizim safımızda yer alacağından da emin değiliz. Üstelik ne ile ikna edip buralara getireceğimiz bile meçhul.” Alanor şüphelerini dile getirmekte oldukça eli açık davranıyordu.
Enoluin gülümsedi. Gülümseyince gözünün kenarındaki kırışıklar adeta gizlendikleri yerlerden çıkıyorlardı. “Bu görev için iyi bir yanılsamacıya ihtiyacımız var. Savaş sürerken dikkat çekmeden dünya kapısına ulaşabilecek ve gençleri dünyadan buraya getirebilecek birine.”

Raklas iyi bir yanılsamacı denildiğinde ya da bir başka deyişle tek yanılsamacı olduğu için kendisinden bahsedildiğini anlamıştı. Kibarca ayağa kalktı. Gür ve dalgalı saçları hafifçe havalandı. Yakası kıvrımlı, ipekten gömleğinin üzerine kolunu büküp reverans yaptı. Bej rengindeki gömlek, teninden birkaç ton daha koyuydu ama saçıyla uyumluydu. “Bundan büyük memnuniyet duyarım.”

Enoluin başını hafifçe eğerek memnuniyetini gösterdi. Diğer kemiklerini oynatıp durmak için fazla yaşlı ve yıpranmıştı. Yeleğinin cebinden, sahip olduğu pürüzsüz dokuda ışıltılar taşıyan bilye büyüklüğünde, beyazımsı metalik renkte bir top çıkardı. Titreyen parmaklarının arasında yuvarlayıp avucunun içine kondurdu. Derin bir nefes alarak topu Raklas’a uzattı. Raklas usulca topu kavradı. Pürüzsüzlüğünü hissetmek istercesine topu parmaklarının arasında bir tur çevirdi. “Çok farklı, tarif etmekte zorlandığım fakat hoş bir enerjisi var. Nedir bu?”

“Bu, ölmeden önce, Halkar için yapılan silahların içine karıştırılan büyülü bir hammadde. Elementlerin korucusuna aitti.”

“Bununla tam olarak ne yapmamı istiyorsun?”

“Elinde tuttuğun metal, hayat getirenleri bulmana rehberlik edecek ve dünyadan buraya ulaşmanız için ihtiyacınız olan yolu sağlayacak. Avucundayken dünya kapısından geçtiğinde seni otomatik olarak hayat getirenin bulunduğu yere gönderecektir. Çünkü bu şey, hayat getirenin sahip olduğu saf enerjiye karşı koyamaz.”

Raklas, beklentiyle Aremas’a döndü. “İksire de ihtiyacım olacak.”

Aremas hızlı bir hareketle az önce ortaya çıkardığından çok daha ufak, serçe parmağı boyunda bir şişe çıkarıp Raklas’a uzattı. “Tam Halkar’ın tembihlediği gibi, içinde dört damla var, işini görecektir.”

Raklas bir süre inceledikten sonra şişeyi kavrayıp yaka cebine koydu. “Sanırım onları bulduktan sonra da yanılsama ile iyi bir senaryo yazıp oynamam icap edecek.”

Enoluin başıyla onayladı. “Evet, neticede hiç kimse ortada hiçbir sebep yok iken hayatında gördüğü ilk kaçıkla onun düş âlemine doğru yolculuğa çıkmayacaktır. Unutma, onlar kendilerinin bu dünyaya ait olduklarını bilmiyorlar. Bu dünyaya ait anılarını hatırlayamayacak kadar küçük yaşta gittiler. Metal, hayat getirenin enerjisini yakından hissettiğinde, gittikçe titremeye, akışkanlık kazanmaya başlayacak.”

Raklas elindeki topu bir kez daha parmakları arasında çevirdi. Hayranlık uyandıran bir şahesere uzun uzun bakıyor gibiydi.

İvaren de iki sandalye öteden Raklas’ın elindeki gözünü dikmişti. “Onları ikna etmek için bu numaradan fazlasına ihtiyacın olabilir. Gerekirse bir kadın, şefkatli bir anne ya da yardıma muhtaç bir dilenci gibi görünmen icap edecek.”

