Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - serhan1310

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 6
31
  Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim.  Bu tarz destekler yazmaya teşvik eden kırbaçlar gibi insanı mutlu ediyor. Dilbigisi hatalarının bir kısmını bilerek yapmıştım. Özellikle konuşma metinlerinde olanları çünki seslerle konuşmaya çok yabancı bir toplumu anlatıyordum fakat sonradan bunu yersiz bulduğum için bir kısmını düzelttim bir kısmıda gözümden kaçmış . Uyarınız için sağolun hikaye tamamlanmaya yaklaştıkça editörel bir inceleme yapıp tekrar üstünden geçiceğim.
   Hikaye devam edecwk ama ne acele edeceğim nede siz değerli okurları soğutacak uzun aralar vereceğim.

32
Nizura' nın beni hafifçe sarsmasıyla uyandım. Odanın içi soğumuştu. Kadın kucağındaki bir bohçayı yatağın üzerine sererek, içinde kendi giydiklerine benzer kıyafetleri gözler önüne açtı. Üstüme örtülü yumuşak kürklü battaniyenin sıcağından utanarak çıktım. Uzun kollu deri bir yelek, iç çamaşırı ve yine deriden pantalonu giymeme Nizura yardımcı oldu. Ardından içi ve dışı kürklü bir tüniği üzerime geçirip aynı şekilde yapılmış iki parçayı pantalonuma tutturarak sardı. En son enli bir kemerle tüniği belime oturttuktan sonra, bir heykeltraşın yaptığı eseri inceleyen ifadesiyle bana göz attı. Sonunda, dudaklarında beliren memnun tebessümle, bir çift eldiven ve eşine hiç rastlamadığım değişik bir ayakkabıyla üzerimdekileri tamamladı. Ayakkabının tabanı adeta küçük hayvan pençeleriyle kaplıydı.

 Dışarı ilk adım attığımda gördüğüm manzara karşısında adeta sarsıldım. Hertaraf bembeyaz bir kar tabakasıyla kaplıydı. Rüzgar ciğerlerime işleyerek nefesimi kesiyor, vücudumun açıkta kalan her noktasına adeta saldırıyordu. Üzerimdeki kalın kürklü giysiler olmadan bu soğuğa tahammül etmemin imkanı olmazdı. Nizura yürümem için teşvik edercesine elini sırtıma koyarak hafifçe ittirince, kararsız adımlarla yanıbaşında ilerlemeye başladım. Giydiğim ayakkabının tuhaf tabanı için her adımda şükrediyordum. Zira düz bir yürüyüş ayakkabısıyla, kar ve buz kaplı, yokuş aşağı patikada, düşmeden ilerkeyebilmem imkansız olurdu.

Kaldığımız tek odalı küçük kulübe, köye benzeyen yerleşim yerinin tüm manzarasını gözler önüne serecek yükseklikteydi. Kulübenin önce tuğladan yapıldığını sansamda Nizura bana, evlerini gök ağacından  şekillendirerek yaptıklarını söyledi. Ağaç özenle kesilip küp şeklinde parçalar yapılıyor, daha sonra aynı ağacın reçinesinden özel bir tutkal yapılarak birleştiriliyor ve son olarak da yapının tamamı aynı maddeyle kaplanıyordu.

Dışarıda gün yeni yeni ağarmıştı fakat güneşten eser yoktu. Soğuktan ötürü, bu yerde güneşin doğduğundan bile şüphelenmekte zorluk çekmezdi insan. Önümüzde uzunan zorlu yürüyüşü çekilir kılan tek şey ise, Nizura' nın geceki ketumluğunun kaybolup, bana bölgeyi anlatmasıydı.

Köy diye tasvir ettiğim yere Hara , burada yaşayanlarada sürü deniyordu. Mirdakhar' ın ne olduğunu tam olarak anlayamasamda inandıkları bir tanrı olduğu fikrine kapıldım. Nizura ise onun rahibi gibi birşey olabilirdi. Bölgede birbirinden uzak yaşayan birçok Hara olduğunu ve hepsinin birleşimine Harranion dendiğini öğrendim. Kuzeyde genç orman ve gök orman birbirini izliyor güneyde ise Kin denizi' nin fırtınalı suları buzlu kıyıyı dövüyordu. Gittiğimiz yer ise ayaz diş harasıydı.

Sıra dışı bir yerleşim bölgesiydi. Tam merkezinde oldukça büyük bir çardağa benzettiğim, üstü kapalı ama etrafı açık çember yapıyı, Nizura ayaz dişin yüreği diye tanıtmıştı. Bulunduğumuz yerden, sürekli birşeyler taşıyarak içeri girip çıkan insanları görebiliyordum.  Tüm evler merkezdeki bu yapının etrafına sıra sıra çemberler  oluşturacak şekilde genişleyerek dağılıyordu. En dış halkada yüzden fazla kulübe görülüyordu. Şekil olarak birbirinden farklı olsalarda, evlerin hepsi aynı kaldığım kulübe gibi ufak tefekti. Hiçbiri diğerinden daha büyük sayılmazdı.

Sonunda en dış halkayı oluşturan evlerin yanına vardığımızda iyice acıktığımı hissettim. Etraftaki insanların arasından geçerken, meraklı gözler bizi izliyor ama hiç biri uğraştığı işi yarıda bırakacak kadar bizimle ilgilenmiyordu. Herkez sarışındı, mavi gözlüydü. Nizura gibi oldukça uzun boylu ve güçlü görünüme sahiptiler. Kendimi devler ülkesine yolu düşen Kaptan Korba'nın kitaplarında gibi hissediyordum. Evlerin arasında, birbirlerine kardan yaptıkları topları fırlatarak oyun oynayan çocukları gördüğümde kendimi biraz mutlu hissettim. Nereden hatırkladığımı bilmesemde “Oyun oynayan çocuklar bir şehrin ruhudur. Eğer gittiğin herhangi bir yerde oyun oynayan çocuklar görmüyorsan o yerden sakın.” Sözü geldi.

Çocuklardan bir tanesi bizi farkedip oyunu bırakarak yanımıza koştu. Kısa bir an Nizura ile bakıştıktan sonra bana döndü. Yaş olarak aynı görünüyorduk ama buradaki halkın iri yarı vücut yapısını göz önüne alarak, onun ancak dokuz yaşında filan olabileceğini düşündüm. Hiç birşey demeden çakmak çakmak mavi gözlerini bana dikti. Kararsızca "Merhaba" dedim. Kendi sesimi bile tanımadığımı farkettiğim için şaşırmıştım.

Çocuk Nizura' ya şaşkınca bakarak "O kör" dedi. Sorumu soruyordu, yoksa içinde bulunduğum durumumu belirtiyordu anlamadım. Neyi görmem gerektiğini bilmiyordum ve sanırım buradaki herkes için sıradışı bir şekilde kördüm. Bu düşünceyle kendi kendime gülümserken çocuk yanımızdan ayrıldı ve bizde ilerlemeye devam ettik. İç halkalara yanaştıkça yollar dahada daralıyordu. Sonunda Ayaz dişin yüreğine vardığımızda düşündüğümden çok daha büyük olduğunu gördüm.

Bir pazar yerinden farkı yoktu. Her yerde çeşit çeşit yiyecekler ve eşyalar, tezgahların üzerinde sergileniyordu ama başkarında onları satan herhangi biri yoktu. Bir adam güzel görünümlü kürk bir tüniği alıyor ve gidiyor, bir başkası uzunca bir mızrağı elinde tartıp beğenmeyerek başkasını alıyor, sonra memnun bir ifadeyle oradan ayrılıp bir masanın üstündeki,  ne olduğunu bilmediğim, meyveye benzeyen şeylerden çantasına doldurarak uzaklaşıyordu. Karmaşanın ortasında bir düzen hakimdi adeta. Kimse tartışmıyor pazarlık yapmıyor ve hatta konuşmuyordu bile.

