Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Dúrgonath

Sayfa: 1 2 [3] 4
31
Umarım doğru yere açmışımdır konuyu.

Her neyse, başlıkta da anlattığım gibi, mix programına ihtiyacım var. Ben aslında bir tane kullanıyordum, Cool Record Edit Pro diye bi şey, fakat shareware olduğundan mütevvelit, trial süresi doldu ve sap gibi ortada kalakaldım. Şöyle efektli mefektli, freeware (bedava/trialı tükenmeyen) iyi bir mix programı önerebilir misiniz bana?

He hacı?

32
Çizgi Roman & Manga / The Sandman
« : 10 Nisan 2010, 20:37:17 »

Tanrı olmayan, ve tanrılar insanları düşlemeden önce de varolan, ve son tanrı ölünce de varolacak olan yedi varlık vardır. Bu yedi varlık, biz kalplerimizin derinlerinde varolduklarına inandığımız için yaşarlar.

Sandman. Neil Gaiman adlı tanımlanamayan insansı cismin muhteşem yaratılarından sadece biri (diğerleri için; bkz. The Black Orchid, Coraline, Mezarlık Kitabı, American Gods vs vs vs.)

Şöyle söyleyeyim; bu çizgi roman serisi 90'ların simgelerinden biridir. En azından Dünya'nın öteki ucunda. Neredeyse yayımladıkları her işi mükemmel sıfatını hakeden Vertigo'nun da en ünlü dizisi. World Fantasy Award'ı alnının akıyla kazanmayı başarmış bir sayıyı barındırır.

Temelleri 70'lerde DC bünyesindeki Sandman (ilgilenenleri şuraya alayım: http://en.wikipedia.org/wiki/Sandman_(DC_Comics), burada kapakları görünen iki karakteri de bu dizide yan karakter olarak görebiliyoruz) isimli bir çizgi romanı Neil Gaiman'ın yeniden yorumlamak istemesine dayanan serimiz 89-96 arası yayımlanmış 75 sayıdan oluşuyor. Bu 75 sayı, Endless ailesinden Dream (Morpheus, Kai'ckul, Oneiros...), yani Rüyalar Alemi'nin Efendisi'nin bir kült tarafından 70 yıl boyunca hapsedilip kaçışından sonra yaşadıklarını, ve bazen de çok eskiden olmuş olayları (A Dream Of Thousand Cats mesela, şu ana kadarki favori sayım) göz alıcı bir şekilde anlatıyor.

Seri Türkiye'de Arkabahçe Yayıncılık tarafından çevirilmiş 11 kitap halinde (hepsi çevirildi mi emin değilim, ve zaten bulmak da zor. E-book'a talim.) bulunuyor. Bunlar sırayla:

    Preludes And Noctrunes: Dream'in hapsedilişi, kaçışı ve üstünden alınan güç nesnelerinin peşine düşüşünü anlatan kitap. Gerçekten harikulade karakterler, olaylar ve zengin bir anlatıma sahip. Seri için oldukça uygun bir başlangıç.

    The Doll's House: Yokluğunda Rüyalar Alemi'nden kaçmış olan 4 rüyanın peşine düşen Dream, aynı zamanda bir Rüya Girdabı'nı da yokeder. Eski Sandman'lerden birini bu kitapta görüyoruz.

    Dream Country: Seriden bağımsız 4 bölümden oluşur. Ödül kazanan "A Midsummer Night's Dream"i ve benim (şimdilik) favorim olan "A Dream Of Thousand Cats"i içeren kitap.

    (Bundan sonrakileri henüz okumadığım için konularını yazamayacağım :D Ayrıca süprizleri bozmak da istmem.)

    Season Of Mists

    A Game Of You

    Fables And Reflections

    Brief Lives

    World's End

    The Kindly Ones

    The Wake


Sanırım çok konuştum, belki de seriyi tamamına erdirince adam gibi bir bölüm haline getirebilirim bu konuyu.

Bence durduğunuz kabahat, bir şekilde edinin ve derhal okuyun! Ve Dave McKean'in muhteşem kapak tasarımlarına, dünyanın en iyi çizerlerinin çizgilerine hayranlıkla göz gezdirin. Film izler gibi.

33
Sinema / Daybreakers.
« : 08 Ocak 2010, 17:27:13 »


Facebook'ta Placebo'nun bildirimlerinden birinde rast geldim, fragmanı da oldukça hoşuma gitti.

Film bilim kurgu-fantastik türleri seven izleyicilere hitap ediyor. Biraz da aksiyon var sanırım ama korku konusunda bir şey diyemeyeceğim. Yine de oldukça özgün bir konusu var. Şöyle ki; 2019'da meydana gelen bir salgın dünyadaki neredeyse herkesi vampire dönüştürmüştür. Vampirlerle insanların yer değiştirdiği bu yeni sosyal düzende (of çok hoş ya), vampirler normal insanlar gibi yaşamlarına devam ederler ve insanları kan için çiftlik hayvanı gibi yetiştirirler. Fakat kan stoğunun bitme tehlikesiyle karşı karşıyalardır. Bu sırada bir araştırmacı (Ethan Hawke oluyor kendisi, al sana filmi izlemek için bir sebep faha :=)) bir grup insanla çalışarak bir tedavi geliştirir ve insanlığı tekrar kurmaya çalışır.

IMDB'den 8,5/10 almış, Türkiye'de ne zaman gösterime gireceği belli değil ne yazık ki.

Buyurun;
http://www.youtube.com/watch?v=H-8kG-KzUEI&feature=player_embedded#

p.s
Fragmanda kullanılan, Placebo'nun "Running Up That Hill" cover'ı cuk oturmamış mı ya?
Willem Dafoe'nin "Who are you?" Sorusuna verdiği "We are the folks with crossbows." cevabı yüzümde kocaman bi gülümseme bıraktı.

Afiyet olsun. Film gösterime girdiği zaman burada tartışırız. Heyecanla beklemekteyim.

34
Tanrım tanrım tanrım hayallerim gerçeğe dönüşmeye yatkın bu aralar! Sıra Radiohead'de! :klp


Gorillaz Türkiye'ye Geliyor.

İlk kez Türkiye’ye gelecek olan Gorillaz grubu, Dünya turnesi kapsamında hazırladığı yeni konseptiyle tüm hayranlarını Ankara’da bir araya getirecek!

İngiliz müzik grubu Blur'un solisti Damon Albarn ve Tank-Girl gibi çizgi romanların yaratıcısı Jamie Hewlett'in önderliğinde kurulmuş olan Gorillaz, dünyanin ilk sanal müzik grubu olarak tarihe geçti. GORILLAZ grup üyeleri gerçek yüzlerini asla göstermiyorlar.Konserlerini gölgelerin arkasından sadece siluetleri gözükecek şekilde düzenledikleri bir ışık gösterisi eşliğinde yapıyorlar. 2005 yılında MTV Avrupa Müzik ödüllerinde hologram tekniğini kullanarak yaptıkları 3 boyutlu konserle tüm Dünya'nin takdirini kazanmışlardır ve bu zamandan sonra birkaç konserini daha bu teknikle yapmışlardır.

GORILLAZ grubunun ilk albümü, Dünya çapında 6 milyon satarak Guinness Rekorlar Kitabi'na "En Çok Satan Müzik Albümü" adıyla girmiş ve ikinci albümlerinde yer alan "Feel Good Inc." şarkısı Grammy Ödülü almıştı.

B2C Ajans organizasyonu ile 11 Aralıkta kapılarını açacak olan Ankara'daki 312 ARENA, resmi açılışından hemen sonra 12 Aralık tarihinde dünyaca ünlü GORILLAZ grubunu ağırlıyacak.

11.11.2009

312 ARENA’da Gorillaz konserini izlemek için biletler tükenmeden yerinizi alın!

Organizasyonun biletlerini www.biletix.com veya Biletix Satış Ofisleri üzerinden temin edebilirsiniz.

Bilet fiyatları: 30 TL

Adres: Kızılırmak caddesi no:14 Kavaklıdere/ANKARA

Telefon: 0532 797 72 65


Kaynak: http://www.mtv.com.tr/NewsDetail.aspx?NewsId=7334 , http://www.kanald.com.tr/Yasam/Detail.aspx?Yazi=1160731

Gitmek isteyenler özel mesaj atsınlar, grupçanak gideriz belki. Ya da ben kendi yoluma bakarım, sizden bana ne? :aha:

35
Kurgu İskelesi / Çöküş.
« : 20 Eylül 2009, 11:32:05 »
ÇÖKÜŞ.

  Her şeyi hissedebiliyordu. Algıları bir anda insanüstü bir düzeyde açılmıştı. Rüzgâr parmaklarının arasından esip geçerken, küçük ölü deri parçalarını da koparıp sürüklüyordu. Kirpiklerinden kopan birkaç telin havada salınırkenki hışırtılarını duydu. Ağzı kurumuştu. Tuzlu, demirimsi bir tat alıyordu. Ağzı ıslaktı fakat kurumuştu. Hava, boynundaki, alt çene kemiğinin kulaklarının altındaki çıkıntıları arasında bir otoyol gibi uzanan yarıktan içeri giriyordu. Ağzını ıslatan sıvı oradan akıp hemen altındaki mazgala şapırtıyla akıyordu. Aynı mazgalın farklı bölgelerinden çıkan ılık buhar dirseklerini dağlıyordu. Aşırı bir çaba gösterip sırtını bir havalandırma borusuna yasladı.
 
  Baktığı adamın sırtı ona dönüktü. Şehrin mavi, beyaz, gri ve siyahtan oluşan gece skalasındaki renklerin tadını 35 kat yüksekten çıkarmaktaydı. Adam kesik ve hışırtılı bir kahkaha attı. “Hah!” Bir anlığına dikkatini bu adamdan uzaklaştırdı ve boynundaki kesiği elleriyle kapamaya çalıştı. Şah damarları kesilmediği için halen kurtulabilme şansı vardı. Ama ses telleri önemli ölçüde zarar görmüştü. Bu kötüydü. Çok kötü. Sonra yine adama baktı, elleri halen kesiği bir araya getirmeye çalışıyordu. “Shia burada olsa çok işime yarardı diye düşündü.”
 