Enoluin boğazını temizledikten sonra devam etti. “Kehanette dördünün bir şekilde bir arada olduğunu gördüm. Henüz hayat getirenin enerjisi dağınık olabilir. Bu da gerçekten doğru kişiyi bulmanı zorlaştıracaktır. Bu yüzden dördünü de getirmelisin. Kaldı ki, diğer üçü hayat getiren olmasa dahi her şeyden önce buraya aitler.”

İvaren eliyle dört sayısını gösterdi. “Görevinin zorluğu dörde katlandı. Sözünü tamamlar tamamlamaz büyük bir gürültü ile kapı vuruldu. Alanor gecikmeden kapıya yöneldi. Odadaki hava daha da gerilmişti. Alanor, bir yandan seri adımlarla kapıya ulaşmaya çalışırken kapı hiddetle yumruklanmaya devam ediyordu.
Alanor kilidi kaldırdı ve kapıyı gerisin geri çekti. “Dönmüşsün.”diyebildi şaşkınlıkla.

Nefes nefese kalmış olan adamı hemen içeriye aldı. Adam masaya yanaştı ve cebinden buruşturulmuş, kalın kül renginde bir deri parçası çıkardı. “Kalkan delinmeye başlamış. Bunu toprağın üstünde buldum.” Devasa bir yılanın derisini andıran parçaya dikkatli bakıldığında, kalkanın altıgen dokusuna ait imgeler görülebiliyordu.

“Seninle yolladığım diğer büyücü, o nerede? Yaşıyor mu? Başınıza neler geldi, anlatsana.”

Konuşmadan önce nefes alıp verdi. “Merak etme hayatta ama korkudan nutku tutuldu.” Sorgulayıcı bakışların ardından bir nefes molası daha vererek ekledi. “İçeride başka arvaya denk gelmedik ama kalkan perişan halde ve kalkanın dışında ufka kadar her yer arvalarla dolu. Öfkeliler ve burayı parçalara ayırmak için bekliyorlar.”

Alanor kalkandan düşen parçanın üzerinde parmaklarıyla gezindi. Derin bir of çekti. Kaşlarını kaldırdı. Gözleri büyümüştü. “Tahmin ettiğimden de fazla yıpranmış. Kalkanın çökmesine en fazla birkaç gün var. Bir an önce hareket etsek çok iyi olacak.” Aremas’ın omzuna elini koydu. “Sana güvenmekten başka şansımız kalmıyor. Ben avluda bekleyen kalabalığa hayat getireni bulduğumuzu müjdelemeye gidiyorum.”

“Ne müjde ama! Soyumuzu yok edecek elemanı bulmamızı nasıl izah ettiğini ben de görmek istiyorum.”diye ileri atıldı İvaren. Aremas sırtına çimdik atmaktan kendini alıkoyamadı. Cırtlak bir ah sesi işitildi. “Hiç mizah anlayışınız yok.”dedi İvaren sırtını ovalarken.

“Dua et ki; yapacak daha önemli işlerim var. Yoksa gidilebilecek en kısa yoldan avluya uçardın.”dedi Aremas ayağa kalkıp asasını dolabın yanından alırken.

Raklas Enoluin’in koluna girdi. Konsey üyeleri odayı yavaş yavaş boşaltmaya başladı. Aremas ve Alanor sona kalmıştı. Aremas, Alanor ile birlikte odadan çıkarken usulca kapıyı çekti. Diğerlerinin koridoru dönerek uzaklaşmalarını bekledi. Sesi olabildiğince içten ve derindendi.

“Herkesi savaşmaya ikna edemeyeceğini biliyorsun, Alanor. Birazdan avluya geçip hayat getireni bulduğumuzu anlattığında, lütfen duyacaklarından dolayı kendini suçlama. Bir kısmı savaştan çekilip aykırılara katılmak isteyecektir.”

“Biliyorum.” Alanor, Aremas’ın boşta olan elini avuçlarının içine aldı. “Yıllardır herkes saklambaç ve kovalamaca oynamaktan çok yoruldu. O yüzden kimseyi suçlayamam.”

