Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - zaujas

Sayfa: 1 ... 11 12 [13] 14
181
@seabiscuitxx her bölüm için üşenmeden yorum yazdığın için çok teşekkürler. Umarım sonuna kadar böyle keyif alarak okursun. Haftada bir yazmıyorum aslında stok bölümler var ama aksamaması için bu şekilde yayınlıyorum.

@cankutpotter karakterleri biraz  gizemli bir hikaye oluyor sanırım ama kafanızdaki tüm sorulara cevap bulacaksınız diye düşünüyorum. Anlatım konusunda çok olumlu yorumlar alıyorum ve ilk hikayem olduğu için bu tarz yorumlar bana çok gaz veriyor :)

182
İlk hikaye bir efsaneyi anlattığı için daha etkileyici olmalıydı diye düşünüyorum. Karakterin öleceğinin başta verilmesi bencede meraklanmamızı engelliyor.

İkinci hikaye açıkcası beni daha çok etkiledi ama konunun derinliğine oranla çok kısa ve sonu bir anda kesilmiş gibi, sanki devamı var hissi yaratıyor.

İki yazarında eline sağlık ama dediğim gibi benim favorim Europaya iniş.

183
Kurgu İskelesi / Bölüm 9: Büyülü İksir
« : 21 Şubat 2015, 19:02:42 »
Oklar gökten yağmur gibi yağıyordu, insanlar sağa sola kaçışıyor ve alevli okların hedefi olmamaya çalışıyorlardı. Şimdiden kulübelerin çoğu tutuşmaya başlamıştı. Bağrışmalar arasında askerler ok menzilinin dışına çıkarak bir düzen almaya çalışıyorlardı.

Ghia, Akina'yı uygun bir anda salarak uzaklaşmasını sağladı, etrafına bakınıp kendini koruyabileceği bir yer aradı ama her yer alevler içindeydi. Askerlerin toplandığı alana doğru gitmeye karar verdi.

Madencilerin bir kısmıda askerlerin yanına sığınmıştı. Askerler gergin bir şekilde ok yağmuru sonrası kılıçların konuşacağı anı bekliyorlardı. Bazı madenciler askerlerden kılıç istiyordu, Asaeb'de bunlardan biriydi ve şanslıydı kısa boylu bir asker ona bir kaç tane kılıç uzattı:

- Bunları savaşmak isteyenlere dağıt sende!

Ghia yanına gelince Asaeb ona da bir kılıç uzattı. Ghia hiç bir zaman savaştan yana olmamıştı ama bir gezgin her an tehlikeyle burun burunadır, insanların pek bilmediği tekin olmayan yerlerde gezdiği zamanlardan kılıçlara aşinaydı aslında. Kılıcı aldıktan sonra, yeni alev alan bir kulübe dikkatini çekti:

- Asaeb! Kulüben yanıyor...

- Neeeea olamaz, altınlarım, altınlarımm...

Asaeb, kulubesi diğer kulübelere göre biraz daha uzakta olduğu için okların kulübeye kadar gelemeyeceğini düşünmüştü ama yanılmıştı. Kulübenin yanına geldiğinde tekme vurarak kapıyı kırdı ve içeriye girdi. Her taraf alev içindeydi, hemen altınların olduğu alet sandığını açtı ve altınlarını kucağına doldurmaya başladı. Alevler çatıyı tutan kirişlere sıçramıştı, bir kalas parçası Asaeb'i sıyırarak yanına düştü. Hızlı hareket etmeye çalışıyor ve bir yandanda gerisinde altın bırakmak istemiyordu. Altınlara elbette alevler çok bir şey yapamazdı ama yağmacılar hepsini talan edebilirdi. Kapıdan çıkmak üzereyken alevlerin arasında parıldayan bir altın parçası dikkatini çekmişti, aceleyle altınları toplarken kucağından düşmüş olmalıydı. Tekrar geri döndü ve yerdeki altını almak için eğildi ama bu kez de diğer altınlardan bir kaçı yere saçıldı. Biraz çabayla hepsini tekrardan kucağında toplayıp , hızlıca dışarıya doğru koşmaya başladı. Yanarak düşen ilk kalas çatının zayıflamasına neden olmuştu, büyük bir gürültüyle tüm çatı Asaeb'in üzerine çöktü. Ama hayattaydı, giysileri tutuşmaya başladığında can havliyle kendini çatının yıkıntılarından kurtarıp, güçlükle de olsa ayağa kalkarak koşmaya başladı hala altınların bir kısmı kucağındaydı. Karanlığın içinde tüm vücudunu alevler kaplamışken amaçsızca koşuyordu. Artık acıya dayanamıyordu, gücünün tükendiğini hissetti ve tökezleyerek düştü, kucağında ki altınlar etrafına saçılırken, belkide son nefesinde de olsa öğrenmişti; asla özgür bir insan olamamıştı, değeri olan şeylere değer vermemiş, boş şeyler peşinde koşmuştu.

Ghia, Asaeb'i durduramayacağını biliyordu ve bu yüzden onu engellemeye çalışmamıştı bile. Ama evden alevler içinde çıkarak koşmaya başladığını görünce ona doğru koşmuştu. Şimdi alevler içindeki Asaeb'in yanındaydı. Pelerinini çıkarıp ateşleri söndürmeye çalışsada artık çoktan olan olmuştu. Bu sırada hızla ona doğru koşan bir madenciyi fark etti:

- Kaçın! geliyorlarrr! geliyorlarrr!

Ghia, bir an durdu; bu onun savaşı değildi. Bakeanlar masum insanları öldürmüştü ve bu yaptıklarının karşılığıydı. Şimdi onların yanında savaşamazdı. Koşarak, kulübelerin olduğu bölgeden uzaklaşmayı ve izini karanlıkta kaybettirmeyi umuyordu. Belki kimsenin umrunda bile değildi ama yinede kendini bu çorak topraklardan kaçıp kurtarmak istiyordu. Gidebileceği iki yoldan birinde okçular mevzilenmişti, tek bir seçeneği kalmıştı. Karanlığın içinden çıkan süvariler, bu yolun da kapalı olduğunu gösteriyordu. Kulübelerin etrafı sarılmış olmalıydı. Süvarilerden biri Ghia'yı fark etmişti ve atını hızlıca ona doğru sürüyordu, tam bu sırada Akina yıldırım gibi bir anda ortaya çıktı ve süvarinin atından düşmesine neden oldu. Süvari çaresiz şekilde yerde kendini toparlamaya çalışırken Ghia'nın kılıcı göğsünden girip sırtından çıktı. Ama diğer süvarilerde yaklaşmıştı, Ghia bir süvarinin en büyük silahının atı olduğunu biliyordu ve bir anda atın bedenine girerek süvariyi üzerinden savurdu. Hemen kendi bedenine dönmeliydi, gezgin ruhlar beden değiştirdiklerinde kendi bedenleri bir ölüden farksızdır ve savaşın ortasında sahipsiz bir beden ölmeye mahkumdur. Eğer başka bir hayvanın bedenindeyken kendi bedeni ölürse sonsuza kadar o hayvanın bedenine hapsolabilirdi. Bu anlık bir durumdu, Ghia bedenine döndüğünde, yere yığılmak üzereydi. Düşmesini engelleyemeyen Ghia atik bir hareketle yerde yuvarlandı ve kılıcıyla ona doğru saldıran süvarinin bacaklarını biçti. Akina başka bir süvariyi fark etti ve keskin pençeleriyle ona saldırdı ama süvari eğilerek Akina'dan kurtulmayı başardı, Ghia süvariyi fark ettiğinde artık çok geçti kılıç sol omzuna derin bir yara açtı ve yere düştü. Ghia kulübelere doğru baktığında karanlığın içinden ona doğru koşan Bakean askerlerini gördü ama kendinden geçerek bayıldı.