  “Shia burada olsa gerçekten işine yarardı, değil mi?” dedi adam, cep çakısını küçük bir “Şlak!” sesiyle kapayıp alet kemerindeki sayısız bölmeden birine sokuştururken. “Burası da amma karanlık oldu be.” diyip parmağını şaklattı. Birkaç dakika önce üzerine düşmüş olan devasa neon tabelada bir kıvılcım çaktı ve etraf tekinsiz, soğuk yeşil bir ışıkla aydınlandı. Çatının mazgallarından fışkıran buharlar da aynı renge boğuldu, yere dağılmış birçok kan lekesi de kahverengiye döndü. Adam elini kaşına götürdü. “Hay lanet! İsabetli vuruş, dostum. Bana birkaç dikişe mal olacaksın.” dedi. “Ya da…” diye ekledi, parmağını tekrar kaşına götürerek. Sonra, neon tabelanın üzerinde çakana benzer, ama daha yoğun bir kıvılcımla yarasını dağladı. “…birkaç kaş teline! Ama sorun değil, zaten kaşlarımı alıyorum!” Sonra da iyi bir espriye güler gibi art arda kahkahalar patlattı, göbeği titreyerek bir boruya tutundu. “Vay canına, gerçekten canına okumuşa benziyorum. O kesik hiç iyi görünmüyor. Shia burada olsa ikimize de çok büyük bir lütuf yapmış olurdu. Tabi, şu anda 3-4 parça halinde Zimmer’ın dibinde olduğunu hesaba katmıyorum!” Yüzünde 5’e 2’lik bir sırıtmayla başını kaldırdı ve yerdekine yaklaştı. “Neşelen biraz, ihtiyar. Bunun böyle olacağı belliydi. Lanet bir Marvel çizgi romanı değil bu. Bu gerçek dünya! Sikik taytlar giymiyoruz bile!”
 
  Yaralı adamın gözlerinde beliren soru işaretini görmüş olacak ki, yanına oturup anlatmaya başladı: “Çünkü, çünkü. Belli olduğunu düşünüyordum, ihtiyar. Ancak bu gece anladım ki sen bile gördüğün güzel rüyadan uyanıp gözlerini pazartesi sabahına açamamışsın. Tamam, burada seninle konuşan başka biri olabilirdi, ya da yerlerimiz farklı da olabilirdi, ancak bu böyle olacaktı. Bana verilen yeteneklerin sizinkilerden güçlü olması kaderin garip bir cilvesi, ya da varlığına inanıyorsan tanrının bir hilesi. Bana verilmese bile başkasına, belki de farklı nitelikte bir güç verilecekti, ama, yineliyorum ki kafein etkisi yapsın, sonuç-bu-olacaktı! Onun yaptığı tek şey izlemek ve hile yapmak. Benim tek suçumsa gerçeği görmek, tabi buna “suç” adı yakıştırılabilirse!”
 
  Alet kemerinden bir sigara çıkardı, parmağına bastırıp yaktı, bir nefes çekip dumanını havalandırmadan yükselen buharlarla birlikte yıldızsız ve bulutsuz gökyüzüne salıverdi. Yanındakine de uzattı, sonra “Ha, pardon.” diyerek geri kendi ağzına götürdü. Bir nefes daha çektikten sonra “Hoş gör Banshee.” dedi. “Ama başımı ağrıtmaya başlamıştın.”
 
  Sigarasını bitirene kadar konuşmadılar. Sadece Banshee’nin hırıltıları, havalandırmadan gelen fısıltılar ve şehrin alışıldık gece sesleri duyuluyordu. Sonunda bitirdi ve izmariti çatıdan sallarken “Bu meret beni bir gün öldürecek, ama neyse ki acelem yok.” Diye mırıldandı. “Eh, sanırım işlerin nerede tersine döndüğünü yahut benim görüş açımdan düze çıktığını, merak ediyorsundur? O zaman şöyle söyleyeyim, ’95 İsyanı’nı hatırlıyor musun?”
 
  Banshee Gözlerini kapayıp başını eğdi.
 
  “Gördün mü, bazen mantıklı olabiliyor. Clementine’ın gücü bile o kalabalığı yatıştırmaya yetmemişti. Lanet olası Clementine’ın bile! Ya Roger? 10 kokteyl birden üzerinde patlayınca suratının halini görmedin mi? Alevleri kontrol edecek zamanı bile olmadı! Yeteneği olan şey onu öldürdü, aslında oldukça ironik bir durum, ama her neyse. Ben de yanınızdaydım, o zamanlar daha yeniyetmeydim tabi, hem bu maskeli maceracı işinde, hem de normal hayatta. Ama bazı şeylerin farkına varacak kadar olgundum. Bu insanlar bizim gibi olanlardan korkuyor, ihtiyar. İnsanlar kendilerinden farklı olandan hep koktular. Fakat bu korkularını eyleme dökme şekilleri yanlış. Bütün o yağma ve linçlere hiç gerek yoktu, ama bu değişemez. İnsanlar yaradılıştan yanlış. Âdem ve Havva’nın çocukları birbirini becerdi. Hepimiz mongol doğumluyuz.”
 
  İç geçirip devam etti. “Ama başka bir şeyi daha fark ettim. Yapabileceklerimizden de korkuyorlardı. Bu insanların kıçlarını yangından ne kadar kurtarırsak kurtaralım, çocuklarını son hız yaklaşan bir kamyonun önünden kaç kez çekersek çekelim, bizden nefret etmeye devam edecekler. Daha büyük çaplı konuşayım, Başkan’a yapılan suikast girişimi mesela. Onu o gün kurtarmasaydık bizden şimdi olduğundan daha fazla mı nefret edeceklerdi? Hiç sanmıyorum. Dediğim gibi, yapabileceklerimizden korkuyorlar, sizin de benim gibi olabilme ihtimalinizden ödleri kopuyor. Hay lanet, aslında sizi teker teker indirerek onlara da bir iyilik yapmış oluyorum! Ha ha! Sonuçta, uğraşmaları gereken tek kişi kalacak! Bu da onlara kariyerim boyunca yaptığım en büyük iyilik olsun. Çünkü onlar için döktüğümüz terlerin bir damlası bile bir işe yaramıyor. Ben bunu 17 yaşında fark ettim, sen ise ölümünün arifesinde!”
 
  Yerinden kalktı, parmağının bir şıklamasıyla neon tabelayı söndürdü.
 
  “B-B-Bo… Bolt!” dedi Banshee büyük bir gayretle. Bolt o sırada çatının karşı köşesine varmıştı. Banshee’ye döndü ve “Ne var ihtiyar?” dedi. Banshee hırıldayarak “Ne… Yapacaksın?” dedi. Bolt bir an duraksadı, suratındaki alaycı ifade düzleşti. Sonra tekrar arkasını dönüp çatı kirişinin üzerine tünedi.
 
  “Seni gösteriyle baş başa bırakıyorum ihtiyar.”
 
  Ve aşağı atladı. Şehrin silueti birden patlamalar ve alevlerle doldu, birçok gökdelen çöktü. Bunlardan biri de Banshee ve Bolt’un son kavgalarını ettiği 35 katlı ticaret merkeziydi. Şehir giderek post-apokaliptik bir çöplüğe dönüşürken, Bolt ufka doğru süzülerek uzaklaşıyordu.


36
Kurgu İskelesi / Kapı Alarmı.
« : 09 Eylül 2009, 17:35:16 »
KAPI ALARMI.

  Bu öykünün Alacakaranlık kitapları veya filmleri ile hiçbir alakası bulunmamaktadır, benzerlikler (karakter, mekân isimleri vs.) tamamen rastlantısaldır.

Olamaz mı?


“Bunu yapmak zorunda değilsin.” dedi annem Tepsee.

“Aslında, elimden bir şey gelmiyor anne.” dedim. Doğruydu. Bir el beni uzanıp annem Tepsee’nin içinden aldı ve Borcaming 737’ye yerleştirip yeni evim olan Buzdolabı’na doğru yolladı. Kapak açılmadan önce görebildiğim tek şey çapraz duran iki çatal şeklindeki amblemdi.

  Ben Kurabella, bir çikolatalı kurabiyeyim. henüz yeni yapıldım, ve benim gibi çoğu kurabiyenin (çoğu diyorum, çünkü fırından çıkar çıkmaz tadımlık olarak yenilebilme veya Borcaming’in mutfak zeminine çakılma ihtimali var) annelerinin kucağından geldiği yer olan Buzdolabı’na geldim.

  Burası tamamen yeni bir yer ve çok karanlık. Annemle birlikte yaşadığımız (25 dakika yaşadım gerçi) Fırın’ın sıcaklığını ve aydınlığını şimdiden özledim. Etrafta çok değişik tipler var, benim gibi çikolatalı kurabiyeler çoğunlukta. Ayıca adının Hyarler olduğunu söyleyen ve bana oldukça iyi davranan bir salatalık da var. Ancak en çok ilgimi çeken bütün buzdolabı ahalisinden ayrı ve uzakta duran dört kurabiye oldu. Renkleri çok soluktu, sanırım un kurabiyesi falandılar. Birisi diğerlerinden daha küçük görünüyordu. Onu dikkatlice incelerken birden bana döndü. Çok utanıp Borcaming’in içlerine doğru daldım.

  Tam o sırada büyük bir şangırtı koptu. Herkesle beraber ne olduğunu anlamak için dışarı çıktım. Etrafımdakiler panikleyip kaçışırlarken ben üzerime yuvarlanan salça konservesine bakakaldım. Bir esinti hissettim, birden o bahsettiğim küçük kurabiye önümde belirdi, konserve yuvarlanmayı kesti.

  Şaşkınlığımı üzerimden atamamıştım. Nasıl bir saniyede Buzdolabı’nın uzak köşesinden önüme gelmişti, daha önemlisi, o kocaman konserveyi nasıl durdurmuştu? Konserveye baktım, ortadan ezilip yamulmuştu.

