Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Skald Harald

Sayfa: [1] 2
1
Orta Dünya Günlükleri / Ynt: Dagor Dagorath
« : 04 Mayıs 2016, 19:55:49 »
Anlıyorum.

2
Of... Kitapları çok uzun süre önce bitirmiştim. Nasıl hatırlayacağım o kadar karakteri şimdi? :)

3
Bu sebeple genelde yazarın hayatını, ideolojilerini, kişiliğini bilmeden okuyorum çoğu zaman kitapları. Hüseyin Nihal Atsız için böyle yapmıştım mesela. Yoksa engel olabilirdi belki.

4
Tartışma Platformu / Ynt: Fantastik Irk Yaratmak
« : 04 Mayıs 2016, 19:42:14 »
Yüzüklerin Efendisi gibi eserlere kaynaklık edem mitolojilere bakarsanız çok daha yararlı olacaktır yaratma konusunda.

5
O kavram birkaç öyküde geçiyor. Tek öyküyle sınırlı kalmıyor. Ama asıl şampiyonun her parçasının kendi serisi var. Asıl onlar ne olacak :P? İthaki onları da basmazsa kavramın kendisi eksik kalır.
Onları da bekliyorum ben. Basılsa da okusam. Böyle internet siparişi, e-kitap güzel de, şöyle Türkçe olsa da okusam diyorum. Bakınız Elric'i ne güzel yapmışsınız, diğer Eternal Champion'ları da görmek isteriz!

6
Radyo Kulesi / Ynt: Kahramanın Yol Türküsü 5 Yaşında!
« : 30 Ocak 2016, 20:59:56 »
Yayını, eve yorgun argın geldiğimde, koltuğa uzanıp, kulaklıklarımı taktım.

Bathory'den Song to Hall Up High'ı dinledim. İşte o şarkıdaki kahraman, elinde tuttuğu enli kılıcın kabzasını kavramış, geniş göğsüne yatırmış ayrılıyordu bu dünyadan. Daha nice kahraman türkülerini bir bir söylüyor, bitiriyorlardı. Destanlardaki ufak paylarını alınca da ruhlarını teslim ediyorlardı. Biz de onlardan biriydik işte.

Ve bize o kahramanların destanlarını dillendiren biri vardı.

Sana çokça teşekkürler!



7
Müzik / Ynt: Blind Guardian
« : 27 Aralık 2015, 22:21:15 »
Başlığı hortlatıyorum konser sebebiyle, zaten bu kadar gerilerde kalması da hoş değil. Perşembe günü muhteşem bir konsere katıldık. Zaten farklı bir şey olmasını da bekleyemezdim. Az kişi olmasına rağmen iyi götürdüğümüze inanıyorum, tabii gönül ister ki daha fazla insan dinlesin, sevsin Blind Guardian'ı. Bazı şarkılara eşlik eden kişi sayısı epey azdı, ama dediğim gibi zaten alanda olan insan sayısı da çok fazla olmadığından(Küçükçiftlik Park'ın yarısını bile doldurmamıştık sanırım) normal herhalde bu durum. Setlist inanılmazdı, And Then There Was Silence bile çaldılar. Bir tek Sacred Worlds içimde kaldı, ama ona da pek üzülemedim çaldıkları şeylerden sonra.

Kısaca gittiğim en iyi konserdi. Bir sonraki Blind Guardian konserine kadar da öyle kalacağından eminim. Buradan da orada olan vardır umarım. Fantastik edebiyatla bu kadar iç içe bir kitlede bu konsere gidecek kimse olmaması üzer beni açıkçası.

Edit: Çeşitli kayıtlar düşmüş.
Ben de hortlatacağım bu konuyu maalesef. Konser ne kadar da güzeldi. Kaçırdığım Wardruna konserinin üstüne nasıl da güzel geldi anlatamam. Keşke tüm Blind Guardian severleri görebilseydim orada. "Time Stands Still!" diye yırtındım amma ve lakin Majestic isteyenler baskınlaştı. Bunun dışında,

Valhalla!

Kaç kere nakaratı söyledik hâlâ hatırlayamıyorum. Klasiklerinden yenilerine çaldılar parçalarını. Her şey çok güzeldi. A Quest For Tanelorn çalındı. And Then There Was Silence çalındı yahu. Lord of the Rings... Ne diyebilirim, biz Blind Guardian severler için muhteşem bir konserdi. Çıktığımda kendimi boşlukta hissettim resmen.

Ah Grayswandir, keşke o sıralarda Kayıp Rıhtım'dan haberim olsaydı, buradan tüm severlerini toplayıp gidebilirdik. Hayaller... Neyse işte güzel anlardı.

8
Bölüm III.
Müzikler:
https://www.youtube.com/watch?v=9y96Y2JE5F8
Düşler Gölü'nde:
https://www.youtube.com/watch?v=ccVhzs53sNQ

Spoiler: Göster

"Düşler Gölü"

"Belini bükme!"

Doğruldum ve elimdekini düz tuttum. Gözlerim bağlıydı.

"Sana nereden geleceklerini hisset. Gözler yalan söyler."

Kılıcımı sıkıca kavradım. Etraftan hiçbir ses gelmiyordu. Odaklandım. Bir ayağımı geriye kaydırdım. Bekledim sessizce.

"Ve sabırlı ol Kıryağız."

Beklemeye devam ettim. En önemli kuralım buydu; sabır benim kilit noktamdı.

Ve geldiler.

Yaklaşan gölgeleri hissettim. Gözlerim bir bandanayla bağlı olduğundan onları göremem imkansızdı. Ancak onların gölge benzeri hayaletler olduğunu tahmin ettim. Bu hiç şüphesiz, Wotan'ın bana gönderdiği birtakım hayallerdi.

Bana yaklaştığını hissettiğim bir tanesine kılıcımı savurdum. Savaş naraları atıyordum.

"Yaahh!"

Kılıcım, bir başka kılıca çarparmışçasına bir ses çıkardı. Hemen geri hamle yaptım. Savunmaya geçtim.

Sonra o saldırdı aniden. Ancak gücü hiç bitmiyor gibiydi.

"Dikkatli ol Karoğlu!"

Dikkatli oldum. Bana doğru gelen fısıltılar çıkaran yaratığın hamlesini karşıladım kılıcımla. İki elimle tuttum kılıcımı, bana saldıran gölgeye alttan savurdum, kendi etrafımda dönerek. Bunlar bana beş senedir öğretilen hamlelerdi.

Kılıcımın bir sisi kestiğini hissettim. Sis yarılınca, fısıltılar da bitti ve gölgenin varlığını artık hissedemez oldum.

Rahatlamıştım. Kılıcımı indirdim. Bandanamı çözmek için elim arkaya gitti.

"Bu da ne?!"

Başımın arkasına giden elimi bir şey tuttu ve yere düşürdü beni. Kılıcım da düşmüştü.

"Asla dikkatsiz olmayacaksın."

Yine yenilmiştim. Bana bahşedilen güçleri kullanmadan birini yenmem gerekiyordu. Bir kere bile başaramamıştım daha. Ya sabırsızdım, ya güçsüz ya da dikkatsiz. Mecburen gücümü kullandım.

Rünleri okudum:

"Jäk-Nörr!" (okunuş: Yak Nör)"

Rünleri okuduğum gibi zihnim açıldı ve kanım soğudu. Düşüncelerim berraklaştı ve kalp atışlarım düzene girdi. Ve bana bahşedilmiş olanı kullandım.

Kaldırdım elimi göğe.
Çağırdım doğanın ruhlarını kendime.
Onlar Ayaznefesli'ye kulak verir, sadece.
Koşulsuz sunarlar ona buzu ve soğuğu,
Düşmanını yensin diye.


"Jäk-Nörr", bana Wotan'ın öğrettiği kadim, arkaik rünlerden biriydi. Bana bu rünlerin irfanına ulaşabilmek için tek gözünü ve kim olduğunu feda ettiğini söylemişti. Bu sayede hem büyük bir güce, hem de geçmişin tüm bilgisine kavuşmuştu. Belki de biraz da geleceğin. "Kuzey Buzu" demekti, Jäk-Nörr.

Bir nefeslik sürede yerden kalktım, etrafımda oluşan fırtınanın etkisiyle. Fırtınanın etkisiyle yumruğumu gölgeye savurdum, kılıcım elimden düşmüştü. Yumruğum, buzla kaplı bir gülleye dönüşerek sisi dağıttı.

Hemen yerden kılıcımı aldım. Gardımı alarak bekledim.

Wotan'ın yaşlı ve pürüzlü sesi geldi:

"Daha öğrenecek çok şeyin var. Ancak şimdiye dek iyi yol kat ettin Karoğlu. Yafern yaşasaydı seninle gurur duyardı."

Bandanamı çözdüm. Beni himayesine alan, kim olduğunu bilmediğim (kendisinin de bilmediği) , yaşlı Wotan karşımda bağdaş kurmuş oturuyordu.

"Her seferinde aynı hatayı yapıyorum..."

"Hata yapmak, asla bir sorun olmamıştır. Aksine hata öğretir. Ve sen Kıryağız, öğreniyorsun. Kuzey topraklarında yaşının küçüklüğüne rağmen, karşında duracak az savaşçı var."

