Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Auguste Dupin

Sayfa: 1 ... 4 5 [6]
76
Konu eski, konuşulacağı kadar konuşulmuş. Fakat bundan sonra rastlayıp bilgi almak isteyebilecekler için iki kitap önerebilirim:

Azra Erhat - Mitoloji Sözlüğü
Colette Estin / Helene Laporte - Yunan ve Roma Mitolojisi

Ben gerekli olduğunda temel olarak bunlardan faydalanıyorum.

77
Kendi omzumu da kesip simetrisini alsam aynı şekil çıkar, ne ki yani. :P

78
Genel Kültür / Ynt: Satranç & Go
« : 28 Mart 2015, 13:30:40 »
Tam, "Yalnız bir tek Go'cular kendi oyunlarını satrançla kıyaslayıp dururlar; satranç oyuncularının ise böyle polemiklerle hiç işi olmaz, oyunlarına bakarlar." demeye gelmiştim ki, şu kısmı okuyup gülümsedim:

Alıntı
satranç-Go tartışmasının sürüp gittiği yerlerde Gocular "satranç çatışma ise go savaşın kendisidir" derken satranççılardan henüz buna bir cevap gelmemiştir

Go harika bir oyun olabilir de, sürekli kendini satrançla kıyaslayıp ölçerek satranç üzerinden var etme çabası hep çok gereksiz görünmüştür gözüme. Güzelse oyna işte, niye başka oyuna çamur atıyorsun ki. :P

Satranç ve Go iki farklı marka olsa, Go'nun bu şekilde yapılan reklamları rekabet yasasına aykırı bulunarak yasaklanırdı. :P

79
Önce Link'i sahiden kadın yaptılar sandım ve "Ee, ne var ki bunda, süper de olur; zaten daha çok kadına benzemiyor muydu?" demiştim ki, haberi okudum ve sadece "benzettiklerini" gördüm. Yavrum siz daha yeni mi benzettiniz ya?

80
Genel Kültür / Tolkienberg: All hail the king!
« : 27 Mart 2015, 23:18:40 »
Fantastik Edebiyat, "mainstream" edebiyat camiasında da daha yakın zamana kadar bile doğru düzgün kabul -ya da en azından itibar- gören bir şey değildi ki. Asla bir mainstream edebiyat kadar saygın bulunmuyordu, çünkü olmayacak işlerden bahsedip duruyor, üstelik bunu da gerçek dünyaya hiçbir göndermede bulunmadan yapıyor, yani yüzlerce sayfa boyunca boşuna laf çevirerek gerçek dünyaya yapılmış toplumsal bir eleştiri görmek bulmak isteyenlerin vaktini çalıyordu.

Çiçek Çocuklar'ın psychodelic kafayla, içinde bulundukları dünyadan kaçmak için bu türe ilgi göstermesi, türün ayakta kalmasına büyük katkı sağladı. Fantastik Edebiyat onlara göre edebiyatın uyuşturucusuydu, ve uyuşturucu kötü bir şey değildi. Onlar da Alice Harikalar Diyarında'yı da geleneğine dahil ettikleri Absürt ya da Avant-Garde akımların bir devamı olarak görüyordu Fantastik Edebiyatı. Ancak o şekilde ucundan kıyısından mainstream'e tutunabildi de yaşadı. Türün yazarları kendi aralarında dayanışma içerisinde kalmaya çalışıyorlardı.

Koskoca profesör Tolkien'in bile karşılaştığı tenkitler az mıdır? Gerçek dünyaya hiçbir gönderme yapmaması özellikle tasarlanmış, sadece alternatif bir evrene geçip bir maceraya dahil olarak hoşça vakit geçirmelik, ama büyük bir titizlikle inşaa edilmiş bir eserin içinde ille de alegorik anlamlar, imgelemler bulmaya çalışanlar, Tolkien kendi eseri içinde bunu bulamayacaklarını söyledikçe az mı sinirlenmişlerdi? "Kaçış Edebiyatı" tanımını bir küfür olarak yüzüne yüzüne çarpmışlardı adamcağızın.