Aremas koridorun yanındaki pencereden bir an için dışarı baktı. Umarsız bir kalabalık içinde iç içe geçmiş, karmaşıklaşmış duygular yumağı kol geziyordu. Savaş yıllar sürmüştü ama halkını hiçbir zaman için bu denli yıpranmış ve halinden bezmiş görmemişti. Her tehdit edildiklerinde baş gösteren farklı bir savaşta, farklı simalar, farklı anneler, babalar, çocuklar aralarından eksilirdi. Matem günlerinde acılar tazelenir, mezar başlarında ağlanırdı. Fakat bu üzüntü ya da keder değildi, bu düpedüz korkuydu. Köşeye sıkışmışlıktı. Ancak köşeye sıkışan kedinin kaplana dönüşme ihtimali de vardı.

Gözleri gökyüzüne ilişti. Birkaç bulut kendi aralarında kümeleşmiş, usulca esmeye başlayan rüzgârın sürüklediği yönde koşulsuz vaziyette ilerliyordu.

“Acele etsem iyi olur.” Aremas elini yavaşça Alanor’un gevşeyen avuçlarının içinden geri çekti.

“Rahatsız ettiysem özür dilerim.” Mahcup olmuş gibiydi.

“Önemli değil, sadece, artık gitmem gerek.” Kibarca gülümsemişti. Aremas gibi mizacı sert birisi için bu durum ender görülür cinstendi. Genellikle gülmezdi, yüz kaslarının gülümsemek için gerildiğine pek az kişi şahit olmuştu. Etrafındakiler, onun kız kardeşinin ölümüne tanıklık ettikten sonra böyle olduğu konusunda hemfikirdi. Belki de o günden bu yana onu iliklerine kadar mutlu edecek hiçbir şey yaşamadığından gülmeyi unutmuş bile olabilirdi.

Alanor rahatlamışçasına içten bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Kuzey rüzgârları seni bekliyor.”

Aremas asasına sıkıca sarıldı ve ardını dönerek emin adımlarla uzaklaştı. Kafasında kırk tilki dolaşıyordu. Üzerinde büyük bir sorumluluk vardı ve belki de nihai savaşın kaderi zamanında getireceği yardıma bağlıydı. Konağın neredeyse tamamını süsleyen, alışıldık zeytin dalı gravürü eşliğinde merdivenlerden aşağıya indi. Avluya bakan sahanlığın tersine dönerek konağın arka kapısından dışarı çıktı.

Biraz önünde, olanca haşmetiyle duran mintros kayalıklarına giden yol uzanıyordu. Yedekte birkaç adet can bulundurmayanların gitmek isteyeceği bir yer değildi. Zira yer yer dikleşen kayalıkları sadece bazı otçul hayvanlara ve kuşlara geçit verir cinstendi.

Avludan, konağın dışına sızan uğultuları duyabiliyordu. Alanor’un konuşmaya başlamış olabileceğini düşündü. Velhasıl, aklı ve kalbi burada kalsa da sevgiden kendi payına düşeni alıp yola çıkmalıydı. Yeşil lame elbisesinin ardına eğreti olarak dikilmiş başlığı kafasına geçirdi. Soğuk rüzgârlar onun bile üşümesine neden oluyordu. Akamete uğramaktan korkarak seyrek adımlarla yola koyuldu.

27
Her çevirmen de aslında yazardır. Çünkü her dilin kendine ait bir karakteri var. İfadelerin motomot bir karşılığı olmayabiliyor. Çevirmen anladığı ifadeyi, yeniden kendi dilinde yazarak cümle haline getirmek zorunda. Yoksa google translateden hallice durumlar ortaya çıkıyor. Bu da hem okumayı hem de anlamayı zorlaştırır. Hazal Hanıma katılıyorum. Akıcılık sağlamak isterken anlatım zenginliğinden ödün verilmemeli.

28
Kurgu İskelesi / Ynt: Hayat Getiren
« : 24 Kasım 2015, 14:27:10 »
3.Bölüm
   
Spoiler: Göster
Halkar’ın ölümünün üzerinden tam tamına bir yıl geçmişti. Hiçbir şey bir önceki seneden daha iyi değildi. Aslına bakılırsa daha kötü de değildi. Köylerine kalkan ördüklerinden bu yana ne zaman sonlanacağı belirsiz de olsa, bir süredir rahat nefes alıyorlardı. Bu durum sonsuza kadar sürmeyecek, en nihayetinde kalkanın ömrü tükendiğinde, arvalar daha kabarık bir nüfusla onları bekliyor olacaktı.

