Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar -

Sayfa: 1 2 [3]
31
Kurgu İskelesi / Ynt: Gökdiyar Günceleri
« : 23 Kasım 2015, 21:34:53 »
Öncelikle hayırlı olsun şimdiden, umarım muvaffak olursunuz.

"Ay, sonsuz sayıda adanın arasından gülümserken hınzır bir çocuk gibi etrafa saçtığı ışıklardan biri bir odanın penceresinden içeri doğru süzülüp bir gencin yüzüne çarptı." Böyle bir cümleyi, ...etrafa ışık saçıyordu.. Işık, bir odanın... şeklinde ikiye bölersek okunması daha kolay bir hale çevirmiş oluruz. Hepimiz zaman zaman bu günaha giriyoruz. Mümkün olduğu vakit daha kısa cümleler halinde yazmak okurun işini kolaylaştırır ve hikayenin güzergahından sapmamasını sağlar.

"Çok az yapılı..." Galiba çok az derken biraz demek istediniz? Şayet zıttı ise "Zayıf, çelimsiz vb." gibi kelimeler kullanılabilir. Bence anlam karmaşası var burada.

"Çok az yapılı genç yatağından doğruldu ve yatağına oturdu." Yataktan doğrulmak gibi öncül bir eylem var. Yatakta doğrulduktan sonra insanlar oturur pozisyona geldiği için ikinci eylem ifadesi fazlalık olmuş oluyor. Lakin orada, "bir süre yatakta oturdu." şeklinde bir ifade ekleyecekseniz bu olabilir.

"Çocuk, hafifte olsa esmerdi." -de ayrı. :)

"Yeşil gözleri sinir ile Ay Dede’ye baktı." yerine "gözleri ile sinirli bir şekilde" ifadesi daha şık olabilir.

"Küfrederek perdelerini kapattı ve yatağa uzanıp mor renkli yorganını üzerine çekip" Belki teknik bir hata sayılmaz ama daha rahat okunması ve okuru huzursuz etmemesi adına; anlatım sırasında -ıp,-ip gibi bağlaç tekrarı yapmaktansa sırayı "uzanıp... çekerek" şeklinde devam ettirmek daha iyi olacaktır.

"Bilim ve Teknoloji’nin ülkesi" Özel bir ad? olmadığı için Teknoloji şeklinde yazılması gerekmez.

"Tanrılar Zha Kristaline hapsolsalar dahi her 15 yaşına gelen gençlerden kendi müritlerini seçer." Anlam düşüklüğü var?

"Kız, pekâlâ ki güneş ışığı altında.. " sadece pekâlâ olması gerek. İlave ki yok.

"Kapıya doğrulup usulca kapıyı çaldı." Fiiller nesneye yönelim sırasında karışıklık yaratmayacak ise nesneyi birden fazla kere anmanın gereği yok. "Doğrulup usulca kapıyı çaldı." şeklinde yazabilirsiniz.

"Kahverengi kapı usulca açıldı." Az önceki cümleyle arasında sadece bir cümle var ve bu durum ifade tekrarını çağrıştırdığı için zihindeki dişlilerin takılmasına neden olur. Yakın anlamlı veya anlamdaş sözcükleri kullanmanız yerinde olur. "Yavaşça" gibi...

"Kahverengi saçları omzundan toparlanıp aşağı iniyor, kehribar rengi gözleri ise önündeki kıza şefkat ile bakıyordu. " Benzer şekilde bu cümleyi de birkaç parçaya bölmek iyi bir fikir. İniyordu... Bir de "Bakmak" eylemi daha çok canlının şahsına ait. Dolayısıyla gözleri bakıyordu yerine gözleriyle baktı demeniz daha uygun. "Önündeki kıza şefkat ile bakan kehribar rengi gözleri vardı." gibi...

"onun bu odunluklarında içinden"Direkt olarak hata değil ama kulağa hoş gelmesi açısından "kabalık" olarak değiştirilmesi daha uygun.

"Merdivenleri hızla çıkan Mio, üst kata merdivenleri gıcırdatarak çıktı." Eylem tekrarı ve dolayısıyla anlatım bozukluğu var. :) "Hızla hareket eden Mio, üst kata çıkarken merdivenlerin gıcırdamasına neden oldu." demek daha hoş durabilir.

"Bu adalar benim sayemde varlar!" Fiildeki çoğul eki düşürülse daha iyi olur. "Var!"

Bundan sonraki kısımlarda da benzer hataları tekrar tekrar söylemeye ihtiyaç duymadım. Buralardan yola çıkarak bütün metinler hakkında yeniden değerlendirme yapabilirsiniz.

Gelelim genel eleştirilere. İlk bölüm, okuyucuyla bir nevi düello yaptığınız bölümdür. Burada yaptığınız zekice şeylerle okuyucuyu ya oyunda tutarsınız ve yazdıklarınıza ilgi duymasını sağlarsınız ya da nakavt edersiniz. Yanlış saymadıysam en az 10-15 kadar yabancı isim var ve biz hikayeyle yeni tanışmış olan kişiler olarak bunların ne ifade ettiğini bilmiyoruz. Neticede okumaya çalıştığımız şey arkaik bir metin değil, kullanılan isimlerin kim olduğunu veyahut neresi olduğunu, hikaye için ne ifade ettiğini bilmek isteriz. Eğer bu kadar çok ismi, önümüze oyuncak kutusunu döker gibi dökerseniz elimiz ayağımız karışır. Hangi parçanın, bütün için neyi ifade ettiğini anlamakta zorlanırız. Siz hikayeyi uzun süredir tasarladığınız için avantajlı durumdasınız ancak biz hikayenin cahilleri olarak aynı ayrıcalığa sahip değiliz. :) Bu yüzden biraz daha bizi düşünerek hareket etmeniz gerekecek.

Bunun dışında virgül kullanımına biraz daha dikkat etmeniz okumayı ve anlamayı kolaylaştırmak adına iyi olabilir. Umarım ayrıntılara takılarak sizi sıkmamışımdır. İyi çalışmalar.

32
Kurgu İskelesi / Ynt: Hayat Getiren
« : 23 Kasım 2015, 20:22:29 »
2.Bölüm

Spoiler: Göster
Hayata dair tüm kıvılcımlar, sıradağların çevirdiği nispeten küçük sayılabilecek ovaya sıkışmıştı. Burası, yeşilin ve mavinin coşkusunun topraktan adeta taştığı bir yerdi. Ağırbaşlı, aldırmaz ağaçlar yaşamın bayrağını buraya açalı çok oluyordu. İnsanoğlunun şımarıklığını ve aymazlıklarını kendilerine yük edinecek olsalar kahrından kurur, çiçekler açmaz olurdu. İnsanoğlunun sapkın arzuları bugünlerde yine kabarmıştı. Dolayısıyla, doğanın umursamaz bilgeliğine her zamandan çok ihtiyaç vardı.