Nizura eliyle ilerdeki geniş bir açıklığı işaret ederek "Yüreğin merkezi orası. Sürünün lideri orada sınayacak seni. Ya kabul edecek eğitmeyi  ya istemeyecek."

"Kabul etmezse." diye sordum.

"O zaman birdaha ayaz dişe gelirsen yabancı görülürsün. Şimdi ama rahat ol."

Nizura bana yoldayken bir enik olduğumu söylemişti. Başta söylediğini hakaret olarak algılamıştım ama şimdi bir çeşit rütbeden bahsettiğini biliyordum. Şuan eniktim ve yeni doğandım. Sonra  köpek, yavru, kurt, dakhara gibi henüz anlamadığım bir çok seviye vardı.

Elli kişinin rahatça sığabileceği kadar geniş olan merkeze girdiğimizde, gücünün zirvesinde görünen kırklı yaşlarındaki lider dışında kimse yoktu. Nizura cesaret vermek istercesine elini omzuma koydu.  "Bugün burada seslerle konuşulacak Taruth" dedi. Kadının sesindeki emredici ton karşısında hayrete düştüm. Adeta yönetmek ve emir vermek için doğmuş gibiydi. Böyle bir konuşma tarzının, adamı sinirlendirip sürüye kabul edilmemi iyice zorlaştıracağı fikrine kapıldım.

Taruth, hayvan postlarıyla kaplı oturağından kalkarak, gözlerini bir an olsun benden ayırmadan "Ana nasıl isterse öyle konuşuruz." diye saygıyla kabullendi. Boyum, adamın bacağından bile daha kısa sayılırdı. Ayaz dişte gördüğüm en iri kişiydi. Aklıma yine Kaptan Korba'nın maceraları kitabından bir sahne gelmişti. Korba devler ülkesinden geçebilmek için lider Umanga ile anlaşma yapmaya çalışıyordu. Devin sadece diz boyu kadar olan Korba hiç korkmuyor hatta tehditler savuruyordu. Fakat ben Korba değildim ve bu adama tehditler savurmak aklımdaki son düşünceler arasında dahi yer almıyordu.

"Bu gün sana yeni doğan bir enik getirdim. Bizzat Mirdakhar'ın lütfu. Hara Ayaz dişe uygun gördüm. Kabul ediyormusun." Diyen Nizura’ nın sesi düşüncelerimden sıyrılıp içinde bulunduğum ana dönmemi sağladı.

Taruth ölçüp biçen gözlerle beni incelerken, bende aynı meraklı bakışlarla onu inceliyordum. Hayranlık uyandıracak kadar güçlü, kendinden emin bir duruşu vardı. Kızıla çalan koyu sarı saçları, sırtının ortasına kadar iniyordu. Köşeli çenesi ve kemerli burnu onu taştan yontulmuş gibi sert göstersede, gözlerinin mavisinde insanın ruhunu okşayan hir yumuşaklık vardı.

"Adın ne yeni doğan"

Lideri incelemeye öyle dalmıştımki gür sesi karşısında yerimde sıçradım.

"Kayra efendim" diye kekeledim.

"Kayra kadim bir isimdir. Nicedir kullanılmaz. Hmmmm isimler çok şey anlatır hakkında. Senin adın diyorki yaratıcıdan gelen hediye."

Nediyeceğinizi bilemediğiniz bir anda saçmalamamak için yapılabilecek en iyi şey susmaktır ve bende Taruth'un adımın anlamıyla ilgili açıklamasına sessiz kalarak yanıt verdim.
Bir an sonra sessizliği bozan yine  lider oldu.

"Kurallarımızı biliyorsun Ana. Kayra buraya gelmeden sorularla bilgilendirildi mi?"

"Hayır" dedi Nizura tereddüt etmeden.

"İçindeki gerçekliği bozucak bir öğreti edindi mi?"

"Hayır"

"Buraya tüm kirlerinden arınmış olarak mı geldi?"

"Evet."

"O halde Kayra sana üç soru soracağım. Cevapların memnunluk verirse sürüye yeni doğan olarak katılacaksın. Hazır mısın?"

"Evet" diye atıldım. Taruth'un konuşurkenki ses tonu öyle galyana getiriciydi ki yüreğimin kıpır kıpır olmasını sağlamıştı. Kendi kararlılığım karşısında hayrete düşmüştüm.

"Dilini bildiğin çok aç, vahşi bir hayvan seni avlayıp beslenmek istiyor. Ona ne dersin ya da ne yaparsın?"

Duyduğum en saçma soruydu. Taruth işine geldiği gibi bir cevabı doğru sayabilirdi. Kanımın son damlasına kadar savaşacağımdan, en yakındaki ağaca tırmanırıma kadar bir sürü şey cevap olabilirdi. Yinede bir cevap vermemi beklediği kesindi.

"Eğer beni bırakırsa onu hergün besleyeceğimi söylerim." Dedim.

Ara vermeden "Bir dostunun, senin sırlarını başkasına anlattığını öğrendin, ne yaparsın."  diye ikinci soruyu sordu.

"Onunla tüm bağlarımı kopartırım."

"Kolaylıkla yeneceğinden emin olduğun biri sana meydan okursa ne yaparsın."

"Kolaylıkla yenerim."

Üç soruyuda cevapladıktan sonra heyecanla Taruth'un ne diyeceğini bekliyordum. Adam öyle ifadesiz bir yüzle duruyorduki aklından ne geçtiğine dair en ufak bir belirti yoktu.

"Çaresizlikten doğan şiddete bilgelikle, ihanet gösteren dosta merhametle ve en küçük bir meydan okumaya acımasızlıkla karşılık verdin. Alacağın karşılıklarda cevaplarınla olacak. Çaresizlikten suç işlersen bilgece, ihanet edersen merhametle cezalandırılacaksın. Vee" Taruth' un yüzünde vahşi bir sırıtış belirdi. "Eğer gün gelir bana meydan okuyacak olursan seni kolaylıkla yeneceğim."

Nedemem gerektiğini bilmeden başımı salladım. Verdiğim cevapların farklı olması durumunda neyle karşılaşıcağımı bir an düşünsemde pek umursamadım. Sonuçta sürüye kabul edilmiştim ve açıkta kalmayacak olduğum için mutluydum...

 
   

33
2.BÖLÜM   uyanış

     Hoş bir kokunun burnumda bıraktığı tatla gözlerimi açtım. Tamamen çıplak olduğumu farketmem sadece göz açıp kapayıncaya kadar bir vaktimi almıştı. İçimde, derin bir boşluk ve korkuyla aniden yerimde doğruldum. Akkor haldeki taşların üstüne konmuş tencerede kaynamakta olan sıvının buharı tüm odayı sarmış, etrafa ıslak bir sıcaklık hissi yayıyordu.
 
     Hayatınızda herhangi bir güne hiç bir şey hatırlamadan başladığınızı düşünün. Fakat bu öyle bir bilinçsizlik olacak ki, yalnızca, kim olduğunuza dair anılar sizden çalınmış ve geri kalan herşey beyninizde bırakılmış. Ben kimim...neredeyim...annem babam kim...kardeşlerim varmı ve hatta kaç yaşındayım. Kısacası tanıdığınız her kişiyi unuttuğunuzu ve kim olduğunuza dair soruların, sağanak yağmur tanelerinin toprağı acımasızca dövdüğü gibi zihninize saldırdığını düşünün.
 
     Eğer bu şekilde güne başlamışsanız neden uyandığımda yaşadığım korkuyu anlatacak kelime bulamadığımı anlarsınız.