Hele ki 80'lerde ve sonrasında Türkiye'de çizgi romana karşı başlatılan karalama kampanyası daha da ileri giderek, ders kitapları dururken "hikaye romanları" okumanın fuzuliliğine bile evrilmişti ki, ders kitabı dışında kalan her şeye, hikayeye romana bile kötü gözle bakan ebeveynler için çizgi roman affedilmez bir günahtı. Hepimizi oyuna maskaralığa özendiriyor, hayalci ve tembel yapıyordu. Güya onları okuyacağız diye ders çalışmıyorduk.

Sonra sonra bu durumun saçmalığını, okumayan bir nesil yetiştirmenin korkunçluğunu, içinde kitap okunmayan bir okulun imkansızlığını biraz da olsa anlayıp okullarda kitap okuma dersleri koymaya başladılar. Çocuklara hem kitap okumayı yasaklıyorlar, hem de edebiyat dersi veriyorlardı. Edebiyat dersini dinlemeli, ezberlemeli, ama edebiyat eserlerini okumamalı; onları okurken kaybedeceğimiz zamanı, onların anlatıldığı, özet geçildiği dersleri dinleyip ezberlemeye ve sınavlarını geçmeye harcamalıydık. Çünkü onlar için edebiyatın kendisi bile, liselere ya da üniversitelere giriş sınavlarında cevaplanarak net sayısını arttıracak bir şeyden fazlası değildi. Peki ama öyleyse niye öğretiliyordu bu edebiyat, niye soruluyordu sınavda? Aslında öğretilmiyordu da, sorulmuyordu da. Derslerde ve sınavlarda sadece ezber yeteneği ölçülüyordu. Edebiyat sadece ezberin malzemesiydi. Liseler üniversitelere girmek için, üniversiteler de iş bulabilmek ve para kazanabilmek için vardı ve bu keşmekeş içinde kimsenin hikayeye romana ayıracak vakti yoktu. Edebiyatın bizatihi hayatın bir ürünü, bir hayat dersi olduğu çoktan unutulmuştu.

Sonra her hafta bir kitap okuyup, okuduğumuzu kanıtlamamız için de özetini çıkarmamız istendi. Ama elbette bu da onların katı denetimleri altında olacaktı. İstediğimiz kitabı seçme hakkımız yoktu. İlla onların uygun gördüğünü okuyacaktık. Edebiyat dersinde tam da o yaştaki ergenleri alıp götürecek, yazmaya söylemeye teşvik edecek bir aşk şiiri okuyamazdınız örneğin. Sadece Cumhuriyet'in ilk yıllarında halkı eğitmek için Anadolu'ya gönderilen şairlere ısmarlama olarak yazdırılmış, şairlerinin bile içlerinden gelmeden, bir görev bilinciyle, zorlama bir şekilde yazdığı, Anadolu'nun güzelliklerini öven pastoral şiirler okunmalıydı. Çayırlar, dereler, çeşmeler, çobanlar, koyunlar, keçiler, geyikler... Çünkü onlar nezihti, onlar güvenliydi, aşkla meşkle çocukların ahlakını bozmazdı.

Ard arda gelen onlarca nesil edebiyatı bunlardan ibaret bildi ve soğudu. Edebiyat'ın fakültesi vardı, ama içinde ne öğretildiğini bilen yoktu. Sınavı geçmiştik işte, edebiyatla işimiz hala bitmemiş miydi? Kimse bunlardan daha fazla okumak için edebiyat filan seçmek istemiyordu.

İşte böyle zor günlerde ben de elbette aileye, toplumsal düzene ve eğitim sistemine karşı kendi kişisel mücadelemi verdim. Eminim birçoğunuzun benzer hikayeleri vardır. Kâh çuvallar dolusu biriken mizah dergilerim zorla çöpe atıldı, gizli gizli alıp evin dışında bir yerlere saklamak, yorgan altında fener ışığında okumak zorunda kaldım, kâh çantamda tüm serisini gezdirdiğim Harry Potter kitaplarıma el kondu. Fransız ekolüne bayıldığım çizgi romanlarım kesirli sayılarda zorlanıyorum diye gözlerimin önünde acımasızca yırtıldı. Matematiği iyi olmayanların geri zekalı olduğunu düşünen anneme göre aklımı hep bunlar çeliyordu. Ama çizgi romanlarım olmadan da matematikte her zamanki kadar vasattım hala... Annemin bu görüşü yüzünden kendimi liseye kadar geri zekalı sandım.