Bakean'lar hem atik hemde güçlüydüler, az bir kayıp vererek süvarilerin geri çekilmelerini sağladılar. Yedi tane süvariyi öldürmeyi başarmışlardı. Bakean askerlerinden biri yerdeki Ghia'nın yanına geldi ve kemerinden çıkardığı küçük yeşil şişeden içmesini sağladı, iksirin etkisiyle Ghia hemen kendine gelerek gözlerini açtı. Etrafındaki Bakean askerlerinin bazılarının gözleri tamamen yeşildi ve parlıyordu. Ghia'nın korktuğunu fark eden Bakean:

- Sakin ol madenci, bu bir kabus değil korkmana gerek yok, diyerek güldü ve şişeden bir yudum aldı. İksirin etkisiyle gözleri bir anda yeşil bir alev gibi parladı.

Ghia yerden kalkmak için kılıcından destek aldı ve ayağa kalkarken kılıçtaki yansımasını gördü, gözleri onların ki gibiydi üstelik kendini olduğundan daha enerjik ve güçlü hissediyordu. Omzundaki yara hala kanıyordu ama acısını hissetmiyordu.

184
Bence keyifli bir etkinlik ancak, iki farklı tema yerine tek bir temayı iki yazar yorumlasa daha da keyifli olabilir diye düşünüyorum.

185
Yazım ve anlatım hatalarım olabiliyor, zamanla yazdıkça daha iyi olacağını düşünüyorum her şeyin.
Her hafta cumartesi günü yeni bir bölüm eklemeye çalışıyorum, umarım bu düzende devam ederim. Yorumların için tekrar teşekkürler.

186
Kurgu İskelesi / Bölüm 8: Kadim Gözyaşı
« : 14 Şubat 2015, 17:17:54 »
Meşaleler sık aralıklarla ve düzenli olarak yerleştirilmişti ama içerisi hala çok karanlıktı. Mağara oldukça büyük olmalı diye düşündü Ghia. Karanlıkta bir süre yürüdükten sonra, ileriye doğru baktığında karanlığın içinde parıldayan ışığı gördü. Yerden yukarıya doğru gelen ışık mağaranın tavanını aydınlatıyordu. Ghia yanında Asaeb'le birlikte ışığa doğru yürümeye devam etti. Işığın kaynağı madencileri taşıyan basit bir asansördü. Asansörün bulunduğu boşluğa gelince Asaeb, aşağıya doğru eğilerek:

- Dridu, gönder asansörü! diye bağırdı.

Kısa bir süre sonra mekanik bir ses ve hareket eden zincirlerin sesi duyuldu. Ghia'nın beklediğinden daha uzun sürdü asansörün gelmesi. Asansöre bindiklerinde Asaeb tekrar seslendi ve asansör ters yönde çalışmaya başladı. Artık aşağıya doğru iniyorlardı, asansörün gelmesi uzun sürmüştü çünkü mesafe oldukça uzundu. Ghia daha öncede bir çok maden görmüştü ama bu maden onlarla kıyaslanmayacak kadar büyüktü. Asansör sert bir şekilde durdu.

Asansörün kol gücüyle çalıştığını gören Ghia şaşırmıştı, Dridu denilen adam neredeyse Ghia'nın iki katı uzunlukta ve bir o kadarda iriydi. Zincirlerin sarılı olduğu düzeni bir manivelayla yukarı aşağı hareket ettiriyordu tek başına.

Madenin bu kısmı daha aşağıda olmasına rağmen daha aydınlıktı, uzun bir koridora sağlı sollu iki küçük koridor daha açılmıştı. Ghia ve Asaeb koridorun sonuna kadar yürüdü, Asaeb durdu ve eliyle sol taraftaki yeri gösterdi:

- İşte burada çalışacaksın Ghia. Şanslıysan belki bir altın damarına denk gelirsin.

Ghia'nın kulağı ondaydı ama gözleri koridorun sağında yer alan koridordaki mavi parıltılardaydı. Ona bakmadığını fark eden Asaeb'de Ghia'nın baktığı yere doğru dönerek:

- Biz ona züğürt elmas'ı deriz, bu madende çıkardığımız herşeyden pay alırız ama şu boktan mavi taşlara dokunmamız yasaktır. Bu madendeki tek kural da budur.

- Dokunmanız bile yasaksa, kim onları çıkarıp arabaya yükledi?, dedi ve eliyle tahta vagona yüklenmiş taşları gösterdi Ghia.

- Sampra'dan gelen on, on beş kişilik askerden bozma bir madenci tayfası var. Sadece onlar çıkarır bu taşları. Zaten beş para etmeyen değersiz taşlar, sen altın bulmaya bak, onlarla erzak alamazsın, diyerek Ghia'yı diğer tarafa döndürdü ve önden giderek kazmaya başladı.

Ghia bir süre kazdıktan sonra, durdu ve kendi kendine güldü. Asaeb, Ghia'ya dönerek niye güldüğünü anlamaya çalıştı. Ghia bir anda ciddileşerek:

- Komik olan inançlar Asaeb, insanların inançları. Sizin burada züğürt elmas'ı dediğiniz taşlar kuzeyde kutsal sayılır. Kuzey halkları "kadim gözyaşı" der bu taşlara.

- Kadim gözyaşı mı? Züğürt elmas'ı daha güzel bir isim değilmi, dedi ve gülerek kazmaya devam etti Asaeb.

- İo cennetten kovulup yeryüzüne sürgün edildiğinde, eşi Are için her gece yıldızlara bakıp ağlarmış. Are'yi bulana dek kadim gözyaşlarının düştüğü her yerde mavi kristaller oluşmuş. Kuzeyliler için bu yüzden çok değerlidir mavi taşlar, bu çok eski bir inanç. Bakeanlıktan çok daha eski ve köklü.