     İşte bu şekilde içine düştüğüm dehşetten boğulurken "Korkma" diye bir ses geldi.

     Konuşan yaşlıca bir kadındı ve daha önce onu görmememin nedeni, odanın tamamen karanlıkta kalan köşesinden, sessizce beni izliyor oluşuydu. Odadaki tek ışık, sandalyelerin dizili olduğu masanın üstünde yanmakta olan, bitmeye yüz tutmuş mumun yetersiz aydınlatmasıydı. Kadın ayağa kalkınca  uzun boyu karşısında hayrete düştüm.  Yer yer beyazlamış saçları, tek bir örgüyle başının arkasında toplanmıştı. Yanıma doğru gelirken, yılların yüzünde bıraktığı derin çizgiler açığa çıkmıştı. Yaşlı  görünsede, oldukça dinç adımlarla yatağımın başucuna geldi. Bir cevap beklercesine okyanus mavisi gözlerini bana diktiğinde ne söylemem gerektiğine dair fikrim yoktu.

     Eliyle çenemi kavrayıp yüzüme iyice yaklaştı. Gözleri öyle maviydiki, o gözlere bakarken kadın adeta ruhumda ne varsa inceliyordu. Tutuşu nazik olsada, bakışlarımı kaçırmama izin vermeyecek güçteydi.
"Başladın mı sen görmeye" diye sordu, çenemi kavrayan parmakları gevşeyip beni bırakırken. O gözlerin esaretinden kurtulduğum için rahatlamıştım.

     İçerideki loş ışığa alıştığım için, odadaki herşeyi daha net görebiliyordum. Aslında görülmeye değer pekte birşey yoktu. Tüm dikkatimi baştan ayağa kürklü kıyafetlerle kaplı kadın çekiyordu. Karşımdaki kadına karşı ne hissetmem gerektiğini bilmeden "Şimdi daha iyi görebiliyorum." dedim.

     Cevabım karşısında  bir an oldukça şaşırdı diyebilirim. Sonra dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle başımın arka kısmına vurdu. Beklemediğim bu hareket karşısında bir an donakaldım. Kadının elini ne zaman kaldırdığını farkedememiştim bile. Sert bir darbeden daha çok, bir annenin çocuğunu paylayan şaplağı gibiydi.
İşaret parmağıyla alnımın ortasına hafifçe dokunarak "Burayla görmüyor sen ahmak. Hala körsün." Diye belirtti. Bakışlarında, bahsettiği dünyanın en doğal şeyiymişte, ben anlamadığım için alınmış bir ifade vardı.

     "Ben Nizura ve sen Kayra'sın. Onüç yaşında ve kirlenmişlerdensin. Bunlar Mirdakhar seni arındırmadan önceki hayatından, sende kalması gereken üç şey."

     Adeta aklımdan geçenlere cevap vermişti. Çok yorgun hissediyordum ama merakım ve korkum bu yorgunluğun bedenimi ele geçirmesine engel oluyordu. Nizura'nın elinde zarif bir zincir kolye belirdi ve bana uzatarak "Senin" dedi.

     Hatırlamama yardımcı olacağını düşünerek, gümüşe benziyen kolyeyi alıp incelemeye başladım. Ucunda zarif bir işçilikçe yukarıdan aşağı doğru Kayra diye yazıyordu. Bir süre aklımı zorlasamda, hiç bir hatıra canlandırmayan kolyenin, ince zincirini boynuma takmakta bir sakınca görmedim. Hoş bir görüntüsü vardı ve Nizura benim olduğunu söylemişti.

     Ben hala kafamın içindeki binlerce soruya cevap bulmaya çalışırken "Yırtık ağla balık tutmak sahibini yorar. Uyu Kayra. Bulacaksın yarın cevapları." Diye azarladı yaşlı kadın.

     Sesindeki itiraz kabul etmeyen buyurganlık, sormak istediklerimi adeta boğazıma düğümleyip iri bir lokma misali zorlukla yutmamı sağladı. Nizura yanımdan ayrılıp masadaki mumu söndürdükten sonra karanlıktaki köşesine tekrar çekilirken, uyumak için zaten bahane arıyan vücudum bu anı çoktandır bekliyormuşçasına esnememe engel olamadım. Yinede yastığa başımı koyar koymaz uyuduğumda söylenemez.

     İçerideki sessizlik öyle yoğunduki adeta uzansam dokunabilecekmişim gibi hissediyordum. Huzursuzluğum azalmıştı lakin her yürek atımı kadar sürede aklımdan başka bir soru dalgası geçiyordu. Yapılacak en iyi şeyin, aklı pekte başında görünmeyen Nizura'yı dinleyip uyumak olduğuna karar verdim ve on üç yaşındaki her çocuğun, bulunduğu yerde rahatça uyuyabilmesini sağlayan kaygısızlığıyla uykuya daldım.

34
Kurgu İskelesi / Ynt: Rollen
« : 05 Temmuz 2015, 14:23:30 »
Her bölüm için ayrı konu açmazsan daha derli toplu olur.1. Bölümün sonrasına eklemelisin bu kısmı yinede ilk bölümden biraz daha iyi. Konuşma metinlerinde çok fazla "dedi" kelimesiyle bitiriyorsun. İmla kurallarına ve noktalama işaretlerine  dikkat etmelisin akıcılığı bozuyor ve okuma isteğini azaltıyor. Yazdıktan sonra bir okur gözüyle kendi eserini okumalı ve önce kendi hatalarını kendin keşfetmeye çalışmalısın. Aceleye getirip güzel bir kurguyu anlatım bozuklukların yüzünden ziyan edebilirsin.

     Eleştirilerim umarım seni kırmaz. Amacım sadece yardımcı olmak. Kendini daha geliştirmiş olarak diğer bölümü yazman dileğiyle

35
Güncel / Ynt: Kayıp Rıhtım tehlikeli bir oluşum!
« : 05 Temmuz 2015, 10:37:40 »
Birşeyler yapmış görünmek için yapılan hareketti bana göre pokemon olayı. Eğer bu mantık genelinde detaylı bir değerlendirme yapılsa pek çok reklam filminin bile kaldırılması gerekir. En basiti dolapta redbull bulan bi çocuk bunu kafasına dikip redbull kanatlandırır moduna girebilir.

  Sorun bence bizim toplumumuzda herşeyi bir bahaneye dayatma isteğidir. Bikaç kişi Murat kekilli dinlerken intihar etti diye adamın şarkısı yasaklanıyordu. Olayların asıl nedenleri yerine kestirme çıkış yollarına sapma tembelliğinden kurtulabilirsek bence böyle mantıksız yasaklamalardan da kurtulabiliriz.

   

36
Güncel / Ynt: Ölüm anında insan ne hisseder?
« : 05 Temmuz 2015, 10:18:12 »
Konuya birkaçtanede ben ekliyim

Asılarak ölme:  Sanılanın aksine asılarak ölmede insan boğulduğu için değil düşme esnasında boynu kırıldığı için ölür. Bu kırılmayı sağlayan halata atılan ilmeklerden kaynaklıdır. İnfaz sırasında bazen kasten atılan yanlış düğümler boyunun kırılmasını önler ve ozaman çok yavaş bir boğulma gerçekleşir. Vücut bir miktar yetersiz oksijen aldığı için kandaki oksijene saldırır ve kılcal damarlar genişleyerek çatlar. Daha boğulmadan yüzdeki morarmanın nedenide budur.

Yüksekten düşerek ölme vakalarında mesafe çok yüksekse ölüm nedeni çarpma değil vücudun salgıladığı aşırı adrenalin yüzünden kalp damarlarının yırtılması ve kalp krizi olduğu belirlenmiştir.