"Daha hiçbiriyle dövüşmedim. Üç senedir burada gizli gizli yaşıyorum."

"Her şeyin bir bedeli vardır."

"Peki ya annem ve babam? Onların bedelini kim ödeyecek?"

Sinirlenmiştim. Wotan başını kaldırdı. Kara kukuletasının altından tek gözü gözüktü, parlarken.

"Zamanı gelince oğlum, bunun bedelini yapanlar ödeyecek."

"Onları bulacağım." dedim kesin bir tavırla. İntikam ateşi içimde yanıp duruyordu. Ne zaman onlar aklıma gelse suratım geriliyor, bahşedilmiş gücüme sahip çıkmakta zorlanıyordum.

"Wotan..."

"Söyle Karoğlu."

"Her sinirlendiğimde, fırtınalara ve kara sahip çıkmakta zorlanıyorum."

Yaşlı Wotan asasına dayanarak kalktı.

"Wotan sana bahşedileni öğretmek için burada. Merak etme genç kuzeyli. Senin Ayaznefesli olduğun su götürmez bir gerçek. Farklı dünyalarda gezdim. Başka dünyalarda. Seni bulmak için."

"Başka dünyalar mı?"

"Yaşam ağacının dallarıyla tuttuğu dünyalar. Ulukayın'ın dalları sayısız dünyayı gökte tutuyor. Atım Sleipnir'le koştum dallardan başka dallara. Öyle ki, geldiğim bir dünyada insanlar taş kuleler içinde yaşıyor, vızıldayan ve metalden yapılmış, dört tekerli arabaların içinde yolculuk ediyordu. Bir başkasında elfler birbiriyle savaşıyordu ve tek bir canlı bırakmıyorlardı dünyalarında."

"Ulukayın'ı nasıl buldun Bilge Wotan?"

"Düşüncemin derinliklerinde, yüreğimin saklı bir köşesine dal sarkıtmış bir ağacı araştırdım."

"Peki ya nasıl başka dünyaları gördün?"

"Beni onlara taşıyan, kutlu Sleipnir'di."

Wotan'la konuştuğum her an ufkum daha da açılıyordu, her seferinde daha da bilgili oluyordum. Bu benim her daim yaptığım bir şeydi: Sorgulamak.

"Peki..."

Wotan asasına dayandı.

"O insanların arabaları, atsız nasıl ilerliyordu ki?"

Sakalını sıvazlayan yaşlı ve bilge adam cevapladı:

"Bu o insanların sahip olduğu bir irfan. Onlar da senin gibiler, korkak değiller. Büyü olmadan hayatlarını idame ettirmesini öğrendiler."

Sorum kalmayınca sustum. Beş senedir yaşlı adamdan eğitim gördüğüm bu mağara zindanı artık bana küçük geliyordu. Keşfetmek ve dolaşmak istiyordum. Ancak Wotan her seferinde bana bunun tehlikeli olduğunu söylüyordu. Babamı öldürenler tarafından bulunma tehlikem olduğu için. Beni koruyan ve sahip çıkan bu adamın sözlerine kulak verdiğimde kazançlı çıktığımdan, bu tembihine de uymuştum.

On yedi yaşında bir gençtim. Yıllardır eğitim gördüğümden kaslarım gelişmişti, kılıcı iyi kullanıyordum. Ayrıca Wotan bana tüm tarihimi öğretmişti neredeyse. Tabii ki bu satırları yazarken tarihimizi anlatmayacağım teker teker. Ben bir tarihçi değilim. Ayrıca siz bu satırları okuyan Karoğulları ve Karkızları, devamında öğreneceksiniz tüm bunları. Her şey bittiğinde, benim her şeyimi bileceksiniz.

"Gel Karoğlu. Bugün özel bir gün."

"Neden özel bir gün, yaşlı ve bilge olan?"

Annemden yadigar destanlar ve masallardan konuşmayı bilirdim. Ve pek tabii Wotan'ın bana öğrettiği adap kuralları vardı. Kendi ülkemin insanlarını hiç görmemiş olmama rağmen, onlardan biri gibi yetişmiştim.

"Bugün, senin için zaman geldi. Yazgını öğrenmenin."

"Yazgım mı?"

"Ayaznefesli bu dünyaya boşuna gelmedi. Atalarının dikilitaşları, boşuna senin gelişini haber vermedi, yüzyıllar evvelinden. Sen şüphesiz, bu dünya üzerindeki insanlar arasında en amaçlı olanısın."

"Niye ben yaşlı Wotan?"

"Çünkü Karoğlu, ancak sen tüm bu acıyı kaldırabilirdin. Gel benimle."

Takip ettim tek gözlü yaşlıyı.
Tek gözü bilgelik saçardı,
Asası rünlerle kaplıydı.
Çok şey bilirdi, kimsenin bilmediği.
Neden bilirdi, bilinmezdi.
Benim bildiklerimse,
Onun yanında hiçbir şeydi.


***



"Buraya daha önce gelmiştik..." dedim ona. Geldiğimiz yer o göldü. Beni kurtarırken üstünden geçtiğimiz göl. Sleipnir'in huysuzca kişnediği göl.

Saçlarım omzuma geliyordu. Babam Yafern'in saçları gibi sarıydı, gözlerimde mavinin griye çalan bir tonuydu. Üzerimde deriden ve posttan yapılmış bir kıyafet vardı. Sıcak tutuyordu. Normalinden daha sıcak. Çünkü bu kıyafeti sığındığım dağın içinde bulmuştum. Belki benden önce başka bir kuzeylinindi,bilemem. Ama çok kaliteli olduğu belliydi.

"Evet gelmiştik. Ancak burası o zamanlar donmuştu. Burası Düşler Gölü'dür. Bu göl kutsaldır."

"Kutsal..."

"Senin ataların tarafından kutsanmıştır. Ay Hanımları'nın bu gölde yıkandığını anlatırlar. Ve bu göle tılsım bıraktıklarını."

"Ne çeşit bir tılsım?"

"Bir çeşit öngörü."

"Tüm bunlar... Gerçekse benim ne işime yarayacak?"

"Bunu şimdi göreceksin Karoğlu."

Wotan göle yürüdü. Nefes kesici bir güzellikteydi bu göl. Çok büyüktü. Durgundu, üstünde gökyüzünün yanısıması vardı. Etrafta tek karla kaplanmamış olan şey göldü.

Ben de onunla yürüdüm. Gölün kenarına geldiğimizde Yaşlı Wotan konuştu:

"Bu dünya yaşlı. Bir zamanlar gençti. Genç olduğu zamanlar, insanlık da gençti. İşte o zamanlar gözlerimi bu göle attım. Dipsiz ve derindi. Ve bana pek çok şeyi gösterdi."

"Neleri?"

"Geçmişi. Yaratılışı. Ve senin gelişini."

"Beni mi? Beni bu kadar önemli kılan ne? Evet, okuduğum rünlerle kar fırtınası çağırıyor ve buza hükmediyorum. Ancak bu yine de beni yaratılışla aynı değerde yapmaz. Aynı cümlede geçmemizi gerektirmez."

"Bunun sebebini gözlerini göle bıraktığında göreceksin. Şimdi ona bak Karoğlu. Düşler Gölü'nün dibine bak."

Baktım Düşler Gölü'nün gümüşi suyuna,
Bıraktım gözlerimi onun derinliklerine.
Görmeliydim geçmişi ve geleceği.
Öğrenmeliydim bana gerekeni.
Ancak böyle kavrayacaktım,
Bana bahşedileni.




***

Wotan'ın demesiyle Düşler Gölü'ne baktım. İlk önce zihnim bulanır gibi oldu. Sonra gözümün önündeki berrak suya odaklanmaya çalıştım. Ben odaklanmaya çalıştıkça o kaçar gibi oldu. Bir adım daha attım göle doğru. Sonra bir adım daha. Gümüş renkli su beni kendine çekiyordu sanki. Elim suya dokunmaya gittiğinde, Düşler Gölü'ne düşüverdim.

Suyun içinde hareket edemiyordum. Yüzeye çıkmaya çabaladım. Baloncuklar çıkıyordu ağzımdan:

"Wotan!"

Nefesim bitmek üzereydi. Öleceğimi düşündüm.

Tam sırada gölün dibinde bir ışık gördüm. Işık giderek büyüdü. Büyüdü ve bana yaklaştı. Gözlerime ulaştığında,

Her şeyi gördüm.

Dikkatle dinleyin beni. Zira anlatacaklarım... Bir hayli ilginçtir:

"Sen, Yafern oğlu Kıryağız mısın?"

"Evet!"

"Sana düşlerimi göstermemi mi istiyorsun?"

"Evet."

"Kendi ölümünü görecek olsan bile mi?"

Düşündüm. Nefes alabiliyor gibiydim.

"Evet."

"O halde hazırlan göreceklerine."

Ve aniden imgeler gözlerimin önüne serildi. Gözlerim tamamen kapandı. İstemsizce hareket ediyordum. Aklıma bir çeşit görüntüler gidip geliyordu. Sonunda berraklaştılar ve bir hikayeye dönüştüler.