- Tanrı İo'yu tekrar cennetine kabul etsin.

Her tarafta kazma sesleri yükseliyor, ter ve toprak kokusu birbirine karışıyordu. Ghia altının neden bu kadar değerli olduğunu düşündü; ne yenilebilir, ne içilebilirdi, insan için hayati bir şey değildi. Ama değerliydi aslında değeri olmayan bir maddeye insan bir anlam yüklemiş ve onu yüceltmişti. O kadar yücelmiştiki artık insan ona sahip olamazdı, o insana sahip olurdu.

Ghia biraz mola vermek hemde madeni keşfetmek için kazmasını yere bıraktı ve yürümeye başladı. Zamanında köle olan insanlar artık Bake sayesinde özgürlerdi, özgürce sabahtan akşama durmadan çalışıyor ve ellerindeki nasırlar patlayana kadar kazma sallıyorlardı. Hepsi kötü kalpli efendilerinden kurtulmuştu belki ama yeni bir efendinin, altının kölesi olmuşlardı:

- Özgür köleler, dedi Ghia kendi kendine hafifçe fısıldayarak ve gülümsedi.

Tüm bunları düşünürken, arkasına baktığında nerede olduğunu bir an kestiremedi. Sanki etraf daha karanlık ve boğucuydu. Bir ses duyduğunu düşünerek tekrar arkasına döndüğünde, siyah bir gölgenin üzerine doğru geldiğini gördü. Ghia korkmuştu ama ne yapacağını da bilmiyordu. Korkusunu belli etmemesi gerektiğini düşündü. Ama Gölge daha da yaklaşmıştı, Ghia daha dikkatli baktığında gölgenin aslında yüzü parçalanmış bir insan olduğunu fark etti. Kaçmak için hamle yaptığında dengesini kaybederek yere düştü, ayağa kalkamadan ayaklarıyla kendini uzaklaştırmak için çırpınıyordu ama bir adım bile uzaklaşamamıştı.

- İyi misin? diye seslendi yüzü parçalanmış karanlık gölge

- Arkadaşım iyi misin?

Ses, Ghia'yı kendine getirmişti. Artık daha da yakınında olan adama tekrar baktığında onun bir Bakean askeri olduğunu gördü, üstelik yüzü de şimdi normal görünüyordu. Bunun şaşkınlığını yaşarken adamın uzattığı elinden güç alarak ayağa kalktı. Asker gülen bir ifadeyle...

- Bu taraftaki madenlere girmenizin yasak olduğunu sana söylemediler sanırım. Sen şu yeni madenci olmalısın Velian senden söz etmişti. Adım Marean, keşif ekibindenim.

- Hiç farkında değilim, biraz mola vermek istemiştim bir anda kendimi buralarda buldum.

- Senin evcil bir kartalın olduğunu duydum doğrumu?

- Akina, evet.

- Sormak istediğim şeyler var sana, bende küçükken bir atmaca yakalamıştım ama şimdi bulabilirsem bir kartal satın almak istiyorum. Güneydeki şehirlerde pazarlarda satıldıklarını duymuştum. Akşama istersen kulübelerin ordaki küçük handa oturabiliriz, birşeyler içeriz hemde kartallardan konuşuruz.

Bu fikir Ghia'nın hoşuna gitmişti, Marean oldukça saygılı ve akıllı bir gence benziyordu. Ghia Marean'ın yanından ayrılarak tekrar hala kazma sallayan Asaeb'in yanına döndü. Ghia'yı fark eden Asaeb istifini hiç bozmadan azimle kazma sallamaya devam ediyordu:

- Böyle bir hafta çalışsan bile, bir somun ekmek alamazsın daha gayretli olmalısın gezgin...

Ghia bir şey söylemedi ve kazmasını eline alarak yavaşca kazmaya başladı. Zamanında simyaya merak sarmış ve genç yaşlarında taşları altına dönüştürmeye uğraşmıştı. Yaşı ilerleyince altının ve insanların değer verdiği diğer şeylerin insana mutluluk vermediğini anlamış ve kendini doğaya adamıştı.

Ghia'nın kazdığı yerde küçük bir parıltıyı fark etti, kazmayı tekrar aynı yere salladığında parıltının kaynağı daha da ortaya çıkmıştı. Bu orta büyüklükte bir altın yumrusuydu, önündeki küçük altın tozlarını topraktan ayırmaya çalışan Asaeb, Ghia'nın elindeki altını görünce hem şaşırmış hemde içinden söylenmişti. Bunu farkeden Ghia:

- Şanslıyım, bunla küçük bir oğlak sürüsü alıp yanına da bir kulübe yapabilirim...

- Şanslısın gezgin! diyerek somurtup kazmaya devam etti Asaeb.

Akşam olunca, madenin biraz aşağısındaki kulübelere gitmek için ellerindeki işleri bıraktılar. Madende çalışan ve evi olmayan madencilerle birlikte Sampra'dan gelen madenciler burada kalıyordu. Obeth'e saldıran askerlerde dönüş yolunda mola vermişlerdi ve bir süredir buradaydılar. Obeth katliamı sonrası bir intikam saldırısı olabileceğini öngörerek, yakında Sampra'ya gidecek kafilenin güvenliğini sağlayacaklardı dönüş yolunda.

Ghia, Marean'ın bahsettiği hana girince, tüm masaların dolu olduğunu gördü ve tam dışarıya çıkarken kapıda Marean'a rastladı:

- Bende seni arıyordum Ghia, Akina nerede...

Ghia ıslık çalarak Akinayı çağırdı, ıslığa tiz çığlığıyla karşılık veren Akina zıpkın gibi inişe geçerek Ghia'nın uzattığı koluna kondu.

- Bu gerçekten müthiş bir kartal, çok şanslısın...

Hanın ilerisinde Bakean askerlerinin kampının hemen yanında bir kayanın üzerinde oturdular. Marean yanında bir şişe Da ( Da: Bir çeşit meyve şarabı) getirmişti. Hem sohbet ediyorlar hemde şarap içiyorlardı. Marean, Akina'ya dokunmak için elini uzattığında Akina ona öyle keskin bir bakış fırlattı ki Marean'ın eli havada kaldı. Ghia bir kahkaha patlattı ve Da şişesini kafasına dikledi.

Bu sırada karanlığın içinde dürbünüyle biri onları izliyordu. Ama dürbünle bakan kişinin aradığı şey onlar değildi.

- Altmış kadar Bakean askeri var birde madenciler, hatta bir tane de kartal...

- Altmış demek, oldukça az sayıdalar... bu arada bir dürbünün olduğunu bilmiyordum Ghoul...