  Dehşetle kurabiyeye baktım, bir an göz göze geldik. Gözleri platin gibi parlıyordu, sonra bir anda geldiği gibi kayboldu.
Bütün bu dediklerim birkaç saniye içinde olduğu için Buzdolabı’ndaki kimse o kurabiyenin konserve ile arama girdiğini görmemişti. Hemen oradan uzaklaştım, böylece konservenin yuvarlanırken ezildiğine kanaat getirilecekti. Hyarler yanıma koştu. “Kurabella! Çok üzgünüm! Hep sakarlığımdan, kırık rafı hep unutuyorum, affet beni!” Yalvardıkça yalvardı, ona kendini iyi hissetmesi için üzerinden bir reçel kavanozu ile geçip geçmesem mi diye sorduğumda ise bir an durakladı ve “Düşündüğümden de salakmış bu kız.” diye söylenerek uzaklaştı.

  Olduğum yere çöktüm, şoku üzerimden atmaya çalışıyordum. Sonra kurtarıcım yanıma geldi, bir şok daha yaşadım! Konuşmaya başladı: “Az önce çekip gittiğim için üzgünüm. Ben Deadward.” “Ben de Kurabella.” diyebildim. Garip bir şekilde beni büyülemişti, sonra sordum: “O konserveyi nasıl durdurabildin?”

(devam edecek)

37
Liman Kütüphanesi / Alien Evreni
« : 27 Ağustos 2009, 16:49:28 »

Bu konuyu kimsenin açmamasına şaşırdım. Şöyle derli toplu bir kronoloji ve ansiklopedik bilgilerle süsleyeyim bari.

İLK BÖLÜM: XENOMORPH IRKINA GENEL BAKIŞ.

  “Alien” ya da dilimizdeki anılış şekliyle “Yaratık” ya da tür ismi ile “Xenomorph (Yunanca-Xeno: Yabancı + Morph: Şekil, Şekil değiştiren)”, bir tür iç parazittir. Bilim-kurgu evrenindeki çoğu canlının aksine, zeki bir ırk değillerdir. Belli başlı böcek türleri gibi bir Kraliçe’ye bağlı, avcı yaşama sahip ve çoğalma amaçlı bir yaşam sürerler. Çoğalmalarına engel olacak her türlü olguyu ortadan kaldırma içgüdüsüne sahiptirler.
   
  Genel görünüşleri şu anda var olan 4 Alien filminde giderek değişmiştir. Bu değişim sadece yetişkin Xenomorph’larda  belirgin bir şekilde görülebilir. Her bir filmde yaratığın parmak sayısı ve kafa yapısı farklılık gösterir. Ayrıca, dış görünüşlerini, zeka düzeylerini ve fiziksel kuvvetlerini asıl etkileyen faktör, Xenomorph’un ne tür bir canlının içine yerleştiğidir.

  İlk filmde, ölü bir Ay olan Acheron’da (sonradan değineceğim, ayrıca insanların kolonileştirmesi üzerine LV-426 ismini de almıştır) bulunan terk edilmiş “Derelict (Batık, Terk edilmiş) olarak adlandırılan (buna da değineceğim) gemideki uyandırılma sonucunda, bir insan ile birleşerek oluşan Xenomorph’un kafası düz, pürüzsüz ve parlaktı. İçini dolduran dumansı madde (hareket ettiğini söyleyemem) ise bir tür beyin yapısıydı.(1)

  Sonraki filmde, belki de böceksi kolonileşmeyi vurgulamak için sembolik bir anlatımın sonucu, vücudu ve kafası bir önceki haline göre daha sert ve kabuklu görünen bir Xenomorph kolonisi ile karşı karşıya kaldık.(2) Buraya eklemeden duramayacağım, bazı çizimler, görüntüler ve oyuncaklarda, ilk filmdeki Xenomorph’un kafa yapısının iç kısmının ikinci filmdekilerin kabuksu kafa yapısına çok benzediği görülüyor.(3)

  3. filmde ise önümüze bambaşka bir Xenomorph konuldu. Bir köpeğin içine yerleşmiş olması nedeni ile, diğerlerinden farklı bir görüntüye sahip ve farklı fiziksel özellikler sunan bir "Dog Alien". Bu türü ilerleyen paragraflarda inceleyeceğiz.(4)

  Son filmde ise, yine ilk filmdekine yakın dış görünüşe sahip fakat griden ziyade siyah ve kahverengi tonlarında renkli ve diğer filmlerde olmadığı kadar zekileşmiş (Bunda belki geçen zamanın  belki de artık insan DNA’sı ile iyice birleşmenin etkisi vardır) Xenomorphlar ile karşılaştık. Çözüm üretme ve tuzak kurma yeteneklerine sahip, kendi aralarında konuşabilen bir türe dönüşmüşlerdi.(5)

  Eğer Xenomorph’ları yetişkin seviyeye indirgersek, dış görünüşleri genellikle şöyledir:

“…standart xenomorph 2-2.25 metre boyundadır, uzun da bir kuyruğa sahiptir. yaklaşık olarak insan formundadır. kafatası uzun, gözleri görünürde yoktur. ağzının içinde bir ağız daha vardır, ki bu dili olarak gösterilir. 5 veya 6 parmağa sahip olabilir. parmak ve kafatası şekilleri filmler arasında değişiklik göstermiştir. ayakları pençe şeklindedir. iskeletvari bir görünüme sahip olan xenomorph'un rengi siyahtan koyu maviye doğru açılır. vucut sıvıları son derece asidiktir, ve saldırırken asit tükürdükleri görülmüştür. dişleri, pençeleri ve kuyrukları en güçlü saldırı silahlarıdır. çok iyi yüzücüdürler…” (kaynak: ekşisözlük)
   
  Koşmadıkları zaman iki ayaklı duruş stilini kullanırlar. Vücutları ısı yaymaz, çünkü vücut ısılarını dış ortama göre ayarlarlar. Duvar ve tavan gibi düzlemlere tırmanıp oralarda koşabilir veya yürüyebilirler. Kaynakla kapatılmış çelik kapıları kırabilecek kadar güçlüdürler. Kuyrukları bölümlerden oluşur, omurganın devamı görüntüsündedir. Kuyruğun ucunda bir iğne bulunur. İlerleyen filmlerde bu iğne giderek büyüyüp keskinleşerek bir tür bıçağa dönüşmüştür. Ayrıca, Aliens vs. Predator filminde kuyruğun iğneye yakın bölümüne bir sıra ince-uzun kemiksi yapı eklenmiştir. Bunun yüzmeye yardımcı bir tür kuyruk yüzgeci yapısı olduğunu düşünüyorum. Bu oluşumu sayfanın başındaki Xenomorph resminde görebilirsiniz.
   
  Kanları oldukça güçlü bir tür yoğunlaştırılmış hidrosülfürik asitten oluşur. Yeşil-sarı renklidir ve vücut içinde oldukça büyük bir basınç altında tutulur. Bu nedenle, vücutta bir yara ya da yarık oluştuğunda, bir savunma mekanizması gibi, asit fışkırarak etrafa zarar verir.(6) Kendi asitlerinden etkilenmezler. Bunun nedeni, insan midesinin kendi asidinden etkilenmemesi ile aynıdır. Vücut sıvılarındaki asidin farkında olan Xenomorphlar, kobra yılanı gibi asit tükürebilir. Facehugger evresindeki Xenomorph’lar bunu kurbanlarına daha kolay ulaşmak için kullanırlar. İlk filmde, Facehugger kurbanının yüzüne ulaşıp embriyoyu yerleştirmek için asit sayesinde kurbanın nefes almasını sağlayan kaskı eritmiştir. Ayrıca, bir tür “çamsakızı” salgılayabilirler. Bunu, kovanlarının duvarlarını kaplamak(7), etkisiz hale getirip üreme veya beslenme amacı ile kovana getirdikleri avlarını sabit tutmak(8 ) gibi farklı amaçlar için kullanırlar. Bu sakız onlara kamuflaj da sağlar. Eğer iyi işlenmişse, kovanın duvarları Xenomorph’ların vücut dokularına büyük benzerlik gösterir, böylece duvarlara tutunup bilinçsizce içeri giren bir avı bekleyebilirler. Aşırı miktarda salya da salgılarlar.
   
  İnsan seviyesinde bir zekaya sahip olmasalar bile, gözlemleyerek öğrenirler. “Newborn” dışında, çok az duygusal özellik gösterirler, bunlar da yumurtalarına karşı korumacılık ve annelik içgüdüsünden ibarettir. Çıkardıkları sesler tıslamalar, hırıltılar ve zaman zaman çığlıklardan oluşur. Avlarını takip ederken ise çok sessizdirler.



Spoiler: Göster

(1) İlk filmdeki Xenomorph.

Spoiler: Göster

(2) İkinci filmdeki Xenomorph türü.

Spoiler: Göster

(3) Kafa yapısı benzerliği.

Spoiler: Göster

(4) Dog Alien.

Spoiler: Göster

(5) Son filmdeki Xenomorph türü.

Spoiler: Göster

(6) Xenomorph kanının etkisi.

Spoiler: Göster

(7) Xenomorph kovanının duvarları. Karşılaştırmanız için bir yaratık ile beraber.

Spoiler: Göster

(8 ) Çamsakızı ile kaplanmış bir av.

38
Kurgu İskelesi / Kelimeler.
« : 15 Ağustos 2009, 21:27:24 »
“Kelimelerin başlangıcını seçmek zor bir iştir. Bir yazı yazmak isteyenler genelde dörde ayrılır; başını bulmakta zorlananlar, sonunu getiremeyenler, arayı dolduramayanlar ve çok şeyden bahsederek okuyanın aklını bulandırıp aslında hiçbir şey anlatmayanlar. Ben ya ilkiyim, ya da sonuncu. Belki ikisi birden. Belki de, aslında, yazabilecek donanıma sahip değilim. Her neyse. Yazıyorum, çünkü buna mecburum…”

-Rahat ol. İyi gidiyorsun.

“…evet, mecburum. İçimden geliyor. Yazmazsam bir Hidrojen Bombası gibi infilak etmekten korkuyorum. Aslında bunu isterdim. Kilometrekarelerce bir alanı dümdüz etmek. İnsanların, yaşamları amaçlı ya da amaçsız olsun, her bir insanın aslında kendine ait bir yaşamı olduğu, onu bekleyen başka insanların olduğu düşüncelerinin bana engel olmaması, hepsini un ufak küle çevirmek. Sonunda bu şekilde hiç birisi arasında  sosyal, fiziksel veya başka hiçbir şekilde bir fark olmazdı. Mutlak eşitlik. Hepsi birer kül yığını. Atomik içerikleri aynı. Olduğuna kanaat getirdikleri ruhları uçup gidince, hepsi en nihayetinde el ele verecekler.”