   Hekarinler, arvalarla savaşmaya alışıklardı. Her çarpıştıklarında daha kalabalık olmalarına da öyle… Farelerinkine taş çıkartan bir çoğalma hızları vardı. Bu da, kalkanın ömrü azaldıkça, hekarinlerin göğsüne oturan ve orada umutsuzlukla işbirliği içinde büyümekte olan huzursuzluğun kaynağını açıklıyordu.

Arvalarla savaşmak adeta kaderlerine mühürlüydü. Halkar’ın önderliğinde defalarca akın düzenlemişler ancak soylarını tüketememişlerdi. Eğer savaşmayı ve sayılarını kontrol altında tutmayı kesecek olsalar, arvaların baş edemeyecekleri kadar çoğalabileceklerini biliyorlardı. Bu yüzden, her defasında aynı sonucu almalarına rağmen aralıklarla savaşmaya devam etmek seçebilecekleri en doğru yoldu.

Arvalar konuşmazdı. Sadece anlaşılması güç bazı sesler çıkarır, kimi zaman da bağırırlardı. Birbirleriyle iletişim kurdukları da oldukça şüpheliydi. Ne zaman bir bağırış duysalar kafalarını çevirirler ve o yöne doğru merakla koşarlardı. Sesin nereden ve kimden geldiğinin pek önemi yoktu. Bunun yanında hekarinlere ise özel bir ilgileri vardı. Koca ovada gidebilecekleri birçok yer varken köyün yakınlarını mesken edinmişlerdi. Saplantılı saldırganlıklarının altında gürültüye olan düşkünlüklerinin olmadığı açıktı. Zira hekarinler sessizliğin hükmünü önemserlerdi. Karşısındakinin duyabileceğinden yüksek sesle konuşanlar bile hoş karşılanmazdı.

Hekarinlerin aldığı tüm önlemlere karşın, savaş sürekli kapılarını aşındırmaya devam ediyordu. Ne sessizliğe dikkat etmek ne de savaşa girmekten kaçınmak huzurun kapılarını aralamamıştı. Halkar’ın ölmesiyle beraber, kırbaçlanmış bir yalnızlık umutlarını tehcir etmişti.

Temsili mezarın etrafında, karanlık tarafından tamamıyla yutulmamış titrek umut ışıkları vardı. Sönmemeye kararlı, inatçı lakin titrek… Sanki şaha kalkmak için bir güç bekliyorlardı. Birden harlayacak, kocaman olacaktı. Sahi bu, yeterli miydi?

Alanor kırkına merdiven dayamıştı. Geçen seneden bu yana, dar ve uzun suratına birkaç beyaz kıl ve alnına da bir tutam kırışıklık ilave olmuştu. Çekilen acının sonrasında, usta bir ressamın, doğallığı daha iyi yakalayabilmek için yaptığı ufak eklemeler gibiydi hepsi. Yerinde ve nazik dokunuşlar…

Siyah pelerininin kuşağını düzeltti ve kalabalığı süzdü. Halkar’ın ölümünün ardından bir yıl geçmiş olmasına rağmen bazıları için acısı hâlâ tazeydi. Acının üzeri küllense de kötü anıları hatırlamak, külün altındaki taze ateşin tekrar parlamasına neden oluyordu.

Neredeyse köyün hepsi puslu havanın sardığı kalabalığın içindeydi. Alanor avlunun etrafındaki balkonların birine çıkmıştı. Bazısı yanındakiyle fısıldaşıyor, bazısı Alanor’un ne hakkında konuşacağına dair tahminlerde bulunuyordu.

“Bugün ulusumuzun yok olacağı korkusunu hep beraber hissettiğimiz günün yıl dönümü. Büyük insanların vedası, ardında her zaman yeri doldurulamayacak boşluklar bırakır.” Kimileri kafasını sallayarak bunu onayladı. “Bugün bazılarınızın yüzünde hüznün yanında, umutsuzluk da görüyorum. Bazılarınız o günü görmemiş, bir kısmınız da unutmayı seçmiş olabilir. Gerçekten geleceğe dair tüm umutlarımızın yok olduğu bir an tasavvur ediyorsanız bu kesinlikle yanardağ felaketinden başka bir an olamaz.”