Kırmızıdan başka tüm renklerin dışlandığı bir andı. Ateşin, kanın, acının kırmızısıydı bu. Savaşın acımasızlığı güneşi de korkutmuş, kaçırmıştı. Sağanak yağmur isyan edercesine yeri dövüyor, amansız mücadele içinde kendine rol bulmaya çalışıyordu.

   Arvalar, o iri cüsselerine isabet eden büyülerle yere yığılıyor, adeta devrilen ağaçları andırıyorlardı. Hayatta kalanların ise ölülerinin çatırdayan kemiklerine aldırmadan üzerlerine basıp geçmekte bir sakınca görmediği açıktı. Bacaklarındaki kirpi dikeni benzeri irili ufaklı çıkıntılar adım attıkça yaylanıyordu. Karın derilerinin yerine sıkıştırılmış toprak ve ufak taşlardan oluşan birikintiler vardı. Gelişigüzel yerleşmiş olan taşlar, daha çok oraya sonradan tutturulmuş hissini uyandırıyordu.

   Arvalar, insanüstü nitelikler olmaksızın karşı koyulma cesareti gösterilebilecek türden canlılar değildi. Heybetli duruşları bile ikinci kez düşünmeye mahal vermeyecek cinstendi. Dolayısıyla donanımsız insanların iri bir arvayla karşılaştıktan sonra rotasını değiştirmeleri için oldukça haklı gerekçeleri vardı.

   Halkar sırt sırta duran iki arvaya bakarak bir şeyler fısıldadı. Dut ağacından yapılma bir adam boyundaki asadan ipek ağlar uzanarak iki arvayı da ayağından yakalayıp yere serdi. O kadar iri yapılı ve uzundular ki, her biri yere düştüğünde adeta ufak çaplı zelzeleler oluyordu. Boyları ortalama bir insan boyunun iki katı kadardı. Kulak yerine, sesi geniş açıyla toplayan yelpaze şeklinde uzantıları ve kulak yolundan uzanan dikensi çıkıntıların arasını kaplayan sert içbükey deri katlantıları vardı. Küt burunlarının yukarısında başlayan minik kırışıklıklar alından yukarı çıkıldıkça keçi yolunu andıran engebeli dağ geçitlerine dönüşüyordu. Abanoz rengi dalgalı ve kırışık vücut hatlarında, kel ve kurumuş çamur dolu kafalarında yer yer otlar bitmişti.

   Mücadelenin ritmi iki tarafın da bu çatışmalara uzun süredir aşina olduğunun göstergesiydi. Adımlar ve hareketler karşı tarafın zayıf yerlerine yönelik ve çabuktu. Arvaların akıl, Halkar’ın başını çektiği Hekarinlerin ise güç noksanlığı vardı. Doğada zayıflığa tahammül olmadığına göre, hayatta kalmak için zayıflıkların ayıbını örtecek güçte başka üst düzey yeteneklere ihtiyaç vardı.

Yağmur kendisine aldırış edilmediğini gördükçe öfkeleniyor olmalıydı. Kızıl toprak zeminde, çoktan minik derecikler oluşmuş, askerlerin ayaklarının arasından akıp gidiyordu. Yer yer gölleşen derecikler güçlerini birleştirip taşıyor, daha büyük olup aşağıdaki ovalara akıyordu.

   Hekarinler, arvaların sayıca üstünlüğüne rağmen kıvraklıkları ve zekâlarıyla onlara üstün gelmeyi başarmıştı. Hekarinler insanın doğa karşısındaki zayıflığını telafi edecek düzeyde büyü gücüne sahipti. Savaş Hekarinlerin lehine sonuçlanıyor gibi görünse de, ölen arvaların yerini çok geçmeden yenisi alıyor, sıradağ yamaçlarında yağmur damlaları kadar hızlı toplanıyorlardı.

   Yamaçlardan gürültülü bir ses geldi. Toprak bu kadar çok yağmuru bağrına basamamış, salıvermişti. “Kalan gücümüzü seli durdurmaya harcayamayız. Büyülerinizi harcarken tutumlu olun.” Halkar olanca gücüyle bağırmıştı. Eğer sele direnmeye kalkarlarsa, arvalar bunu fırsat bilir, büyü yapmakta olan Hekarinleri gürzleriyle çamura gömerdi. Bu yüzden sele teslim olup selin gücüyle ovaya sürüklenmenin en iyisi olduğunu düşünmüş olmalıydılar.

   Sel, kükreyen bir aslan misali beraberinde sürüklediği kütüklerle savaş alanındaki yerini aldı. Doğanın tüm kudretini arkasına almış olmanın verdiği şımarıklıkla, toprak üzerindeki her şeye meydan okuyordu. Hekarinler, Halkar’ın çağrısına kulak verip kendini suyun akışına bıraktı. Düşündükleri gibi oldu. Arvalar sürüklenmemek için toprağa tutundular. Lakin sel o kadar kuvvetli akıyordu ki, arvalardan birkaçını da topraktan sökmeyi başardı.

   Bulutların timsah gözyaşları dindi. Vardiyayı güneşe bıraktılar. Sel önüne ne bulduysa katmış ovaya dolmuştu. Geriye sadece büyük sele yetişmek için peşinden koşuşturan derecikler kalmıştı.

   Ortalamaya göre uzun sayılabilecek bir kadın kısa süren yıkımın ardından irkilerek uyandı. Suratına doğru seğiren kalın bir dal parçası uyanmasına yardımcı olmuştu. Yarı baygın şekilde çamura batmıştı. Kömür karası saçlarına yapışmış çamurları eliyle tarayarak yere attı. Suratını ivedilikle silip neredeyse ifadesiz gözleriyle çevresine bakındı.

   Etrafta ağaç parçalarından başka canlılık emaresi taşıyan hiçbir şey yoktu. Heronin saçındaki kaba ağırlığı büyük ölçüde temizledikten sonra sol avucunu aşağı doğru tuttu. Büyük bir pervaneninki kadar rüzgâr oluşturmuştu ancak çamur balçık kıvamına geldiği için dağıtmak çok güçtü. Üstünü başını biraz daha batırmaktan başka bir işe yaramadı. Omuz hizasına kadar yükselen asasındaki kurumaya başlamış çamuru da temizledi.

   Neredeyse dizine kadar çamura battığı için yürümekte zorlanıyor, seke seke ilerliyordu. Savaşta gücünün çoğunu kaybetmiş olsa da yürümeye devam etmesi gerekiyordu. Zihnini kalabalıklaştıran birbirinden kötü felaket senaryolarını kovmaya çalışırken biraz uzakta aniden parlayıp sönen bir şeyler gördü. Olanca gücüyle hızlandı. Arkadaşları arvaların saldırısına uğruyor olmalıydı.

   Büyü menzilinin dışında bir arva kalabalığı vardı. Asadan fırlayan büyü, kalabalığın içinden birini isabet almıştı. Kızıl saçları ve sağ omzundan dolanan örgüsüyle, Halkar’ı nerde görse tanırdı. Koşmayı sürdürürken yeni felaket senaryoları zihnini kemirmeye devam ediyordu.