-Saçmalamaya mı başladım?
-Hayır, bunu gerçekten istediğini biliyorum. Yıkımı seviyorsun. Seviyoruz.
-Evet…

~xx1xx2…|…
   Bu noktada asıl yazarın konuya el atıp açıklık getirmesi gerekiyor sanırım. Eh, bu arada satırları daha yavaş okuyabilirsin. Sindirerek okuman her zaman yararına olur.
   Şimdi, öykünün “öykü içinde öykü içinde öykü” haline gelmesi canınızı sıktıysa buraya kadar okumanız yeterli olabilir. Çünkü gelecek satırlar bol miktarda sorgulama, şiddet, yer yer küfür ve benzeri, bazı bünyeleri rahatsız edici kavramlar içeriyor. Ayrıca kurgunun karışıklığı arada sırada kopmanıza neden olabi—
~~~

-Üzüm ister misin?
-Şey…

~~
   Pardon, bazen kontrolü kaybedebiliyorum. Müdahalem devam edecek, sizi bu satırdan sonrasını okumamanız için uyarıyorum. Tabi eğer devam edecek gücünüz varsa evinizdeymiş gibi davranın. Tabi evinizde değilseniz. Şu anda hat kopmak üz—
xx1ox

-Vay canına, üzüm şaraplıkmış aslında.
-Yazmaya devam et, daha neler gelecek merak ediyorum.

“Buraya kadar aklınızı yeterince bulandırdıysam eğer, girişi olmayan yazımı gelişmeye aktaracağım.
   Ve o gece onun nereden çıkıp geldiğini sorguladım. Neden bana gelmişti? Niçin? Yoksa bana gelmeyip rastgele bir alan seçmiş ve oradan geçen herhangi birini mi beklemişti?
   Rüzgârda sallanan duvarların onu irkiltmemesi, doğrusu şaşırtmıştı beni.”
-Tüm bu sorularla kaderi mi sorguluyorsun yoksa garezin onun pervasızlığından mı oluştu?
-…
“Tüm bu soruların beni tek bir kavrama yöneltiyor.” “Nedir o?” diye sordum. İnce dudaklı, neredeyse özensizce açılmış bir yarık gibi duran ağzından o kelime çıktı. Küçük ve düzgün dişlerine çarparak kenarları yontulmuş, düzleştirilmiş, dili ile cilalanmış, özenle seçilmiş o sözcük.
“Kader.”

132435465768790----
Bu aynı zamanda ilk bölümün de adı.
----

“Pekala.” Dedim. “Kaderin senin kökeninle ne alakası var?”
“Oraya da geleceğiz.” Dedi. “Hiç şunu düşündün mü? Kader, eğer önceden yazıldıysa, her hareketin, her işin, iyiliklerin ve kötülüklerin anbean neden kayda geçiriliyor? Sonun, sonucun belli. Tekrar yazılmasına gerek var mı?”
“Şey” dedim. “Bunun cevabını biliyor olamazsın heralde?”
“Biliyorum. Bildiğim çok şey var. Cevabı bilmek istiyor musun?”
Yutkundum. Duvarlar sallanmayı bıraktı. Onlar cevabı istiyordu belli ki.
“İstiyorum.”
Gözlerini bir anlık yumdu. Sonra gözlerini hiç açmadan konuşmaya başladı: “Gerçek şu ki, kader aslında kontrol altında değil. Sapmalar her zaman oluyor. Hiç ölümden dönmedin mi? En azından hayatında bir kez de olsa, eğer bir adım daha atsan bir otobüsün seni asfaltla kucaklaşmaya iteceğini fark etmişsindir. Aslında sokağa her çıkışında ölümle yüzleşiyorsun. Ama bu senin kaderin değil. Çünkü sokakta kader trafik lambaları ile kontrol altına alınmıştır.”
“Ama…”
“Evet, kırmızı ışıkta geçenler hep olur. Kontrol edilemez demiştim.”
“Doğru söylüyorsun. Peki, senin oluşumun da kaderin bir oyunu mu?”
“Hayır. Dediğim sapmalardan biri.”
“Anlamıyorum.”
“Kaderimde yaratılmak yoktu. En azından bu şekilde. Aslında burada olmamam gerekirdi.”
“Fakat yaratıldın ve buradasın.”
“Evet. Aslında şu anki halimden çok farklı bir amaçla yaratılmıştım. Ama kaderim nihayetinde beni olmam gereken şeye dönüştürdü.”
“Bu halde, kader sandığım gibi çizgisel değil mi yani?”
“Hayır. Kader aslında sarmaşık gibidir, birbiriyle kesişen ve birbirine dolanan bir çok olayın oluşturduğu bir ağdır. Benim yaratılışım, senin şimdiye dek sokakta ölmemen ya da 3. Dünya Savaşı’nın çıkmaması bu yüzdendir.
   Seni, senin gibileri yaratan, bu ağı çözerek çizgiselleştirmeye ve kontrol altına almaya çalışıyor. Fakat bu çok zor.”
“Ama onu bize hep Her Şeye Gücü Yeten olarak tanıttılar!”
“Sizi yaratanın da bir yaratılmış olabileceği hiç mi gelmedi aklına?”
   
Sustum. Ne diyebilirdim ki? Uzaylı hatunun biri, mütevazı salonumun titrek duvarlarına göz gezdiriyor, şimdiye kadar öğrendiğim her şeyi yalanlıyordu. Yobaz bir insan olsam raftaki bibloyla kafasını çoktan dağıtıp kim bilir hangi renkteki ve orada olduğu bile meçhul beynini halıya akıtmıştım. Fakat bunun onu öldüreceğinden emin olamadım. O yüzden yapmadım.”

-Uzaylı hatun mu? Hah. Beni böyle tanımlaman hoşuma gitti.

“Simsiyah göz kürelerinde mavi bir dalgalanma oldu.
“Beni öldüremedin, çünkü ölümüm böyle olmayacak. Belirlenmiş kader işte böyle bir şey. Herkes bir gün ölür, ölüm şekilleri de bellidir. En kesin belirlenmiş kader budur.”
“Fakat bu kırmızı ışıkta geçenler kuramına uymuyor!”
“Belirlenmiş kader, sarmaşığın ana gövdesidir. Kırmızı ışıkta geçen tarafından öldürüleceksen, bu ana gövdeye işlenmiştir. Ama sarmaşığın dallarından birinde kırmızı ışıkta geçenle karşılaşırsan, o dal yeni bir sürgün verir.”
“Bak, beynim daha fazlasını kaldıramayacak. Şuna cevap ver: Nasıl öleceksin?”
“Bunu neden bilmek istiyorsun?”
“Çünkü, eğer seni ben öldüreceksem yöntemini öğrenip bu işi bir an önce bitirmek istiyorum.”
   Yarık çarpıldı. Dişleri belirginleşti. Acı verici bir çabayla yüzüne bir gülümseme kondurmaya çalışıyordu.
“Seni hayal kırıklığına uğratacağım için üzgünüm canım. Ama ben kendimi öldürüyorum.”
“Oldukça şiirsel. Nasıl peki?”
“Dünyanın sonunu getirerek.”
   
Zamanın çarkları çatırdadı.

“O zaman buraya gelişinin asıl nedeni…”
“Doğru bildin.”

İLK BÖLÜMÜN SONU.

39
Müzik / The Last Shadow Puppets - The Age Of The Understatement
« : 07 Ağustos 2009, 02:06:13 »
Gölgesinde dans edilesi son kukla göstericileri...
60-70'lerin gölgesini üzerinize çöktüren iki adam...
Arctic Monkeys'den Alex Turner ve The Rascals'dan Miles Kane.
(Tabi James Ford'un yardımlarını da unutmamalı ehuhe)

Onlar THE LAST SHADOW PUPPETS!

Hoooaaa bu şaaşaalı tanıtımdan sonra ben direk asıl tanıtıma geçeyim isterseniz.

The Last Shadow Puppets, her şeyden önce bir indie rock grubudur. Kuruluşu, Arctic Monkeys'in Miles'ın eski grubu The Little Flames ile turneye çıktıklarında tanışmaları ve "eski havada bir şeyler" yapmak istemelerine dayanır. İkili Scott Walker, Bowie ve David Axelrod'dan oldukça etkilenmiş, onların yaptıklarına benzer işler yapmak isteyerek grubun ilk çalışmalarına başlamıştır.

Şimdilik tek albümleri bulunan grup (başlık o yüzden böyle), ikinci albüm çalışmalarına bu yıl içerisinde başlamıştır.

İLK ALBÜM
Albüm Miles'ın Arctic Monkeys'in ikinci albümü olan "Favourite Worst Nightmare"de gitar çalması ile şekillenmiştir. 2007'nin başlarında, birbirleriyle şarkı değiş-tokuşu yapmaya başladılar. Miles bu konuda "Zaten birkaçı yazılmıştı. Mesela "Standing Next To Me" ve "In My Room". İlk birlikte yaptığımız şarkı "The Chamber" diye bir şeydi. Sırayla şarkı söyledik. Biriyle beraber söylemek çok iyi. Gerçekten çok kolay oluyor!" diyor.

"Bir albüm yapmak istiyorduk." diyor Alex. "Ve başka insanları da bu işe bulaştırmamız gerektiğini biliyorduk. Bunun da James Ford olacağı belliydi. Önceden onunla çalışmışlığım var. Sıfırdan bir grup toplamak istemiyorduk."

Albümün yapısını şöyle özetleyebilirim: bol akustik gitar ve doyurucu davullar, gerçekten uyumlu iki sesten (bazen nerede kimin girdiğini anlayamıyorsunuz) can bulan harika ötesi şarkı sözleri, elektro gitar süslemeleri ve harika yaylılar ve bakır nefesliler ise işin biberi. Kullanılan akorlar zekice birbirine geçiyor ve yapbozun parçaları gibi oturuyor. Albümde bazılarının sözlerini dilinizden düşüremeyeceğiniz (bende öyle oldu sizi bilemem) 12 öldürücü şarkı var:

1)The Age Of The Understatement (Kemanın çığlıkları ile başlayan, tempoyu bir an bile düşürmeyen bir şarkı. Oldukça epik.)
2)Standing Next To Me (Söylemesi doyumsuz, çalması bir o kadar lezzetli, hafif Gypsy Kings havası taşıyan bir şarkı.)
3)Calm Like You
4)Seperate And Ever Deadly (Sözleri inanılmaz derecede zekice.)