- Bende şu tuttsak Bakean'dan araklayana kadar bilmiyordum.

- Sürüden ayrılırsa başına bunların geleceğini bilmeliydi saftirik Bakean...

- Kimse bu kadar hızlı bir şekilde bu olaylardan haberimiz olacağını ve buralara kadar geleceğimizi bilemezdi, ama Bakeanların Sampradan yola çıkan askerlerini duyduğumda Obeth'te yapacakları şeyler aklımın ucundan bile geçmezdi. Keşke biraz daha önceden yola çıksaydık. Nure Sufi olanları öğrenince çok sinirlenecek...

- Baksana adamların keyfi yerinde içip eğleniyorlar. Bake'nin en büyük hatası fahişeliği yasaklaması oldu bence, bu kadar adam birbirini mi becerecek şimdi, diyerek kahkaha attı.

- Zevzekliği bırak istersen Sille!

Gizlendikleri yerden yavaşca geri çekildiler ve karanlıkta kayboldular.

Terkedilmiş bir madende bekleyen yüze yakın asker vardı, sarp kayalığın önünde Ghoul ve Sille görününce Aza Sael yerinden doğruldu ve onlara doğru yürüdü. Ghoul:

- Efendim altmış civarı asker var, birde madenciler...

- Altmışmı, verdikleri kayıpları düşünürsek yetmiş, yetmiş beş tane askerlemi Obeth'e saldırdı bunlar? İyice baktınız mı?

- Her tarafı gözetledim dürbünle, zaten biliyorsunuz Obeth'in etkin bir savunması yoktu. Bu kadar asker yeterli olmuş olabilir.

- Yine de saçma geliyor...

Ay ışığının aydınlattığı sarp kayalıklardan ilk önce bir yayın gerilme sesi duyuldu, okun hedefindekilerin duyamıyacağı ama kudretli Akina'nın duyabileceği bir sesti bu. Bir anda yaydan fırlayan ok hedefine doğru yol almaya başlamıştı. Eğer Ghia madende gitmemesi gereken o yere gitmeseydi ya da han'da boş bir masa olsaydı; bu ok zavallı Marean'ın sağ şakağına saplanıp onu öldürmeyecekti. Marean'ın elinden düşen şarap şişesinin kırılan parçaları havada savrulurken, gökyüzündeki onlarca alevli ok geceyi aydınlatıyordu.

187
Beğenmene sevindim, elimden geldiğince eli yüzü düzgün bir hikaye ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Güzel iltifatların içinde ayrıca teşekkür ederim. Bu tarz yorumlar çok motive edici benim için.

188
Kurgu İskelesi / Bölüm 7: Beklenmeyen Ziyafet
« : 07 Şubat 2015, 22:27:48 »
Uçmak istiyordu Ghia, sadece uçmak. Gökyüzünde olmak ona huzur veriyordu ama bu geçici bir huzurdu. Loretta'yı ikinci kez yüz üstü bırakmayı kendine yediremiyordu bir türlü. Loretta'nın yanına sadece Maku'ya güvenli, şefkatli bir yuva bulmak için gitmişti ama Loretta'nın mavi gözleri onu geçmişe götürmüş ve içinden acaba demişti. Acaba bu kez dağların ve ormanların sesini değil de yüreğinin sesini mi dinleseydi? Ama yine içinde akan, damarlarında çağlayan çoşkun nehirin akışına bırakmıştı kendini, kalmak ona göre değildi hep yolda olmalıydı, bir yerlere gitmeliydi. Nasıl bir nehir tek bir bardağa sığamazsa, Ghia'nın ruhu da dört taş duvarın arasına sığamazdı.

Akina'nın bedenindeyken bile Ghia'nın aklında sadece Loretta ve Maku vardı, bu yüzden çok kolay avları yakalayamamış, şimdi de bu çorak topraklarda avlıyacak hiç bir şey bulamıyordu. Ghia açlığa alışkındı gerçi ama bu aralar uyumakta da zorlanıyordu. Uyuyabildiği zamanlardaysa; yüzü parçalanmış cesetler ve onları canlı canlı yiyen karanlık yaratıklara ait kabuslar görüyordu. Obeth kasabasının daha güneyinde kalan Letha kasabasına gidiyordu şimdi. Artık bu kabuslardan kurtulmak ve bir şekilde kafasındaki sorulara cevap bulmak istiyordu. Bakeanlara her zaman saygı duymuştu ama Obeth'te gördükleri onu endişelendiriyordu. Bu topraklarda uzun zamandır savaş olmamıştı ve herkes birbirinin inancına saygılıydı.

Sarp kayaların olduğu dağlık bir bölgedeydi Letha kasabası. Bir çok mağara vardı bu kayaların aralarında. Ghia küçük bir keçi yolundan ilerliyordu, yolun ucundaki düzlüğe gelince soluklanmak için biraz oturmak istedi. Matarasından küçük bir yudum aldıktan sonra, sırtını bir kayaya yasladı ve tam uyumaya hazırlanırken:

- Uyumak için enteresan bir yer, diye nerden geldiği belli olmayan bir ses duydu.

Hemen ayağa kalkan Ghia etrafına bakındı ama hiç kimseler yoktu. Ghia'nın göremeyeceğini anlayan gizemli ses. El sallayarak kendini göstermeye çalıştı. Ghia sesin sahibini görünce eliyle karşılık verdi:

- Adım Ghia, bir gezginim. Paylaşacak bir lokma ekmeğiniz varmı?

Adam hiç bir şey söylemeden eliyle yanına çağırdı Ghia'yı. Bu bir mağara girişiydi, yere eski bir kilim sermiş, öylece oturuyordu:

- Hoşgeldin Zhia, benim adım Asaeb. Burda madenciyim, diyerek eliyle oturmasını işaret etti Ghia'ya.

- Bu arada Adım Ghia, Zhia değil...

- Senin için önemli olmalı?

- Adları ve ruhları insanları var eder.

- Süslü laflardan çok anlamam, hele birde acıkmışken, diyerek yiyecek çıkarmak için elini heybesine attı.

Ghia peynir ve ekmek çıkarmasını umuyordu Asaeb'in. Bu yüzden heybeden çıkanları görünce şaşkınlığını gizleyemedi:

- Ne zamandan beri madenciler oğlak etiyle besleniyor?

- Bu karşında gördüğün hür adam kısa bir zaman önce köleydi... Efendim hayvan gibi çalıştırıp kuru ekmek verirdi sadece.