   Belli belirsiz bir inleme sesi duydu. Halkar sağ dizinin üstüne çökmüş, başını eğmişti. Heybetli vücudu ve geniş omuzları olduğundan küçük görünüyordu. Heronin’in kalbi deli gibi çarpmaya başladı. Halkar’ın sırtı birden büyük bir gölgeyle örtüldü. Heronin’in nefes alışı kesilecekmiş gibi yavaşladı. Selin intikam alırcasına paçavraya çevirdiği ormandan arta kalan enkazın arasında ona yardım edebilecek birilerinin var olması için dua ediyordu.

   “Halkar arkanda, dikkat et.”diye haykırdı Heronin. Çılgına dönmüştü. “Seni şeytan.” Asadan çıkan büyü hızla arvaya doğru gitti. Fakat büyüsü mesafenin yarısına bile ulaşamamıştı. “Hayır, bir daha!” Arva elindeki gürzle Halkar’a öldürücü bir darbe indirmişti bile. Zavallı adam yere yığıldı.

   Heronin acıyla haykırdı. Gözyaşları içinde, bu çamur havuzunda ne kadar hızlı koşulabilirse o kadar hızlı bir şekilde Halkar’a doğru koştu. Ortalık arva mezarlığına dönmüştü. Ölü bedenleri soğuk bir cesetten ziyade örselenmiş et yığınlarını andırıyordu. Hâlâ onlarcası oradaydı. İyice yaklaştıktan sonra asasını kaldırdı, derin bir nefes aldı. Gözleri keskinleşti. Kehribar rengi gözlerine puslu bir perde çöktü. Sağ göz bebeği hizasından ikiye ayrılmış perçemler havaya sıçradı. Kalabalıktan geriye kalan arvalar hemen Heronin’e saldırmak için koştu. Buz gibi bir rüzgâr esti, hava aniden soğudu. Öfkesi rüzgâra katılmış, arvaların ıslanmış vücut kıvrımlarını teğet geçiyordu. Gök bembeyaz parladı ve büyük buz sarkıtları yağmaya başladı. Kılıç kadar keskin sarkıtlar olanca gücüyle arvaların bedenine hücum ediyordu.

   Heronin tükenmiş bir şekilde yere yığıldı. Sağ eli Halkar’ın sol omzunun üzerine düşmüştü.  Boynundaki yaralardan sızan kan, çamur engelini aşmış, vücuttan kaçış planında başarılı oluşunu kutlarcasına coşkuyla akıyordu. Düşmenin etkisiyle kan pıhtısı yerinden oynamış olmalıydı. Sağ omzunun üstünde yerde yığılıyken, neredeyse kapalı olan göz kapaklarının izin verdiği ölçüde belli belirsiz bir şeyler gördü.

   Aremas yaklaşmakta olan arvayı görmüş harekete geçmesine imkân vermeden Heronin ve Halkar’ın üstüne kat kat rüzgârdan oluşan minik bir kalkan örmüştü. Geride kalanların hepsi onunla birlikteydi. Şuursuzca kalkana gürzleriyle vurmakta olan arvayı el çabukluğuyla yere serdiler.

   Aremas ellerini dizlerinin üstüne koydu, soluk soluğa kalmıştı. Büyük gözleri, küçük burnuyla çok zarif görünüyordu. Burnuyla aynı orantıda küçük kulakları ve kulaklarının arkasından dolanarak omzuna inme çabaları yetersiz kalmış altın sarısı saçları vardı. Gerdanlığının halkası renkli tüylerle kaplıydı. Tam ortasından ise göğüslerinin arasına doğru inen kocaman siyah bir telek göze çarpıyordu. “Yaşıyorlar mı?”

   Alanor, kocaman elleriyle ikisine de dokunuyor, yaşam belirtisi arıyordu. Dizinin üstünde yükselerek ayağa kalktı. Aremas’a suçlu gözlerle baktı. Dudakları titredi. “Geç kalmışız.”

   “Hayır!” Aremas hızla ikisinin yanına yanaştı, dizlerinin üzerine yere çöktü. “Şimdi olamaz, hazır değilim. Çok erken. Hayır!” Duygusal enkazın altında, tüm hücrelerine varana dek acı çekerek ne yaptığını bilmeksizin saçını sımsıkı tutuyordu.

   Alanor, intihar etmeye niyetli olan gözyaşlarını durdurdu. “Sadece Halkar ölmüş. Heronin’i hâlâ kurtarabiliriz.”

   “Onu dinlememeliydik.” Gözyaşları Halkar’ın ceketindeki kurumuş çamuru tekrar ıslatıyordu. Aremas yumruklarını sıktı. Ufak parmaklarına rağmen taş gibi sıkılı yumruğuyla oldukça tehdit edici görünüyordu. “Onlara karşı hâlâ üstünken bu mücadeleyi orada da kazanabilirdik.”

   Dağın eteklerinden bağırışlar duyuldu. Alanor Aremas’ın koluna yapıştı. “Kalk, geliyorlar. İkisini de alıp geri çekilmeliyiz.”

   “Burada kalıp savaşabiliriz.”dedi Aremas. Sendeleyerek doğruldu. Taze bir ölüm hadisesiyle bedeninin kıvrımlarını ıskalamadan saran kasvete aldırış etmeksizin tehlikenin karşısına dikildi.

   “Herkes çok yorgun Aremas, olmaz. Halkar ve Heronin’i alıp geri çekiliyoruz.” Halkar’ın sağ kolu olduğu için tüm Hekarinlerin sorumluluğu titrek omuzlarının üzerine geçmişti. Buğulanan gözlerindeki karmaşayı dağıtıp Heronin’i kaldırarak yanındaki iki arkadaşının omzuna verdi. “Çabuk şifacıya götürün. Acele edin, haydi.”

   Aremas’ın hıçkırıklarla sarsılması duyuldu. Alanor endişeyle sağ tarafına döndü.

   “Halkar yerinden kalkmıyor.” Kelimeleri gözyaşlarına bulanıyordu sanki.

   “Nasıl olur?”Alanor bir yandan geride kalanları güvene almak istiyor bir yandan da olan bitene anlam vermeye çalışıyordu.

   “Bilmiyorum Alanor, bilmiyorum. Zerre kadar kımıldatamıyorum.” Elemden elleri titriyordu.

   Alanor asasından ipek ağlar çıkarıp Halkar’ın bedenine sarıp olanca gücüyle asıldı. Destek aldığı sağ ayağı iyice geriye doğru gidiyordu. Ayak bileğine kadar çamura gömüldü.

   “Olmuyor, Alanor. Kımıldamıyor. Onu burada bırakıp gitmeyiz, değil mi?” Bu sırada ovanın ötesinde, selin sürüklediği kütüklerin hemen ardında kütüğü aşmaya çalışan birkaç arva göründü. Yağmurun hiddetiyle yıkanmışlar, abanoz rengi vücutları temizlenmişti. Günün çoğunda toprağa serilip güneşli bir yerde uzanan bir mahlûk için pek rastlanır bir şey değildi.