Evet, fantastik edebiyat, edebiyat dünyasının uyuşturucusudur ve hepimiz onun bağımlısı olan asi rockstarlarız sevgili arkadaşlar. Hell yeah.

+ Onu okuyacağına aç Sefiller'i oku Auguste.
- Okudum.
+ Vadideki Zambak'ı oku o zaman.
- Onu da okudum.
+ Eöö... Suç ve Ceza?
- Ohoo, 6 yaşımdayken okudum.
+ O zaman Savaş ve Barış'ı oku!
- Ayva reçelim, ben bu saydıklarının hepsini daha ilkokula giderken okudum, hatta 8 yaşımda üzerlerine makaleler yazdım ve ünlü dergilerde yayınlattım. Sen ne yaptın ve neyden bahsediyorsun ya? Aç biraz Yüzüklerin Efendisi filan oku da algın genişlesin.
+ +&%?#2*??!1


81
Çok kötü. Çok, çok kötü. Okuduğum en kötü dedektiflik kurgularından birisiydi ne yazık ki. Bu konuda geniş bir inceleme yazmıştım. Kendisini buraya da kopyalıyorum. Kaynak: http://goo.gl/HxnQx7

Korkmayın, Spoiler yok. :)
Harry Potter serisi boyunca Agatha Christie'den bolca etkilendiği her haliden belli olan J.K. Rowling'in bir dedektiflik romanı yazması, benim ve diğer pek çok okurun o zamanlardan beri hep istediği bir şeydi.
 
Ve bu beklentimizin üzerinden uzun yıllar geçmesinin ardından nihayet "Sonunda ellerimdesin bebek..." diyerek alabileceğim bir kitap ortaya çıktı: “The Cuckoo’s Calling” ya da Türkçe çeviri adıyla Guguk Kuşu. Kitabı kısa bir süre önce bitirdim ve mutlulukla söylüyorum ki, 13 yıldır yazarın üslubuna alışmış olanlar, alıştıkları Sevin Okyay çevirisi olmamasına rağmen, Rowling'in abartılı jestler ve kara mizah içeren kendine has anlatımını satırlarda hemen yakalayabilirler.
 
Fakat kitabı okurkenki heyecanım ne yazık ki pek uzun sürmedi. Çünkü hem dedektiflik türünün, hem de Rowling’in histerik bir okuru olmama rağmen, ne karakterlere ısınabildim, ne de çözmeye çalıştıkları vakaya.
 
Kanımca eser J.K.Rowling'in zengin olduktan sonra girdiği dünyadaki gözlemlerinden yola çıkarak oluşturduğu bir uzamda geçiyor. Aynı dünya, Poirot'nun maceralarını yaşadığı dönemdeki yüksek sosyeteye de tekabül ediyor.
 
Vakayı sevmedim, çünkü klasik bir Christie romanı okurken hem o romandaki toplumsal gerçeklik bir nebze geride kaldığı için, hem de metnin sadece gizemi sunma çabasından başka bir amacı da olmadığı için kendinizi sadece olaya odaklayabiliyorsunuz ve gerisine takılmıyorsunuz. Oysa Rowling, eserine bir roman derinliği katma arzusuyla, ele aldığı olaya güncel bir toplumsal sorun olarak da yaklaşınca, her gün TV'de çocukların ölümlerini izleyen ve çok daha ciddi dertleri olan, daha alt sınıfsal konumlardaki insanların bu sorunsala karşı verdiği tepki çok basit bir şekilde "bana ne bütün bunlardan?" oluyor. Gerçekten, kitabın konusunu ilk duyduğum andan beri, bir mankenin pırıltılı yaşamının getirdiği sorunları okuyacak olma fikri ilgimi çok az çekiyordu.
 
Zaten yazarın bu konudaki tutumunun eserdeki tüm karakterleri de belirlediği açıkça görülüyor. Özellikle baş karakter Cormoran Strike'ı. Bu da kendisine ısınamamamın nedenlerinden biri.
 