Bir adam gördüm. Benim büyümüş halimdi. Kılıcıyla dört adamı kesti. Dönüp bana baktığında gözlerinin parladığını gördüm mavi bir şekilde. Aniden başka düşmanlar belirdi. Hepsine baktı Kıryağız. Sonunda uzun kılıcını büyük bir şiddetle yere saplayarak her yeri kar buz ve fırtınayla doldurdu. Herkes donmuştu.

Görüntü gitti. Yerine biri daha geldi.

Bir kadın gördüm. Gördüğüm en güzel kadındı. Karda yeşermiş kardelenleri okşuyordu. Ancak gökten bir kartal yaklaştı ona. Kartal onunla konuştu. Kulağına bir şeyler fısıldadı. Güzel kadın bunları duyunca hıçkırarak ağlamaya başladı.

Bu düş de gitti. Yerine başkası geldi.

İki insansı canlı gördüm. Tenleri kar kadar beyazdı. Gözleri kıpkırmızıydı. Ellerinde mızraklar vardı. Önlerinde bir kapı açıldı. İçeri giren ışıkla mızraklarını yere saplayıp ışığa doğru yürüdüler.

İmgelerin ardı ardısı kesilmiliyordu.

Köpüren dalgalar gördüm. Yıldırımlar çaktı. Karanlık denizin ortasında bir ejder yükseldi. Deniz kadar maviydi. Ejderha denizde ilerledi. Onun peşi sıra on yedi gemi geldi.

Başka yaratıklar gördüm, hayatta hiç görmediğim. Bazıları çürümüştü, bazıları yozlaşmıştı, bazıları da yürüyen cesetlerden farksızdı. Onları yöneten tek bir ruh vardı. İşte orada kendimi gördüm. Koştuğumu gördüm. Bir ceseti devirdim, sonra birini daha kılıcımla yardım. Aralarında onları biçerek koşarken, o ruhun varlığına ulaştığım an, savaş çığlığı atıp rün okudum.

Bir adam gördüm. Elinde bir asası vardı, ancak o çok gençti Wotan'dan. Bir şamana benziyordu kıyafeti ve boynundaki muskalar. Bir uçuruma düşmek üzereyken tuttum onu.

Sonunda bir yurt gördüm. Görkemli bir şehir. Buzla kaplı ve ölmüş. Kara mermer ve taştan yapılmış. İçine bir atın üstünde girdim. Beyaz bir attı.

Oturup gözlerimi kapadığımı gördüm. Kuzey ışıklarının dans ettiğini gördüm tepemde.

Kuzey yıldızını gördüm. Mavi ışıltısıyla parlıyordu.

Kuzey rüzgarı esip gürledi.

Gözlerimi açtığımda, mavi mavi parladıklarını gördüm.

Oturduğum yerden şimşek hızıyla kalktım ve arkamdaki karanlığa kılıcımı savurdum dönerek.

İşte burada düşler bitti.

***

"Karoğlu!"

Gölden çıkarken bitap haldeydim. Karlı toprağa boğazımdaki suyu çıkardım. Sonra da yere kapaklandım sırılsıklam.

Yaşlı Wotan'ın beni sarıp sarmaladığını gördüm cüppesiyle. Donarak ölmemem için. Ancak bilincimi kaybetmek üzereydim. Wotan, Sleipnir'in adını fısıldadı. Az sonra karaya çalan, boz renkli at koşarak geldi. İkimizi de Akdağ'ın altına geri götürdü.

Aradan yarım saat geçtiğinde, ateşin karşısında ısınıp kurumuştum. Wotan karşımda, tek gözüyle beni izliyordu.

"Yaşlı ve bilge Wotan... Bazı şeyler gördüm..."

"Gördüğün her şeyi ben de gördüm."

"Ben o muyum? Yani... Ayaznefesli."

"Düşler Gölü'nün kutsallığına ben bile karşı çıkamam. Güçlerim yetersiz kalır. Ve o, senin Ayaznefesli olduğunu açıkça bildirdi. Ve sana geleceği gösterdi. Bir tek bana ve Ayaznefesli'ye karşılıksız bilgi verir."

"Tüm olanlar, yaşanacak mı?"

"Yaşanacak, Karoğlu."

"Ne zaman?"

"Sen orada kendini hangi yaşında gördüysen o zaman."

"O halde bunlar benim kaderim."

"Göktanrı Yaerkon'un (yazıldığı gibi okunur), çizdiği yol bu. Yaerkon bir ve tektir. Yazgın kesindir."

"Gerekeni yapacağım. Ama önce..."

"Dinliyorum Karoğlu."

"Babamı ve annemi öldürenleri bulacağım."

9
Bölüm II.
Müzikler:
https://www.youtube.com/watch?v=9y96Y2JE5F8
https://www.youtube.com/watch?v=WW5Qt-CpqSA

Spoiler: Göster



"Demirciler Dağı"

Kartal Yafern'in ruhu heybetli kanatlarını çırparak göğe yükseldi. Güzeller güzeli Olne son nefesini verdi ansızın. Bana onların yasını tutmaktan başka bir şey kalmamıştı.

Ağlıyordum. Bir yandan da korkuyordum. Beni kurtaran bu yaşlı adam ürkünç biriydi. Bana kötü bir şey yapar diye korkmaktaydım.

Derken ormanın içinde, geniş mi geniş, karla kaplı bir yerin önünde attan iniverdik.

Tek gözlü yaşlı adam ahşap oymalı asasını aldı eline. Bir eliyle de kara atına gelmesini işaret etti. Ve o at, sahibini takip etmeye başladı. Sadece bir parmak hareketiyle.

İşte o kara at, gerçekten de bir akla sahipti. Ona bir kere daha baktım.

Yaşlı adamın atı sekiz ayaklıydı.

Yelesi perçemli, kömür gibi karaydı.

Bir aklı vardı, göreni büyüler,

Ve gözleri içinize işler.


Yaşlı adam benden yana döndü. Uzundu, sakalı da boyu da. Tek gözü, iki göze sahip insanlardan daha çok şeyi görür gibiydi. Ağzı aralandı:

"Hadi, gel bakalım."

Elini bana uzattı. Ağzı gülümser bir hâl aldı.

"Korkma çocuğum. Yaşlı adam seni kurtardı. Sana zarar vermeyecek."

Bana uzatılan kırışıklı eli ürkerek tuttum.

Ve yaşlı adam beni elinden tutarak, karla kaplı açıklığa doğru götürdü. Şoktan hâlâ kurtulamadığımdan konuşamıyordum. Gözlerimden yaşlar akıyordu sicim sicim. Tek sahip olduğum kürklü kıyafetlerim ve hâlâ elimde tuttuğum hançerdi.

"Sen kimsin? Babam... Babam bana kimseyle konuşmamamı söyledi."

"Ben mi? Ah, Kıryağız evladım, ben pek yaşlıyım. Artık kim olduğumu ben de hatırlayamıyorum. Ama tek bildiğim sana yardım etmem gerektiği."

Karla kaplı açıklıkta ilerlemeye başladık. Yaşlı adamın atı kişnedi. Açıklıktan geçmeyi reddetti.

"Sakin ol Sleipnir. Merak etme buradan geçeceğiz."

Tek gözlü yaşlının atının adı Sleipnir'di (okunuşu Slepnir). Bu sekiz bacaklı, masalsı at beni her geçen an daha da ürkütüyordu.

Korkarak ilerledim. Bir ara kayıp düşecek oldum. İhtiyar beni tutup düşmekten korudu.

"Karoğlu, bastığın zemini altı buz. Bir gölün üstünde yürümekteyiz. Dikkati elden bırakma sakın."

Sleipnir'in neden huysuzlanıp kişnediğini anlamıştım şimdi.

Uzunca yürüdük. Ama bir şeyi merak ediyordum. Hatta çoğu şeyi. Ağlamam bittiği zaman konuşabildim. Zira artık ağlamaya devam edemezdim, akıttığım gözyaşları kızarmış yanaklarımda donuyordu ve acı veriyordu.

"Babam, annem... Kim öldürdü onları?"

Tek gözlü yaşlı adam, tek gözünü benden yana çevirdi ve cevap verdi:

"Bunu sana zamanı gelince söyleyeceğim Kıryağız."

"Ne zaman?"

Sustu ve cevap vermedi.

"Beni nereye götürüyorsun?"

"Korunaklı bir yere. Seni bulamayacakları bir yere."

"Babamın ve benim adımı nereden biliyorsun?"

"Ben pek çok şeyi bilirim."

"Bana niye hep 'Karoğlu' diyorsun?"

"Çünkü senin soyun Kar'dan geliyor. Bunu büyüyünce daha iyi anlayacaksın."

Sorularım bitmişti. Ama son birkaç sözüm kalmıştı söyleyecek. Küçüklüğüme dair en net anılarım bunlardır:

"Atının niye sekiz bacağı var? Bütün atlar dört bacaklı."

"Ah Karoğlu! Senin ataların da böyle sorgulayıp dururdu her şeyi. Benim atım özeldir. O bu dünyada bulunmayan bir atın soyundandır. Sleipnir en hızlı koşan attır."

Sleipnir, sahibini onaylarcasına kişnedi hafifçe. Atın dişlerinde oymalı süslemeler vardı.

"Aynı zamanda düşünür ve konuşur."

"Senin atın kişniyor ama."

"Ben onun dilinden anlarım. Bir gün sen de anlayacaksın."