   Aremas dizinden destek alarak doğruldu. “Onları bana bırakın.” Burun kanatlarının kenarlarındaki çizgi iyice belirginleşmişti. Olağan görünümündeki gamzeler yerini hiddetin ve intikamın arbedesiyle gelen karmaşık yüz ifadelerine bırakmıştı. Asasını adeta toprağa gömdü. Sağ eliyle asayı tutuyor sol elini ise asaya yaklaştırmış, onu uzaktan kavrıyordu. Arvaların hızı kesilmiş, sanki bir engele takılıyorlarmış gibi patır patır düşüyorlardı.

   Alanor Aremas’ın elini kavradı. “Kes şunu, daha arkada yüzlercesi vardır. Düştüğümüz aciz durumda seni de kaybetmeyi göze alamam Aremas.” Yalvaran gözlerle Aremas’a baktı.

   Aremas nefes nefese kalmıştı. “Hepimiz yorgunuz Alanor, birinin onları durdurması gerek. Herkesi alın ve köye dönün. Bir rüzgâr büyücüsünün arvaların karşısında yenildiği görülmüş şey değildir.” Ortalama bir kadın büyücüye göre çok daha kudretli görünüyordu.

   “Gidin, geriye çekilin.” Rüzgârın gökyüzüne taşıdığı bir fısıltıydı sanki.

   “Yaşıyor.”diye bağırdı Aremas. Gözlerinin içi yaşla doldu. Asayı tutan eli gevşedi. Halkar’ın yanına adeta sıçradı.

   “Dediklerimi dinleyin, fazla zamanınız yok.” Halkar’ın dudaklarında, hayatta olduğunu ispatlayacak en ufak kıpırtı yoktu.

   Alanor Halkar’ı yerden kaldırmak için ileri atıldı. Eli, Halkar’ın saydam bedeninden içeri girdi. Gördükleri karşısında sesi titremeye başladı. “Halkar bu büyü de nedir?” Endişeli hali büsbütün bedenini sarmıştı.

   “Çok yakınlar, hissediyorum. Alanor, dediğimi yapın. Gidin ve geride kalanları koruyun. İksiri koruyun.”

   “Aval aval bakmayın, dediğini duydunuz.” Asayı sımsıkı tutuyordu Alanor. “O halde bölgeye kalkan örüyoruz.

Başka seçeneğimiz kalmıyor.”

Açıklıktaki yaklaşık üç yüz büyücü asalarına sımsıkı sarıldı. Hepsi hırslı, kararlıydı. “Şimdi! Altekregalov.” Toprak fokurdamaya, rengi açılmaya başladı. Altıgen örgülü, buğulu, kalın bir cam gökyüzüne yükselme telaşına düşmüştü.

“Daha güçlü, çok yaklaşıyorlar.”diye bağırdı Alanor. “Tekrar, Altekregalov.” Sanki duvarı ören minik pericikler hızlanmıştı.

Arvaların birisi kalkanın üstünden içeriye zıpladı. Aremas ileri atıldı ve rüzgâr darbesiyle arvayı kalkanın dışına attı.

Diğerleri büyüye devam ediyor, daha kuvvetli bağırdıkça toprak daha çok fokurduyordu. Nihayet kalkan, arvaların aşamayacağı kadar yükselmiş, gökyüzüne doğru uzanan kavisli bir set oluşturmuştu. Hepsi soluk soluğa kaldılar. Kimilerinin ise başı dönmüş dizlerinin üstüne çökmüştü.

Kalkan örme işi tamamlandığında Alanor gözlerini hemen batıya, yeşil obruğa çevirdi. Biraz uzaktaydı ancak yüksekte olduğu için görebiliyordu. Sinirli bir şekilde bağırdı. ”Aksi şeytan! Dünya kapısını kalkanın içine alamadık.”

Aremas, Alanor’un omzuna elini koydu. “Elimizden geleni buydu, Alanor. Neyse ki iksir bizde, onsuz hiçbir şey yapamazlar.”

Alanor aldığı nefesi gürültülü şekilde burnundan verdi. Gözlerini devirdi ve sakin bir şekilde nefes almaya çalıştı. “Sanırım haklısın. Kaybetmediklerimize şükretmeye alıştık.”

Tekrar bir fısıltı duyuldu. “İksiri koruyun.”

   “Halkar.”diye bağırarak ileri atıldı Aremas. Çaresizce kalakaldı. Bedeni tamamen kaybolmuştu. Aremas gözyaşlarının dökülmesine mani olamadı. “Koruyacağız.” Hıçkırıklarının arasında bu kelime duyulabilmişti sadece.

   Güneşle ayın gökyüzündeki yer değiştirme vakti yaklaşıyordu. Zaman duraksamadığına göre hayat da devam etmeliydi. Geride kalan herkes sağ olarak köye geri döndü. Savaşta ağır yara alanlar tedavi altındaydı. Fiziksel olmayan yaraların iyileşmesi diğerlerinden daha uzun sürecekti.

Köyün ortalarında bir yerde iki katlı bir konak vardı. Alanor, sade mimarilerle döşenmiş konağın avlusunda yer alan altıgen çeşmenin yanında durmuş, etrafına bakınıyordu. Etrafta, akşamın gelmesini keyifle bekleyip ötmeye hazırlanan birkaç cırcır böceğinden başka bir canlı yoktu. Bu gezegende de doğanın kuralları böyle işlediği açıktı. Bir yerde filizlenen bir acı, asla onunla işi olmayan mutlulukları gölgelemiyordu. Çevresine serpiştirilmiş irili ufaklı birçok ağaç, konağın mütevazı saygınlığını taçlandırıyordu.

Alanor, alacakaranlığın belirmesiyle birlikte batıya doğru harekete geçti. Yüzünü döndüğü yolda sadece tek bir ev vardı. Uzaktan bakıldığında küçük ve basık görünüyordu. Katmerli yalnızlığı da cabasıydı. Köydeki nüfus birkaç yüz kişiyi geçmiyordu ancak yine de birbirine yakın dikilmiş evler çoğunluktaydı. Bu ev ise köy sınırının ulaşabildiği düzlüğün en batısında yer alıyordu. Daha da batısında, haşin bir diklikle yükselen kocaman bir dağ vardı. Tüm hırçın benliğini ortaya koymuş, iki ayaklılarla arasının pek de iyi olmadığını ima edercesine engellerle donanmıştı.

Alanor, temkinli adımlarla iki tarafı çalılarla dolu yoldan aşağı doğru inmeye başladı. Zihni, Halkar’ın ölümüyle yaralanmıştı. Şu an yapmak istediği tek şey uzanıp boş boş tavanı ya da yıldızları seyredip acısının nasırlaşmasını beklemekti. Ancak, ayaklarının emir tanımazlığı ve haşarılığı yüzünden yol almaya devam ediyordu. Yolun ucundaki eve gelince durdu. Gerginliğini üstünden atıp rahat bir nefes almaya çalıştı. Gözlerini usulca kapadı ve kapıyı tıklattı.