Bir yandan yemek yiyor bir yandan da konuşuyordu Asaeb:

-Şimdi o günlerin acısını çıkarıyorum... Tanrı ve onun ışığı Bake, başımızdan eksik olmasın. Ne kadar çalışırsan o kadar kazanabiliyorsun artık. Bu maden Bakeanlara ait, zaten tüm kasaba artık Bake'nin dinini kabul etti...Eğer istersen sende bir süre çalış bu madende, iyi kazanırsın, kimse hakkını yemez.

Ghia'nın yüzündeki ifadeden ne demek istediğini anlamıştı Asaeb:

- Bakean olmana gerek yok, sonuçta sen bir gezginsin, gezginlerin inançlısına denk gelmedim henüz, diyerek bir kahkaha patlattı ve bağdaş kurmuş Ghia'nın bacağına bir şaplak attarak konuşmasına devam etti:

- Ustabaşı iyi adamdır beni de sever...

- Teşekkür ederim, yolluk alabilecek kadar çalışsam yeter fazlasında gözüm yok, diyerek elindeki buttan büyük bir ısırık aldı Ghia.

Asaeb yemeğini yedikten sonra Ghia'ya beklemesini söyleyip mağaradan içeriye girdi. Ghia fırsattan yararlanıp büyük bir parça eti Akina'ya fırlattı. Elindeki but yetmezmiş gibi diğer eline de bir parça et aldı ve ağzında nefes alacak yer kalmayana kadar yemeye devam etti, ağzını o kadar doldurmuştu ki hepsini yutmakta zorlanıyordu. Midesi bomboşken şimdi tıka basa doymuştu ama gözü bir türlü doymuyordu. Etler bittikten sonra büyük bir salkım üzümüde mideye indiren Ghia, gayrı ihtiyari geğirdi.

Asaeb öksürerek Ghia'yı uyardı. Yanında Ustabaşıyla geri gelmişti ve Ghia onları fark etmemişti. Usta Başı:

- Ben bu madenin usta başı Velian. Asaeb senden bahsetti, gezginmişsin öylemi?

Ustabaşının göğsünde işlenmiş bir Bakean arması vardı, Ghia armayı görünce ister istemez Obeth katliamı aklına gelmişti ve hiç bir şey söylemeden armaya bakıyordu. Ustabaşı tekrarladı:

- Gezginsin değilmi?

- E ee evet bir gezginim, uzun zamandır yollardayım, günlerdir de çok birşey yememiştim. Burda bir kaç gün çalışıp kendime kasabadan yolluk bir şeyler alırım diye düşünüyorum.

- Sonrasında nereye gitmeyi planlıyorsun?

- Sanırım Galomalin'e gideceğim.

- Hımmm, şanslıymışsın. Bak ne diyeceğim iki gün sonra Sampra'ya gidecek bir kafile var, onlarla Galomalin'e kadar gidebilirsin. O zamana kadar Asaeb'le birlikte bu madende çalış ve kasabadan da istediklerini al.

Velian arkasını dönmüş giderken, Asaeb gülerek dirseğiyle Ghia'yı dürttü ve kazmayı uzattı.

189
Kurgu İskelesi / Bölüm 6: Cadı Avı
« : 03 Şubat 2015, 09:00:39 »
Karanlık iyice çökmeye başlamış ve bulutlar gökyüzünü koyu gri bir örtüyle kaplamıştı. Loretta, gördüğü şeyden emin değildi. Belkide ağaç dallarının bir ışık gölge oyunuydu, gördüğünü zannettiği şey. Zaten artık görünmüyordu da. Ama duyduğu sesler? Gözler her zaman insanı yanıltabilirdi ama kulaklar asla yanılmazdı. Karanlığın içinden metal şıngırtıları ve ara sıra da at sesleri duyuluyordu. Orada bir yerlerdeydi.

Loretta sırtındaki Maku'yu mutfaktaki sedire bıraktı ve dışarıya çıktı. Kulübenin duvarına yaslanmış yabayı eline aldı. (Yaba: Harman savurmakta kullanılan, çatal biçiminde tarım aracı.) Tekrar çitlerin önüne kadar yürüdü ve etrafı gözetledi. Koruluğun olduğu tarafa odaklanarak sesleri dinlemeye çalıştı. Ama aniden tam tersi yönden bir gölgenin geçtiğini fark etti, hızlıca döndü fakat yine hiç birşey göremedi. Loretta iyice tedirgin olmuştu:

- Her kimsen buradan defol git! Belanı başka bir yerde ara...

Rüzgarın uğuldamasından başka bir ses yoktu. Loretta elindeki yabayla birlikte kulübenin etrafını dolaşmaya başladı, ahırın arka tarafına ve bahçe tarafına göz gezdirdikten sonra tekrar kulübenin önüne geldi. Bu durum artık onu sıkmaya başlamıştı:

- Yüzünü gösteremeyecek kadar korkasın demek!

- Korkak ve Kai Han kelimeleri yanyana gelemeyecek kadar kötü ikililer, diyerek karanlığın içinden kendini gösterdi ve bir adım ileriye çıktı Kai Han:

- Eline o yabayı aldığından beri buradan seni izliyorum, diye de ekledi.

Kai Han atından inmiş ve siyah peleriniyle karanlıktan da yararlanarak, Loretta fark etmeden sessizce kulübenin önüne kadar gelmişti. Çok yakın değildi ama uzak olduğu da söylenemezdi.

- Birileri senden hoşlanmıyor Loretta ve senin için bana bir kese gümüş para verecekler. Kasabadan ayrıldığından beri takip ediyorum seni. Seni ve kimden peydahladığın belli olmayan piçini!

- Seni şu sarhoş serseriler mi kiraladı? O kadar paraları olduğundan pek emin değilim. Kendine daha iyi bir iş bul!

Kai Han bir adım daha yaklaştı ve elini yavaşca pelerininin içine soktu. Elini çıkarttığında parmaklarının ucunda üç tane küçük bıçak parlıyordu. Bıçakları Loretta'da fark etmişti.

Kai Han bir anda bıçakları fırlatmaya başladı ama Loretta yerinden kıpırdamamıştı bile. Bıçaklar Loretta'nın bir adım önünde havada asılı kaldılar. Kai Han bunun bir cadı işi olmadığını biliyordu:

- Sen bir gözcüsün! Lanet bir gözcü...

İşte bu Loretta'yı şaşırtmıştı. İnsanlar gözcüler hakkında hiç birşey bilmezlerdi. Ama bu gizemli adam onun gözcü olduğunu anlamıştı.

Loretta bıçakları hızlı bir şekilde geriye fırlattı ve bir anda görünmez oldu. Bıçaklardan biri Kai Han'ın kolunu sıyırdı ve diğer ikisi ıskaladı. Kai Han kılıcını çekerek tedirgin bir şekilde etrafına bakmaya ve görünmez olan Loretta'nın nerede olduğunu bulmaya çalışıyordu. Karanlığın içinden Loretta'nın sesi duyuldu:

- Korkak ve Kai Han kelimeleri yan yana hiç de fena gelmedi gözüme, diyerek güldü.