Plot Twist: Hayır, koskoca Rowling'in eseri elbette bu kadar basit ve ucuz değil. Lula'nın yoksul arkadaşı ve onun diğer karakterlerle olan ilişkisine bakınca; O, Şoför, Lula'nın annesi, Strike'ın annesi ve hatta Rock Yıldızı babası tarafından dışlanmış Strike'ın kendisi arasında kurulan özel bağ, bize bunun sınıfsal bir sorun olduğu mesajını açıkça veriyor. Fakat bu sorunsala karşı bize sunulan ve bir çözüm olarak niteleyebileceğimiz şey, Batı'nın bin yıllık düşünsel kazanımlarının bir sonucu olarak, oldukça bireysel tabii ki. Eğer birey iyi olursa, sorunlar çözülür: İşte karşımızda Cormoran Strike. Sinir bozucu derecede "iyi çocuk." Neden sinir bozucu olduğu konusuna ise daha sonra döneceğim.
 
Evet, her ne kadar kitapta adı konulmasa da, Strike, şaşırtmayan bir şekilde Poirot tarzı bir çözümleme yöntemini kullanıyor.  Fakat Rowling yeni bir karakter yaratayım derken ona yeni bir evren yaratma çabasına da girişmeyerek, hikayeyi içinde yaşadığımız dünyada tutmayı tercih etmiş. Bu, başka bir evrene kaçmaya alışmış ve artık günümüzde buna adeta ihtiyaç duyan okuru biraz boğan bir şey. Rowling aslında H.P. serisinde de gerçekçilik damarını hiçbir zaman kopartmasa da, hatta gerçek dünyadaki şeylerden sahiden kaçabilmek için ancak gerçek dünyayı (bireyden başlayarak) değiştirmek gerektiği mesajını daha Felsefe Taşı kitabının Kelid Aynası bölümünde verse de, olaylar içinde bulunduğumuz dünyada, hemen burnumuzun dibinde fakat bizden habersiz şekilde yaşandığı için, o farkına varamadığımız alternatif dünyaya sayfalar aracılığıyla dahil olabilme imkanımız bizi cezbediyordu.
Oysa burada, zaten her şeyin sinir bozucu derecede gerçek olduğu bir yaşamda, can sıkıcı gerçeklerden kaçıp afili bir dedektiflik evrenine değil de, yine can sıkıcı gerçeklerle dolu bildiğimiz dünyaya giriverince, insan elinden oyuncağı alınmış gibi hissediyor kendini. Yani yazarın alıştırdığı gibi H.P. dünyasına benzer yeni ve heyecanlı bir kaçış evreni bekliyorsanız sonuç biraz hayal kırıklığı oluyor. Satır aralarında "o işler öyle değil işte çiçeğim" diyor bize resmen Rowling.
 
Bununla da bağlantılı olarak, yazar bir Sherlock Holmes, ya da Hercule Poirot gibi, uzlaşılması zor olsa da sevilesi, insanı peşinden sürükleyecek yeni bir karakter yaratmak ve sayfalar boyunca onun bu özelliklerine sebep olan geçmişini, şimdisini ve gelecek arzusunu irdelemek çabasında da bulunmamış. Strike, kapak içi yazısında Mike Cooper'ın belirttiğinin aksine ne belalı, ne de haşin. Hatta daha önce de belirttiğim gibi sinir bozucu derecede "iyi çocuk." Ülkesini seven eski bir asker, otoriteyle barışık hatta bunun özlemini çeken, sorunu oyunla değil oyuncuyla olan, sözüne ve borcuna sadık bir Doğrucu Davut.  Ben Rowling'den bu hususta biraz daha cesur olmasını beklerdim. Bireyin iyiliği ve bununla sınıfsal sorunlara getirilen geçici çözümler. “Aslında zenginler iyi olsa hiç sorun kalmaz, zenginlerden başlayarak tüm bireyler iyi olursa sorunlar çözülür, zenginlere örnek olacak modeller, vicdanlarını etkileyerek onları harekete geçirecek olaylar gerekir. Fakirsen bir şekilde piyangoyu kazan, iyi ol. Çirkinsen estetik yaptır, güzel ol. İyi olan parayla ödüllendirilir, kötü olan fakir kalmaya mahkum olur.” Bütün bunlardan çoktan sıkılmadık mı? 21. yüzyılın bu ilk çeyreğinin asi, sistemle ve otoriteyle sorunları olan, sarkastik karakter beklentisini karşılamadığı gibi, bunun ötesine geçmek bir yana dursun, çok daha gerisinde bir şey sunarak, en azından yüz yıl öncesinin karakter beklentilerine hitap ediyor Cormoran Strike.
Yine buna uygun olarak, bazen bu sınır bir adım aşılsa da, yardımcısı Robin ile de aralarında sadece bir işçi-işveren, patron-sekreter ilişkisi var. Bir Holmes-Watson, Poirot-Hastings ilişkisi bekleyen hayal kırıklığına uğrar. Yine de bunu, eserin bir seri haline gelecek olan kitapların ilki olmasına da kolaylıkla bağlayabiliriz şimdilik.
 
