Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar -

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 6
31
Kurgu İskelesi / Ynt: milenya'dan Minicik Öyküler
« : 26 Ağustos 2016, 10:06:52 »
Antika tanrılar cemiyetini ilk okuyuşta anlamakta zorlandım, şimdi önce kadın ve erkek yani insan yaratılıyor, sonra daha zekisini yaratıyor (yani bu insan değil başka bir şey mi?) sonra o da kendinden daha zekisini yaratıyor (bunun ne olduğunu da kavrayamadım)..

Tahminimce aslında hikayenin kurgusu şöyle; insan yaratılıyor, insan da kendinden daha zeki makinayı yaratıyor, sonra bildiğimiz Judgement Day, hop insan soluğu ahirette alıyor. Böyle olması lazım değil mi? Yoksa ben mi yanlış anladım? Biraz kafam karıştı.

Giderayak öyküsüne ise bayıldım. Mükemmel olmuş, eline sağlık :D

32
Simurg ile ilgili o yorumu yapmamın sebebi, Pers/Med mitolojisinin bir figürü olması, ve o mitolojinin de çok tanrılı bir inanç sisteminin unsuru olarak Simurg'u putlaştırmasıdır. Nasıl Nevruz Baal ile İştar'ın çiftleşmesi töreni ise, Simurg da yine o putperest inancın bir figürüdür. Bu bakımdan ikisini aynı kefeye koymak mümkün.

Öte yandan, bir sonraki mesajında ifade ettiğin bazı fikirlerini müsaadenle eleştireceğim.

Bilim ile ilgili söylediğin bazı şeylere katılmıyorum. Özellikle "seçilmiş kişilerin üstün algısı" ifadesinin tamamen dayanaksız olduğunu düşünüyorum. İslam, benim okuyup anlayabildiğim kadarıyla, hiç bir algıyı akıldan üstün tutmaz. Akıl, bu Dünya'yı anlayıp, onu yaratan Yaratıcı'yı takdir etmemizin en önemli argümanıdır. Bu bakımdan bilim, aklın kullandığı araçtır. Ortaya çıkardığı bulgular ve olgular sizi yaratıcıya inanmaya da sevkedebilir, inanmamaya da. İnanma meselesi tamamen vicdani bir meseledir. Bu ikisini birbirine karıştırmamakta fayda var.

Dolayısıyla, yaratılış, herkesin ama herkesin kendi kapasitesiyle anlayabileceği ve algılayabileceği bir olgudur, öyle olmak zorundadır. Aksi takdirde bir grup "seçilmiş"e imtiyaz olarak verilmiş, diğer insanlar inançtan soyutlanmış olur ki bu kesinlikle İslam anlayışıyla bağdaşmaz, böyle bir olgu Allah'a atfedilemez. Allah adildir. Bu bakımdan bir grup insan daha zeki, daha anlayışlı, daha kıvrak zekalı olabilir ancak bu melekeler sadece dünyevi kapasitelerini belirler, uhrevi inanç için kalpten iman etmek yeterlidir.

Dahası İslam bilimi inatla ve ısrarla teşvik etmektedir. Örneğin, cihat etmek yani savaşmak Kur'an'da sadece birkaç yerde geçerken, akıl etmeyi ve aklı kullanmayı emreden onlarca ayet ve emir vardır. Bu bakış açısını iyi kavramak gerekir. İslam'da bir "mind's eye" anlayışı yoktur, bunu yücelten bir yaklaşım da yoktur. "Bizim kafamız bu işlere basmaz, en iyisi bu işlere fazla kafa yormayıp zikir çekelim" yaklaşımı maalesef ama maalesef tasavvuf adı altında İslam anlayışına sokulan ortadoğu mistisizmidir. Gaib'i, (ki gaibden kasıt "bilinmeyen" yani henüz gerçekleşmemiş zaman akışıdır) ancak Allah bilir yahut bildirdiği kişiler bilirler. Bunlardan en önemli örnek Hızır (a.s)'dır ki zamanda ve mekanda sınırsızca hareket edebilmesiyle tanınır. Hızır (a.s) ile ilgili kıssaları ve ayetleri okursanız ve bunları kuantum fiziği ile ilgili makaleler ile karşılaştırırsanız, makalelerin tanımladığı bir takım olguları (mesela quark sisteminin dışında kalan unsurların aynı anda sistemin içinde yansımalarının olabilmesi ama zamandan ve zaman akışından etkilenmemesi bilimsel olarak tespit edilmiş bir olgudur) tam manasıyla karşıladığını görürsünüz.