Bu kez etrafında ki sesleri dinleme sırası Kai Han'daydı. Yerdeki çalıların kırılma sesleri ve hareket eden kumaşlar. Gözlerini kapatmış sadece bu sesleri dinliyor, Loretta'nın karanlığın hangi noktasında belireceğini kestirmeye çalışıyordu. Aniden eğildi ve elindeki kılıcı savurdu. Kılıç Loretta'nın karın boşluğunda orta büyüklükte bir yara açmıştı. Kai Han tam olarak neresine isabet ettiğini bilmiyordu savurduğu kılıcın ama bu durum hoşuna gitmişti:

- Seni bu gece cehenneme göndereceğim! demesiyle çenesine yabanın çarpması aynı ana denk geldi. Dengesini yitirerek yere düştü Kai Han ve az önce fırlattığı yerde duran bıçaklardan bir tanesi de sırtına saplandı.

Loretta artık görünürdü. Kai Han'ın yanında duran kılıcı aldı ve onun boğazına dayadı:

- Gözcüler hakkında ne biliyorsun?

- Güzel, dolgun kalçaları olması dışında mı? diyerek güldü ve ağzında biriken kanı Loretta'ya tükürdü.

Loretta kılıcı biraz daha bastırdı ve ufak bir kesik oluştu Kai Han'ın boğazında.

- Beni şimdi öldür pis fahişe yoksa bunu çok pahalıya ödeteceğim sana!

- Siz erkekler bir kadının ayaklarının altında olmaktansa yerin dibine girmeyi tercih edersiniz değil mi? Acısız bir ölüm istiyorsan gözcüler hakkında tüm bildiklerini anlat! Anlat ki kendi bağırsaklarınla seni boğmayayım!

- Sain! diye bağırdı Kai han.

- Sain mi? neden bahsediyorsun. Sain de nedir?

Kai Han her zamanki alaycı gülümsemesini takındı ve bir anda gözü Loretta'nın arkasındaki karartıya odaklandı. Loretta arkasına döndüğünde Kai Han'ın atıyla, Sain'le karşılaştı ve daha Loretta anlayamadan sağlam bir çifte geçirdi.

- Bundan sonra aynı masada yemek yemeliyiz senle Sain, diyerek elini atının yularına attı ve düştüğü yerden kalkmaya çalıştı Kai Han.

Loretta, Kai Han'ın güç bela atına bindiğini gördü ama Sain'in çiftesiyle vücudu o kadar sarsılmıştı ki yerdeki bıçakları hareket ettirmeye çalışsa da başaramadı ve tekrar yere kapaklandı. Kai Han karanlığın içinde atıyla birlikte kaybolurken, gecenin sessizliğini yine onun sesi bozdu:

- Bu iş burada bitmedi pis fahişe, Kai Han er ya da geç intikamını alır...er ya da geçç!

190
Düşler Limanı / Ynt: Bilgisayar
« : 30 Ocak 2015, 16:18:08 »
"Artık oyuncak askerler yoktu. Resim çizmeyecektim. Çizgi film seyretmek yoktu."

iyi bir şeymiş gibi aktarmışsın bunlardan kurtulmuş olmayı, gerçekten böylemi düşünüyorsun yorumunda mahkumu olduğum demişsin bilgisayar için, nasıl anlamalıyız bunu :) bilemedim. Ben en çok bu cümleye takıldım.

191
Kurgu İskelesi / Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« : 29 Ocak 2015, 16:25:39 »
Tercihlerine saygı duyuyorum :)

Umarım devam ettirebilirsin hikayeni...

192
Kurgu İskelesi / Ynt: Gölge Savaşları: Son Ejderha
« : 29 Ocak 2015, 13:20:55 »
Öncelikle eline ve fikrine sağlık,
Güzel bir hikayeye benziyor ama ben anlatım tarzını ve bazı kelime tercihlerini sevmedim.
Örnek vermek gerekirse ilk bölümde geçen "silah imalatçısı" kelimesi böyle bir hikayeye ait değil sanki. "Meşhur demirci" yada "silah ustası" gibi bir tercih daha iyi dururmuş gibi geldi.

   "Kıtayı baştan başa dolaşmış olan, yola çıkarken hafif bir meltem, yolculuğunu tamamladığı ormanda sert bir rüzgara dönüşen o esinti ağaç dallarını sallıyordu." böyle bir anlatım yerine;

"Şimdi ağaç dallarını sallayan bu sert rüzgar, kıtayı baştan başa dolaşmadan önce hafif bir meltemdi sadece." gibi bir cümle daha iyi duruyor bence.

193
Kurgu İskelesi / Ynt: Başlangıç ve Son
« : 28 Ocak 2015, 12:13:38 »
Çok keyifli bir anlatım olmuş, biraz daha uzun olsaymış keşke :)
Bence sadece ikinci sınıf elementler için farklı şeyler seçilebilirdi ki bu çok izafi bir durum belki sadece bana öyle gelmiştir.


194
Kurgu İskelesi / Bölüm 5: Kai Han
« : 28 Ocak 2015, 09:24:59 »

Ugre'nin değirmeni kasabanın sonunda ki Voret tepesindeydi. Değirmenin yanında küçük bir ev, evin yanında da değirmeni döndürecek kadar sığ bir su akıyordu. Loretta, saatlerce bu akan suyu izleyebilirdi, burayı ve burada olmayı seviyordu. Ugre ile konuşmak ve içindekileri anlatmak ona huzur veriyordu. Ugre'de iyi bir dinleyiciydi, zaten "Yaşlı adamlar anlatmaktan çok dinlemeli." derdi hep.

Loretta arabaya yüklediği süt ve peynirleri indirirken, Ugre değirmenden çıkarak onu selamladı:

- Loretta, gözüm yollarda kaldı. Nerelerdeydin?... Yanlış görmüyorum değil mi, arabada ki sepette bir bebek var!

- Gözlerin asla yanılmaz Ugre, evet baş belası bir bebek var sepetin içinde.

- Yoksa evlendin de haberim mi yok.

- Uzun hikaye Ugre, herşeyi anlatacağım sana ama ilk önce şunları birlikte taşıyalım.

Birlikte bir kaç seferde peynirleri ve süt güğümlerini kulübenin kilerine taşıdılar. Loretta ormandan topladığı rezenelerden getirmişti. Güzel bir çay demledi ve değirmenin yanında çardakta oturarak çaylarını yudumladılar. Küçük Maku'da sepetimin içinde oldukça keyifliydi. Su sesinin bebekleri sakinleştirdiğinin söylerler. Tam da Loretta'nın olmak istediği yer burasıydı işte ama olmak istediği zamanda mıydı bunu bilmiyordu. Bazen Ghia ile hiç karşılaşmamış olmayı istiyordu, keşke zaman bir an dursa ve herşeye en başından başlayabilseydi. Ugre meraklı bir şekilde lafa girdi:

- Evet, bebeği anlat bana...