5)The Chamber (Favorim. Kesinlikle dinlemelisiniz. İkili vokal insanı sersemletiyor.)
6)Only The Truth (Eski türk filmlerindeki kovalama sahnelerini hatırlatan ritmi ve müziğiyle bir türlü ısınamadım. Ya seversiniz ya nefret edersiniz.)
7)My Mistakes Were Made For You (Klasikler arasına girdi. Dinlemediyseniz çabuk dinleyin, çok şey kaçırıyorsunuz. Albümü sırtlayan şarkı.)
8)Black Plant (Bundaki yaylıları dinlerken sırtım ürperiyor. The Chamber ile kardeş şarkı gibi görmüşümdür hep, sonra farkettim ki sonundaki arpej kısmı ikisinde de aynı :ehi)
9)I Don't Like You Anymore
10)In My Room
11)Meeting Place (Bu şarkıyı sevmemeniz mümkün değil. Ah bi de çalabilseydim bunu. Kolay gerçi ama hızlı geçiş yapamıyorum.)
12)The Time Has Come Again (Davulsuz. Sadece rahatlatıcı yaylılar ve yankı verilmiş vokal. Kapanış için doğru seçim)

Ehh bu kadar övgüden sonra hatrıma en azından bi iki şarkı indirip dinlersiniz umarım? Dinleyin. Gerçekten değecek.


40
Kurgu İskelesi / bahçede-
« : 02 Ağustos 2009, 21:57:49 »
Kendi Lenore'unu arayanlara, bulup da kaybedenlere ve/veya umudunu tamamen yitirenlere...

bahçede-

  Demir attığı yerden, altındaki bahçe her sekiz yöne alabildiğine sınırsızca ve ufuk çizgisine gerek duymaksızın uzanıyordu. Sarı saplı, fakat normalden canlı ve iri nergislerle dolu çiçek yatakları, simsiyah bir toprak ve çizilmiş gibi duran, tek tip bulutlar. Yağmur yağmaz, rüzgâr esmezdi. Işık hep vardı, gece hiç çökmezdi fakat gökte güneş de dahil olmak üzere ne bir yıldız, ne bir gök cismi, ne bir kuş, ne de insan yapımı mekanik bir tanrı bulamazdınız. Onların buradaki işi çoktan bitmişti. Bulutlar hareket etmezdi. O ise demir attığı yerden nergislerle ilgilenirdi. Demir attığı yer ya sürekli değişiyordu ya da nergisler yürüyen bir bant üzerindeymiş gibi sürekli onun önüne gelirdi. Bu olasılıksız bahçe tek bir düzlem gibiydi, ama aynı zamanda küreseldi. Üçten fazla boyuta sahipti onun ve benim ve sizlerin nazarında. Belirgin bir ufku ya da çizgisi yoktu. Toprağı simsiyahtı. Toprak, gerçek toprağın olması gerektiği gibi bir takım canlılar da barındırmazdı.

  Demir attığı yerden toprağın kokusunu alabiliyordu. Sıcak, parlak ve acıtan bir şeyleri çağrıştırırdı ona hep bu koku. Eğilse toprağı alabilirdi eline, fakat kahrolası nergisler onun bütün zamanını emip serpilmekle meşguldüler. Kökleri bu garip, ölçüsüz derinliklere ulaşan toprağın çok çok altlarında dolaşıp sevişirdi. Demir attığı yerden hissederdi bu kaynaşmayı hep. Toprağın huzursuz sallantısını ve boşlukta yükselen buharı.

  Toprak yine burun deliklerinin kapısını çaldı. Bu sefer hatırladı. Binlerce yıldır görmediği, hissetmediği ve neredeyse unuttuğu bir kavram. Kendi kalabalığında boğulmaktayken yalnız olduğu gerçeği bir can simidi fırlattı ona. Ateşi hatırladı. Sıcak, parlaktı. Acıtıyordu ve yok ediyordu. Yok ettikçe var ediyordu. Toprak bu ateşten doğmuştu, onun rahminin sıcaklığıyla kavrulmuş, yakıcı sütünden içip büyümüştü. Yürümeyi öğrendi her bebek gibi. Ve bir gün doğumuna lanet okuyup olduğu yerde kaldı.

  Ama o bundan eskileri de hatırlıyordu. Unuttuğunu sanmıştı, fakat unutamama hastalığının son evresinde olduğunu biliyordu artık. Gırtlaksız boğazından bir ses çıkmamasına rağmen gözlerini kıstı, ağzını açtı. Nergisler titredi.
Binlerce yıl öncesindeydi şimdi. Sekiz yöne sınırsızca uzanan bahçesi dört duvar arasındaydı. Nergisleri yeni baş vermişti taze kahverengi topraktan. İçeride Lenore bir kitap okuyordu. Taze, kahverengi kapaklı bir şiir kitabı. Taze ve kahverengi kahvesinden kahverengi buharlar tütüyor, dört duvardan birinin içini nefis bir rayiha ile dolduruyordu. Pencereden sadece elleri ve kitap görülebiliyordu. Ellerinin biri şaşmaz bir düzende kahverengi kahve bardağı ve yüzü arasında mekik dokuyordu. Yerinden kalkmasına hiç gerek yoktu. Ne kitap, ne kahve, ne de koltuğunun (kahverengi) rahatlığı sona erecekti.

  Bahçedeki birden umutsuz hissetti. Onu yıllarca aramış ve sonunda bulmuştu. Birkaç haftadır içeride o sonu gelmez şiir kitabını okuyup kahve içiyordu ve bahçedeki, onun yüzünü –onu buluşu da dahil olmak üzere- bir kez bile görmemişti. Nergisleri izlemeyi bıraktı ve pencereye yöneldi. Onu görmesi gerekiyordu. En azından gözlerini.
Sonra onlar geldi. Belirli bir renk, şekil, yüz, vücut veya kokuya sahip değildiler ama geldiler. Onların geldiğini biliyordu ve amaçları hiç de iyi değildi. İki tanesi, belki de yirmi tanesi, belki de milyonlarcası –hiç bilemezsin- ellerini, kollarını bağladı. Taze nergisleri ezdiler. Duvarları tuğla tuğla söktüler fakat Lenore halen pencerenin ardında şiir kitabı okuyup kahve içiyordu. Çok sinirlendiler. O zaman ateş başladı. Bahçe yandı, yandı. Alevler derisini kat kat soydu, kas bağlarını dağladı. Pencere yavaş yavaş eridi, içindekilerle beraber. Lenore balmumundan bir heykel gibi, elinin hareketleri bile değişmeden damla damla alevlere karıştı. Bahçedekinin gözünden akanlar yetmedi bunu durdurmaya. Alevler bu dört duvardan bir yandakine, ondan diğer yana, ondan öbür yana büyüdü ve büyüdü. Her bir duvarın içinde her bir Lenore yansıması alevleri besledi. Nergisler un ufak olup küle döndü. Bahçedeki haykırıyor, kendini paralarcasına ağlıyor ve yalvarıyordu. Zihninin yanışını izliyor, elinden hiçbir şey gelmiyordu. Alevler kemiklerini eritti ancak o ağladı. Durmadı. Ateş bütün duvarları, yolları, diğer olası bahçeleri örttü ve yok etti.

  Kendi zamanına –bu bahçede zaman kavramı da değişir aslında- geri döndü. Binlerce yıl önce, yangında kaybettiği sesi geri döndü. Yok edilmiş zihninin küllerinden oluşan toprak geri döndü. Nergisler geri döndü.
Simsiyah topraktan yükselen, gelişmek için ışığa ya da suya ihtiyacı olmayan nergislerle ilgilenmeye devam etti. Her birini kırmızı beneklerle süsledi. Narcissus yerine kendinin kanı –artık önemi yoktu- ile teker teker süsledi onları. Binlerce zihnin binlerce dilinde binlerce ağıt yaktı Lenore için, uzaklardan dönen sesiyle. Uzun yolculuğunun sonunda bir damla bile su istemeden, yapması gerekeni yaptı ses. O ağıtlardan biri belki de Lenore’un dilindeydi, belki de Lenore bu nergislerin her biriydi, belki de Lenore artık kendisiydi. Düşünmedi. Demir attığı yerden nergisleri düzenlemeyi sürdürdü. Bu zihin bahçesinin maddi sahibinin yaşamını sürdürdüğü maddi dünyada tanıştığı kişilerin iskeletleri kül toprağa gömülüydü ve nergisler onları teker teker kökleriyle sarıyor, ezip toprağa katıyordu…

2 Ağustos ’09, saat 02:28
~Teolorus Akuatis.


41
Kurgu İskelesi / Onun Gibi İnsanlar.
« : 23 Haziran 2009, 14:38:08 »
Onun Gibi İnsanlar.

Kapı çaldı.

“Hay lanet!” diye düşündü. Elindeki kırmızı elyaf yastıkla kalakalmıştı. İçinde şu garip köpüklerden olan yastıklardan nefret ederdi. O köpükten hep nefret etmişti. Kırmızı elyaf yastığı düzeltebildiği kadar düzeltti ve kırmızı koltuğa yerleştirdi. Salona şöyle bir göz attı. Sehpanın üzerindeki dergi yığınağı ve kitaplıkların raflarındaki düzensizlik dışında idare eder bir görüntüdeydi. “Hiç değilse toz alabildim.” diye geçirdi içinden ve tekrar çalan kapıyı açmaya gitti.