Gülerek ölme: İkinci dünya savaşı sırasında, diş çekimi ve benzeri uygulamalarda kullanılan ve halk arasında güldürme gazı denilen maddeye insanların nekadar dayanabileceğini deniyen almanlar, deneklerin bir süre sonra nefes alamayacak kadar gülmeye başlayıp kasıldıklarını ve çene kaslarının tamamen kitlendiğini tespit etmişler. Deneklerin hepsi sonunda gülmekten nefes alamayacak hale gelip akciğerlerine giren kramplar nedeniyle ölmüştür.
Günümüzde de gülerken ölen insanları araştıracak olursanız ilginç sonuçlar bulabilirsiniz.

Yanarak ölme: Sanılanın aksine sürekli acılar içinde bir ölüm değildir. Bunun nedeni sinir uçları yandıktan sonra vücudun acı hissetmeyi kesmesidir. Yanan insanların sürekli çırpınma nedeni ise boğulmasıdır. Otopsi sonuçlarına göre ateş hayati organlara zarar vermeye başlamadan dumandan boğularak ölünür.


37
Liman Kütüphanesi / Ynt: Beğendiğiniz Alıntılar
« : 05 Temmuz 2015, 03:41:37 »
- elimle nişan almam! eliyle nişan alan biri, babasının yüzünü unutmuş demektir
- ben gözümle nişan alırım!..

- elimle ateş etmem! eliyle ateş eden biri, babasının yüzünü unutmuş demektir.
- ben kafamla ateş ederim!..

- silahımla öldürmem! silahıyla öldüren biri, babasının yüzünü unutmuş demektir.
- ben kalbimle öldürürüm!..

    Kara Kule     silahşör düsturu

38
Müzik / Ynt: Yazarken İlham Veren / Dinlediğiniz Müzikler?
« : 05 Temmuz 2015, 02:29:46 »
Skyrim oyunundaki müzikler hareketli yazılarda, celtic tarzı betimlemelerde, loreena mckennitt düşünme aralarında :)

39
     "Bir adam vardı" dedim. "Kendisini izlersem beni büyük bir hazineye götüreceğini söyledi. Taşıyabileceğim kadar altını almama izin vericekti. Tuhaf görünümlü bir taş kullandı ve kendimizi burada bulduk. Sonra birden herkes üstümüze saldırdı."

   "İnsanlar ve aptal altın hayalleri. Nasıl bir taş."

   "Dediki istediği zaman istediği yere gitmesini sağlayan bir taşmış. Önce inanmadım ama biranda buraya gelince."
 
    Kraliçe bir anda tekrar yanımda belirmişti. Zarif parmaklarının arasında, garip sembollere sahip olan üçgen şeklinde bir taşı göstererek. "Bunun gibimiydi."  Dedi.

   Meranlar hakkında tecrübe ettiğim bir diğer şey ise kurnaz ve akıllı olup, hiç bir şekilde zihinlerine giremediğimdi. Bir tür tuzak soru olduğunu düşündüm. Daha önce hiç atlama taşı görmemiştim. "Hayır" deyip tepkisini bekledim.
 
   Tekrar yanımdan uzaklaşmıştı. Gerginlikten kendi kalp atışlarımı duyabiliyordum. Tek bir hata yapma şansım dahi yoktu.

     Bana uzunca gelen bir sessizliğin ardından "Benden korkuyormusun." diye sordu.

    "Evet."

    "Korkmalısında" dedi kendini beğenmiş bir edayla. "Bana yalan söylediğini anlarsam en kötü kabuslarınla dolu, sonsuz bir rüya görmeni sağlayabilirim."

     Olabildiğince korkmuş görünmeye çalışarak   "Lütfen ben sadece buradan çıkmak istiyorum." Dedim.

     Bir tiyatro oyuncusuna şapka çıkarttıracak kadar iyi bir oyun sergilemiş olmalıyımki Kraliçe saklanmayı bırakacak kadar kendine güven duymaya başladı. "Kuralları biliyorum. Sana sunabileceğim üçtane beğendiğin hediyem olursa bir dileğimi yerine getirmek zorundasın." diye öne çıktım.

   Bir kahkaha attı. Görüntüsündeki iğrençliğin aksine, ruhu okşayan, yumuşak, tatlı bir kahkahaydı. Bir kızın cilve yapışı gibiydi. Belkide içinde kalan son insanlık kırıntılarından kalma bir hareketti. "Nelerde bilirmiş bak sen." dedi eğlenir bir edayla.

    "Okuduğum kitaplarda daha pek çok şey öğrendim."

     Elini kitap konusunu geçiştirmek istercesine salladı. "Şu hediyelerinden bahset bakalım."

    Sesimi bir ton alçaltarak  "İlki senin için önemli olabilecek bir bilgi eğer kabul edersen."  Dedim.

    "Hile mi yapmaya çalışıyorsun. Önce ne olduğunu söyle sonra belki kabul ederim."

    "Eğer söylersem kabul etmesende bilgiyi öğrenmiş olursun. Ama ipucu olarak beni buraya sokan adamla ilgili olduğunu söyleyebilirim."

     "Bir insan için fazla kurnazsın" dedi. Şikayet ediyor gibi değil, meraklı ve hoşnuttu. "Pekala kabul ediyorum."

     Sesimi biraz daha alçaltarak odadaki dört tüneli işaret edip "Bu tünellerden birinden gitti ama geri gelip beni alacağını söyledi."

     Dediklerimi daha iyi duyabilmek için yanıma biraz daha yaklaşmıştı. Sözlerim beklediğim etkiyi yaratmış olacakki tünellerin olduğu yerdende uzaklaşmıştı. Artık, soydaşlarını öldüren gizemli kişiyle karşılaşma tehlikesini göze almadan, tünellerden kaçmaya kalkamazdı.

      "İkinci hediyem  yabancının hangi tünelden gittiğini söylemek kabul ediyormusun." Sesimi biraz daha azaltmıştım ve rahat duyabilmek için farkında olmadan dahada yaklaşmıştı. Aramızdaki mesafe en fazla iki metre kadardı.

         "Kabul"

      "Soldan ikinci." Sesim artık bir fısıltıdan farksızdı. Sanki  gizemli adam, tünelin gerisinden beni duymasın ister gibiydim.

    "Peki ya üçüncü hediyen ne." Diye sabırsızlıkla sordu.

   "Önce dileğimi söyleyeyim, kabul edersen üçüncü hediyem hepsinden daha önemli olacak."

   Merak ve bilgi açlığının kraliçeyi sarıp sarmaladığını ve bana dair tüm şüphelerini yokettiğini hissedebiliyordum. Şu an beni değerli bir bilgi kaynağı olarak görüyordu.
 
   "Dileğini söyle insan"
 
   "Buradan beni ve bu iki kızı çıkaracaksın. Tabi ceset olarak değil. Tamamen canlı olarak ve kızları eski haline getireceksin."
   
    Öylece duruyordu. Hiçbir tepki vermeden düşünceler içindeydi. "Kabul" dedi bir an sonra  "Fakat kızları eski haline getiremem. Zehir geri döndürülemez. Uygunmudur."
   
    Cevap vermek yerine korkuya kapılmış bir şekilde arkamdaki nemli duvara iyice yaslandım. Pelerinin altında gizlemekte olduğum ayaz dişin soğukluğu bana güven veriyordu. Silah rahatça gizlensin diye fazla uzun olmamasını sağlamıştım. Güçlükle ayağa kalkmaya çabalıyordum ki Kraliçe iyice yanıma yaklaştı ve sabırsızca "Üçüncü hediyen ne insan" dedi.
     
     Hiç aldırış etmedim. Hala korkmuş rolünü oynuyordum ve bakışlarımı kraliçenin arkasındaki tünellere odakladım. İyice yanıma yaklaşmıştı. Soluğunu yüzümde hissediyordum. Arkasındaki tünelleri işaret ederek kulağına "O burada"  diye fısıldadım.
     