Karakterler yerine, her kitapta kendisine has aynı belirli arketipleri farklı rollerde kullanarak, amacı sadece bir gizemi sunmak olan kısa bir Agatha Christe romanının, olay çözüldükten sonra varoluş amacını tamamladığı için birkaç cümle içinde çabucak finale bağlanmasını anlayabiliriz. Ama bunun aksine, karakterlere bir roman derinliği kazandırmak için de üzerinde bu kadar uğraşılmış ve uzatılmış bir metnin, olay çözüldükten sonra en azından birkaç kilit karaktere geri dönüp, olayın ardından ne durumda olduklarına ve tepkilerine bir bakış atmaması da büyük bir eksiklik. Çünkü haklarında onca şey öğrendikten sonra bunu bekliyor ve istiyorsunuz. Aksi takdirde onca şeyi boşuna okumuş olma, ya da metnin eksik bırakıldığı hissinden kurtulamıyorsunuz.
 
Keşke metindeki plot twist'ler de bu yazıdaki kadar çok olsaydı. (Evet, en azından bir tane. Durum o kadar umutsuz ve vahim.) Çözüme dair teoriler kurarken sonradan hayal kırıklığına uğramamak için çok da fazla abartmayın derim; "Ben şimdi bu diye düşünüyorum ama kesin son anda ters köşe yapıp beni şaşırtarak başka bir şey çıkacak," diye düşünerek beklentinizi fazla yükseltmeyin, çünkü ilk aklınıza gelenlerden biri doğru çıkıyor sonunda, evet. Toplumsal bir sorunu da inceden irdeleyen upuzun bir anlatının içinde eritilse de aslında "gizemin" bir kısa hikayeye bile sığacak kadar basit bir kurgusu var. Ortalama bir Agatha Christie romanının yaklaşık 5 katı uzunluğunda olan metinde, okuyucunun ilgisini son sayfaya kadar canlı tutacak, yer yer düşen heyecanı tırmandıracak gerilim noktaları gerek. Ama ne yazık ki kitapta bunlardan hiç yok. Bir Christie romanının uzunluğu düşünülünce bu pek sorun olmazken, çünkü her şey çabucak çözüme bağlanırken, bu kitapta bu unsuru da arıyorsunuz elbette.
 
Ve ne yazık ki gerilim seviyesi metin boyunca yerlerde sürünüyor. Yaklaşık 80'li sayfalarda olayı aşağı yukarı çözdükten sonra,  geri kalan 450 sayfa boyunca teorinizi sınamaktan başka yapabileceğiniz hiçbir şey kalmıyor geriye. Haliyle bu dümdüz okuma maratonu boyunca kitaptan tüm beklentinizi çözüm kısmına endeksliyorsunuz. Bu noktadan sonra sıkılıp kitabı elinizden atmıyorsanız eğer, büyük ihtimalle türün ya da yazarın sadık bir okuru olduğunuz içindir. (Ya da başladığı kitabı bitirmek konusunda takıntılı güzel bir insan.) Ve sonunda da tam olarak tahmin ettiğiniz şeyle karşılaşınca (fazla basit olması insana haklı bir gurur da yaşatamıyor ne yazık ki) ters köşe olamamanın hayal kırıklığıyla, metne ulaşmak için ödediğiniz tüm bedeller (para, zaman, emek vs.) birden fena halde gözünüze batmaya başlıyor.
 
Üstelik okurken bir kenara not aldığınız ve daha sonra ne açıklanan ne de dönüş yapılan ve bir dedektiflik romanı için kabul edilemeyecek kadar abartılı tesadüfler dizisi olarak bırakılan bazı noktalar da canınızı iyice sıkıyor.
 