Kapıyı, göz torbaları burun kanatlarına kadar sarkmış, dudak kenarları doğuştan yukarıda konumlanmış yaşlı bir kadın açtı. Alt dudağını hafifçe yukarı kaldırıp, gözlerini uzun boylu adama dikti. Neredeyse ifadesiz bakışları Alanor’un işini kolaylaştırıyor olmalıydı.

“Enoluin. Ben-ben ne diyeceğimi bilemiyorum.“

Enoluin, eliyle Alanor’un ağzını kapadı. Boğuk bir sesle “İçeriye geç.”dedi. Dokunuşu Alanor’un kalp atışlarını da yavaşlatmıştı.

Alanor, duvarları birbirinden renkli ötücü kuş motifleriyle dolu olan koridorun girişinde ayakkabısını çıkardı ve Enoluin’in peşinden salona girdi. Odanın arka köşesinde en son ne zaman düzenlendiğini tahmin etmesi güç, minik bir kitaplık vardı.

Enoluin gülümsedi. Sevecen bir tavırla bir ucu dışarıya fırlamış kitaplardan birisini aldı. Üzerini sildi. “Kitaplarını çok severdi.”

Alanor yutkundukça yerine yenisi gelen düğümlerden kurtulma çabasındaydı. “Biliyordun değil mi?”
Enoluin gözünü zemindeki tahta döşemeye dikti. Uzun uzun boşluğa baktı. Alanor’a dönüp yüzüne anlamsız bir ifade takındı. “Bilip de elin kolun bağlı oturmanın ne demek olduğunu tahmin edebilir misin?” İstifini bozmadan devam etti. “Peki ya, ölümü görüp hiçbir şey olmayacak gibi bir tavırla yaşamak zorunda oluşun anlamını?” Derin bir nefes aldı, seğiren yüzü gülümsüyormuş gibi bir ifade takınmasına neden oluyordu. Yüz kasları ya hastalıktan ya da üzüntüden titriyor olmalıydı. İkisinin birlikte olması ihtimali ise hepsinden kuvvetliydi.

“Kurtarmayı deneyebilirdin.”

“Hayır, Alanor. Yanılıyorsun. Ölüm kapına kadar geldiyse, sen kapıyı açana kadar bekleyecektir. Azrail o kadar yolu sırf sen hazır değilsin diye geriye dönmez.” Boş bakışlarının ardında çok eskiye dair anıları bir yanıp bir sönüyordu. “O hatayı bir kere yaptım, Alanor. Kaderi değiştirmeye çalıştım. Peki, sizi bekleyen ölümden, gerçek kıyametten kaçırabildik mi? Üstelik kapana kısılmış fareler gibiyiz. Kayığa zincirle vurulmuş, her geçen saniye şelalenin çığlığını daha çok duyan tutsaklar gibi akıntıyla yol alıyoruz.”

Alanor, Enoluin’in neyden bahsettiğini iyi biliyordu. Kahır ve pişmanlıklardan peyda olan sıkıntıyı dağıtmaya çabaladı. “Cenazeye katılacaksın değil mi?”

“Ah Alanor.” Enoluin’in boğazı düğümlendi. Anlamsızca kesik kesik güldü. “Her gece Halkar’ın ölümünü rüyamda görmek dayanılmazdı. Daha fazla yan yana duramazdım Alanor. Bir şekilde, beni bir daha görmemesini sağlamanın, onu benden uzaklaştırmanın yolunu bulmalıydım.” Öksürdü. “Ortada gömecek bir beden olmasa bile-” Enoluin’in cümleyi tamamlarken zorlandığı ayan beyan seçilebiliyordu. “Geleceğim.”
Alanor usulca yerinden kalktı. “Altıgen çeşmenin orada olacağız.”diyerek kapıdan dışarı çıktı. Ayakları bu sefer fevri davranmıyor tam aksine beyinden gelen emirleri eksiksiz uyguluyordu. Bu da neden koşar adımlarla arkasına bakmaksızın uzaklaştığının ispatıydı. Geldiği yolu yürüyerek çeşmenin bulunduğu bölgeye geri geldi. Savaştan sağ çıkan ve ayakta durabilen herkes birer birer meydanda toplanıyordu. Çaresizlik ve korku meydanda kol geziyor, hüzün ve kederse havayı ağırlaştırıyordu.

“Heronin’in iyi olacağı söyleniyor.” Aremas, Alanor’un hemen ardında belirivermişti.

Alanor rahatlamışçasına gülümsedi. Çoğunlukla gerili duran yüz hatları gülümsemesini yapmacık bir ifadeyle perdeliyordu. “Zaten o inatçının ölümle arası pek yoktur.”

Aremas, toprağın bazıları için bugünlük de olsa yasaklamış olduğu kelimeyi duyunca irkildi. Başını öne eğdi. “Öyleyse ölüm kendisine tapanların peşinde de değil. Sahi kimleri seçiyor dersin?”

Alanor vakur bir tavır takındı. “Nefret ve ihtiras kıskacında bir seçim yaptığını sanmıyorum.”Halkar’ın ölüm anı aklına geldi. “Belki de sadece ayağına takıldığımız içindir. Bizim her gün önümüze bakmadan yürüyüp ezdiğimiz sayısız karınca gibi…”

Aremas düşünceli gözlerle Alanor’u süzdü. “Ölümü benden daha iyi tanıdığın kesin. Tüm ailemi elimden çekip aldığında hep haklı gerekçeler aradım. Sanırım, bilirsin, umursamıyor.” Ağlamaklı hali gitmişti. Hatırlamak istemediği anılara bir yenisi eklenmişti. Bereket ki, bunlarla baş etmek konusunda eskiye göre daha iyiydi. “Az kalsın unutuyordum. Selden sonraki siste bir gariplik olduğunu sezmiş olmalısın. Birileri, birbirimizi bulmamızı zorlaştırmak istedi.”

Alanor’un hafif şaşkınlığıyla kaşları biraz olsun kımıldadı. “Haklısın, o hiç de doğal değildi. Üstündeki büyü izinden şüphelenmiştim.”

“Aynı ihtimali mi düşünüyorsun?”. Aremas’ın yüzüne vuran mum ışığı gittikçe titrek bir hal alıyordu.
Alanor başıyla onayladı. “Evet, aykırılar yapmış olmalı. Bunu yapabilecek büyücüleri var nasıl olsa. Halkar’ın ölümünü istemeleri için kendilerince sebepleri var.”

Enoluin’in gelmesiyle beraber kalabalıktan yükselen uğultular yerini sessizliğe bıraktı. Sade bir tören eşliğinde dualar okundu ve Halkar için temsili bir mezar inşa edildi. En çok giydiği hırkaların biri uzatılıp toprağın altına gömüldü. Başı belli olsun diye ufak bir fidan dikildi. Mezarın başına dikilen ağaçların, ölünün ruhu ve gökyüzü arasında köprü olduğuna inanılırdı. Herkes ziyadesiyle hüzünlü ve suskundu. Ay, halesiyle beraber gökyüzündeki yerini almaya başladı. Bir günde iki güneş birden batmıştı.