Sleipnir'in sekiz toynağı buz üstünde tıkırdıyordu. Bir süre sonra o tıkırtı kesildi. Yerini tok tıpırtılara bıraktı. O zaman artık toprağa bastığımızı anladım.

"Gölü geçtik. Şimdi gel Kıryağız, seni büyüyeceğin yere götüreyim."

Adamın eli sıcacıktı. Bu soğuk havada sıcaktı elleri. Tüm bu olanlara bir anlam veremiyordum. Yaşadığım her şey olağan dışıydı.

Gök maviydi, kartallar uçuyordu.

Güneş beyazdı, ormanları ısıtıyordu.

İhtiyarın gözü kısılmıştı.

Ve asasını kaldırdı.

Oymalarla dolu ahşap asa ormanın derinliklerinde, kadim dağların eteğine geldiğimizde kalktı. Yere inip toprağı sarsınca, karşımızdaki dağlar bir silkindi sanki. Buzullar titredi.

"Gel Karoğlu."

Gittim. Karla kaplı gölü geçtik, kara ormanı aştık ve dağ eteğindeki bir yarığa geldik. Yarık devasa uzunluktaydı ve içine aynı anda tepeleme yüz insan sığardı.

Tek gözlü yaşlı adam beni kucakladı. İhtiyarlığına rağmen çok güçlüydü. Beni Sleipnir'in üstüne oturttu. Ardından kendisi bindi atına. Beni tekrar bağrına bastı ve tuttu, attan düşmeyeyim diye. Ve böylece o yarıktan içeri girdik.

İçerisi zifiri karanlıktı. Hiçbir şey gözükmüyordu. Sadece yarıktan gelen gün ışığı aydınlatıyordu içeriyi birazcık. Yaşlı adam, Sleipnir'i yarığa geri döndürdü. Asasını bir kez daha kaldırdı havaya ve tüm gücüyle yere indirdi.

Bir gümbürtü koptu. Sanki çığ düşüyordu.

Hemen sonrasında, yarığın önü kapandı. Yukarıdan akan buz gibi suyla. Artık yarığın önünde bir çağlayan vardı!

"Sen büyücüsün!" dedim korkarak.

"Değilim, Karoğlu Kıryağız. Büyü, korkaklar ve güçsüzlerin kullandığı bir araçtır. Ben sadece güçlüyüm."

Sleipnir kişnedi. Yaşlı ona cevap verdi:

"Evet, yaşlı dostum. Eve geldik."

Asasının ucuna dokundu. Ucundaki saplar ve dalların içinde beyaz bir ışık topu belirdi. Tüm bu olanlar beni korkutuyordu artık.

"Burası neresi?"

"Burası, senin atalarının ocağıdır. İlk kılıç, ilk kalkan ve ilk zırh burada dövüldü. Burada, Yafern oğlu Kıryağız, senin atan olan Almár (Almaor) ilk kez bir elemente şekil verdi. İşte burası Demirciler Dağı'dır. Sizin deyişinizle: Akdağ."

Asasının ucunu tepeye yöneltti. Ve tepede, metal çubuklarla desteklenmiş bir küre, bembeyaz, ak bir pırıltıyla yanmaya başladı. Ve Akdağ'ın içi gözler önüne serildi.

Buzdan dev sütunlar.

Kara mermerden ocaklar.

Uzun bir salon,

Etrafı bilmediğim metallerle çevrili.

Ve devasa heykeller,

Gözlerimin içine bakan.



"Burası... Burası çok soğuk."

"Öyle mi? Ah unutmuşum evladım. Siz Karoğulları bir zamanlar üşümezdiniz. Gel bakalım, ısınalım."

Sleipnir'den indik. Sahibini tanıyan at, ilerledi ve bir yalaktan su içmeye başladı sakince.

Ben de hâlâ adını bilmediğim bu ihtiyarın elinden tutmuş, ilerliyordum devasa koridorda. Etrafta buz sütunlarının yanlarından bizi izleyen, dev gibi heykeller vardı. Kimisi kadındı, kimisi erkek. Hepsi de ellerindeki kılıçları kaldırmış, sanki bir düşmanı yere sermek için hazır bekliyorlardı.

Ben daha sorumu soramadan, tek gözlü yaşlı adam konuştu:

"Bunlar, senin atalarındır. Hepsi de buzul çağı gelmeden ve uygarlığınızı yok etmenin eşiğine getirmeden önce bu diyarları yönetti."

Sustum. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuştum. Bunlar hayatımda ilk kez gördüğüm şeylerdi Heykeller, sütunlar, üzerinde yürüdüğümüz taş koridor, etrafta asılı yüzlerce alet, kılıç. Ve etraf kar kokuyordu...

"Kar kokuyor değil mi? Buraya atalarının kokusu sinmiş. Hem keskin hem yumuşak bir koku. Ama en önemlisi, temiz ve kesin bir koku."

Sanki benim aklımı okuyordu.

"Sen... Sen kimsin? Bana niye kim olduğunu söylemiyorsun?"

Yaşlı adam koridorun sonuna geldiğimiz için durdu. Önümüzde, sakalı ve saçı upuzun, elinde de, yaşlı adamınkine benzeyen bir asa bulunan, devasa bir adam heykeli vardı. Bu adamın heykeli hepsinden büyüktü. Loş beyaz ışığın altında parlıyordu.

"Ben pek çok bilginin sahibiyim. Ancak tüm bu bilgilerin sahibi olmak için iki bedel ödedim. Birincisi sol gözümdü. İkincisiyse kim olduğumu sonsuza dek unutmaktı. Ben kim olduğumu bilmem Karoğlu Kıryağız. Ancak geçmişi ve tüm yaşananları bilirim. Ve şimdi de karşında duran heykelin kim olduğunu da iyi bilirim. O ki tüm Karoğulları'nın atasıdır. O, Ulu Ata Kar Yabgu'dur. İlk Yaratılan İnsan'dır."

Bana bakıyordu Ulu Ata,

Şefkat dolu bakışıyla.

Heybetli ve güçlüydü,

Sarsılmaz ve devrilmezdi.



Tek gözlü yaşlı adam eğildi ve yerde duran bir kaseyi aldı. Sonra onu bana uzattı.

"Sen. Genç Karoğlu. Kaseye üfle."

"Neden?"

"Üfle Kıryağız." dedi adam.

Endişe içinde üfledim.

Ve kâse alev aldı. Çıkan alevler masmaviydi. Korkmuş ve ürpermiştim. Geri çekildim. Babamın hançerini sıkıca kavradım. Hayatımda hiç mavi ateş görmemiştim.

Tek gözlü yaşlı adamın gözleri faltaşı gibi açıldı. Bana bakıyordu. Ak sakalı arasındaki ince dudakları gülümser bir hâl aldı ve konuştu:

"Sonunda seni buldum. Sen olduğuna emindim. Ama sen her şeyinle O'sun!"

Kimdim ben? Neler oluyordu? Sanki antik bir destanın ortasındaydım. Şimdi fark ediyorum ki, benim hayatımın tümü bir destandı.

"Nart... Ayaznefesli. Tek gözümün üzerine yemin olsun ki sen O'sun. Sadece o, kutsal ateşi yakabilirdi hiçbir yardım almadan."

Ardından ihtiyar elindeki alevle dolmuş kâseyi heykelin altındaki bir oyuğa soktu. Oyuğa giren alevler ilk önce söner gibi oldu. Hemen sonra birden çoğaldılar ve güçlendiler.

İlk önce Kar Yabgu Heykeli'nin gözleri parıldadı. Sonra onu diğer tüm Kuzey hükümdarları izledi. Tüm heykellerin gözleri parlıyor ve Demirciler Salonu'nun aydınlatıyordu şimdi. Hançerime sıkıca sarıldım ve geri çekildim.

"Atalarını uyandıracak olan sonunda geldi. Şimdi genç Karoğlu, daha bu yaşında acıyla tanıştın. Şimdi de geçmişle tanışacaksın. Sana bildiğim her şeyi öğreteceğim. Sana yazgıyı kontrol etmesini öğreteceğim. Sana bahşedilen Ayaznefesini üflemesini öğreteceğim. Sana savaş sanatını, konuşma sanatını, ata binmeyi öğreteceğim. Sana tarihini öğreteceğim. En önemlisi de, sana kim olduğunu öğreteceğim Karoğlu."

"Niye?"

"Çünkü sen O'sun."


Kehanetler anlatmış yıllarca,

Destanlar söylemiş adımı asırlarca.

Ayaznefesli demişler bana,

Ben O'ymuşum, gönderilecek olan son çağda.

***

"Uzunca bir süre beraber olacağız Karoğlu. Benim yaşamımdaki son amacım buydu. Bilgeliğimi son kere kullanacağım. Ancak bu sürede bana sürekli "Tek Gözlü Yaşlı Adam" diyemezsin. Beni ne diye çağırmak istersin?"

Korkum, endişem ve acım bitmemişti daha. Yine de bana denilen sözlerden bir şeyler anlamaya çalışmıştım. O zaman ihtiyarın bana dediklerine yaşım gereği pek anlam veremesem de, o bana hep tekrar etti bunları. Bu sayede unutmadım.