Yazar metinde yer yer erotik ifadeler kullanmaktan çekinmese de, çocuk kitabı yazdığı günlerden kalma, sütlü şekerli, gülmeceli sonlar yazma alışkanlığından da vazgeçememiş gibi.
 
Peki bunca yergiye rağmen şimdi yeni bir Cormoran Strike macerası elimin altında olsa açıp okumaz mıyım? Hem de nasıl okurum. Basit bir kurgu olsa da hepten zeka yoksunu da değil elbette. Çözüme giden akıl yürütmedeki birkaç nokta sahiden de ilham verici parlaklıkta ve çıkarım zincirinin son halkasını söylerken zincirin diğer halkalarını çözmeyi bir parça da olsa okura bırakıyor.
Üstelik her ne kadar sıradışı olmakla ilgi çekici olmamayı aynı anda becerebilen Cormoran'ın (aslında hayli ilginç bir özellik) kişisel yaşamına dair basit detayları okuması da oldukça keyifliydi. Hatta metnin en keyifli kısımlarıydı diyebilirim. En keyifli kısımları dedektiflik kısımları olmayan bir dedektiflik romanı da olsa, sırf bu yüzden bile bittiğinden beri gözüm yeni kitabı arıyor çevrede. Neyse ki yeni kitap çoktan çıktı ve Türkçe çevirisi de yolda.

---

Bu epey yumuşak bir incelemeydi tabii. Aslında kitabı bitirdiğimde kafamın içinde okuyucuyu aptal yerine koyuşuna bayağı öfkeliydim.

Spoiler: Göster
Su dolu vazodan aldığın birkaç çiçekten üst kata götürene kadar ne kadar su damlar da asansörü beklerken önünde ufak bir göl oluşur ve güvenlik görevlisi buna basarak kayıp düşebilir, sonra da unutur?



82
Başka Kurgular / Ynt: Altın Böcek - Edgar Allan Poe
« : 27 Mart 2015, 21:01:08 »
Edgar Poe okuyacaksanız Hasan Fehmi Nemli çevirisini şiddetle öneririm. Lovecraft'i de çevirdi kendisi.

83
Buz ve Ateşin Şarkısı / Ynt: En Sevdiğiniz Hanedanlık?
« : 27 Mart 2015, 20:17:54 »
Starklar iyi, fakat bir noktadan sonra sinir bozucu derecede idealist geliyor ve serinin kötü çocukları Lannisterlara meyletmeye başlıyor insan. Efendi adam yerine serseri tercihi gibi. Çünkü en azından daha eğlenceliler. Tyrion olsun, zalimce tavırları olsa da Jaime olsun, gayet zeki ve sarkastik karakterler. Starklar ise fevriler, politik bir aldatmacayı onursuz bir hile kabul edip sorunları savaşla çözmeye çalışacak ya da en azından politikadansa daha kolay buldukları için bunu tercih edecek adamlar. Genel olarak tüm kuzeyli sancak beyleri böyle. Savaş dışında pek bir şeyden anladıkları yok. Basit adamlar. Sıkıcılar.

Ankette Lannister, Targaryen ve Martell'i seçtim, fakat Martell yerine olsaydı eğer Baelish'in hanesini seçerdim. Kişisel hırsları, gizli planları ve manipülasyonlarıyla Petyr Baelish tam bir trajik karakter. Tek başına geleceğin Lannister hanedanı.

Martelller ise bildiğin çöl Starkları. Starklar da zaten bildiğin Dağ Martellleri. Birinin kuzey birinin güney uçta bulunması dışında hiçbir farkları yok denebilir. Fevri ve politikadan anlamaz, tüm işleri savaş yoluyla çözmeye çalışan insanlar. Onlara göre savaş için onlardan birisinin ölmüş olması yeterli. Nerede nasıl ne zaman niye ölmüş önemli değil. Dorne dışında bir Dorne'lu ölmüşse eğer, anlamadan dinlemeden kin güdüp, diğer her şeyi duymazdan gelip intikam için savaş bayraklarını açacak tipler. Bunu yaparken mantık sahibi sağduyulu kimseleri de ezip geçiyorlar ve sadece kendi felaketlerine sebep oluyorlar. Haklı bile olsalar, sabırsız, zamansız ve yanlış hamlelerle tek elde ettikleri kendi ölümleri oluyor, eğer şanslılarsa düşmanın bir kısmını da kendileriyle birlikte götürebiliyorlar. Ama bu asla onların zekasının bir ürünü olmuyor.
Diğer yandan ölen kişi sevdiğin bir karakterse eğer, onların tarafını tutmak zorunda gibi de hissediyorsun kendini. Ama durup düşününce bunun yanlış hamle olduğunu, daha incelikli bir oyunla çok az -hatta belki de hiç- kayıp vererek, çok daha iyi bir intikam alınabileceğini düşünüyorsun.