Köyün her üyesi, ya da başka bir tabirle aklı ermeye başlamış her üyesi, buraya gelişlerinden önce pasifik okyanusunun ortasında bulunan bir adadaki yanardağ felaketinden kıl payı kurtulduklarını bilirdi. Bilmeyenler bilenlerden, görmeyenler görenlerden öğrenmişti.

Alanor kalabalığı canlandırmak istedikçe daha da kasılıyordu. Nefesini cümlelerin sonuna yetirmekte zorlanıyordu. Adeta göğsüne bağlanmış bir ağırlıkla konuşuyormuş gibi her cümlesinin sonunda derin bir nefes almaya çalışıyor fakat başaramayıp umudunu bir sonraki soluğa saklıyordu. Ağırbaşlı tavrını takınarak konuşmayı sürdürmeye çalıştı.

“Kalkanın ömrünün ne zaman sona ereceğini tahmin etmek güç, fakat çok uzun süre dayanacağını sanmıyorum.” Gözlerini, konağın sağ arkasına düşen kalkana çevirmeye çalışıyordu. Bulunduğu noktanın kalkanı görmek için hiç de uygun olmadığı gerçeği hesaba katıldığında yaptığı şeyin gözünü kaçırmak olduğu düşünülebilirdi. “Zira artık altıgen örgüdeki kirli buğu kaybolmaya başladı. Kalkanın bazı bölgeleri gittikçe inceliyor.” Daha kısa cümleler kurmaya başlamıştı. Böylece nefes yetirme sorununu halletmeyi başarmıştı ancak gerginliğini azaltmak konusunda yapmaya çalıştıkları işe yaramış gibi görünmüyordu.

İkili konuşmalar kısa sürede gürültüye dönüştü. Uzun boylu bir genç gür sesiyle konuştu. “O halde yeniden örelim.” Kalabalıktan onaylayan sesler yükseldi.

Alanor kaşlarını kaldırdı. “Büyük bir risk olur. Kalkanı ördükten sonra olanları hatırlayın. Çoğunuz birkaç hafta boyunca kendinize gelemedi. Onarma işinde başarılı olamazsak gücümüzü toplamak epey sürecektir. Bu da-“ Nefesi bir anlığına kesildi. “Arvaların sürekli bize saldırmasını fırsat bilen Saryuslar… Uzun süredir sahne sırası için bekliyorlar. Kafesteki, büyük bir yırtıcı olsa bile tehlikededir. Ne kadar güçlü olduğumuzun önemi yok. Şu an kafeste gibiyiz.”

Kalabalığın ön saflarından seyrek saçlı, orta yaşlardaki bir adam küstahça öne atıldı. “Bize sorunlardan bahsetme.” Bir elini yumruk yapmış sallıyordu.  “Bu boktan durumdan bizi çıkarmanın yolunu biliyorsan ya hemen söyle ya da lafı geveleyip durmayı bırak.”

Alanor sakin tavrını bozdu. “Savaşmak ya da daha sonra savaşmak için beklemek. İşte sahip olduğumuz tüm seçenekler bunlar.”

“Ahmaklık! Savaşarak ölmek ya da bekleyerek ölmek dışında çok kazançlı çıkacağımız bir seçenek daha var.” Bir an için kalabalıktan çekiniyormuş gibi durdu. “Saryuslarla ittifaka gitmek. Hep onun peşinde olduklarını söylüyorsunuz. Tüm aradıkları bir parça iksir değil mi?” Kalabalıktan beklediği kadar tepki gelmemişti.

Aremas öfkeyle asasına davrandı. Öfkelendiğinde sesi çatallaşıyordu. “İksiri onlara vermemizin sonuçlarını biliyorsun Eron. İksiri alıp dünyaya geçerlerse oradan önce burayı temizleyeceklerini görmezden gelme gafletine nasıl düşersin.”

“Bunu zaten yapmıyorlar mı?” Ellerini iki yana açarak imalı bakışlar attı. ”Savaştığımız her an daha çok ölmüyor muyuz? Birkaç bin kişiden geriye sadece dörtte biri kaldı.” Küstah tavrını koruyordu.

“Enoluin sayesinde adadan kurtulduğumuzu unutuyorsun galiba. O ve oğlunun rehberliği olma-”

Eron araya girdi. Elini havaya savurdu. “Bizi kurtaran ve bu ilahi gücü veren tanrımız. Halkar değil.”