Buradan hareketle şu sonuca varmak mümkündür, bizim "gaib" olarak tanımladığımız "bilinmeyen", henüz keşfedemediğimiz bilimsel bir tabana oturmaktadır (çünkü Kur'an'da Allah bütün kainatı belirli bir düzene göre yarattığını ifade etmektedir ve bu düzen matematiktir) ve bize düşen de aklımızı kullanarak var gücümüzle çalışıp aradaki bağlantıları ortaya çıkartmak ve genel olarak bu Dünya'yı, kainatı ve yaratılışı daha iyi kavramaktır.

Çok tanrılı düzende yazdığın eserinle ilgili düşüncelerine gelince, bence (ki bu %100 benim kanaatimdir), her ne kadar kurgusal düzlemde dahi olsa çok tanrılı bir düzen yazmak inanç açısından çok sağlıklı değildir. Çünkü eseri yazmaktaki amaç okuyucuyu (geçici süreyle hayal aleminde de olsa) öyle bir dünyaya inandırmaktır. Az ya da çok inançlı insanlar elbette ki bu eserden etkilenerek putperest olacak değildir. Ama eserlerden etkilenerek böyle yollara başvuranlar olmadı da diyemeyiz, bakınız: Jedi inancı. Bunu bir şaka, ciddiye alınmayacak gülünç bir eğlence olarak görebiliriz belki, ama bu şekilde geçiştirilecek bir mesele değildir esasında. Kurgunun insan zihninde bıraktığı izi göstermesi açısından önemlidir, dolayısıyla sizin yazdığınız eserden etkilenerek o uçuşan tanrılarınız için kilise kurup din başlatmasa da insanlar, bir şekilde bilinçaltı seviyesinde "çok tanrılı bir düzene" kapı aralamış olurlar.

Yani, Kur'an'ın ısrarla ve ısrarla ancak ve ancak tek bir ilah olabileceği, bunun haricindeki bütün söylemlerin şirk olduğu ile ilgili uyarılarına rağmen insanların zihinlerinde çok tanrılı bir sistemi kanıksamaya yarayacak bir etki oluşturabilir.

Bu söylediğimi fazla zorlama bulacak olanlar olabilir, ama baştan dediğim gibi %100 benim görüşümdür, istemeyen katılmaz. Benim kendi şahsımda gözlemleyebildiğim kadarıyla, sürekli çok tanrılı düzenler üzerine eser okuyan/izleyen bir insanın bilinçaltı bu sistemi kanıksayabiliyor. Bu da benim gözümde dini inanç için bir risktir.

Hoş bunları söylüyorum ama, okumaktan geri duruyor muyum? Hayır :)

33
Anlatmaya çalıştığım şey şuydu; belki de gerçek hayatta olsa Darth Vader jedi öğrencisi çocukları katletmeyecek ya da gezegen patlatmayacaktı. Belki de bunlar bizim karakterden soğumamıza ve kafamızdaki "düşman" ya da "kötü adam" tanımına oturtmamıza vesile olmak için yerleştirilmişti.

Şimdi biraz daha düşündüm de, üç gündür uykusuz olduğum için galiba saçmalıyorum :)

34
Çok teşekkür ederim. Çok makbule geçti. Ne zamandır okumayı düşünüyordum, benim için büyük kolaylık oldu. Sağolun.