     Herşey biranda oldu. Kraliçe, beni tamamen arkasında bırakacak şekilde hızla geriye döndü. Kuruğunun ucundaki zehir saçan iğne, tehditkar bir şekilde ortaya çıkmıştı. Gözleri tünellere bakıp, hayali hedefini ararken, mızrağımı hızla yaratığın kuyruk kısmına savurdum. Kırılmaz buzdan kısmın eti delip toprağa ulaştığını, sonrada su gibi toprağa yayılıp yapışarak tekrar donduğunu hissettim ve mızrağı o şekilde saplı bırakarak yana doğru takla atıp kraliçeden uzaklaştım. Acı dolu çığlığı duvarlarda yankılanırken çılgınca debeleniyordu.
   
      Bir süre boyunca çırpınıp tehditler savurmaya devam etti. Eğer normal bir mızrak olsaydı çoktan ya kırılırdı yada kraliçe kendisini kurtarırdı fakat ayaz diş onun tüm kanını donduruyordu. Hareketleri giderek yavaşladı ve sonunda yenilgiyi kabul ederek yere uzandı. Meranlar yılansı yaratıklardı ve soğuğa karşı tüm yılanlar gibi dayanıksızdılar.
     
      "Çemberi bozan sendin" dedi. Gerçeği kendine itiraf eden bir sesle konuşmuştu.
     
      "Evet" diye cevapladım. Ses tonumdaki acımasızlık onu ürkütmüş olacakki yattığı yerde iyice kıvrıldı. Ayaz dişin her geçen dakika onu ölüme yaklaştırdığının farkındaydım. Sadece yakalamasını istemesem, kraliçenin vücudundaki ısıyı, aç bir hayvan gibi tüketeceğini ve geriye buzdan bir heykel bırakacağını biliyordum. Yanına yaklaşıp, ayaz dişin, ruh ağacından yapılma tutulabilecek tek yerini kavradım ve buz olan kısmından ayrılmasını sağladım. Böylece kraliçeyi ölüme daha fazla yaklaştıramayacaktı. Şimdi elimde her birinde üç tane küçük yakut benzeri taş olan iki parça ağaçtan kabza vardı. Her kabzanın ucunda dört parmağı geçmiyen küçük bir kesici kısım bulunuyordu. Bir hançerden daha fazla ölümcül durmasada en sert çeliği bile kolaylıkla kesebilyordu. Buzdan parçalar bu kesici kısımların ucunda şekilleniyordu.
   
    "Benide öldürecekmisin" diye sordu korkuyla. İnsana benzer tek parçası olan yüzüne olabilecek en masum ifadeyi yerleştirmişti.
   
     "Bu sana bağlı çünkü üçüncü hediyem canın olacak."
   
      Kraliçenin vücuduna saplı buzdan parça ortamdaki sıcaktan hızla erimeye başlamıştı. Bu benim için pek sorun değildi zira tümden erise bile kraliçenin eski haline gelebilmesi saatler alacaktı.
     
      "Yani dileğinde kararlısın, buradan canlı ve kızlarla çıkmakta"
 
      "Evet ve karşılığındada üçüncü hediyeni alacaksın."
 
     "Anlaştık." Diyerek derisinin  altındaki  keseden büyük bir disk çıkardı. Bir yemek tabağını andıran diski  ortaya koyduktan sonra ne yapmamız gerektiğini anlattı. Kızlar hiç birşeyin farkında olmadığından onları yönlendirmek bana kalmıştı. Neyseki çok uğraştırmadan Kraliçenin etrafında el ele tutuşup bir halka oluşturduk ve ben aklımda hatırasını oluşturabildiğim en net yere odaklandım.
 
    "Gitmeden önce şunu bilki senin bana verdiğin iki hediyede birer yalandan ibaretti." dedi Kraliçe. "Yinede hayatımı iki hediyeden sayıyorum ve üçüncüsünü kendim alıyorum."
   
    Daha ben ne olduğunu bile anlamadan kendimi hatıralarımdaki, ayaz diş sürüsüne tepeden bakan, yaşlı ana Nizura'nın kulübesinin önünde buldum. Şaşkınlıktan nutkum tutuldu adeta. Yanımda sadece yaşı büyük olan kız vardı. İkimizde kraliçenin yuvasında durduğumuz şekilde yerde bağdaş kurmuş oturuyorduk. Kız sanki hiç birşey olmamış gibi elimi tutmaya devam ederek boş gözlerle dağın yamacından manzarayı izliyordu. Küçük kızı ise kendine hediye seçmişti. Bir kayıp daha diye düşündüm.
 
    "Düşünürsen kaybettiklerini hep, yaşayamazsın  sevinç kazandıklarından Kayra."
   
     Tanıdık bozuk aksanlı ses tam arkamdan gelmişti. Dönüp bakınca Nizura'yı, küçük kulübenin kapısının önünde görünce içimi saran sıcak bir mutluluk hissettim. Geçen yıllar onu hiç değiştirmemişti. Bir zamanlar Shali' nin dediği gibi belkide yeterince yaşlandığı için daha fazla yaşlanmıyordu kadın.
   
     "Arayışını sonlandırdın ve ayakların seni evine getirdi mi sonunda"

     "Evet yaşlı ana."
   
     Yüzünde kederli bir ifade belirdi ve sonunda "Hadi içeri girin dışarısı soğuyacak." diyerek küçük kulübeye girdi.
   
     Tek odalı kulübenin içerisinde de hiç bir değişiklik yoktu. Yaşlı ana herzamanki eli bolluğuyla hızlıca bir sofra kurdu. Sınırlı yiyecek stoğunuda bizim için fazlasıyla tükettiğini tahmin ediyordum ve ilk iş olarak Nizura için iyi bir av bulmayı aklıma yazdım.

     Yemeğimizin sonlarına doğru  "Ona bir isim verdin mi?" Diye sordu kızı kastederek.

    Önüne konulanları dalgın bir şekilde yemekte olan genç kıza baktım. Bir isim vermek hiç aklıma gelmemişti.
   
     Nizura  insanın içine işleyen bakışlarıyla kıza bir müddet baktıktan sonra "O Arishi. Ama sen ona Aris diyebilirsin." dedi.
   
     Yaşlı ananın söylediği ismi düşündüm. Yalnız kalan anlamına geliyordu. Tamda kızın şuanki durumunu ifade eden bir isimdi. Nizura masadan ayrılarak, tuhaf bitkilerle tıka basa dolu olan rafların arasından birşeyler aradı. Sonra topladıklarını ateş taşlarının üstündeki büyük tencerede kaynamakta olan suya attı. İçeriye hemen güzel bir koku yayılmıştı. Çocukluğumdan tanıdığım ve düşüncelerimi o yıllara götüren bir kokuydu. Aris daha tabağındakiler bitmeden oturduğu yerde uyuklamaya başlayınca yaşlı ana yardım etmemi istedi. Beraber kızı içerideki dört yataktan, pencere kenarındakine yatırdık ve yumuşak kürklü bir battaniyeyle üstünü örtük.
   
    Daha sonra yaşlı ana işaret edince kulübeden dışarı, Harranion'un soğuk havasına çıkmak için ayağa kalktım. Kapıdan çıkmadan önce dönüp bir kez daha Aris'e baktım. Solgun yüzüne huzurlu bir uyku yerleşmişti.
   
    Soğuk içimi ürpertince pelerinime sarıldım. Hava iyice kararmıştı. Gök yüzü, tek bir yıldız ışığının dahi sızmasına izin vermeyecek kadar bulutlu olmalıydı.
   