33
Kurgu İskelesi / Ynt: Zaman değişkeni
« : 21 Kasım 2015, 19:59:20 »
Yanlış anlaşılmasın, bu sadece seninle ilgili bir konu değil. Benzer bir temel üzerine yazmaya çalışan herkesin karşılaştığı bir problem. Hikayeyi sınırlandıran şey daima kullandığın öğelerdir. Ya sınırlandırdığın öğeleri genişleteceksin ya da satrançta açılamayıp kendini sürekli savunmaya çalışan oyuncular gibi belirli öğelerin ve konuların arasına sıkışıp hikayeyi tüketeceksin. Bence aşamalı bir teknik kullanarak sürekli zihnini canlı tut. Örneğin, astronotun uzaya gitmesiyle beraber ortaya çıkan durumun kazanımlarını ve dezavantajlarını yaz.

Kazanımları; yalnızlık, yeni heyecanlar, keşif, huzur, özeleştiri ortamı vs.

Dezavantajları; sevdiklerinden ayrılma, doğaya özlem, rutin aktiviteleri özleme vs. gibi.

Bence elindeki kozları her durum için ortaya dökersen çok farklı şekilde hikayeler kurgulama şansını elde edersin. Gözün gördüğü az olunca zihnin düşlediği de az oluyor bazen.

34
Kurgu İskelesi / Ynt: Uyanık - I. Bölüm
« : 21 Kasım 2015, 19:40:45 »
Elbette kurguyu karakterler üzerine yükleyebilirsiniz. Bunda herhangi bir hata yok. Ancak durum hikayelerinde bile nedenleri merak eder okur. :) Okur işte, cahildir, sizin gibi hikayenin detaylarını bilmez ve hikayeye tutunmak için bir dal arar. Bunu yapmayanlar çoğunlukta ama bence yapanlar bir adım öndedir her daim. Kolay gelsin.

35
Kurgu İskelesi / Ynt: Zaman değişkeni
« : 21 Kasım 2015, 19:22:51 »
Sadece, henüz okuyabildiğim ilk üç bölüm için konuşacağım. Bilim-kurgu ve fantazya yazmak ilk başta kolaymış gibi görünür. Halbuki, hikayeyi etkileyici kılmak için hayalimizdeki birkaç öğeyi ardı ardına sıralamaktan fazlası yer almalıdır. En basit konuları bile ilgi çekici kılan şey kurgu ve karakterlerdir. Bu nedenle üzerinde çalışman gereken kısım bunlar. Belki, uzay yolculuğu vs. gibi apokaliptik olgular kendi zamanı için ilgi çekiciydi ve sadece birkaç öğe kullanılarak basit bir hikaye yaratılabilir ve bu da beklenileni verebilirdi. Ancak artık böyle olaylar insanlık için neredeyse sıradanlaştı. Dolayısıyla bu kapsamda yazılacak olan hikayelerin ortaya ağırlığını koyabilmesi için temel hikayecilik tekniklerini geliştirmeye ve bunları kullanmaya ihtiyacın var. Umarım devam edersin. Herkes bir günde yazar olmuyor. :) Hoş herkesten yazar da olmuyor. Sadece keyif için de yazabilirsin. İyi çalışmalar.

36
Kurgu İskelesi / Ynt: Uyanık - I. Bölüm
« : 21 Kasım 2015, 18:10:32 »
Öncelikle hayırlı olsun. Madem eleştiri istemişsiniz. Naçizane görüşlerimizi belirtelim o halde. :)

"Reviv'in tedbirliliği hemen tükenmemişti" Buradaki kelime yerine "kaygılı, endişeli" gibi kelimeleri kullanmak daha şık olur.

"Heonor içinde taşmaya hazır olan sinir duygusunu bastırdı" Daha yalın şekilde ifade edebileceğimiz zaman onu seçmeliyiz. Sadece "sinirini" desek kulağı yıpratma payını ortadan kaldırırız gibi geliyor.

"daha sempatik olan daima kendisi olurdu" İfadenin doğrusu bence "sempatik görünen" olmalı. Anlam olarak daha uygun. Sempatiklik bir dış değerlendirmedir. Kişi kendi kendine sempatik olduğuna karar veremeyeceği için bana kalırsa uygun olanı, görünmek ile beraber kullanımı.

Anlatım tekniğiniz güzel, daha zengin ve ilgi çekici de yapılabilir. Durağan konuları ufak tefek hareketlerle zenginleştirmek iyidir, hikayenin zihinde canlandırılabilirliğini artırır. İlk bölümde haritanın adını vermişsiniz. Bölüm içerisinde sık sık yer vermeyecekseniz bence ilk bölüm için ondan sadece "harita" diye bahsetmeniz yerinde olur. Neticede bilmediğimiz bir dünyaya adım atıyoruz ve fazladan her isim odaklanmamızı güçleştiriyor.

Bunun yanında "Neden?" sorusuna daha çok cevap vermelisiniz. Eğer bir insan eylem halindeyse ve hakkında hiçbir şey bilmiyorsak en azından niye orada bulunduklarını ve amaçlarını bilmek isteriz. Üstü kapalı da olsa bu konu hakkında daha çok detayı baş paragraflara serpiştirmelisiniz. Siz hikayenin yazarı olarak çok şey biliyor olabilirsiniz ancak biz hikayenizin baş cahilleri olarak başlıyoruz işe. :)

Haddim olmayarak düzeltmeler yapmış olabilirim. Mazur görünüz. İyi çalışmalar. :)

37
Kurgu İskelesi / Ynt: Yazdığım Bir Paragraf
« : 21 Kasım 2015, 16:08:40 »
Eğer ciddi bir eser oluşturma peşindeyseniz; yer, gök, ağaç, dağ vs. den ziyade konuyu yavaş yavaş açıklayan bir giriş yapmanız daha güzel olabilir. Kitaplarda giriş her şey olmasa da çok şeydir. Girişin yalın ama çarpıcı olması okuru hikayeye çekebilme kozunuzu kuvvetlendirecektir. Onun dışında arkadaşlara katılıyorum. Uzun bir yazı koyarsanız daha çok yorum yapılabilir.

38
Kurgu İskelesi / Hayat Getiren
« : 21 Kasım 2015, 15:55:21 »
Tanıtım

İnsanoğlunun sahip olma arzusu sonsuzdur. Ele geçirdikleri, sahip olma arzusunu törpüleyeceği yerde, yangınları söndürmeye çalışan titrek yel gibi onu beceriksizce büyütür. Tatmin olma duygusu ise, kayıptır. Tanrı, insanoğlunun tamahkarlığından aşırıp aklına ilave ederek, yüreğinin dizginlerini ademoğluna vermiştir. Eğer insanoğlu onu derinliklerden çıkarabilir ise ne âlâ; o vakit bilgelik yüklü bir dinginliğe kavuşur. Aksi halde, sahip olma arzusu önüne çıkan her şeyi tüketmeden durmayacaktır. Daha çok güç, onu muhafaza etmek için hep daha fazlasını gerektirir. Ateş de böyledir. Gökyüzüne karşı, böbürlenerek sergilediği heybetli gösterileri muhafaza etmek istiyorsa durmaksızın beslenmelidir. Densizin biri odunları çalacak olursa ihtişamı sönecektir.