Loretta uzun uzun olanları ve bebeği, Ghia'nın Oneth kasabasında bulduğunu anlattı. Kasabadakilerin katledildiğini öğrenince çok üzülmüştü Ugre. Oneth kasabasında sadece bir tane değirmen vardı ve artık çok eskimiş olduğu için Obethliler bazen Ugre'nin değirmenine gelir ve unlarını burda öğütürlerdi. Bu yüzden Obeth kasabasını ve orada yaşıyanları iyi tanırdı Ugre:

- Geçenlerde o kasabadan bir fırıncı gelmişti, Obeth Lordu Gaeski'nin Bakean elçisini nasıl azarladığını anlatmıştı. Elçi, artık Tanrı'nın ışığını yaymak için biat etmeyen klanlara ve kasabalara savaş ilan edeceklerini söyleyince Gaeski hiddetlenmiş ve elçiyi huzurundan kovmuş.

- Desene savaş kapıda...

- Obeth'e kadar olan topraklar için kimseyle savaşmadılar ama Obeth ve ötesindeki toprakların kadim ve köklü inançları vardır. İnsanlar inançlarından kolay kolay vazgeçmezler, bunun için gözünü kırpmadan savaşabilirler... Tabi Bakeanlar her insanın hoşuna gidecek şeylerden bahsediyorlar; köleliğin kalkması belki zenginlerin işine gelmeyebilir ama bugüne kadar köle yaşamış bir insan için yeni bir hayat demek. Bu dünyada özgür insalardan daha çok köle var.

Loretta unları arabaya yüklemeye başlamıştı, uzun bir süre kasabaya uğramayı düşünmüyordu. Şimdi tekrar hanların önünden geçmesi gerekecekti, sarhoş Solin ve Anton'un hala sokakta dikilmediklerini umuyordu.

Solin ve Anton handa hala içmeye devam ediyorlardı. Hanın içi sadece mumlarla aydınlanıyordu, küçük pencerelerinden o kadar az ışık giriyordu ki içeriye neredeyse karanlıktı masaların olduğu kısım. Hanın kapısı gıcırdayarak yavaşca aralandı, içeriye süzülen ışığın içinden Kai Han belirdi, sadece bir silüetti, hiç bir detayı görünmeyen bir gölge gibiydi. Sert adımlarla içeriye girdi ve hanın ortasında durup nereye oturcağına karar vermek için masaları kolaçan ettmeye başladı. Herkesin gözü üzerindeydi.

Bu sırada Solin, Anton'un kolunu dürttü ve Kai Han'ı gösterdi:

- Şu lanet kadından nasıl kurtulacağımızı sanırım biliyorum, dedi ve masaya bir para kesesi fırlattı.

Masanın üzerine saçılan gümüş paralardan biri masadan yuvarlandı ve salonun ortasında duran Kai Han'ın çizmesine çarptıktan sonra durabildi. Kai Han yerdeki parayı eğilerek aldı. Başparmağının üstüyle Solin'e doğru fırlattı ve seri bir hareketle küçük keskin bıçağını arkasından savurdu. Solin'in yanından geçen bıçak, gümüş parayla birlikte arkadaki ahşap duvara saplandı. Masaya doğru yaklaşan Kai Han:

- Gümüşlerin fazla geliyor olmalı?

- E, ee... Biz de tam senden konuşuyorduk Kai, dedi Solin.
Kai Han'ın vereceği tepkiyi merak ederek.

- Masaya saçılmış gümüşler ve benden konuşan iki serseri, kimi öldürmek istiyorsunuz?

- Bir cadıyı!

Bu sırada hanların olduğu sokaktan geçen Loretta sokakta kimsenin olmadığını farkedince, rahat bir nefes almıştı. Tekrar o serserilerle karşılaşmayı istemiyordu. Surların ortasındaki kapıya gelmişti, nöbetçiler bu kez hiç bir şey sormadan kapıyı açtı. Kasabadan çıkan arabalar onlar için önemli değildi belliki.

Artık güneş batmak üzereydi, Loretta tüm işlerini halletmişti, artık yine bir başınaydı ve bu onu keyiflendirmişti. Yanındaki Maku'ya dönerek:

- Küçük adam, belki de umduğumdan daha iyi bir ikili oluruz senle.

Çiftliğe varınca ilk önce keçilerin olduğu ahıra baktı. Her şey yolunda görünüyordu. Önlerine biraz daha taze çayır koydu ve arabanın yanına geldi. Unları kilere taşımaya başlayan Loretta, sırtında un çuvalıyla yürüyorken bir an durdu ve çuvalı sırtından indirdi. Birinin onu izlediğini hissetmişti. Koruluğun bittiği yere bakınca atlı bir adamın ona baktığını gördü. Bu Kai Han'dı!

195
Kurgu İskelesi / Bölüm 4: Gonetha
« : 26 Ocak 2015, 10:29:48 »
- Şu veleti susturmazsan, ikinizinde kıçına tekmeyi basacağım! Diye bağırdı Loretta, ağlayan Maku'nun sesiyle sabahın köründe uyanınca. Gözleri yarı kapalı bir hışımla yataktan kalktı ve alt kata indi. Maku sedirde bir başına ağlıyordu.

- Şu hale bak, zavallı velet. Böyle baktıktan sonra yirmi tane çocuğu aynı anda büyütebilir insan.

Loretta sinirli bir şekilde bahçeye çıktı. Bahçede sadece bir kaç tane serçe vardı, buldukları bir kırıntı için kavga ediyorlardı. Arka tataftaki ahırda keçilerden başka kimse yoktu, tepedeki yamaçta da. Akina ile avlanmaya gitmişti belkide yada... Sekiz yıl öncesini hatırladı Loretta, sabahın soğuk rüzgarı ormandan çiftliğe doğru yaprakları savurarak esiyordu, güneş bulutların arkasından kendini göstermek için çabalıyordu. Loretta gözlerini kapadı ve kendini rüzgara bıraktı. Gözlerinden süzülen yaş yanağından yavaşça kayıyorken:

- Ben bir aptalım, nasıl bu kadar saf olabildim. Nasıl, nasıl...

Tekrar içeriye girince, sedirde ki Maku'nun hala ağladığını farketti. Kucağına alarak sakinleştirmeye çalışırken, Loretta bir anda hıçkırarak ağlamaya başladı. Ghia'dan daha çok kendine kızıyordu aslında, sekiz yıl önce bir daha böyle bir şey yaşamıyacağına dair kendine söz vermişti ama yine aynı hataya düşmüştü.