    "Anlat" diye bir cümle belirdi zihnimde. Yaşlı ana karla kaplı zemine deri bir örtü serip üzerine oturmamı işaret ediyordu.
 
   Karşılıklı bağdaş kurup oturduk. Uzun zamandır düşüncelerle konuşmadığımdan bunu özlediğimi farkettim. Bu şekilde herşey daha kolaydı. Belki günler sürecek bir konuşmayı dakikalar içinde yapabiliyordunuz. Düşüncelerim içinde çorak yurdun kızıl süvarileriyle at sürdüm, Islak diyarın ormanlarında kayboldum, imparatorluk entrikalarına karıştım ve kimsenin kaçamadığı örümcek isimli hapishaneye atıldım. Quat Doai rahipleriyle ibadet edip yıldız muhafızı zırhını kuşanmaya hak kazandım. Bir krallık emrime sunuldu ama bir dilenciden daha soysuz ve fakir günler geçirdim. Düşüncelerim hızla akıp giderken sonunda meran tünellerindeki maceramla son bulduğunda sadece kısa bir an geçmişti.
 
   Yaşlı ananın, anattıklarımı değerlendirmesiyle geçen derin bir sessizlik oldu. Sonunda "Yol daha bitmedi Kayra. Kıza yolu öğret. O artık senin sorumluluğun."
   
   Daha sıcak bir sohbet bekliyor değildim ama bukadar kısa olacağınıda  düşünmemiştim. Yaşlı ana sakince yerden kalkıp, karanlığa aldırmadan dik yamaçtan inmeye başlamıştı. Telaşla "Nereye" diye seslendim arkasından. Bir yandanda oturduğum yerden kalkmaya çalışıyordum.

     "Başka harralar ve başka ihtiyacı olanlar"

     "İyide ben ne yapmalıyım."

      "Arishi'ye iyi bak  gelene kadar ben."

      Gözden uzaklaşana kadar kıvrımlı dik patikadan inişini izledim. Düşünceler içerisindeydim. Yaşlı ana bana şimdilik uğraşıcak bir iş verdiği için memnun sayılırdım. Amaçsızlığımdan ve kederlerimden geçici bir uzaklaşma yolu. Bedenimdeki yaraların bir çoğu neredeyse kendimden geçtiğim anda yuvada iyileşmişti ama bacağımdaki kesik hala sızlıyordu. Zihnimi odakladım ve tüm gücümle iyileşmeye odaklandım. Hava aydınlandığında neredeyse tamamen iyileşmiştim fakat yorucu odaklanma acıkmama neden olmuştu. Dağın eteğindeki ayaz diş sürüsünden kalan yıkıntılara takıldı bakışlarım. Bir zamanlar içinde yaşadığım küçük kulübeyi seçmeye çalıştıysamda başaramadım .
 
      Ayaz dişten arta kalanları nekadar süre seyre daldım bilmiyorum. Kulübenin kapısı usulca açılınca daldığım düşüncelerden sıyrıldım. Yinede arkamı dönüp bakmak gibi bir şey yapmamıştım. Aris ürkek adımlarla yanı başıma kadar gelip oturdu. Bir süre sessizce manzarayı seyretti. Yaşadığı kafa karışıklığını bildiğimden herhangi bir şey demedim. Şuan kim olduğunu hatırlamak için tüm gücüyle uğraşıyor olmalıydı.
     
     "Adın Arishi. Kirlenmişlerdensin ve Mirdakharın huzurunda, geçmişine dair tüm kirlerinden arındın." diye ezbere konuştum. Gözümün önünde bu sözleri ilk duyduğum an canlandı. N masum zamanlarım.
       
    "Sen kimsin" diye sordu. Sesi  kış ortasında yazdan kalma ılık bir rüzgar kadar sıcak geldi.
   
    Ben kimdim. O an yapmam gerekeni kavradım. Burası benim için ne bir son nede bir başlangıç olacaktı. Kendimi arayışımın hikayesini eksiksiz olarak anlatmalıydım. Böylece belkide benim hatalarımdan ders alıp benzerlerini yapmayacaktı. Herşeyi eksiksiz anımsayabilmek için hatıra taşını belimdeki keseden çıkartarak izlemeye başladım. Pürüzsüz yüzeyi, dokunulması hoş bir his veriyordu. Ardından zaman adeta hızla geriye aktı. Düşündüğüm gibi küre bana görüntüler göstermiyor adeta beni bulunduğum zamandan ve mekandan kopartıyordu. Yaşlı ananın uyarısını anımsasım. Nice iradesi güçlü kişinin taşın karşısında açlık ve susuzluktan yitip gittiğini söylemişti. Aklımı hemen üçe böldüm. Bir parçası küreye tutunurken diğer kısmı Aris'e anlatacak  ve üçüncüsü ise bedensel ihtiyaçlarımı kontrol edecekti. Yavaş yavaş, zihnimin küreye bağlı kısmı karanlıklara savruldu ve  derin bir uykudan uyandım...

2.bölüm uyanış yazım aşamasında...
     

40
                                                            1.BÖLÜM   Ne Başlangıç Ne Son

   Etrafımda cansız yatan meranların bedenlerinden yükselen iğrenç koku heryana yayılmıştı. Vücudumdaki sayısız yaradan ince ince kan akarken, uğruna büyük kayıplar verdiğim hatıra taşını, bir ödül gibi kavrayıp, yorgunluktan yere çöktüm. Hemen yanıbaşımdaki, belden aşağısı bir yılan gibi uzanan, gövdesi ve başı ise insandan farksız olan yaratığın, ölüme inat çırpınan kuyruğundan, olabildiğince uzak durmaya çalışıyordum. Kuyruğun ucundaki iğnesi, hem ustura kadar keskin, hemde ölümcül derecede zehirliydi. Çarpışmanın ateşi sırasında bu iğnelerden vücuduma saplanıp saplanmadığını kestiremiyordum. Aklıma Meranlara dair hatırladığım aptal bir şarkının dizeleri geldi.

        "Odval gezerken dağlar arasında
         Sıkışmış bir kadın gördü taşlar altında
         Yardım eli uzattığı anda
         Farketti o bir merandı aslında
         Tuttu Meran biranda
         Çekti Odvalı kayaların altına
         Götürdü karanlık puslu yuvasına"

      Şarkının ilk dizesini mırıldanırken  kahkaha atmaktan alamadım kendimi. Sonunda amacıma ulaşmıştım ama ne uğruna. Muhtemelen bu karanlık dehlizde ölmek üzereydim. Ölesiye nefret ettiğim yaratıkların arasında, bedenim çürüyüp heba olacak ve en kötüsüde kimsenin beni aramıyacak oluşuydu.

     Ayağa kalkmaya çalıştığımda bacağımın arka kısmındaki kesiğin düşündüğümden daha derin olduğunu ve bu şekilde yürüyemeyeceğimi farkettim. Tekrar bir kahkaha atıp yakınımdaki ölü merandan birazdaha uzaklaştım. Burdan tekrar çıkabilmeyi düşünmek, çorak yurda kar yağdığını hayal etmeye benziyordu. Kemikler şehrinin altında, sadece sürünerek ilerlemenin mümkün olduğu, sayısız  daracık tünelle birbirine bağlı yuvalar arasında yolumu bulsam bile, yüzeyde kadimler labirentini aşabilecek gücümün olduğunu sanmıyordum. Meran yuvalarına girip çıkabilmenin başka bir yolu daha vardı lakin bir atlama taşı için kraliçe meranlardan birisini bulmak gerekirdi ki bu benim şimdiki durumumda labirenti aşmak kadar zordu.
  