Tarih ve nesiller boyunca dingin bir bilgeliğe kavuşanlar, daima diğerlerine de bunu bulaştırmaya çabalamıştır. Teknolojinin azami sınırlarına ulaşmış insanoğlu, doğanın saf enerjisini bedeniyle kontrol etmeyi öğrenmiş, içine saklanmış gücü açığa çıkarmıştır. Zayıflıkları örtecek her yeni kabiliyet, güç çatışmalarını daha da körüklemiş, bir grup vicdan sahibi ise yıkımı tersine dönmek için güçlerini birleştirmeyi denemiştir.  Hayatı oluşturan tüm unsurlar tek bir merkezde toplanmış, daha önce eşi benzeri görülmemiş bir büyü yaratmıştır. İşte böyle başlar Hayat Getiren efsanesi...

Her şeyde olduğu gibi bir parça iyiliğe karşılık bir parça kötülük yükselmiştir. Sahi ne oldu da, beklentiler boşa çıktı?

Dipçe: İsimler, herhangi bir dile ait değildir. Çoğu anagram tekniği yardımıyla oluşturulmuştur. Türkçe isim kullanmamamın esas sebebi, hikayenin başlangıcının kendi gezegenimizde geçmiyor oluşundan. Hikaye dünyamıza sirayet ettiğinde kullanacağım karakter isimleri Türkçe olacaktır.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1.Bölüm(20 Yıl Önce)

Spoiler: Göster
Karanlığın kıskandığı, aydınlığın ise bayağı bulduğu bir alacakaranlık vardı. Aydınlık ışığın sahibesi, karanlık ise kölesiydi. Alacakaranlık, her şeyden birer parça almıştı. Biraz günah, biraz sevap; biraz iyilik, biraz ise kötülük… Yani tam da insanoğlu gibi, tüm kirlenmişlik ve arınmışlığıyla doğanın bütün zıtlıklarından sentezlenmiş bir varlık gibi kıskanılası bir havası vardı.

Dağın eteklerinde doğanın dinginliğini bozan ufak kıpırdanmalar vardı. Kuş bakışı bakıldığında, bunu yapanın sade renklerle bezenmiş kukuletalı iki adam olduğu anlaşılabiliyordu. Nitekim sık bitki örtüsünde, doğanın sessizliğini bozan şüphelileri görmenin en etkili yolu tepeden bakmaktı. Bir diğer yol ise, tartışmasız, gölgelerinin uzandığı yerden daha yakın olmaktı.

Bahar aylarında, yani doğanın tüm sevgisini ve cömertliğini sergilediği böylesine bir zamanda, kukuletalı elbiselerle dolaşmanın gereği, pekâlâ birilerinden gizlenmek ya da alacakaranlığın henüz yeşeren gizemine ayak uydurmaya çalışmak olabilirdi. Hangi sebeple olursa olsun bir parça kırışıklığı saklamak adına, alacakaranlık kadar başarılı olduğu aşikârdı.

Biraz uzakta, sanki çalılıklar yeterince rahatsız edilmemiş gibi, kukuletalı bir adam daha, tüm savrukluğuyla yürüyerek ilerliyordu. Üçüncü kişi elinde bir bebek taşıyordu. Ara sıra tökezlemesinden ve adımlarının uyumsuzluğundan anlaşıldığı üzere bir yere yetişmek için acele ediyordu.

Adamın dikkatsizliğinden rahatsız olan tek şey, hafif esen rüzgâra sırtını dayayıp yemyeşil yapraklarını titreten çalılar değildi. Etekteki mağara girişinin önünde duran kukuletalı adamlardan birisi kafasını sallayarak söylendi. Olabildiğince ağır konuşuyordu. Ödünç aldığı nefesi geri vermek hususunda fazlasıyla tutumluydu. “Vakitle ilgili pek derdimiz yok. Daha yavaş olabilirsin. Ufaklığı incitmek istemeyiz.”

Çalıların arasından gelen adam bunun üzerine yavaşladı. Daha dikkatli yürümeye özen gösterdi. En azından çalıların canını daha az acıtıyordu. Bu durum ağır konuşan adamı sevindirdiği kadar titreyen çalıları da sevindirmiş olmalıydı.

Henüz birkaç söz sarf etmiş olan adamın yanında dikilen kişi ise taştan yontulmuş bir heykel olmadığını belli etmek istermiş gibi mütemadiyen kımıldıyordu. Bebeği taşıyan adam iyice yaklaştıktan sonra boğuk sesli olanı yine söze girmeye yeltendi. Doğanın ve yanındaki adamın sessizliği göz önüne alındığında civardaki en geveze canlı oydu. Kuşlardan böceklere varana dek herkes son derece suskundu.

Suskunluğun; saygı, korku ya da dehşet gibi birbirinden farklı birçok sebebi olabilirdi. Lakin duyguları ve izleri oldukça iyi gizleyebilen bir ustaya, alacakaranlığa karşı zafer kazanıp, gerçek sebebi keşfetmek bir hayli zor görünüyordu.

“Umarım pek gürültülü olmamıştır.”

Bebeği taşıyan adam onu usulca yere bıraktı. “En az şimdi olduğu kadar sessizdi.”

“Özellikle hayati bir iş üstündeysek sessizliğin dozunu önemsediğimi iyi biliyorsun.”

Adam sadece evet anlamına gelecek şekilde başını salladı. Sessizliğin önemine henüz vurgu yapılmışken konuşmak yerine beden dilini kullanmasını yadırgamak yanlış olurdu. Nitekim uzun süredir yanında dikilen adamın da yaptıkları bundan fazlası değildi.

Yavaş konuşan adam eğilip bebeği kavradı. Eğilmek ve kalkmak konusunda, konuşkanlığında olduğu kadar tembel değildi, hatta fazlasıyla çevik bile sayılabilirdi. Hareketleri, nispeten genç biri olduğu gerçeğini alacakaranlıkta dahi ortaya koyabildiğine göre konuşmasındaki ağırsama başka bir sebepten kaynaklanıyor olmalıydı.

Adam yeni aldığı bir eşyayı tanımlamak istermiş gibi bebeğin tüm hatlarını inceliyordu. Nefes verirken gülecekmiş gibi kesik bir ses çıkardı. “Kraliyetin malını kullanırken kendilerine danışmam gerektiğini düşünen akılsızlardan zor kurtardık seni. Özellikle baban çok direndi.” Bebeği okşamaya ve elinde çevirmeye devam ediyordu. Birden hiddetlenir gibi oldu. Şimdilik duygularını belli eden tek şey kesik kesik gelen nefes verişinin içine sıkıştırılmış his kümeleriydi.