“Bu ne aymazlık! Onların ön deyisi sayesinde faciadan kurtulduk.” Aremas’ın sabır çıtasının epey alçakta olduğu gözden kaçmıyordu.

“Aman ne kurtuluş! Siz değil misiniz, sürekli iksirin peşinde olduklarını söyleyen? Soyumuzun katledilmesinden kurtulmak istiyorsanız şu lanet iksiri Saryuslara verirsiniz.”

Aremas üst dudağını kaldırdı, elmacıkları belirginleşti. Genç ve berrak teni zamanın tokadını biraz daha yemiş olsaydı göz kenarında kırışıklıklar da oluşabilirdi. “Senin yok oluşunu şansa bırakmayalım derim.” Asasını kavradı ve taş zemine vurdu.

Alanor telaşlandı. “Aremas herkes çok gergin, şu an birbirinizi öldürmeniz, isteyeceğim en son şey.”
Eron aşağılayıcı bakışlarıyla Aremas’ı süzdü.“Korkma bu yer cücesi kolay kolay ölmez.”

“Haddini aştın.” Çevredekiler olacakları öngörmüş olacak ki hemen kenar hatlara dağılmışlardı. Aremas hızlı bir rüzgâr darbesiyle Eron’u fırıldak gibi havada döndürerek birkaç metre öteye savurdu. “İksiri almak istiyorsanız önce beni öldürmeniz gerekiyor, duydunuz mu?” Sesi yine çatallaşmıştı.

Üstünü başını silkeleyip çabucak ayağa kalktı Eron. “Güçlü büyücüleri bu şekilde gözü kapalı elediğinize göre çok güvendiğiniz başka kozlarınız olmalı.” Aremas’ın hâlâ burnundan soluduğunu görebiliyordu. “Benden bu kadar küçük hanım, daha fazla maceraya atılmak istemiyorum. Size ulvi görevinizde başarılar.”

“Seni-“

Alanor bu sırada aşağı inmiş Aremas’ın bileğinden yakalamıştı. Yalvarırcasına baktı. “Lütfen işleri daha fazla zorlaştırmayalım. Zaten sayımız yeterince az.”

Aremas bileğini sert bir hareketle kurtardı ve arkasını dönerek uzaklaşmaya başladı. Ardında duyduğu rahatsız edici sesle birden irkildi. Tekrar kalabalığa doğru döndü.

Minik gök gürültüsünü andıran ses avluyu saran konağın çatısında duran arvaya aitti. Tam bir yetişkin sayılmazdı fakat yine de büyüktü. Ağaç gövdesi gibi genişleyen ayakları, ağırlığını dağıtarak eğimli yerlerde bile dengede durmasını sağlıyordu. Elbette bu, çatıdaki büyük kalasları çatırdatmasına engel değildi. Tam çatıdan zıplayacak iken Alanor yakıcı buharla gözlerine zarar verdi. Arva sendeleyerek gürültülü bir şekilde taş zemine çakıldı.

Alanor daha yoğun buhar üretip arvayı büsbütün sardı. Debelenen yaratık nihayet durmuştu. Kalabalıktan yine uğultular yükseldi. Herkes yeni bir saldırı dalgasına karşılık asasına sımsıkı sarılmıştı.

Alanor endişelenmişti. Eli titremeye başladı. Bunu sesine yansıtmamaya çalıştı. Yakınında duran iki toprak büyücüsüne seslendi. “Siz ikiniz, kalkandaki delinmenin ne düzeyde olduğunu araştırın hemen.”
Aremas şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. “Şimdi ne yapacağız?”

“Konseydekilere haber verin. Herkes toplantı odasına gelsin, çabuk olun.” Koşar adımlarla konağın giriş kapısına yöneldi. Elbisesindeki göbek hizasında bulunan tek düğme, saldırının etkisiyle açılmış olacak ki, yürüdükçe ipeksi kumaş sağa sola savruluyordu.

Onlar koşar adımlarla merdiveni çıkıp konaktaki toplantı salonuna doğru ilerlerken kalabalıktaki çocuklar korumaya alınmış, büyücüler olası saldırılara karşı mevzilenmişti. Bir tanesi geldiğine göre daha fazlasının da avluya iştirak etmesi hiç de şaşırtıcı olmazdı.