    Avucumun içine tam oturan, küre biçimindeki hatıra taşına bir an gözlerim takıldı. Bembeyaz  yüzeyinde tek bir pürüz dahi yoktu. Bakışlarım altında yüzeyindeki beyazlık, sanki gök yüzündeki bulutlar gibi parça parça dağılmaya başlamıştı. Küreyi, kemerimde asılı duran kesenin içine koymak için kendimi oldukça zorlamam gerekti. Uzun zamandır tek amacım hatıra taşını bulmaktı ve sonunda kadim labirentin merkezinde amacıma ulaşmıştım. Sonrası ise tam bir kargaşaydı. Her köşeden meranlar çıkıp üzerimize saldırmaya başlamışlardı ve gurubumuzdaki tüm yol arkadaşlarım birer birer hayatlarını kaybettiler. Bense onları kaybetmenin acısıyla çılgına dönüp meranların ıslak ve kaygan tünellerine girerek yuvalarına ulaştım. Acıdan gözüm kör olmuşçasına on dört farklı yuvaya girdim ve önüme gelen her meranı öldürüp, sonunda bu izbe, geniş yuvada bitap düşmüştüm. İçimdeki ses, küreye bakmamı söylesede, göreceğim şeylerden hoşlanmayacağımı bildiğimden, okadarda önemli gelmiyordu. Geçmişime göz atabilmek uğruna tüm sevdiklerimi kaybetmenin acısı, hayatımın silinen yıllarını öğrenme arzusunun üstüne çıkmıştı.

       İçerideki tünellerden birini daha rasgele seçip çıktığı yuvaya kadar ilerlemek dışında bir isteğim yoktu. Böylece ölene kadar öldürecektim. Fakat şimdi, yerimden kımıldayamaz haldeyken, bu düşünce oldukça komik geliyordu. Dahası içimi saran öfkenin alevi dinmişti ve artık ölmek, okadarda cazip bir fikir değildi. Tek ihtiyacım olan yeni bir amaçtı ki onuda bu dehlizde bulamayacağımı bildiğimden, olduğum yere çaresizce yaslanıp kendimi bıraktım.

       Acı ve öfke dolu bir yakarış, yuvanın kaya duvarları arasında yankılanınca, içine düştüğüm bilinçsizlikten sıyrıldım. Nekadar zamandır o şekilde yatmaktayım kestiremiyordum. Hiç kımıldamadan etrafımda neler olup bittiğini anlamak dışında bir harekette bulunmadım. Sonra onu gördüm.     Üç metre kadar önümdeki ölü meranın başına dikilmişti. Diğerlerinden farklıydı. Pullarla kaplı sürüngen bedeni, neredeyse zarif boynuna kadar uzanırken, birtek yüzü masum bir kadının hatlarına sahipti. O yüzün karşısında kaç insanın dönüşüm geçirdiğini düşününce içimdeki nefret ateşi yeniden canlanmaya başlamıştı. Meran önümden hızla sürünerek, göremediğim bir başka cesedin yanına gitti. Hantal görünümlü vücudu, zarif bir kıvraklık ve çeviklikle hareket ediyordu. Beni ölü sanmış olmalıydı. En azından bunun içi şanslı hissediyordum. Nereye gittiğini anlamak için çok yavaş hareketlerle çevreye bakındığımda, bir köşede sessizce ayakta duran iki kızı gördüm.

    Aralarındaki benzerlikten kardeş oldukları gerçeği gün gibi ortadaydı. Büyük olanı on altı yaşlarında, diğeri ise en fazla on üçündeydi. Etraflarında olanlara, ilgisiz, boş gözlerle bakıyorlardı. O an dönüşüm için sokulmuş olduklarını anladım ve eski halimi düşününce onlar için üzüldüm. Büyük kardeşin yaşı, dönüşüm için muhtemelen geçmişti ve bu onu acı dolu bir ölümün beklediği anlamına geliyordu, fakat küçük olanı... İşte o, masum güzelliğini kaybedip, dönüşümü tamamlayarak, nefret ettiğim meranlardan birisi olabilecek yaştaydı. Şuan için bildikleri her şeyi unutmalarını sağlayan kraliçe zehirinin   kurbanıydılar. Böylece dönüşüm bittiğinde küçük kız kendini doğduğu günden beri meran sanacaktı ve onlar tarafından yetiştirilip, aptal hiyerarşilerinde en alt kademelerde yer   alacaktı. Diğer kızdan bahsetmiyorum bile. Onu sadece acılı bir ölüm bekliyordu. En azından şuan için dönüşüm çemberi oluşturmamışlar diye düşündüm ve bir anda içine düştüğüm durumu anladım. Girdiğim son yuva bir dönüşüm yuvasıydı. İçeride öldürdüğüm meranların hepsinin dişi olmasına ilk başta şaşırmış olsamda şimdi anlam kazanmıştı.

      Başı ve kolları hariç, tüm vücudunun yılan biçiminde olmasıyla, diğerlerinden  farklı bir görünüme sahip kraliçe, cesetler arasında haykırarak ve küfürler savurarak gezerken, varlığıyla kurtuluşuma ümit verdiğinin farkında bile değildi. Tek bir şansım olduğunun bilincindeydim. Ürkütüp kaçırırsam bu yuvada, bilinçsiz iki kızla ölüp gidecektim. Eğer kendisinden zayıf olduğumu düşünürse intikam için beni parça parça etmekten keyif alacaktı.

     Yanı başımda duran iki kabzayı kavradım ve arkalarını birbirine değdirerek birleştirdim. Sadece kullanan kişinin iradesiyle birleşip ayrılabilen bu iki kabzanın ucunda, zihnimde canlandırdığım hemen her silah buzdan şekillenebiliyordu. Ruh ağacından, unutulmuş çağlarda yapılmış, benzersiz ve taşımaktan herzaman gurur duyduğum bir silahtı. Parmaklarım kavrayınca, verdiği soğukluk hissinin içimi ürpertmesine izin verdim ve silahın gücüne teslim oldum. Kısa bir an sonra beni kabul etmişti ve soluk mavi, buzdan parçalar, kabzaların iki ucundan uzanarak kısa bir mızrak şeklini aldı. Mızrağın etrafında, içerisinin ıslak sıcaklığı yüzünden ince bir buhar tabakası oluşmuştu. Ayaz diş adını vermiştim silaha. Bir zamanlar içinde barındığım sürünün ismi. Hem geçmiş hatalarımı hatırlatıyor, hemde silaha hakkıyla yakışıyordu. Kraliçeyi kaçırmamak için mızrağı pelerinimle gizledim ve kendimi olduğumdan çok daha güçsüz göstermeye çalışarak, boşta olan elimi kızlara doğru uzatıp "Yardım edin" diye seslendim.

        Kraliçe sesimi duyduğu an hızlıca tünellerden birinin ağzına çekildi. Ardından yerde yatan ve kımıldamakta zorluk çeken halimi görünce kaçmaktan vazgeçti. Neredeyse hiç ses çıkarmadan hareket ediyordu. Ölüm kadar sessiz diye düşündüm içimden. "Kim var orada" diye korkuyla seslendim rolüme devam ederek. Sesimdeki korku kraliçenin öz güveninini iyice artırmış olacakki biraz daha yaklaşmıştı.

      "Lütfen biri bana yardım etsin. Burada ölmek istemiyorum"

     Bir anda tam karşımda belirince gerçekten korktum. Soluğunu yüzümde hissedebiliyordum. Hızı ve sessizliği karşısında dehşete düşmemek elde değildi. En ufak bir hatamda rahatlıkla kaçabilirdi. Meranlar hakkında bildiğim en büyük zayıflıklarını kullanma zamanımın geldiğini anladım. Bütün meranlar bilgiye ve öğrenmeye oldukça açtılar.