Mavi gözlerim yaşlı adamın asasına ilişti. Babam Yafern bana Eski Dil'in rünlerini (harflerini) öğretmişti. Çünkü evimizdeki en değerli eşya, sahip olduğumuz tek kitaptı, babam onu bir mezarlıkta bulmuştu. Hiç unutmam adını: "Ayaznefes'in Gelişi". Bu olanlar bir tesadüf mü, yoksa kötü şans mı bilemedim. Ancak o kitaptan çok az şey hatırlıyordum. Sadece adını ve Ayaznefes Kehaneti hakkında bir şeyler anlattığını.

Asasının üzerinde rünler vardı. O rünler arasında bir söz seçtim : Wotan.

"Wotan."

Tek gözlü yaşlı adam, tek gözünü kıstı.

"Wotan demek. Peki öyleyse, adım bundan sonra Wotan. Yaşlı Wotan, seni koruyacak ve eğitecek. Hadi gel bakalım. Başlayalım."

"Neyle? Beni yine nereye götürüyorsun?"

"Artık buradayız. Burası senin saklanma ve eğitim yerin."

"Peki ne kadar kalacağız burada?"

"Bunu zamanı geldiğinde sen kendin belirleyeceksin."

"Wotan..."

"Dinliyorum Karoğlu Kıryağız."

"Beni kurtardın. Teşekkür ederim."

"Ah, önemi yok Karoğlu. Çünkü günü geldiğinde herkesin sana teşekkür etmesi gerekecek."


10

 Kuzeyden, Ana Kıta'nın karlı diyarından selamlar olsun.
 Giriş bölümünü okurken, bir yandan da Bathory-Prelude dinlemeniz aşırı derecelerde, şiddetle tavsiye edilir:
 https://www.youtube.com/watch?v=yjlvHApFXgs

Spoiler: Göster
KUZEY IŞIKLARI


GİRİŞ

 "Gökteki Ulu Tanrı'nın, annemiz olan Eke'nin, babamız olan Kar'ın, üflenip, koruyan tüm fırtına ruhlarının, Kuzeyin koruyucusu Yakûne (Kuzey Işıkları), Altähti (Kuzey Yıldızı), Polharnosst (Kuzey Rüzgârı) üzerine andolsun.
 Yemin olsun ki tüm yaratılmışların üzerine ben Karoğlu Zel-Kar-Ná, Yus-Kar-Nûn ve Al-Kar-Már'ın tüm yaşamı gerçektir.
 Ve şimdi sen! Ey Karoğlu! Bunları okurken ders al. Ders al ki, karanlık geleceğe ışık ol, kurak toprağa yağmur, boz diyarlara beyaz kar ol.

 Çünkü bu senin atalarının hikayesidir."


Karoğlu Zel-Kar-Ná.


 

                                              

İLK KAR DÜŞTÜĞÜNDE,

İLK İNSANLAR YOLA ÇIKTIĞINDA,

POLHARNOSST ESİP, GÜRLEDİĞİNDE,

ALTÄHTİ PARLADIĞINDA MAVİ IŞILTISIYLA,

VE YAKÛNE DANSINA BAŞLADIĞINDA.

TÜM ÖYKÜ BAŞLAMIŞ OLDU.




***



"Yo, hayır. Onlar da yaratılmışlardandı. Yo, hayır. O iki kardeş de bir ırkın başıydı. Şimdiyse yozluğun, kinin ve nefretin içinde dağların dibinde kıvranmaktadırlar.

 Yárt ve Magárt, yenilgiden yenilgiye uğratıldı. Onlar ki insanları hafife aldılar, kibirlerine yenik düştüler. Kar Yabgu'nun Kuzeye göçen üç oğlunun ilk imtihan edilişi o ikisi tarafından oldu.

 Zel-Kar-Ná, Yus-Kar-Nûn ve Al-Kar-Már idi adları. Zelná'nın liderliği ile karlı dağları aştılar, kar ve soğuğun hüküm sürdüğü kış topraklarına sevdalandılar, ışığın bile varamadığı kadar uzağa ulaştılar. Buz, kristal oldu; dağ bağrına Karoğullarının gelmiş geçmiş en ihtişamlı yurdunu kurdular ve adını da 'Agarkan' koydular.
 Bu ihtişamı ve güzelliği fark eden Yárt ve Magárt, üç evladın karşısına çıktılar:

 'Ey sonradan yaratılanlar! Sizler kimsiniz? Nedir bu cisimlenme? Bizler Yárt ve Magárt'ız, bizler bu dünyanın hâkimi olmak üzere gönderildik!'

 Zelná, Yusnûn ve Almár babaları olan Kar'ın ve anaları olan Eke'nin öğütlerini dinleyip onları selamladı:

 'Selam olsun bizden eskilere! Bizler Karoğulları'yız. Biz üç kardeş bu dünyada sığınacak bir yer bulmaya geldik. Biz bir soy başlatmak isteriz, duygularımız ve bilgilerimizi kullanmak, uygarlıklar kurmaktır amacımız.'

 Bunu duyan ikiz kardeşler, tepeden baktıkları insanları hafife alıp onları aşağıladı:

 'Belimize bile gelmeyen sizler mi medeniyet kuracak olanlardansınız? Bu hiç şüphesiz biz dünyanın hâkimlerine başkaldırıdır! Siz Karoğullarına bir asır müddet verelim, bakalım bizim kudretimize erişebilecek misiniz?'

 Bunu duyan üç kardeş onlara sırt çevirip kaybolan varlıkların kibrine kapılacak oldu, onlar da hükmedip, hâkim olmak istediler dünyalarına. Ancak babalarının, İlk İnsan'ın, Kutlu Kar Yabgu'nun sözleri kulaklarında çınladı:

'Bu evrenin, yıldızların, Ay'ın, Güneş'in, üstüne bastığın toprağın bir ve tek hâkimi vardır. O birdir ancak her bir parça varlık ve cisimleşmiş maddenin içinde ve dışında, sana orada bir yerlerde olduğunu hatırlatır. Unutmayın ki canımın parçası oğullarım, sakın ola kibirlenip, isyan edenlerden olmayın. Siz Kuzeye göçen oğullarım: Zelná, Yusnûn ve Almár, adımı aldığım güzelliğin hüküm sürdüğü yerlere varacaksınız. Orada her bir adımınızda el ele olun, omuz omza durun. İşte kut böyle olan evlatlarıma verilecektir. Kız kardeşlerinizi kollayın ve onları ne pahasına olursa olsun koruyun.'

 Üç oğul kız kardeşlerini karşılarına alıp ağlaya ağlaya konuştular:

'Ah canlarımız!
Ah Ay parçalarımız!
Ah karındaşlarımız!
Ah canımız, vah kalbimiz!

Aşın denizleri, bakmayın geriye,
Açın yelkeni, sürün gemiyi.
Kesin dalgaları, varın toprağa,
Katlanmak gerek ayrılığa.

Uyuyamayız, oturamayız,
Düşleyemeyiz, susarız.
Kâh inleriz, kâh korkarız,
Sizler güvende olmadıkça.

Ah can kızlar!
Gidin ve özlemeyin!
Kardeşler sizi koruyacaklar.
Gidin ki bu acı bir gün bitsin.'


 Onlarla gelen üç kız kardeş ağlaşa ağlaşa kaderlerine boyun eğip ağabeylerine veda ettiler, uzun ve dayanıklı bir gemiye atlas yelken gerdiler. Uzak bir kıtanın bilinmeyen ve ümitsiz rotasını tuttular ve gözyaşları tuzlu denizde kaybolup gitti. Oğullar ayrılığın dipsiz acısını yüz yıllık müddette en derinden hissettiler. Kuzey yıldızlarının kız kardeşlerine yol göstermesini dilediler.
 İlk otuz senede Almár, Akdağ'ın diplerinden 'Buzdemir' çıkardı ve işledi, bükülmez ve kırılmaz madeni okşadı ve ona şefkatle yaklaştı. Onun sesiyle yumuşayan gece mavisi, ışıldayan Buzdemir üç zırh, üç kalkan ve üç kılıç oluverdi.
 İkinci otuz senede Yusnûn, dağların tepesinde uçan ak yeleli yılkıları gördü. Onlara gür sesiyle seslendi ve haykırdı. Onun kükreyişindeki gürlüğe boyun eğen atlar gökteki bulutlardan inip o ve kardeşlerine binek oldular.
 Son otuz senede Zelná sustu ve düşündü. Onları çevreleyen boş yurda ve sessiz, beyaz topraklara baktı. Düşünceli oğul varlığını, yokluğunu, kaderi, ayrılıkları, düşleri hatta Yaratıcı'yı sorguladı. Sonunda inanmak istedi. İnanmayı ve acısını sineye çekmeyi istedi. Yárt ve Magárt kardeşleri karşılamak istedi. Bunları ona tek ve biricik, güm güm atan kalbi söyledi.
 Son on yıla girdiklerinde üç oğul kendi bilgilerini paylaşıp kendilerine tepeden bakan ikizleri beklediler. Felsefe, bilgi ve mantık onlara yol gösterirken, bunların ötesindeki en yoğun his, 'sevgi' onları güçlü kılıyordu. Güvende olmaları için okyanusun ötesine yolladıkları kız kardeşlerini özlüyorlardı.