Elindeki bezi vestiyerin üst rafına fırlattı, elini saçından geçirip kapıyı açtı. Onu kıpkırmızı, hafifçe gülümseyen dudaklar, etrafına belli belirsiz, ama düzgünce makyaj yapılmış, biraz ürkek ve hüzünlü, nemli, siyah bir çift göz ve dipten kendi rengi (kömür siyahı) çıkmaya başlamış, şarap kırmızısı dümdüz saçlar karşıladı. Bir an afalladı, sonra bütün bunlar bir araya toplanıp bir yüz oluşturdu. Kendini toparladığında-ki birkaç milisaniye süren bir Sara krizinin sanrılarından sonra kendini toparlaması ona 5,5 saniyeye mal olmuştu-“Hoş geldin.” diyebildi. “İçeri gel, özür dilerim, uyuyordum ve halen kendime gelemedim.” diye bir yalan uyduruverdi. Kız kocaman gülümsedi bu sefer. O da “Çok şekersin.” diyebildi. Siyah ve askılı bir elbise giymişti. Eve adımını attı. Saçları açık ön kapı ve balkon kapısı arasındaki hava dolaşımı nedeniyle hafifçe dalgalandı. Elbisesinin altından belli olan küçük fakat biçimli ve diri göğüsleri, her dişi gibi “çok kilolu” olduğundan yakındığı ama aslında harika olan bir vücudu vardı. Teniyse neredeyse süt beyazı bir renkteydi. Ona karşı kendini uzun zamandır olmadığı kadar istekli hissetti birden.  Aralarında zaten birkaç öpüşmeden ileri gitmemiş garip bir ilişki vardı. Ona bazen kuşkulu bir aşkla, bazense tutkulu bir fiziksel çekimle yaklaşıyordu. Bazen ikisi birden. Bazense hiçbiri. İşte şimdiki istek uzun süredir devam eden bir “hiçbiri” döneminden sonra gelmişti. Sonra birden gözü vestiyerin üst rafına attığını sandığı beze ilişti. Aslında, rafta gözden uzak durması gereken bu sarı kumaş parçası, holdeki halının üzerine sanki canı bu bunaltıcı yaz gecesinde ampul ışığı altında biraz güneşlenmek istercesine sere serpe uzanmıştı. Bu görüntüyü kesebileceğini umarak bezin önüne durdu ve konuğuna “Salona geç, kendi yerindeymiş gibi davran, lütfen çekinme.” dedi. Kız da uslu sulu, küçük adımlarla salondan içeri girdi. Kızın görüş alanından çıktığında, eğilip yerdeki bezi aldı, “Sonra görüşeceğiz.” der gibi bir bakış atıp rafa kaldırdı.

Kafasını kapıdan uzatıp “Çay ya da kahve ister misin?” diye sordu. Kız kafasını kaldırınca yüzünün acıyla dolu olduğunu gördü. Kıpkırmızı dudaklarından şu kelimeler döküldü: “Hayır, teşekkürler. Konuşmama yardımcı olacak daha sert bir şeyler var mı?” Konuşmak. Tabi ya. Buraya geliş sebebi bir konuşmaydı ve kızın yüzünden bunun pek de kolay bir konuşma olmayacağı belliydi. Ne yazık ki çok iyi bir dinleyici de değildi.

Mutfağa yöneldi, dolaptan zor günler için sakladığı Scotch’u ve iki cam bardağı alıp salona döndü. Kız yastıkları yeni düzeltilmiş kırmızı koltuğa oturmuş ve yastıklardan birini kucağına almıştı. Bu halini görünce içinde bir acıma uyandı. Fiziksel isteği geçip yerini bu çaresiz görünüşlü dişiye karşı neredeyse anaç bir tavır haline bıraktı. Gerçekten konuşmaya ihtiyacı olan birini yüz üstü bırakamazdı. Üzerindeki dergileri bir kenara itip elindekileri sehpaya koydu ve kırmızı koltuğa yüzü kıza dönük şekilde kuruldu. Bu koltuk, tıpkı Tyler Durden’ın da tanımında olduğu gibi “kişiliğini nasıl yansıtacağını kataloglardan seçen” birinin alacağı türdendi. Aynen bu koltuk gibi, salondaki kitaplığın raflarındaki çoğu kitap gibi ve balkon kapısının yanındaki şu garip cam heykel gibi (kırılmasından nasıl da korkardı), hayatı ve evi ne işe yarayacağını bilmediği insanlar, kelimeler ve eşyalarla doluydu. Hâlbuki balkon kapısının yanındaki heykel bir düşüp parçalansaydı, içinde Antik Dünya’nın en zengin hazinelerinden birinin yerini gösteren gizli bir not bulacaktı… Fakat bir saniye! Balkon kapısı neden kapalıydı? Kalkıp onu açmak istedi, fakat durumu anlayan kız onu bileğinden yakalayıp “Yapma.” dedi. “Gürültü dikkatimi dağıtıyor.” “Klimamın olmadığını biliyorsun.” diye karşılık verdi o da. Sonra sehpaya uzandı, Scotch’u açtı ve bardaklara koydu. “Ee?” dedi. “Başla bakalım.” Kız bardağı dikti, içkinin kadifemsi acılığından dolayı yüzünü buruşturdu ve konuşmaya başladı.

“Önce, beni kabul ettiğin için teşekkür ederim.” dedi, bardağını yenilerken. “Konuşmaya gerçekten ihtiyacım vardı.”
“Tabi ki kabul edecektim.” dedi ve güldü. “Şu son zamanlarda yaptığım dürzülükleri affettirmek istiyorum ben de.” Kız gülümsedi. “Dürzü mü, yapma!”
“Evet, dürzü. Hatta buna odun, tomruk, kütük ve mal’ı da ekleyebiliriz.” diye devam etti. Kız yine güldü. “Tamam, tamam. Dünyanın senin gibilere de ihtiyacı var.” dedi. “Benim de.” diye ekledi yüzünü yeniden asarak. Onu tekrar neşelendirmeliydi. “Dünya dedin de, deminki listeye denyo’yu da ekleyelim.” dedi. Kız çok hafif gülümsedi ve “Ekleme lütfen.” dedi. Konuşmaya devam etti: “Sorun şu, etrafımda hep aynı tür insanlar var. Ve ben bu durumdan bıktım. Birinin beni bu durumdan çekip çıkarması gerek.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Bak, bana göre insanlar iki çeşit; iyiler ve kötüler. Ve bundan sıkıldım.”
“Nasıl, ne oldu ki bu kadar doldun?”
“Benim gibi insanlar bana ve etrafımdakilere zarar veriyorlar aslında. Ben değişmek istiyorum, bir tedavi istiyorum!”
“Bence halinde hiçbir sorun yok, sen değişeceğine bırak da Dünya değişsin.”
“Hayır, çok geç. Dünya artık değişemez, değişse de ben yetişemem. Mecburum, etrafımdakileri iyi seçmeliyim, zarar görmeyecek kişiler olmalılar.”
“Halen anlamıyorum. Eğer konuyu iyiler ve kötülerle bağdaştırmamı istiyorsan, benim kötü olduğumu mu söylemeye çalışıyorsun?”
“Hayır! Bak, ben ve benim gibiler kötü. Yanlış anlama. Sen iyisin, hatta çok çok iyisin. Bense kötüyüm ve çok açım. Ve benim gibiler bana yardım edemez. Neden anlamıyorsun?”
“Fakat bu göreceli bir şey. Ben kendime göre hiç de iyi biri…”
“Anlamıyorsun! Ben kötüyüm! Görecesi yok, Durum bu!”
“Sakin ol!”

Birkaç bardaktan sonra ortalığın durulduğuna karar verdi. Kıza döndü ve dedi ki: “Anlamak istemiyorum. Saçma sapan şeylerden bahsediyorsun, hem de üstü kapalı bir şekilde. Bak, Dünya’yı siktir et ve istediklerine bak. İçinden geleni yap mesela. Kötüler, iyiler, salla gitsin. Her şey bir deneyin parçası ve sonuçta öleceğiz. Benim bunu yapacak cesaretim hiçbir zaman olmadı, ama sende cesaret ve çok daha fazlası var.”
“İşte sorun bu. İçimi çok dinledim, kendimi kendi ellerime çok bıraktım. O yüzden bu haldeyim, çok açım ve doygunluğa ulaşamıyorum…”
“Öyleyse bilemem. Benim bunları yapmamam benim yararıma mı oldu? Emin değilim. Söylediğim birçok saçma şeyden biriydi işte, konuyu kapamaya çalıştım ama beceremedim. Takma sen beni.”

Uzun bir sessizlik yaşandı. Kız yastığın üzerine kapanmış, sessiz hıçkırıklarla sarsılıyordu. Bardağını elinden bırakıp kıza yanaştı, elini kızın omzuna koydu ve onu kendine doğru çekti. “Ağlama, bak, sen iyi bir insansın, bunu kabul et. Benden de iyisin hatta. Seni bu hale getiren her kimse kötü insan işte o ve seninle hiçbir alakası yok. Şimdi sakinleş ve iyi olduğuna inan.” Kız ona döndü, artık gülümsüyordu. “Teşekkür ederim.” dedi. Sürekli gözünün önüne düşen bir saç tutamını düzeltmeye uğraşırken kız bileğinden tuttu. “Elleme.” dedi. “Dağınıkken daha güzel duruyor.” Bir an ikisi de duraksadı. Kız bileğini halen bırakmamıştı. Birbirlerine doğru çöken iki komşu bina gibi yaklaştılar. Kız “Sen de çok iyi bir insandın.” diye mırıldandı ve dudakları buluştu. Kızın kıpkırmızı dudakları alev gibi sıcaktı. Kusursuz bir heykeltıraşın başyapıtı gibi, kusursuzca bir şekilde hareket ediyorlardı. Muhteşem bir simetriyle birbirini tamamlayan iki çift dudak. Elleri bir an havada kaldı, sonra kızın saçlarını okşamaya başladı. Sonra, dişlerinin arasında kızın dilini hissetti, soğuk, ıslak ve kaygandı. Ağzının içlerine ulaşmasına izin verdi.

İşte her şeyin tersine döndüğü nokta burasıydı.

Dil gittikçe incelip uzadı, küçükdile sürtünerek aşağı indi. “Ne oluyor?” diye düşündü. Durumun anormalliğinden kaskatı kesilmişti. “Dili nasıl bu kadar uzun?” diye sorup durdu kendine. Dil uzamaya devam etti, üzerindeki iğnemsi çıkıntıların bademciklerini yırtıp geçtiğini hissetti, öğürmeye başladı ama hareket edemiyordu, kız onu sımsıkı kavramıştı. “Bir insanın dili böyle olamaz!” diye çığlıklar attı zihninde. İğneli dil ses tellerini parçalayıp gırtlağına ulaştığında “Hayır.” diye düşündü. “Bir insanınki değil.”