35
Tartışma Platformu / Ynt: Dişi Protagonist
« : 24 Ağustos 2016, 14:14:47 »
Lara Croft'un ortaya çıktığı hali değil de son versiyonunu övüp aynısını Wonder Woman'a yapmamak çifte standarttır. Wonder Woman'ı sadece 'bondaj' ya da 'fetiş' ürünü olarak görmek yıllar içinde karakter için yazılmış saygın serilerden bir haber olunduğunu gösterir. Dahil olduğu medya gereği, konseptiyle oynamalar yapılmış ve her zaman yapılması gerekecek olan 75 yıllık bir karakterden bahsediyoruz. Her zaman belli bir standardı tutturması mümkün olmuyor fakat bu tarihinde çok kaliteli uyarlamalar olduğu gerçeğini de değiştirmez. En basiti fotoğrafını attığım seri The Legend of Wonder Woman, Renae De Liz tarafından geçtiğimiz yıl yaratılmıştır. Bu serideki Wonder Woman, çoğu baş karakterden daha derin olduğu gibi doğaldırda.

Sevgili tetsuo, eleştirilerine çok kısa bir şekilde cevap vermeye çalışacağım. Yaptığımın çifte standart olduğu ile ilgili görüşüne katıldığımı söyleyemeyeceğim. Bunun sebebi, LC karakteri ile WW karakteri arasındaki belirgin bazı farklılıklardır. Sırayla izah edersek, WW'yi bondaj fetişi olarak gören ben değilim, bunu söyleyen bizzat karakteri ilk oluşturan ve tasarlayan kişidir. WW'nin kökeni ile ilgili Kotaku'nun enfes bir makalesi vardı, ingilizcen varsa arşivden bulup bir göz atmanı tavsiye ederim. Evet, geçen her yıl yeni ve farklı bir karakter yapısıyla karşımıza çıkıyor ama bir şeyi unutmamak lazım: Karakterin özünü oluşturan temel esaslar değişmiyor, yani benim eleştirdiğim kement ve kartal hala yerli yerinde. Yani bu öğelerden hiçbir şekilde taviz verilmiyor. Öbür yandan LC karakterini oluşturan şey bir adamın garip cinsel fantazileri değil, Indiana Jones tarzı macera oyunlarının 90'lı yıllardaki popülerliğine 'farklı' duran bir katkı sağlamak için erkek yerine kadın olarak vücuda getirilmiş bir karakterdir. Bunun ötesinde karakterin kökeninde eleştirilebilecek bir şey olmadığı gibi görsel olarak zamanının diğer bütün oyunları gibi genç ergen oyuncu kitlesine hoş görünecek abartılı vücut porsiyonlarından başka bir kusuru da yoktur. Bunlardan da, yukarıda bahsettiğim gibi, aradan geçen zaman ve çeşitlenen oyuncu profili dikkate alınarak serinin revizyonu sonucunda vazgeçilmiştir. Sonuçta karşımızda görsel açıdan sıradan genç bir maceraperest vardır. WW gibi adeta alnının ortasında "ben birilerinin fetişiyim" diye bağıran figürleri ısrarla barındırmaya devam etseydi elbette LC'ı da eleştirmekten çekinmezdim, en nihayetinde yapımcısı babamın oğlu değil ya :)

Son olarak, WW ile ilgili eleştiri yaptığımda tepkiyle karşılaşacağıma kesin gözüyle bakıyordum, bunu da ifade etmeliyim. Bize günümüzde SJW trendi kapsamında dayatılan bazı figürlerin de önceki alternatifleri kadar kötü olduğunu düşünüyorum. O yüzden buraya tekrar yazacağım, bikini plate giyen bir WW karakterini kimse ciddiye almamı beklemesin. Kadının elinde kılıç kalkan var, boynu, şah damarlarının ikisi ve ciğerlerinin yarısı açıkta geziyor. Come on! Düzgün kadın karakter kurguda az bulunuyor diye kötünün iyisine razı olmayalım arkadaşlar.

36
Anlatacaklarıma hiç kimse inanmayacak ve Hababam sınıfından falan afurduğumu farz edecek, biliyorum, ama hepsi %100 gerçektir, vallahi billahi...

Ozanlar Lisesi'nin 3 FEN/A (gerçekten fena idik) sınıfında sıradan bir gün... Ders boş, hava sıcak, muhabbet hoş... Sınıfta herkes yayılma modunda iken iki arkadaş içeri dalıp kollarıma giriyor, beni zorla bir yerlere götürüyorlar. "Abi nolur gel!", "Bişe göstericez!" cümlelerinin ardında ne menem bir haydutluk ve vandallık yattığını önceki tecrübelerimden adım gibi bildiğim için direniyorum ama nafile. Bu ikisine direnmemin hiç bir anlamı yok çünkü onlar benim en iyi arkadaşlarım, dahası, önceki faaliyetlerimizin görece elebaşı ve "criminal mastermind"ı ben olduğum için kesinlikle bu "işi" bensiz yapmayacaklar..