 Yárt ve Magárt tam vaktinde Agarkan'a geldiler ve boş yurdun önünde bekleyen üç yağız oğula seslendiler:

'Görüyoruz ki kılıçlar kuşanmış, zırhlar giymişsiniz! Ancak bunlar bizi durdurmaya yetmez! Hâkim biziz!'

'Bizler sağduyumuzu ve aklımızı kuşandık. Biz Karoğulları, sizlerden korkmuyoruz! Hâkim siz değilsiniz!'

'Ya? Ancak bizler de bunlara sahibiz. Yine de sizlerden üstünüz! Biz sizlerden hâlâ güçlüyüz!'

Bunları duyan üç yiğit kılıçlarını çektiler ve haykırdılar:

'Öyleyse, birimizden birimiz üstün gelmeli. Çünkü siz bu dünyayı bizlerle paylaşamadınız.'

 Öyle bir vuruş oldu ki, dağlar ağladı. Öyle ışınlar yayıldı ki, karı eritti. Öyle gürültüler çıktı ki buzlar kırıldı. Ancak ne ikizler ne de Karoğulları üstün gelebilmişti. Acıdan inleyen iki taraf da nefessizdi. Kardeşler el ele verip birlik oldular, omuz omza verip yere saplanan enli kılıçlarını ellerine tekrar alabildiler.
 İkizler de kalktılar ancak birbirlerinin suratına bile bakmadan. İşte o an Zelná anladı ki, onların arasında ne bir kardeşlik ne de sevgi vardı:

'Ey kardeşler!
Bu yol, yol değil!
Savaş bir yol değil!
Kardeşlik!'


Bunu duyan Yusnûn ve Almár gece olup tepede yükselen Ay'a baktılar. Sonra üçü bir olup ikizlere haykırdılar:

'Ey Yárt ve Magárt! Bilir misiniz kardeşlik nedir?'

'Bilmeyiz, ne ola ki?' dediler. Üç Karoğlu nida atıyorlardı artık:

'İşte onsuz dünyaya nasıl hâkim olacaksınız?
İşte bizim sahip olduğumuz, sizin bilmediğiniz.
İşte sizin felaketiniz, bizim üstünlüğümüz.
İşte budur sizin felaketiniz!
Çünkü sizler daha birbirinizin farkında değilsiniz!
O halde tüm dünyaya nasıl hâkim olacaksınız?'


 Bu sözleri anlamaya çalışırken akılları durdu. Sersefil olup, güçsüz düştüler. Uzun kulakları çürüdü, kara ışınlar saçan elleri büküldü, olmayan kalpleri evrenin bir yerinde iyicene kayboldu. Zafer kazanan Karoğulları o ikisini öldürmediler, belki bir gün birbirlerinin kardeş olduğunu hissederler diye onları Karadağ'ın dibine mahkûm ettiler.
 Ancak onlar anlamadılar, anlayamadılar ve ikiz olup da bu sevgiyi hissedemeyen Yárt ve Magárt karanlık hapislerinde çırpınarak ölümlerini beklemek zorunda kaldılar. Çünkü kibir, ihtiras, hâkimiyet hissi, bir zamanlar duyumsayabilen kardeşleri kör, sağır ve dilsiz bırakmıştı.

 Bu kalbin ve kardeşliğin bilincine varmış üç oğula Göktanrı kutunu esirgemedi. Bundan hayli etkilenen ve onlara âşık olan üç Ay Kızı: Ionnah, Eleyah ve Nénneyah Ulukayın'ın dallarından aşağı süzülüp onlarla birleştiler. İşte Karoğulları'nın soyu böylece devam etti. Böylece Kar ve Ay'ın oğulları ve kızları Kuzey topraklarında ilk kez hüküm sürmeye başladılar..."


Bölüm I: Sırasıyla dinlenebilecek müzikler:
The Tree We Sat Once (Faroe Island Theme) : https://www.youtube.com/watch?v=WwKsntbHhTU
Odens Ride Over Nordland (Bathory) : https://www.youtube.com/watch?v=eY-Gag31dtU
Spoiler: Göster



Bölüm I - "Tek Gözlü Yaşlı Adam"

 Dünyanın en kuzeyindeki kıtası. Soğuk mu soğuk, çoğunlukla karla bezenmiş. Uçsuz bucaksız çam ormanları, dağların eteklerini kaplarken, nehirler sulardı yeşil kırları. Kıyılara vuran dalgalar denizin ve okyanusun öyküsünü anlatırdı fiyortlara. Dağların ötesinden esen soğuk rüzgarlar bu kadim halka geçmişteki destanları anlatırdı. Tüm bu sese kulak veren o kadim ve görkemli halk bizdik.

 İşte benim yaşadığım diyarlar böyleydi. Bana Kıryağız derler, ama artık Kuzeyliler bana "Ayazruhlu" ya da "Kahraman Nart" diyorlar. Tabii ki bunu ben yazdıktan sonra okuyan her Kuzeyli, herbir Karoğlu ve Karkızı anlayacak bana neden böyle dendiğini.

 Uzun yaşadım, çok şey gördüm. Gördüğüm hiçbir şeyi unutmadım. Hatalar yaptım, insan canı aldım. Ama hiçbir zaman gerekmeyen bir şey yapmadım. Ben hep ne gerekiyorsa onu yaptım, amaçsızca dolaşmadım toprak ve denizin üstünde. Boşuna insan canı almadım. Boşuna kılıcımı kınından çekmedim. Doğruyu seçmeye çalıştım.

 Ve ben kalbimin sesi bana ne diyorsa, hep onu yaptım. Aklım mantıklı olanı tercih etse de, ben yine de kalbimi dinledim. Hiçbir zaman pişman olmadım.

 Dostlar edindim, savaşta yanımda olan; düşmanlar kazandım, her gün bana diş bileyen. Kadınlar sevdim, gönüllerini bana kaptıran.

 İnsanlar öldü, insanlar doğdu. Hayat hep böyle akıp gideceğini zannetti, ta ki ben uzun yolculuğuma çıkana kadar.

 Düşlerim, kâbuslarımın pençesinde ilerledim. Yazgımla mücadele ettim. Hayatımın yarısı kılıç sallayarak geçti, öbür yarısını da şimdi yaşıyorum.

 Ancak bana ne olursa olsun sırt çevirmeyen iki yoldaşım vardı: Atım ve kılıcım.

 Kılıcımın adı Kyllä Hengist'tir. Adı bizim dilimizde "Soğuknefes" demektir. Atım da güçlü aygırım Akanseri'dir. Her yolculuğumda benim yanımdaydılar, yalnız bırakmadılar.

 Şimdi kulak verin bana. Kulak verin de dinleyin. Dinleyin ki öğrenin. Öğrenin ki bilin. Bilin ki, ben Kıryağız'ın ruhu yükselip, atalarının arasına katıldığında içi rahat olsun.

***

Büyük Buz Çağı'ndan 120 yıl sonra..

 Kuzey dağlarının ötesinde, karın hiç dinmediği bir diyarda bir çocuk doğdu. Doğan çocuğa babası "Kıryağız" adını verdi, çünkü bu bebeğin teni kar gibi beyazdı, büyüyüp güçlü bir erkek olması istenmişti.

 Babamın adı Yafern'di, ona Kartal Yafern derlerdi, kartal gibi keskindi gözleri, iyi bir avcıydı. Annem Olne ise güzeller güzeli bir kadındı, sesi pek güzeldi, eski şarkıları söylerdi bize. babam onu pek severdi.

 Benim yaşadığım diyarlarda insanlar sertti ve dayanıklıydı, her kışı atlatmak gerekirdi. Efsanelerde atalarımızın dağların ardından çıkıp geldiği söylenir. Karadağ ve Akdağ'ın kardeşleri olan sıradağların ardındaki büyük şehirlerde yaşayan halkım, buzullar ve kar şehirlerini kaplayınca donmaktan zor kurtularak şimdi yaşadığımız topraklara yerleşmişler. Derler ki, Eski Atalar ve medeniyetleri büyük ve heybetliymiş. Şimdiyse biz Kuzeylilere onlardan kalan çok az şey var. Ne eskisi gibi görkemli şehirler ne de bizi koruyacak ordular. Artık tek amaç hayatta kalabilmek.

 On iki yaşıma kadar ailemleydim. Babam Kartal Yafern bana avlanmayı, hayatta kalmayı öğretti. Eğer o olmasaydı şimdi bu satırları yazıyor olmazdım, çoktan ölmüş olurdum. Annem Olne ise bizim avladıklarımızla yemekler yapar, kıyafetler dikerdi. Eğer geceleri uyuyamazsam bana Eski Atalar'ın destanlarını anlatırdı. Sesi ne kadar da güzeldi. Eğer o olmasaydı, konuşma sanatını, destanları ve şarkı söylemesini bilemezdim.

Ancak bir gün geldi.

Gelen gün kara gündü.


 Hayatım kökten değişti. Babam Yafern ile Kara Ilgaz Ormanı'nda geyik avlıyorduk. Gözü kartal gibi keskin olan babam Yafern, kıvrımlı, ata yadigarı yayına, yine ata yadigarı olan ince temrenli okunu taktı. Kulağına kadar çekip gerdi.

 Bir nefeslik sürede geyiği vurdu babam. Ardından avladığı geyiği gösterdi, ayağı zaten yaralıydı. Mavi gözleri, sarı saçları arasından beni süzüyordu.