Dil gırtlak kemiğini delip şah damarına ulaştı ve aklındaki soruların çoğu cevaplandı. Kızın neden kötü olduğunu, neden bir tedavi istediğini, ona son söylediği cümlenin neden geçmiş zaman kipinde olduğunu, duygusal sandığı açlığın aslında fiziksel olduğunu anladı.

Gözleri gittikçe daha da kararır, hisleri körelirken ve kız elbiseleri parçalanarak şekil değiştirirken o ve onun gibi “insanların” neden etrafa zarar verdiğini de anladı.

Son düşüncesi de “Hayır. İnsan değil.” oldu.

©2009, Tunahan Akar a.k.a. Teolorus Akuatis.
Her hakkı saklıdır. İznim olmadan herhangi bir parçası veya tamamı kullanılamaz, başka birinin adı altında sergilenemez.

42
Düşler Limanı / Onlar Ve Ben.
« : 08 Mayıs 2009, 23:47:46 »
İster istemez görüyorum onları. Her yerdeler. Sen de görüyorsun, siz de görüyorsunuz.

Kendilerine göre "delikanlı, adam, herif, maço, atarlı", bize, ya da en azından bana göre "kıro, iğrenç, ataerkil, anlayışsız, geri zekalı, kabasakal, dayı, serseri ve saire ve saire..."

Bunlar, bir kızı sevdiklerini iddia ederler. Kendilerine göre sevmeleri hoştur tabi. Katıksız severler.
Ama TEK taraflı severler.
Yaptıkları dişiye tasma takmaktan başka bir şey değildir aslında. Sevmeleri de kendilerini sevmeleridir aslında.

Her şey etraflarında dönsün isterler. Kimsenin onları aslında umursamadığını farketmeden. Ya da gördükleri ilginin ya korkudan titreyen yaprakgillerden, ya kendi kıçını kurtarmak isteyen yalakalardan, ya da tamamen farklı bir şekilde balkan fetişistlerden olduğunu anlamazlar.

Kendilerinden yaşlarını 2'ye, hatta 3'e katlayan homo sapien'lerle "sen" hitabıyla ve itici bir ses tonuyla konuşmalarını bekleyebilirsiniz.

İstemedikleri şeyler olunca delirirler. Ya da delirmiş gibi davranırlar. Ya da delirdiklerini sanarlar.

O kızdan ayrılınca "kaçan kovalanır" ya da "ya benimsin ya toprağın üleayn" anlayışıyla peşini bırakmazlar. Sırası gelen aşıkların hislerini s*klemeden topuklarıyla ezip üstüne tükürebilirler. Sırf etrafında bir erkeksinek bile uçmasın diye.

Onları her gün görüyorsunuz. Otobüste "röhöheha" şeklinde gülen, k harfini gırtlağında yuvarlayarak bol balgamlı bir g'ye dönüştüren, cep telefonunu kulağından on metre uzakta tutarak ses gelmiyor diye 100 oktavlık bir sesle böğürerek konuşan, okulda üzerinize yürüyen, bahçede kelebek(bıçak) sallayan, telefonlarında çeşitli silahların patlama seslerini barındıran, perşembe akşamlarını iple çeken (kurtlar vadisi mi nedir), kendilerine özgü "isilik yürüyüşü" (kollar yere paralel, dirseklerden bükülü, bilekler serbest, dizler vücudun önünde hafifçe yaylanarak, yürürken topuklar birbirine vuracak) ile hareket eden, insan demeye bin şahit isteyen "cogito mogito yok" insanıdır o.

Ben onlardan korkardım.
Ben onları görünce dizlerimin titremesini durduramazdım.
Ben onlardan değil onların yapabileceklerinden korkardım.

Artık onların "yüce huzuruna" ellerim ceplerimde çıkabiliyorum.
Bunların hepsi de sadece onun için. Sonunda sağlam bir dayak olsa da.

43
Müzik / GORILLAZ
« : 08 Mayıs 2009, 23:21:01 »
Bunu çok dinleyen yok sanırım, ama yakından takip ettiğim ilk gruptur diyebilirim.



Viki'den kanırtma =)

"Gorillaz, ingiliz müzik grubu Blur'un solisti Damon Albarn ve "Tank-Girl" çizgi romanının yaratıcısı Jamie Hewlett'in önderliğinde kurulmuş olan Dünya'nin ilk sanal müzik grubudur."

"Grup ilk albümlerini (Gorillaz) 2001 yılında çıkarmış ve bu albüm Dünya çapında 6 milyon kopya satarak Guinness Rekorlar Kitabi'na "En Çok Satan Müzik Albümü" adıyla girmiştir. İkinci albümleri Demon Days'i (dinleyebileceğiniz en mükemmel albümlerden biridir) de 2005 yılında piyasaya çıkaran Gorillaz, albümde yer alan "Feel Good Inc." şarkısıyla Grammy Ödülü almıştır.

Grup üyeleri gerçek yüzlerini asla göstermezler.Konserlerini gölgelerin arkasından sadece siluetleri gözükecek şekilde düzenledikleri bir ışık gösterisi eşliğinde yaparlar.2005 yılında MTV Avrupa Müzik ödüllerinde hologram tekniğini kullanarak yaptıkları 3 boyutlu konserle tüm Dünya'nin takdirini kazanmıştır ve bu zamandan sonra birkaç konserini daha bu teknikle yapmışlardır.

2006'nin son çeyreğinde dağıldığını açıklayan grup ardında sadece iki tam albüm, iki yan albüm ve bir çok single bırakmasına rağmen gelmiş geçmiş en iyi müzik gruplarından biri olarak sayılmaktadır.Grubun tekrar bir araya geleceğine inanan büyük bir topluluk mevcuttur (ben de onlardan biriyim. Geri toplanın ya böhühü xC) çünkü böyle kısa süreli bir ayrılık daha öncede yaşanmıştı.

TARİHÇE:
1999 yılında Damon Albarn ve Jamie Hewlett projeyi ilk oluşturduklarında grup ismini "Gorilla" olarak belirlemişlerdi (bu hallerinde Noodle'ın yerinde Paula Cracker vardı) ama 2000 yılında ismi Gorillaz olarak değiştirdiler.İlk şarkıları "Ghost Train" ülkede ses getirince grup hemen sonrasında kendi adlarını taşıyan albümlerini 2001 yılında piyasaya sürdüler ve büyük başarı elde ettiler.1 yıl sonra "G-Sides" adı altında çıkardıkları yan albüm ile ilk albümündeki şarkıların çoğunun kendileri yeniden düzenlemiş hallerini tanıttılar.Bu albüm ile ünlerini daha da arttıran Gorillaz bir süre singlelar üzerinde durmuştur.

5 Mart 2001 yılında yayınladıkları ve Clint Eastwood'a karşı eleştiler taşıyan "Clint Eastwood" adlı singleları "Yılın En İyi Single Şarkısı" ödülünü almıştır.

25 Haziran 2001'de çıkardıkları "19/2000" adlı singleları ise Dünya müzik listelerine bir numaradan giriş yapmış ve büyük ilgi görmüştür.Bunun sonucunda EA Games ile yapılan bir anlaşma ile 19/2000'in remix versiyonu , FIFA 2002'nin resmi müziği olarak seçilmiştir ve aynı sene "En İyi Oyun Müziği" dalında ödül kazanmıştır.

22 Kasım 2001'de çıkardıkları "Rock The House" ve 7 Aralık 2001'de çıkardıkları "911" adlı singleları ile 2001 yılını kapatan Gorillaz bir anda Dünya'nin en iyi grupları arasındaki yerini almıştır.Öyle ki 2001 yılının başında neredeyse sayılı bir kitle tarafından tanınan bir grupken , sene sonuna gelindiğinde Dünya'nin her tarafında büyük hayran kitleleri olan bir grup haline gelmişlerdi.

2002 yılında 2 single daha yayınlayan grup daha sonrasında artık bu işten zevk almadıklarını öne sürerek dağıldıklarını açıklamışlardı.Grubun 4 üyeside Dünya'nin farklı yerlerine dağılmış ve arkasında büyük bir hayran kitlesi bırakmışlardır.Aradan geçen 2 seneden sonra 2004 yılında bu ayrılığa dayanamayan grup üyeleri Haruka Kuroda(Noodle)'nin çabalarıyla tekrar bir araya geldi ve yeni albüm üzerine çalışmaya başladılar.

9 Mayıs 2005'de yayınladıkları "Feel Good Inc." adlı singledan hemen 2 hafta sonra 21 Mayıs 2005'de piyasaya çıkan "Demon Days" adlı albüm ile tekrar müzik dünyasına dönen Gorillaz çalışmalarına "Feel Good Inc","Dare","El Manana","Dirty Harry" gibi en sevilen parçalarına klipler çekerek devam etti.

2005 yılına kadar Gorillaz tüm konserlerini karanlık bir sahnede gölgelerin arkasından yapıyordu.Hazırlanan ışık düzeni ile sadece kara bir cisim gibi gözüküyorlardı.Sahnenin üst tarafına koyulan bir ekran ile şarkı eşliğinde o şarkının klibi veya ilgili resimler gösteriliyordu.Ama 2005 MTV Avrupa Müzik Ödülleri'nde bu değişti.Geceye davetli olarak katılan Gorillaz sahnede yıllarca unutulmayacak bir gösteriye imza attı.Hologram tekniğini kullanarak Gorillaz karakterlerini 3D şeklinde yansıtarak canlı müzik yaptılar.Ardından 2006 Grammy Müzik Ödülleri'nde de Madonna ile birlikte aynı sahneyi paylaşayarak hologram konseri yapmışlardı.

2006'nin son çeyreğinde 2. kez hayranlarını üzecek bir olay yaşandı ve Gorillaz bu sefer bir daha asla birleşmemek üzere dağıldığını açıkladı.Hatta ciddi olduklarını göstermek için birkaç TV şovuna çıkıp kendilerini ilk defa insanlara göstermişlerdir.Ama buna rağmen hayranları halen Gorillaz'in yeniden birleşeceğine inanmaktadır.