Zaten beni götürmeye gelen sınıf arkadaşlarım okulda sırasıyla Virüs ve Fruko namıyla bilinen ve de tabir yerindeyse aranan kıdemli haydutlar. Mustafa müdürün bilgisayarına virüs sokup çökertmesiyle, Furkan ise çatı kaplamasını söküp tavan aralığından kızlar tuvaletini dikizleme denemesiyle tanınıyor. Dersin ortasında tavanda bir kapak açılıp öğretmen masasının üzerine bir adamın atladığını düşünün, işte böyle bir yer bizim sınıf... Yalnız, arkadaşlarımla en büyük ortak noktamız, bilim ve fen aşkıyla yanıp tutuşuyor oluşumuz. Naif keşfetme arzumuz bize Biyoloji hocasına yalakalık da yaptırıyor, kafaladığımız hocadan laboratuvarın anahtarını da aldırıyor. Geriye; Fruko'nun, internetin bilmem hangi köşesinden indirdiği ve ingilizce olduğu için yarım yamalak anlayabildiğimiz "deney" tariflerini alarak lavoratuvarda kontrolsüzce denemek kalıyor. Cahil cesareti dedikleri şey tam olarak da bu... Bir keresinde %97 derişimli sülfürik asiti, şişenin üzerindeki etiketten okumak yerine "içinde ne var bunun" diyerek koklamak sonucu yarım saat öksürük krizine girmiş, ya da kontrolsüz deneylerinin başarısız sonuçlarını plastik çöp kutusuna atarak çöpü yakmış arkadaşlar bunlar...

Neyse, konudan fazla saptım galiba, esas meseleye dönelim. Arkadaşlar koluma girdiler, çünkü en büyük, en görkemli, tabiri caizse "ustalık eseri" diyecekleri işi icra edecekler ve benim de şahit olmamı istiyorlar. Dahası, tek şahit ben değilim! Kurbanlar arasında yine kod adlarıyla Yakup, Sarı ve Kodal namıyla bilinen arkadaşlarımız da var. Sıraları duvar kenarlarına istiflenmiş, kullanılmayan bir sınıftan ibaret olan laboratuvarımızdayız. Okul binamız 1999 depreminde yıkıldıktan sonra aynı yere yapılan 2 katlı çelik konstrüksiyon bir yapıdan ibaret. Duvarlar kartonpiyerle yapılmış, yani yumruk atmayı bırakın bütün ağırlığınızla yaslanırsanız öbür sınıfa geçme ihtimaliniz var. Tavanlar kaplama ve bir üst katla arada boşluk var. İşte böyle bir ortamda, ikinci katın tam ortasındaki boş sınıf bizim laboratuvarımız. Ve iki yanında kızlar ve erkekler için birer tuvalet var.

Neyse, arkadaşlar beni kolumdan tutuyor ve sınıftan bozma laboratuvara zorla sokuyorlar. Manzara enteresan. Sınıfın ortasındaki boşlukta, yerde küçük, plastik ve mavi renkli bir plaj kovası var. Hani şu çocukların kumdan kale yapmakta kullandıklarından. Küçük kovanın içi su ile dolu. Kovanın bir tarafında Sarı, Kodo ve Yakup ayakta duruyor, ne olup biteceğini merakla bekliyorlar. Zavallı gafiller! Öbür tarafta, taa duvarın dibinde, yana yatırılarak üst üste konulup bir nevi siper haline getirilmiş sıraların ardında Virüs Mustafa çömelmiş vaziyette. Kafasında, tıpkı işbirlikçisi Fruko gibi, kaynak gözlüklerine benzer lavoratuvar gözlükleri var. Gayet kurnaz olduğu için tehlikeli işleri Fruko'ya havale ederek kendini siperin arkasına atmış ve emniyete almış vaziyette.