"İşte Kıryağız. Her zaman güçsüzü avlayacaksın. Güçlüyü avlarsan avlayacak hayvan kalmaz. Doğanın düzenini gerekmedikçe bozma. Düzeni bozanın elbet sonu gelir. Ya Göktanrı ya da doğanın ruhları bozgunculuk çıkaranı elbet bulur. Bulur ve karşılığını verir. Göze göz, dişe diş. Kuzeyin kuralı budur."

 İşte babam o gün bana hayat dersini vermişti. Bu sözler aklımdan hiç çıkmadı.

 Çelimsiz geyiği sırtlayan babam, beni elimden tutarak eve götürmeye çıktı. Karanlık çam ormanından çıktığımızda, nehrin ikiye böldüğü kırları gördük. Evimiz de ormanı arkasına veren bir yamacın üstündeydi.
 Karla kaplı kırda ağır ağır evimize yürüdük. Etrafta pek insan yoktu. Sadece yılın belli günlerinde bir iki tane gezgin tüccar gelirdi, babamı tanırlardı. Zaten onlar derdi babama Kartal Yafern diye.
 Gök griydi, nehir donmuştu. Su geçirmez botlarım vardı ayağımda, üstümde de kalın bir kürk. Başımda da rakun kürkünden bir bere vardı, annem yapmıştı hepsini.

 Evimize yaklaştığımızda bir grup adam gördük. Bellerinde baltalar vardı, üstlerinde de paslı zırhlar. Hepsi de bir zamanlar, atalarımızın yaşadığı dağların ardındaki topraklarda giyilmiş zırhları giymişlerdi. Babam onları görünce birden hareketlenmişti.

"Oğlum! Kıryağız, şimdi şu hançeri al. Sakın peşimden gelme. Eğer bana bir şey olduğunu görürsen, arkana bile bakmadan kaç! Tamam mı?!"

"Tamam!"

 Babam Kartal Yafern bana sarıldı ve hançerini elime tutuşturdu. Beni alnımdan öptü usulca.

 İşte o gün anne ve babamı son görüşümdü.

 Evine koşan babama baktım. On iki yaşında bir oğlan olan ben, izledim onu ağlayarak. Bir yandan da elimdeki demir hançeri sıkıca tutuyordum.

 Koştu babam Kartal Yafern. Eline aldığı yayıyla evimizin etrafındaki iki adamı alnından vurdu. Bağırışlar geldi. Adamlar birken iki, üçken dört oldular.

Kılıcını sıyırdı kınından babam.
Atıldı üstüne düşmanın.
Biri devrildi yere kanlar içinde,
Öteki yığıldı kara hâlsizce.
Ve soysuz düşmanın,
Saplandı sonunda baltası,

Kartal Yafern'in ciğerine.


"BABA!"

Ve canımdan çok sevdiğim babam karnına kılıç saplıyken son kere dönüp bana baktı. Dudaklarını okudum:

"Git!"

 Ona doğru koşmak istedim. Ama babam evimizin önünde karlara yığıldı.

 İşte Kartal Yafern yıkılınca, babamı öldüreni gördüm. Kel başlı, suratı dövmeli bir adam. Bana bakıp gülen bu adama hıçkırarak baktım.

 Aniden o adam arkasındaki iki adama dönüp bağırdı.

 Şimdi bana doğru koşan iki pislik vardı.
 O zaman geriye döndüm.
 O zaman babamın son sözünü tuttum.


 Ne annem vardı artık,
 Ne de babam vardı dünyada.
 Kalakalmıştım, ıssızlığın ortasında.


 Ormana doğru koşarken tökezledim. Karla kaplı toprağa kapaklandım. İki eşkıya da beni yakalamak üzereydi.

 Ve o anda, tek gözlü, yaşlı bir adam gördüm. Ormanın içinden elini uzattı bana.

 "Gel!"

 Katiller beni yakalamak üzerelerdi, ölümü ensemde hissettim.

 "Yaklaş!"

 Ayağa zorla kalktım. Tam beni yakalamak üzerelerdi ki, yaşlı adamın elini tuttum.
 Elini tuttuğum gibi de, kendimi bir atın üzerinde buldum. Dörtnala ormanın içine giren yaşlı adamın atının üzerinden arkama baktım.

 Beni kovalayan iki adam da taş kesilmişti!

 İki taştan heykel öylece bana bakıyordu sanki yağan karın arasından.

 Ağladım sonsuza dek sürecekmişçesine.
 Gitmişti bildiğim her şey, sevdiğim her şey,
 Veda bile edemeden bir kere.

 Ve ben atın üzerinde ağlarken, kara çamları ardımızda bırakırken beni kurtaran tek gözlü yaşlı adam beni bağrına basıp konuştu:

"Yafern oğlu Kıryağız, korkma.
 Baban seni korumak için kendini feda etti.
 Annen seni korumak için öldü.
 Onlar gittilerse, bir amaç uğruna gittiler.
 Şimdi güçlü ol Karoğlu, çünkü senin yazgın, yeni yeni çiziliyor.
 Bu yaşlı adamın sözlerini aklından çıkarma."


 Tanımadığım, bilmediğim bu yaşlı adam, babamın adını bile biliyordu. İşte böyle bir bilinmezlik ve sonsuz hüzün içinde kara ormanın derinliklerine doğru götürüldüm.

 Ben, Yafern oğlu Kıryağız'ın öyküsü işte tam olarak böyle başladı, bir vahşetle. Ancak bu ilki değildi ve sonuncusu da olmayacaktı.


11
Kurgu İskelesi / Ynt: Grænlendinga Saga
« : 29 Kasım 2015, 17:51:27 »
Çok teşekkür ederim, hem eleştirileriniz hem de beğendiğiniz için. Yazı konusunda kesinlikle haklısınız, bunun sebebi benim özensizliğim o konuda, kitabım wattpadde olduğundan, oradan kesip yapıştırmıştım. Bundan sonraki bölümlerde mutlaka dikkate alacağım.
Tyrker'in diğer macerasında görüşmek üzere! :)

12
Kurgu İskelesi / Ynt: Grænlendinga Saga
« : 26 Kasım 2015, 13:14:47 »
Masalsı ve yalın, akıcı bir anlatımınız var tebrik ederim. Büyük bir kitaptan çok öykü gibi duruyor, yanılıyor muyum?
Teşekkür ederim. Anlatımım konusunda belli bir türe bağlı kalmaya çalışmadım. Sadece aklımdakileri bu şekilde ifade edebileceğimi düşündüm. Artık hangi ismi koyarsınız bilmiyorum :).

13
Kurgu İskelesi / Ynt: Grænlendinga Saga
« : 15 Kasım 2015, 17:10:33 »
Spoiler: Göster

M.S. 968 - 8 Şubat

Kışın hakim olduğu Viking toprakları beyaza bürünmüştü. Genç bir köleydim. Yeni sahiplerimin evinde onlara hizmet veriyordum. Görevim seyislikten, temizlikçiye değişiyordu. Ama atlardan anladığım için sahibim Thorvald atlarını hep bana emanet ederdi. Kendisi ve eşi dinlerine çok bağlıydılar. Hıristiyanlar ve Paganlar yaşadığımız yerde yarış ve kavga halindelerdi. Kuzey tanrılarına bağlı Thorvald'ın ağzından "Freya aşkına!" lafı hiç düşmezdi.

Oğlu ve kızları vardı ancak onlarla pek içli dışlı değildim. Henüz Throvald'ın, Yseult'la yattığımdan haberi yoktu. Kimsenin yoktu. Bilselerdi bana ne yaparlardı bilemiyorum, ateşle oynuyordum.

Bu pagan ailenin "thrall"ı olarak ben Tyrker (artık böyle çağırılıyordum), kendimce yaşıyor, hayattan bir beklentiye girmeksizin karnımı doyuruyordum. Nitekim kabuslarım da hep annemi, babamı, kardeşlerimi ve vahşice katledilen ailemi görüyordum. Ancak onları katledenler başka, bu Vikingler başkaydı. Onları yargılayamazdım, aksine onlara şükretmeliydim, bana çok iyi davranıyorlardı.

Ancak tüm bu Vikinglerin içinde biri vardı ki, benim en iyi dostum olmuştu: Erik.

Erik, çok güçlü bir adamdı, benimle aynı yaştaydı. Yeni yeni çıkan kızıl sakalları vardı. Uzun kızıl saçları da Yseult'un ki gibi omuzlarına dökülürdü. Kalkanı sırtında, kılıcı belinde dolaşırdı, çok iyi bir savaşçıydı.

On sekiz yaşlarımdaydım o zamanlar. Bu sagayı yazma fikri daha doğmamıştı.
Ama şimdi yazıyorum. Yazıyorum ki Kızıl Erik'in yaşam öyküsünü duymayan kalmasın.
Çünkü biliyorum, ozanlar ve skaldlar yalan uyduracak, palavralar atacaklar.
Tarih adlarımızı çarpıtacak, gerçeği efsane yapacak.

Ama ben doğruyu söyleyeceğim.

Bir gün şafak vakti, kalpağım başımda, Thorvald'ın midillilerini tımar ederken, sırtıma biri şaplak attı.