Targaryen'lar da Westeros'a biraz yabancı. Orayı fethetmişler ama aslında oraya ait değiller. Başka toprakların insanları. Aslında kendileri de işgalciler. Aslında herkes işgalci, ama en azından orada da kök salacak kadar uzun süre kalmışlar Westeros'ta. Targaryen'ların Westeros hakimiyeti ise o kadar eski değil. Tamamen dışarıdan gelip ejderhaların ezici gücü sayesinde baskı kurarak diyarı yöneten, aslında orayı hiç tanımayan çok yabancı bir güç. Hanedan olarak "oranın" bir hanedanı değil.

Sonradan çok tutuldu diyorlar ama henüz Kargaların Ziyafeti kitabının ilk bölümlerinde olan biri olarak, şimdiye kadar Greyjoylar kadar gereksiz ve bir işe yaramayan bir hanedan daha görmedim. Tüm olayları mazi. Başlarına yeni gelenleri de uzaktan, başkalarının ağzından öğrendik, olurken izlemedik. Şu ana kadarki rollerini de Boltonlara paylaştırmak gayet mümkünmüş. Bölümlerini okurken en çok sıkıldıklarımdan biri, ama birincilik Catelyn, Sansa ve Bran'ın bölümlerindeydi. Aslında düşününce, dört sıkıcı bölümden üçü Stark.

Şıklar arasında yok, olsa da seçmezdim, ama bahsetmeden geçmek istemediğim bir hane daha var ki Karstarklar. Starkların daha saçlı sakallı, bol kıllı, kaba giyimli, barbar görünümlü olan uzantıları. Mottoları da "Kış Güneşi" Soğuk ve sert kuzeyli adamlar arasında bir güneş gibi açan tatlı ve kıllı insanlar. Çok sevimliler. O motto nedir allasen ya. Kuzeylisin sen kuzeyli.

84
Cersei, erkeklerin dünyasında her zaman bir adım geride durmak zorunda kalan bir karakter. Bir kadın olarak onların kurallarına tabi. Bu durumda da asla bir erkek gibi denetimi eline alamayacağı için işleri arka plandan yürütmek zorunda kalan biri. Daenerys ise erkeklerin dünyasında kadın olarak varlık gösterip, "burası sadece sizin değil" diyebilen bir karakter. Bu yüzden Dany benim için daha değerli. Cersei bir erkek olup kılıç sallamak istiyor, ama kadın olduğu için bunu asla yapamayacağını düşünüyor. Çünkü tamamen erkeklerin dünyasının kurallarına tabi. Dany ise bunun için erkek olmasına gerek olmadığını düşünüyor. Erkeklere diyor ki, "Kurallarınızı da alıp bir adım geride durun. Burada ben hükmediyorum." Bu yüzden Cersei beni yalnızca şeytani bir entrikayla korkutabilir. Dany ise saygı uyandırır. Cersei sadece kötücüllükle korku salarak denetim sağlayabilirken, Dany varolma biçimiyle o denetimi insanlardan kendi sevgi ve rızalarıyla birlikte alır. İnsanlar Cersei'nin önünde sadece kelleleri gitmesin diye diz çöker, Dany'nin önünde ise hak ettiği için. Bu yüzden Cersei erkeklerin dünyasında asla gerçek bir konum sahibi değildir. Bulunduğu yerde sadece babasının ismi ve güzelliği sayesinde tutunabilir. Parasından ya da güzelliğinden gelen gücü tükendiği anda bir hiçtir. Dany ise her şart altında takipçi toplayabilir.

Sayfa: 1 ... 4 5 [6]