Okulumuz sıfırdan kurulduktan sonra Hollanda'dan deprem yardımı olarak gönderilen ancak kolilerinden hiç bir zaman çıkartılmayan laboratuvar malzemeleriyle doldurulmuş bir dolabın kapağı kapanıyor. Fruko sınıfın ortasındaki kovanın başına geliyor. Elinde dolaptan aldığı, bildiğiniz bir cam kavanoz. Kavanozun içi koyu renkli bir sıvıyla dolu, ne olduğu tam görünmüyor. Bu sıvının, daha sonra, zeytin yağı olduğunu öğreniyoruz. Meğerse kavanozun içinde Sodyum metali var imiş. Şimdi bilmeyenler için kısaca izah edersek, bu sodyum metali suyla temas ettiğinde şiddetli bir şekilde patlıyor, o yüzden havadaki nemden bile patlayabileceği için sudan ayrı kalması için zeytin yağının içinde muhafaza ediliyor. İşte Fruko Furkan'ın elinde bu zımbırtıyla dolu bir kavanoz var.

Normal şartlar altında, Biyoloji öğretmeninin gözetiminde yapılacak bir deneyde, bu sodyumdan serçe parmağınızın tırnağı büyüklüğünde (yani 1-2 cm falan) bir parça kesilip suya atılarak tepkimesi incelenir. Bu malzemenin buraya gönderilmesinin amacı budur zaten. Lakin, bizim bahsettiğimiz, normal insanlar değil elbette. Bizi oraya çağırırken bir patlama olacağını falan da söylemiyorlar tabii ki. Yoksa, yüzümüzdeki şaşkınlık ifadesini görmedikten sonra, işin eğlencesi nerede kalır? Dolayısıyla, Fruko elini kavanoza daldırıyor ve yüzünde yayvan bir gülümsemeyle, afedersiniz kolum kadar bir şeridi güzelce sıyırıp çıkartıyor. Bu noktada, onlar söylemese de, ortalama zekam sayesinde olayların şiddetli bir patlamayla sonuçlanmaya doğru gittiğini tahmin etmem güç olmuyor. Virüs'ün sodyum şeridini görür görmez kafasını siperin arkasına gömmesi şüphelerimi kuvvetlendiriyor. Bir şeyler yine ters giderse, ki kesinlikle gidecek gibi görünüyor, önceki seferde olduğu gibi onlarla beraber soluğu müdür yardımcısının boğucu odasında almak istemediğim için, olup biteni görebileceğim ama gerekirse hızlıca sıvışabileceğim bir pozisyona kendimi almak istiyorum. Belki de hayatımı kurtaran hamleyi yapmakta olduğumu bilmeden, kendimi sınıfın ortasına açılan kapının dışına konumlandırıp, kulpunu sıkıca tutarken, açık bıraktığım üç parmaklık aralıktan içerideki kovaya bakmaya devam ediyorum. İçeriyle artık bir alakam yok, teknik olarak bedenim sınıfın dışında zaten. Ama tamamen kapıyı kapatıp gidemiyorum, gözlerim kovada. Diyorum ya, merak, ah kediyi öldüren o merak!