"Tyrker! Ne yapıyorsun?"

Dönüp gülümsedim dostuma. Yine de saygımı bozmadım, o da benim sahibimdi:

"Atları tımar ediyorum efendim."

"Atlayı tımay ediyoyum efenim! Idun'un elmaları adına, bana efendim deme! Canımı sıkma Tyrker."

Halbuki ben r'leri düzgün söylerdim.

"Peki..." dedim ve kaldım. Ona ne desem bilememiştim.

"Bana Erik diyeceksin. Ben de sana Tyrker diyeceğim. Şimdi dostum Tyrker, üç senelik kardeşim, iki midilliyi eyerle, beraber gezineceğiz."

"Emreder-"

"Seni taş kafalı, bana kölevari konuşmalar yapma! Hadi be Tyrker. Seni ısırmayacağım. Bana Erik de."

"E... Erik."

"Gördün mü? Kolaymış!"

Gülmeye başlayınca, karşımdaki Viking de gülmeye başladı. Sonunda kahkahalar atarken atları eyerledim ve bana söyleneni yapmaya koyuldum.

"Laski'ye ne de iyi bakmşsın. Yelesi pek yumuşak Tyrker."

Laski beyaz, üzerinde kahve hareler olan mavi gözlü güzel bir kısraktı. Erik'in en sevdiği at da Laski'ydi. Ben de yaşlı Kolfaxi'nin üzerine atladım. Sonra da Erik'i takip etmeye başladım.

"Erik..."

"Konuş Tyrker!"

"Nereye gidiyoruz?"

Beni dostu bellemiş adamdan cevap gelmedi. Atlarımızın toynakları kara bata çıka ilerliyorlardı. Şafağın sessizliğinde ilerledik.

Yaşadığımız balıkçı kasabasından iyice uzaklaşmıştık. Artık meraklanmaya başlamıştım.

"Erik! Nereye gidiyoruz?"

Erik ormanın içine girdi. Cevap alamadığımdan onu takibe koyuldum.

İşte o şafağın ortasında,
O güzide günün ışığında,
Kara ormana girdik.
Kuzgunlar fısıldarken, kurtlar ulurken,
Ayılar izler, geyikler koşarken,
Atlarımızdan indik.


"Sana iki şey vereceğim." dedi Thorvald oğlu Erik.

"Buyur Erik."

"İlki vereceğim bir sır. Bana sır tutacağına dair yemin et."

"Yemin ederim."

"Sen hangi tanrıya inanıyorsun?"

"Bilmiyorum..."

"Yemin et. Şerefin üzerine yemin et."

"Şerefim üzerine yemin ederim. Sırrını tutacağım."

"Babam Thorvald... O birini öldürdü."

Şaşırdım. Sahibim Thorvald Asvaldsson iyi ve nüfuzlu bir pagandı. Kimseyi öldürmek için bir sebebi yoktu, kimsenin de onu öldürmek için.

"Kimi?" diye sordum.

"Olof Haakonson'u. Bizler Rogaland'da iken. Bize ilk getirildiğin zaman. İzlanda'ya gelmeden önce. O zamanlar küçüktük."

"Nasıl yani? Neden? İzlanda'ya bunun için mi geldik?"

İzlanda'daydık. Bundan aşağı yukarı üç sene önce gelmiştik bu adaya. Ancak o zamanlar buraya gelmemizin sebebini ticaret zannediyordum.

"Evet Tyrker. Babam o adamı bir avuç fasulyesini çaldığı için öldürdü. Bir avuç fasulye. Zavallı adam fakir düşmüş eski bir savaşçıydı. Yaşlı Olof hıristiyandı. Babamın sözde sihirli fasulyelerini açlıktan yedi. Babam da onu göz kırpmadan boğazladı."

"Fasulyeler... Niçin Erik?"

"Zavallı adamı fasulyelerin birazını çalarken görmüştüm. Dediğini dün gibi hatırlarım:

'Thorvald oğlu Erik! N'olur kimseye bahsetme. Bahsetme ve Yaşlı Olof'un karnı bugünlük doysun!'"

"Sen ne yaptın Erik?"

"Onu korudum. Ama babam öğrendi. Sonra Olof öldü. Bu haber hemen Jarllara gitti. Biz sürgündeyiz Tyrker. Babam ve ailesi olan biz sürgündeyiz."

Böylece öğrendim Thorvald'ın katil olduğunu.
Birbirinin kurduydu insanoğlu.
Bazıları fasulye, bazıları katır,
Kimisi kadın, kimisi bakır,

İçin öldürüyordu.


Ve Thorvald oğlu Erik başını kaldırdı. Bal rengi gözleri kısıldı:

"Şimdi de sana kılıç veriyorum. Bu da ikincisidir. Sen artık azat edildin. Ben Erik Thorvaldsson, seni thrall olmaktan azat ediyorum. Bundan sonra sen benim adamımsın, benim dostumsun, benim için kan dökeceksin."

Bana uzatılan enli Viking kılıcına bakakaldığımı hatırlarım. Ağzım açılıp da bir şey diyemiyordu.

"Tyrker. Macar Tyrker. Ben her şeyi biliyorum. Anlatılanı da anlatılmayanı da. Yseult'la her ay yattığını da biliyorum."

Gözlerim fal taşı gibi açıldı.

"Ben... Ben minettarım size. Erik-"

"Kes ağlamayı! Buraya bunun için gelmedik. Sana her gün bunu kullanmasını öğreteceğim. Her şafak vakti. Öğreneceksin Tyrker. Öğreneceksin ki bu sefil hayattan uzaklaşalım. Benim yaşıtlarım Kral Sarışın Harald'ın gemileriyle akınlar yapıyor, kadın ve altın elde ediyorlar. Bense babamın paganlığı yüzünden burada balık tutuyorum. Seninle bir gün kadere boyun eğdireceğiz. Anlaşıldı mı Tyrker? Eğdireceğiz. Ben kaderin kölesiydim. Sen de Vikingler'in. Şimdi kimsenin kölesi olmayacağız!"

Coşkuyla doldum. Erik'in gözleri parlıyordu. Artık kimsenin kölesi değildim. Ne de mutlu bir andı.

"Yaşa Kızıl Erik!" dedim bağırarak. Hayattaki ilk ve tek dostuma sarıldım. İşte o gün, Erik'e ben hep Kızıl Erik der oldum, o da bana sağ kolum der oldu.

Hayaller kurduk, kıyıya çarpan dalgalara bakarak.
Kılıç savurduk, hayaller kurarak.
Kalkan tokuşturduk, kılıç savurarak.
Güçlendik, kalkan tokuşturarak.
Adam olduk, güçlenerek.
Sözler verdik, adam olarak.
Kardeş olduk, sözler vererek.

Yoldaştık artık,

Kardeş olarak.


İşte dostlar, Tyrker'in İzlanda'daki o mutlu sabahı yazgısını değiştirmeyi öngören yeminlere dönmüştü. Kızıl Erik bana o gün babasının kılıç koleksiyonundan bir tanesini gizlice verdi ve gizlice azat etti. Tüm bunlardan hiç kimsenin haberi olmadı. Kardeşim kendinden çok emindi:

"Bırak babamı, bundan Odin'in bile haberi olmayacak! Kuzgunları Huginn ve Muninn, buralara kadar uçamazlar ona haber vermek için. Bu ormanı ruhlar koruyor!"

Gençliğimize ait en önemli anı bu yemin günüdür. Bir diğer anımsa yanan bir aşkla sevdiğim İskoç kızı Yseult'a aittir. Bunu anlatmayı bir sonraki bölüme sakladım ki, sevdiğim kızı nasıl sevdiğimi bundan sonra doğup ölecek tüm Vikingler bilsin. Bilsinler ki, kadın böyle sevilir, kışın açıp ölen kardelenler gibi değildir aşk. Ancak Vikingler'in yine de bu konuyu pek önemseyeceklerini sanmıyorum, ne de olsa hep daha güzele ve daha zengine yönelir soylular.

TYRKER'İN KURTULUŞU BURADA SONA ERERKEN,

KADINA VE KILICA OLAN AŞKI DA BURADA BAŞLIYOR.

14
Dilerim keyifle dinler, beklentilerinizi karşılayan bir yayın bulursunuz :).

Bu arada, yayınımızın açılışındaki kült ve jenerik şarkısını saymazsak, mola vermek için 1 şarkı çalıyorum her yayın. O nedenle şarkı önerisi almıyorum.

Bu yayın 5. senesine girmek üzere olduğu için de geçen yıllar içinde saydığınız şarkıların hepsini çalmışım :). Yine de düşündüğünüz için teşekkür ederim :).
Estağfurullah. Benim için ilaç gibi bir yayın olacak, hızır gibi yetiştiniz diyebilirim :).

15
Konu çok iyi. Sabırsızlıkla bekliyorum.
Bir de şarkı önerileri gelsin:
Bathory - Ring of Gold
               - Man of Iron
               - Nordland
Blind Guardian - Skalds and Shadows (kesin vardır zaten :))
Percival - Oj Dido
Skyforger - Migla Migla Rasa Rasa
Gjallarhorn - Suvetar
                     - I riden så
Grai - Ukhodi Daleko, Gore
Faun - Oyneng Yar
Månegarm - Eld



Sayfa: [1] 2