    Yemyeşil gözlerini üzerime dikmiş benimle ne yapması gerektiğini düşünürken "Eğer bana yardım etme sözü verirsen sana burada neler olduğunu anlatırım." dedim.

    Homurdanma ve tıslama arası bir ses çıkardı. Yüzü kusursuz bir heykeltraşın ellerinden çıkmışçasına güzeldi. Bedenini kaplayın kızıl ve siyah pullar, içerideki fosforlu bitkilerin, yeşil tonlu yetersiz aydınlığını yansıtıyordu.

     "Anlat" dedi kısaca ve benden uzaklaşıp göremeyeceğim bir yere çekildi.

....blm arası... okuyan ve yorumlarını eksik etmeyen herkeze teşekkürlerimi sunarım...

41
Kurgu İskelesi / Asbemarion da bir olay
« : 03 Temmuz 2015, 17:45:12 »
Gecenin karanlığı yeryüzünü bir battaniye gibi saralı çok olmuştu. İri ve parlak yıldızlar daha küçük yıldızların ışığını boğarcasına parlarken yaşlı adam önünü kesen üç kişilik gurubu fazla önemsemez tavırlarla “Ne istiyorsunuz?” diye sordu. Korktuysa bile bunu belli edecek herhangi bir şey yapmadan, gürbüz atının sırtında, bir an önce yoluna devam etmek istediğini belli ediyordu.

   Önünü kesenlerden genç olanı gülümseyerek öne çıktı. “Yolunu mu kaybettin ihtiyar?” At sırtındaki adamın kolundaki mavi ağaç dövmelerine meraklı bir bakış attı.

   “Tamda olmam gereken yerdeyim, şimdi yolumdan çekilin.”

   “Ahhh!” dedi neşeli, şaşırmış vakur bir edayla genç. “Yine de buralara ticaret için gelirler, satılık ilgi çekici bir şeylerin var mı?”

   Yaşlı adam karşısındakileri şüpheyle tepeden tırnağa süzdü. Haydut olamayacak kadar iyi giyimli bir guruptu. Atından inerek küçük bir hançeri uzattı.

“İşine yararsa hançeri satabilirim.”

Hançeri incelerken gencin gözleri parladı. Güneyin büyü ateşiyle dövülmüş olduğu ve içinde güçten bir parça barındırdığı kabzasındaki büyüsel taştan belliydi.

“Gücü ne?”

“Kaliteden anlıyor gibisin evlat. Çeliği kağıt gibi kesen bir hançer.”

Genç, hançerin keskinliğini sınamak istercesine avcunun içine sürttüğünde bir an acıyla elini çekti. Avuç içinde oluşan derin kesikten kanı süzülmeye başlayınca “Gerçekten de çok keskinmiş.” Dedi.

Yaşlı adam gencin aptallığından eğlendiğini belli eden bir kahkahaya engel olamayarak “Sana keskin olduğunu demiştim.” diye uyarısını yineledi.

   Genç, adamın kahkahasını umursamadan, kemerinde asılı bir keseyi fırlatarak “Sanırım yeterli olur” diye kısaca belirtti.

   Merakla keseye bakan adam öfkelenmişti. “Bu da neyin nesi?”

   “Altın.”

   “Neyim ben bir çelik döven mi? Aptal metalleriniz karşılığında bayat ekmek bile satmam.”

   “Ağaçla doğanlardan olduğuna dikkat etmemişim ihtiyar.” Diye yalan söyledi. Yaşlı adamı ilk gördüğü anda kolundaki ağaç dövmelerini fark etmişti. Yanına yaklaşarak kesilmiş eliyle adamın dövmelerle dolu kolunu tuttu. “Ne derler bilirsin, çelik dövenler metalle, ağaçla doğanlar dalla alışveriş yapar. Bir tane de ben ekleyeceğim buna.”

   Yaşlı adam bir şeylerin ters gittiğini düşünerek rahatsız olmuştu. Kolunu, gencin kavrayan parmaklarından kurtarmak için geri çekmek istedi ama o daha da sıkı kavradı. Buna bir son vermek isteyen yaşlı adam büyü yapmak için kolundaki ağaçların gücüne ulaşmaya çalıştı. Sanki tüm gücü, tüm hazinesi elinden alınmışçasına, korku dolu gözlerle gence bakarken “Melezler! Bu olamaz.” diyebildi.
 
   “Evet, melezler de tohumla alışveriş yapar.” Dedi. Avucundan akan kanın, karşısındakinin gücünü kullanmasına engel olduğunu biliyordu. Yaşlı adamın kollarındaki dövmeler tek bir ağaç kalana kadar yok oldu.  Ardından tek ağaç, önce yapraklarını döküp genç bir fidana sonra da tohuma dönüşürken adamın gözlerindeki korku okunuyordu.  Elini çektiğinde tek bir dövme bile kalmamıştı. Parmaklarının arasında tuttuğu küçük, mavi, fasulyeye benzer tohumu göstererek güldü.

Yaşlı adam zemini kaplayan otların arasına yıkıldığında böyle bir şeyin imkânsız olduğunu düşünüyordu. Tüm gücü elinden çekilip alınmıştı. “Melezler yok edilmişti.” diyebildi sadece.

   Genç; tohumu avucunun içine alarak yumruğunu sıkıp, tatmin içinde gözlerini kapayarak orman havasını ciğerlerine doldururken, avucundaki yara ile birlikte tohumda kaybolmuştu. Kısa bir an sonra kolunda beliren ağaç dövmesini, acımasız bir sırıtışla yaşlı adama gösterdi.

   Adam yerde güçsüzce yatarken, bulundukları açıklığı saran ağaçların arasında saklanmış, daha önce fark etmediği büyükçe bir kalabalığın ortaya çıkışını belli belirsiz gördü. Hissettiği dehşet iliklerine kadar titremesini sağladı. Üzerine doğru eğilen gencin, elinde tuttuğu kendi hançeri, soluk yıldız ışığını yansıtıyordu. Hançerin darbesi ve onu takip eden derin acı birbirini izledi. Kanıyla birlikte tüm yaşamı da hançerin açtığı derin yaradan akıyordu. Duyduğu son ses, ayağa kalkan gencin dudaklarından kıyametin ayak sesleri edasıyla yükseldi...

   “GERİ DÖNDÜK…”

42
Kurgu İskelesi / Ynt: Sürgün
« : 03 Temmuz 2015, 08:07:18 »
Kısa hikayelee diyincea klıma ilk gelen oluyorsunuz artık.Birçok yazınızın sonunda keşke devamı olsa yada devamı olsa nasıl olurdu diye düşünmeden yapamıyorum

43
İkinci bölüm ilkinden çok daha iyiydi. İlk bölümde beni rahatsız eden tek şey sık sık "bizimkiler" diye başlıyan cümleler oldu. İki arkadaş iki kafadar vb. Daha uygun gidebilirdi. Ama sanırım bu şekilde yazma nedenin karakterleri daha fazla benimsememiz yada içimizden biriymiş gibi hissetmemiz için  olabilir.  Devamını merakla bekliyorum değişik bir kurgu yakalamışsın
 

44
Kurgu İskelesi / Ynt: ROLLEN
« : 03 Temmuz 2015, 07:09:11 »
İmla hataları okadar çok ki okumakta zorlandım. Dili geçmiş zaman miş li geçmiş zaman ve şimdiji zaman birbirine karışmış yazıda. Yinede devamında bu bağlamda düzeltmeler yapıp yazarsan okuyucular daha raharçt eder

45
Kurgu İskelesi / Ynt: İlk Orman (Yazar: Ryld Argith-Şahin)
« : 03 Temmuz 2015, 04:36:44 »
Hoştu. Küçükken dinlediğimiz masallar tadında başlayınca sonuna kadar okunan türden bir yazı olmuş.

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 6