20 Kasım 2007 tarihinde yeni yan albümleri D-Sides piyasaya çıkmıştır.

KARAKTERLER:
2-D (Vokalist, Klavye) 
 Damon Albarn'in karakteri olan 2-D'nin gerçek ismi Stuart Tusspot'tur.Grubun en sakin ve normale yakın kişiliğe sahip sayılabilecek üyesidir.


Murdoc Niccals (Bas Gitar)
 Phil Cornwell'in karakteri olan Murdoc psikolojisi bozuk,sadist,sapık ruhlu ve kadınlara düşkün bir kişidir (idolüm xD).Grubun en anormal üyesidir ama çoğu internet sitelerine göre Murdoc Gorillaz'in en iyi üyesidir ve birçok hayran sitesi mevcuttur.İngiltere'de yapılan bir ankette satılan Gorillaz ürünleri arasında en çok Murdoc'un ürünlerinin tercih edildiği ortaya çıkmıştır.


Russel Hobbs (Bateri)
 Remi Kabaka'nin karakteri olan Russel'in garip bir özelliği vardır;uyuduğu zaman onun kötü niyetli hayaleti ortaya çıkar ve Dünya'ya karanlığın hükmetmesini sağlamak için uğraşır.Yemek yapmak,tamirat hobileridir.


Noodle (Gitarist,Vokal)
Haruka Kuroda'nın karakteri olan Noodle grubun kadın üyesidir.Gruptaki herkes ondan korkar çünkü Uzakdoğu Dövüş Tekniklerinin ustasıdır (Clint Eastwood'un videosunda gördüğümüz gibi).Dünya çapında büyük fan kitleleri oluşturmuş olan Noodle kendini bir FedEx kutusu içinde Kong Stüdyoları'na kargolaması ile bilinir.

Del
 Russel'in kötü niyetli hayaletidir. "Clint Eastwood" ve "Rock The House" kliplerinde görünmekte olup, grubun Gorilla Bite adındaki kısa filmlerinden "Jump The Gut" adlı bölümünde de gözüküyor.


Paula Cracker
2-D'nin eski kız arkadaşıdır ve grubun birkaç şarkısında gitaristlik yapmıştır. Noodle ondan nefret eder.

Bunların dışında...
-El Mañana
-Tomorrow Comes Today
-M1A1
-Hong Kong
-Spitting Out The Demons
-Clint Eastwood
-Feel Good Inc. (bunu kesin dinlemişsinizdir)
-Double Bass (biraz tekdüze ama)
-5/4

ve daha bir sürü... Kesinlikle dinleyin derim ama bu yazdıklarımı kesinkes dinleyin.

44
Sinema / [●REC]
« : 30 Mart 2009, 01:09:46 »


Korkuyu yaşayın...

Filmin afişindeki bu slogan zaten filmin çekim yöntemi ve içeriği konusunda oldukça manidar (manidar böyle mi kullanılıyordu?). 2007 İspanya yapımı bu korku/gerilim/fantastik filmi ben oldukça başarılı buldum. Özellikle makyaj, kamera kullanımı ve özel efektler oldukça göz doldurucu.

  Kamera kullanımından bahstemişken, bu film Blair Cadısı ile başlayan "1. kişi gözleminden olayları aktarma" furyasının örneklerinden biri. Bir diğeri için; bkz: CLOVERFIELD. Filmin yapısına oldukça uygun düşüyor, fakat aksiyon sahnelerinde ve arada bir kapanan kamera ışığı nedeniyle oluşan karanlıkta filmi takip etmekte zorlanabilirsiniz.

  Uzatmadan konuya geçeyim. İspanya'nın bir şehrinde, yerel bir televizyon ekibi, programları "Siz Uyurken"in yeni bölümü için gece vardiyasında çalışan itfaiye ekibinin yanındalar (bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, itfaiye eri'nin ispanyolcası Bombero. çok güzel söylemesi =D). İtfaiye ekibiyle söyleşiler yapıyorlar, mekanı geziyorlar derken kızın (Angela, programın sunucusu) içten dileği üzerine bir ihbar geliyor, fakat bir yangın ihbarı değil.
  Bizimkiler kamyona atlayıp ihbarın yapıldığı yere geliyorlar, bütün bina sakinleri (öhm, çoğu) giriş katında onları bekliyor. Durum hakkında bilgi edindikten sonra, ihbarı yaptıran olayların olduğu daireye giriyorlar ve...

  Bütün konuyu anlatacak gibiyim. Şöyle özetleyeyim; ortada hasta bir yaşlı kadın, sebebi oldukça ilginç bir salgın, kan(her anı kanlı değil, ama doyurucu derecede var), zombimsi kuduz mutantlar, oldukça iyi efektler ve klişeler var. Klişeleri önceden tahmin edebilmenize rağmen, bir çok yerde koltuğunuzda zıplayabiliyorsunuz.

  Önerim, bir an önce bu filmi edinip izleyin. Fakat Hollywood çakması olan QUARANTINE'in yanına bile yaklaşmayın. Herşeyin orijinali makuldur.

İyi seyirler.

Notum: 8/10

45
Düşler Limanı / İnsan Olmak.
« : 27 Mart 2009, 21:33:28 »
  Bu sabah yine yağmur yağdı...

  Böyle havaları çok seviyorum. Bulutlarla örtülü, ya saf bir beyazlık ya da gri-siyah bir karmaşa şeklinde bir gökyüzü. Bir de yağmur yağarsa tamam.

  Bilmem farkettiniz mi? Yağmur yağarken yerlerde küçük, şerit şerit bir şeyler olur, etraf kuruyunca da kaybolurlar. Onların ne olduğunu bileniniz var mı? Bilenleri kutluyorum, bilmeyenlerin de daha dikkatli olmasını beklerdim.

  Solucan onlar, hani hermafrodit, yani kendi kendine üreyen omurgasız canlılar.

  Şimdi bunu okuyanların bir kısmının "Yahu bu çocuk/adam/şey ne saçmalıyor, başlık insan olmaktı, solucanların insanlıkla ne alakası var?" diye düşündüğünden eminim, yanılıyorsam da sağlık olsun. Şimdi bu sorunuza açıklık getireceğim.

  Solucanlardan bahsetmemin iki nedeni var. İlki, bana ayırılan yazı alanını olabildiğince verimli kullanarak ortaya hacimli bir metin çıkarmak. Normalde bir yazarın bunu açıklamasını beklemezsiniz sanırım =) Ama bakın, halen yazıyı uzatarak oyalanıyorum =) Neyse. İkinci nedenim ise doğrudan kendimle ilgili. Bu sabah, bildiğiniz gibi, yağmurlu bir sabahtı. Ön bahçemizden yeryüzüne çıkan bazı solucanlar sürünerek ayakkabı dolabımızın bulunduğu, kapı önündeki kapalı bölmeye girmişti. Şimdi orayı size tam olarak nasıl anlatacağımı bilmiyorum, ama şöyle düşünün: duvarda, içeri doğru bir bölme var ve eve asıl girilen kapı orada. Hin akıllı bir baba o bölmenin bahçeye açılan yerine bir başka kapı yaptırıp ısı kaybını engellemeye karar veriyor, ve antredeki çamurlu ayak izlerini silmekten bıkmış daha hin akıllı bir annenin önerisi ile oraya bir de ayakkabı dolabı koyuluyor...

  Konudan sapmaya başlamadan devam edeyim. Benim hakkımda bilmeniz gereken şeylerden biri de, insan olmaktan hoşnut olmamam. Bir düşünün, bu kadar yıkıcı, tüketici bir ırkın mensubu olmaktan nasıl mutlu olabiliyorsunuz?

  "Bir aslan, bir kaplan, hatta bir şişe hardal da yıkıcı olabilir!" diyorsanız, üzülerek yanıldığınızı söyleyeceğim.Onların yıkıcılığının ve yırtıcılığının bir amacı var.

  "Besin zinciri" ve "ekosistem" kavramlarını mutlaka duymuşsunuzdur. Bu kafaya kakma temelli eğitim sisteminde karşınıza defalarca çıkmış olduğu için bilemediğinizi düşünemiyorum. İşte onlar, hayatta kalabilmek için doğanın onlara verdiklerinden kendilerine "yettiği" kadar yararlanarak bu ekosistemi ve besin zincirini ayakta tutuyorlar.

  Fakat bir gün insanlar geliyor ve her şey alt üst oluyor...

  İnsan doğası nedeniyle bize gerekenden fazlasını alarak doğayı tüketiyoruz. Bütün dengeyi koruyan kilit türleri bir bir yok ediyoruz, ve en nihayetinde, kaynaklar tükendiğinde, yeni kaynaklar ve yok edecek başka türler aramaya çıkıyoruz. Bu duruma çoğumuzun bildiği kült bir filmden alıntı yaparak bir yorum getirmek istiyorum. "Bu şekilde yaşayan canlılar ne hayvandır, ne de bitki. Böyle bir yaşam tarzına sahip olan tek canlı virüstür, ve onların canlılığı da tartışılır. Siz bu gezegenin lanet olası kanserisiniz." İşte bu yüzden insan olmaktan hiç memnun değilim.

  Ve bu sabah, ayakkabı bağcıklarımdan birine tırmanmış bir solucanı bahçeye geri bırakırken, insan olmaktansa bir solucan olmayı yeğleyeceğimi farkettim. Bilmeyenler için söyleyeyim, "yeğlemek" ya da "yeğ tutmak" deyimi tercih etmek anlamına geliyor.

  Bir solucan olup, toprağı alt üst ederek, Dünya'nın nefes almasını sağlayacak delikler açarak doğaya bir insandan daha yararlı olabileceğimi farkettim bu sabah.

  Kör, sağır, dilsiz, üremek için karşı cinsten bir bireye bile ihtiyaç duymayan bir varlık. Sadece kendisi ve düşünceleri olan, Doğa'nın yarattığı en üstün varlık.

  Bu tam da beni yansıtıyor işte. Yalnızlığı severim. Düşünmeyi severim.

  Her ne kadar ezilsem ve dış Dünya'ya adım atmaya ne kadar seyrek cesaret etsem de.

FIN.

Sayfa: 1 2 [3] 4