Boş koridorlar boyunca dans edercesine birbirine sarılmış zeytin dalı gravürlerinin eşliğinde ilerlediler. Alanor önde, Aremas ise hemen ardındaydı. Koridorun sonunda nihayet toplantı odasına vardılar. Kapı gıcırdayarak açıldı.

Pencereden süzülen güneş ışığı aldığı yol boyunca uçuşan toz zerreciklerini ifşa ediyordu. Büyük masa odanın ortasında atıl bir şekilde durmaktaydı. Kapı ve pencereler hiç açılmadığı için her şey tertemiz ve yerli yerindeydi. Zeytin dalı gravürü kapı eşiğinden yükselerek tavanı kaplamıştı. Koridordakinden farklı olarak buraya bereketin simgesi olan meyveleri de işlenmişti.

Birkaç dakika içinde altı kişi daha geldi. Alanor’un buyur etmesiyle konsey üyeleri dikdörtgen masanın etrafındaki sandalyelere oturdu. Alanor, Aremas ve Heronin haricinde ikisi kadın, beş büyücü daha vardı.

İvaren tez canlıydı, hemen konuşmayı başlattı. “Sanırım, kalkanı kontrol ettirmek için yolladığımız büyücülerden hayırlı haber geleceğini uman yoktur.” Endişeli yüzlerde hızlı bir tur attı. Kimse itiraz etmedi. Alanor’a döndü. “Kalkanın delindiğinin sen de farkındasın. Kargaşanın büyümesini istemedin.”

Alanor genç kadını teskin etmek istercesine bir tavır takındı. “Arvaların çevrelediği bir alandan, onlardan daha iyi kaçabilecek kimse yok İvaren. Düştüğümüz durumda her can, her büyücü kıymetli.”

İvaren’in yanında oturan, ondan daha yaşlı görünen buğday tenli diğer genç kız araya girdi. “Kaçmanın bir çözüm olmadığının farkındasın, öyle değil mi?”

“Elbette farkındayım. Bu gezegenin en ücra köşesindeyiz. Buradan ötesi kuş uçmaz, aşılmaz bir dağ ve kaçma şansımız, yağmurda koşarken ıslanmama olasılığımız kadar düşük.”

İvaren bilmiş bir tavır takındı. “Yani imkânsız.”

Aremas elini masaya koydu. “O halde eski müttefiklerimizden yardım istemek bizim son şansımız.”

Alanor kinayeli bir dille söylendi. “Korkarım, yardım isteyebileceğimiz tek olası müttefikimiz kaldı.” Başını hafifçe öne eğdi. “Tüm çabalarıma rağmen Rolen’den bir iz bulamadım. Ülkesi yıkılınca öldürülmüş olmalı.”
Heronin iç geçirdi. “Onlar büyücü bile değil. Dertleri bizimleyken niye onları öldürmüş olabilirler ki? Üstelik bunu herkesten habersiz bir gecede yapmayı nasıl başardıklarını da anlayamıyorum.” Hiddetle sözüne devam etti. “Şerefsizler, ittifak kurabileceğimiz tüm kanalları tıkıyorlar. Lakin yine de bu savaşamayacağımız anlamına gelmiyor.”

Alanor gözünü, konuşmanın başından beri sükûnetini korumuş olan Heronin’e çevirdi. “Elbette hâlâ savaşabiliriz. Fakat karanlıkta burnumuzdan ötesini görebilmemiz çok daha iyi olurdu.”

“O halde belki de gözleri daha iyi gören birilerine ihtiyacımız vardır.”

29
Kurgu İskelesi / Ynt: Grænlendinga Saga
« : 24 Kasım 2015, 13:41:40 »
Masalsı ve yalın, akıcı bir anlatımınız var tebrik ederim. Büyük bir kitaptan çok öykü gibi duruyor, yanılıyor muyum?

30
Kurgu İskelesi / Ynt: Kıpkısa Kulübü
« : 23 Kasım 2015, 23:58:51 »
"Dünya, gün geçtikçe kötüleşiyor dostum. Vakit varken çekip gitmeli." Donuk sesli adamın ruhu söylenileni çoktan yapmış gibiydi.
"Pekâlâ, ilk varan kazanır!"

Sayfa: 1 [2] 3