Annelik içgüdüsüyle hemen Maku'ya yiyecek birşeyler hazırlamak için mutfağa girdi. Dolabın kapağını açıp süt koyabileceği uygun bir kap aradı, bu sırada dikkatini un çuvalı çekti, neredeyse bitmişti. Loretta bir çok şeye sahipti çiftliğinde; sütü, peyniri, bahçesinden topladığı sebzeleri vardı ama unu dışarıdan almalıydı. Bunun için kasabaya gitmesi ve ürettiği peynir ve sütü değirmenci Ugre'yle takas edip, uzun süre idare edecek kadar un almalıydı. Bu kez durum biraz daha farklıydı, kasabaya Maku ile birlikte gitmesi gerekiyordu.

Yaptığı peynirleri at arabasının arkasına yerleştirdikten sonra, süt güğümlerini almak için kulübedeki kilere girdi. Loretta güçlü bir kadındı ama güğümler oldukça ağırdı, sırtında Maku varken güğümleri taşımak daha da zordu.

At arabasını Loretta'nın tek atı olan, Ra çekiyordu. Normal atlara göre biraz küçük ama daha kaslı bir vücudu vardı, kahverengi beyaz lekeleriyle tipik bir Ruikan atıydı Ra. Ruikan atları çok sinirli oldukları için genelde binek olarak yada at arabalarında kullanılmazlardı. Kimse Ruikan atlarıyla boşa vakit harcamak istemezdi. Loretta, Maku'yu bir sepete yerleştirdi ve sepeti oturağın boş kısmına koyarak yola çıktı.

Gonetha kasabası en yakın kasabaydı ve yolu oldukça düzgündü. Kalın sur duvarlarıyla çevrili korunaklı bir kasabaydı. Loretta kasabanın kapısına yaklaşınca sağ kuledeki nöbetçi:

- Neler getirdin Loretta, arabanda neler var?
- Değirmende unla takas etmek için biraz süt ve peynir.
- Bir dahaki sefere bana da süt getir. Böyle bir güğüm için 3 gümüş para verebilirim.
- Parayla satacak sütüm yok, takas edecek bir şeyler bulmalısın.

Kapı gürültülü bir şekilde açıldı. Loretta değirmene doğru giderken nöbetçi diğer nöbetçiye:

- Cadı'nın dediğini duydunmu? Parayla satacak sütü yokmuş. Takas yapmalıymışım.
- Ona verecek bir şeyim var, diyerek hayalarını kavradı diğer nöbetçi ve bir kahkaha patlattı.

Surların içindeki kasaba genelde iki katllı evlerden oluşuyordu. Bakımlı ve taş duvarlı evlerin arasından arnavut kaldırımlı düzenli sokaklar kasabanın sonuna kadar devam ediyordu. Girişe yakın sokaklarda genelde askerlerin barınakları ve nispeten çok zengin olmayan insanların evleri vardı. Biraz daha ilerleyince hanların olduğu sokak ve bir kaç dükkan vardı.

Loretta gıcırdayan tekerlekleriyle yavaş yavaş değirmene doğru gitmeye devam ediyordu. Yolun sevmediği kısmı hanların önünden geçilen sokaktı, serseriler, at hırsızları ve haydutlar; bu sokakta tehlikeli olmayan bir tek adam yoktu. Loretta'nın kasabanın dışında tek başına yaşıyor oluşu, onu hedef haline getiryordu ama onlarla başa çıkmayı iyi başarıyordu Loretta bu yüzden ona cadı diyorlardı ve gizemli güçleri olduğuna inanıyorlardı.

Handan iki adam kolkola girmiş bir şekilde dışarıya çıktılar. O kadar içmişlerdiki ki kokuları tüm sokağı kaplamıştı. İçlerinden biri at arabasıyla onlara yaklaşmakta olan Loretta'yı fark etti:

- Şu gelen lanet cadı değil mi Anton? Yoksa içkiyi fazlamı kaçırdım, gerçi on fıçı içsemde bana dokunmaz, hıck...

- Gördüğün doğru üstelik yanında bir de bebek var, kimden peydahladı acaba?

- Kimden olacak şeytandan peydahlamıştır, benim adım Sore'yse bu kadın şeytanla düzüşmüş dostum, buna yemin ederim, hıck...

- Senin adın Solin değilmiydi yahu..

- Neyse ne! hıck...

Loretta yanlarından geçerken onlara bakmamaya çalışıyordu ve peleriniyle yüzünü örtmüştü ama iyice sarhoş olan Solin:

- Artık şeytanlardan çocuk mu peydahlıyorsun? Seni pis fahişe, dedi ve elindeki şişeyi arabaya fırlattı. Şişe tam arabaya çarpmak üzereyken bir an durdu ve gerisin geri Solin'in kafasında parçalandı. Bunu gören Anton kahkaha atarak:

- Ne zaman bir cadıyla uğraşılmayacağını öğreneceksin, saf adam, diyerek Solin'le alay etti.

Loretta hafifçe güldü bu duruma ve yoluna devam etti. Kasaba da ki herkes Loretta'ya kötü davranmıyordu; biraz ilerideki kasabanın manavı nazikçe eğilerek selam verdi ve bir elma ikram etti. Aynı şekilde terzide halini hatrını sordu. Loretta dört yolun kesiştiği Quart meydanına gelmişti, artık çok fazla yolu yoktu. Tam bu sırada sağ taraftaki yoldan hızla gelen bir atlı, arabaya çarpmadan zar zor durabildi ve atı şaha kalktı. Atın sesinden korkan Maku ağlamaya başladı. Siyah sivri uçlu bir şapkası ve yine siyah bir pelerini vardı adamın. Atın üzerinde oldukça heybetli duruyordu, şapkasının gölgesinden neredeyse yüzü görünmüyordu ve bu onu çok gizemli yapıyordu. Adı Kai Han'dı herkes gezgin olduğunu düşünürdü ama o bir kafa avcısıydı. Uç diyarlarda dolaşır ve başına ödül konulmuş suçluları yakalardı yada para karşılığı birilerini öldürürdü. Kai Han'ın hiç bir şey söylemeden, yoluna devam ederek arabanın yanından uzaklaştığını gören Loretta:

- Bir özür dilemek ne kadar zor değilmi kılık kıyafetine bakan adam zanneder! diyerek söylendi ve sert bir hareketle atı Ra'yı kırbaçladı. Kırbaç yemeye çok alışkın olmayan Ra bir anda zıpkın gibi koşmaya başladı.

- Hihaaaaa!

Sayfa: 1 ... 11 12 [13] 14