Yanındaki iki kişi ya konuşmaları onaylıyor ya da kayıtsızlıklarını koruyarak duruma eşlik ediyordu. Hiddet ve sevinç arasında gidip gelen dalgalanmalara müdahil olmamak konusunda hemfikir gibiydiler.

“Ne yazık ki kraliyet soyundan olanlar da yanılabiliyor. Baban onca yaşına rağmen çocuk sahibi olduğunda onun artık kralın, yani benim malım olduğunu hâlâ kavrayamamış. Bunun için babana daha fazla mı süre vermeliydik?” Biraz durduktan sonra kendi sorusunu kendisi yanıtladı. “Hayır, ufaklık. Bu haksızlık olurdu. Halkar’a yeterince tolerans tanıdık. Hatta herkesten daha fazlasını…”

Mağaranın girişinde çoğunlukla itinayla dizilmiş gibi duran taşlar vardı. Bazı yerlerde gelişigüzel araya sıkıştırılmış izlenimi verenler ise nizamı bozan birer isyancı gibi duruyordu. Girişteki mimarinin çarpıklığı insan elinden çıkmış izlenimi vermiyordu. Ancak düzenin içinde bir karmaşa, karmaşanın içerisinde ise biraz düzen vardı. Dolayısıyla üzerinde, bahis oynamaya değecek bir zemin hazırlamıştı.

Adam elindeki bebekle mağaraya doğru yöneldi. Diğerlerinin onu takip etmesi için herhangi bir işaret vermesine ya da imada bulunmasına gerek yoktu. Zira omurgasına bağlı bir kuyruk gibi uyum içerisinde onun adımlarını takip ediyorlardı.

Mağaranın nemli ve yosunlu zeminine ayak bastılar. Çok değil, birkaç metre ötede sağlı sollu iki tane karaltı duruyordu. Mağaranın soğuk sureti özellikle rüzgâr estiğinde oldukça ürkütücü olabiliyordu. Alacakaranlığın yerini karanlığa teslim etmeye başlamasından ötürü gözlerini biraz karanlığa alıştırmak zorunda kaldılar. Karaltıların birer beden olduğunun fark edilmesi çok uzun sürmedi. Muhtemelen daha iyi görebilmek için başlıklarını çıkarmışlardı.

Ağırsayarak konuşan adam bebeği tekrar getiren kişinin kollarına bıraktı. Taş bedenlere dokunmaya, parmaklarıyla yoklamaya başladı.“Nihayet buluşabildik.” Sağdaki heykelin elinde, iki tarafında koç boynuzuna benzeyen helezonlar halinde izler bulunan bir fener lambası vardı. Soldakinin elinde ise kalın ipe bağlı, sağ yukarıya hareketi yarım kalmış bir sarkaç vardı. Eşyalar da heykellerin uzantısı şeklinde donuktu. Muhtemelen gri taştan yapılmaydı. Her an hareket edeceklermiş gibi görünmeleri taştan yapıldıkları gerçeğini değiştirmiyordu.

Adam heykelleri baştan aşağıya incelerken elinde bebek tutmayan üçüncü kişi mağaranın daha içerilerine gidip, yanında yürümeye daha yeni güç yetirebildiği her halinden belli olan iki çocuk ve kucağında bir bebek ile döndü.

Yeni gelenler de en az çalılıkların içinden gelen bebek kadar kayıtsızdı. Bu halleri kudretli bir tılsımın esiri olduklarının ya da şaşırtıcı şekilde işbirliği kurmak konusunda istekli oluşlarının göstergesiydi. İlk ihtimalin daha kuvvetli ve akla yatkın olduğu su götürmezdi.

Zifiri karanlık, alacakaranlık gibi değildi. Tavırları ve ifadeleri gizlemekle yetinmiyor, tamamen üzerlerini örtüyordu. Yavaş konuşan adam dört tane bebeği bir arada görünce mutlu olmuştu. En azından, karanlığın hükmü geçerli iken böyle yorumlamakta bir sakınca yoktu.

Yavaş konuşan adam kollarını çemredi. Her ne yapmayı planlıyor ise olağandan daha aceleci olduğu her halinden belliydi. Derin derin nefes alıyor, gözlerini kapayıp açarak silkinip, titriyordu. Elleri yaldızlı bir parlaklıkla ışıldamaya başladı. Işığın şiddeti oldukça azdı ama titredikçe giderek artıyordu. Işık damarlarından akarak yavaş yavaş parmak uçlarına doğru toplanıyordu. Baş parmağını, serçe parmağından başlayarak sırayla işaret parmağında sonlanacak şekilde sürtüyordu. Bu hareketi seri şekilde yaptığında ışık parmağının ucundan da dışarıya taşıyordu.

Sağdaki heykelin boşta kalan eline doğru yanaştı. Parmak uçlarından akan sıvıyı damla damla olacak şekilde eline dökmeye başladı. Her damlada vücudundan bir şey eksiliyor, bir parçasını kaybediyor gibi daha şiddetle sarsılıyordu. Heykel çok geçmeden hareketlenmeye başladı. Parmakları kımıldamaya başladı. Hareketler yavaş ama istikrarlıydı. Karanlıkta fark edilecek kadar büyük bir kımıldama olmasa bile taştan parçaların birbirine sürtünme sesleri duyulabiliyordu.

Soldaki heykelin yanına vardığında, bebeklerin iki heykelin ortasına getirilmesini işaret etti. Beklendiği gibi itiraz etmeksizin ortaya geldiler. Aynı şeyler soldaki heykelin boştaki eline de uygulandı. Çok geçmeden o da kımıldanmaya başladı.

“Bunu bir kez daha yapmak için seneler beklememiz gerek. Hayatları tekrar çekilmeden önce acele etmeliyiz.” Sarkaç ve fener lambası sallanmaya başlamıştı. İçeride tarifi zor bir enerji dalgalar halinde yayılıyordu. Az önce tamamen taş olan heykeller an itibariyle tam olmasa da canlıydı.

Enerji dalgaları gittikçe ortada yoğunlaşıyordu. Bu yoğun enerji bombardımanı altında bebeklerin kayıtsızlığının yanına, muhakkak şaşkınlık ve tedirginlik eklenmiş olmalıydı. Nitekim bu büyük ve eşine az rastlanır büyü karşısında direnç gösterebilmek imkânsızdı. Heykeller iyice canlanıp boyunlarını kımıldatmaya başladıklarında bebekler yok olmanın eşiğine gelmişti. Bedenleri görünmezlikle varsanı arasında deviniyordu. Canlanan heykeller enerjilerini yitirdikçe tekrar taşlaşmaya başladı. Sarkaç ve fener lambası tamamen durduğunda bebekler çoktan yok olmuştu.

“Güle güle ölümsüzlük umutlarım… Görüşmek üzere.”

39
Kurgu İskelesi / .
« : 11 Şubat 2013, 00:05:03 »
.

Sayfa: 1 2 [3]