Sonrası, gerçekten ancak filmlerde görebileceğiniz, pek az insanın tecrübe edeceği bir sahne: Furkan, hızlıca koşarak kovanın yanından geçiyor ve elindeki sodyumu suyun içine atarak olanca hızıyla kendini Virüs'ün siperinin ardına atıyor. Yalnız, ayaktaki üç arkadaşımız hala kovanın başında, ne olduğunu anlamadan "Ee? Ne olacak?" diye soruyorlar. Bekledikleri patlama sesi gelmeyen iki kafadar yavaşça başlarını siperden kaldırıyor, diğer üçünün hala kovaya tehlikeli derecede yakın durduğunu görünce son saniyede gelen bir akıl kırıntısıyla "Kaçsanıza patlayacak!" diye bağırıp tekrar sipere gömülüyorlar. O anda kovadan fokurdular gelmeye başlıyor ve üç arkadaşım panik halinde kaçışırken ben kapıyı kapatıyorum. Elim hala kapının kulpunda. Sonra bir patlama "GÜM" diye inletiyor ortalığı. Hani Call of Duty'de ayağınızın dibinde el bombası patladığında kulaklarınız çınlıyor, hiç bir şey duyamıyorsunuz ya, aynı öyle bir çınlama ve boğuk uğuldama kaplıyor kulaklarımı. Patlamanın şok dalgasıyla kapı gözümün önünde esniyor, elimle sıkı sıkıya tuttuğum kulp bana doğru ilerliyor hatta aradan bir anlığına laboratuvarı aydınlatan florasan ışığının benim tarafıma geçtiğini görebiliyorum. Kartonpiyer duvarlar esniyor, üç sınıf öteye kadar bizim kattaki bütün Atatürk Posterleri, Türk Bayrakları ve İstiklal Marşları duvarlardaki yerlerinden fırlayarak sınıflarda uçuşuyor ve yerlere düşerek parçalanıyorlar, bir kaç öğrencinin kafasına gözüne isabet ediyorlar, bir sınıfta tahta yerinden sökülerek duvarın dibine gürültüyle düşüyor, öğrenciler sıraların altına yatıyor, koridordakiler çığlıklar atarak kaçışıyor... Kaos!

O anki panikle tek düşünebildiğim, sertliğiyle meşhur müdürümüzün hışmına uğramamak için laboratuvarla arama mesafe koymak. Hemen bitişikteki tuvalete girerek elimi yüzümü yıkıyorum, böylece tuvalette olduğum izlenimi verebileceğim. On saniye sürmüyor. Ben tuvaletten çıkar çıkmaz karşımda müdürümüz Coşkun Samur'u görüyorum. Allah'ım adamın yüzü bembeyaz! Ödleri patlamış olmalı. Nöbetçi öğretmenler bile ancak müdürden sonra olay mahalline varabiliyor. Coşkun Hoca, Allah ona uzun ömür versin şimdi emekli oldu, beni görüyor ve "Oğlum Osman, ne oldu?" diye soruyor. Ne olduğunu bal gibi biliyorum ama hayatımda takındığım en sahte, en üç kağıtçı, en yalancı tavırla "Bilmiyorum Hocam! Valla ben tuvaletten şimdi çıktım..." diyorum, teknik olarak ikinci söylediğim yalan değil.

Artık neredeyse bütün hocalar ve okulun yarısı laboratuvarın girişinin önünde. Hoca kapıyı açıyor ve ister inanın ister inanmayın (vallahi billahi yalan değil), görünen tablo bildiğiniz o Hababam Sınıfı filmlerindeki laboratuvar patlatma sahnelerinin neredeyse aynısı. Bir tek kapı yıkılmıyor: Açılan kapıdan dışarıya kesif beyaz bir duman çıkıyor, öyle ki odanın içi hiçbir şekilde görünmüyor. Dumanın içinden, iki büklüm, öksüre öksüre ilk çıkanlar bizim Mustafa ile Furkan. Suçlu oldukları anında anlaşılıyor çünkü olayın heyecanıyla kafalarındaki deney gözlüklerini çıkartmayı düşünememişler, hala yerinde duruyor. Müdür ikisini de kulaklarından yakalıyor, "Ulan yine mi siz!" cümlesi yine çınlıyor kulaklarımızda. Sonrasında, orada buldukları boş bir koliye -bakın ben mühendisim hala nasıl olduğunu çözebilmiş değilim- her nasılsa can havliyle sığışan üç kazık kadar adam yara almadan çıkıyor. Bu garibanlar tamamen kötü arkadaş kurbanı, ama yine de disiplin kurulu sorgusundan kurtaramıyorlar paçayı.

Camlar açılıyor, duman bir yarım saat sonra ancak dağılıyor ve esas manzara ortaya çıkıyor: Kova yok olmuş zaten, içindeki su tamamen buharlaşmış, dumanın kaynağı bu. Sodyum ilk etapta yağdan hemen sıyrılamadığı için biraz geç patlamış, yoksa daha Furkan'ın eli değer değmez patlaması lazım imiş. Yekpare büyükçe bir parça olduğu için hepsi aynı anda tepkimeye girmemiş, dolayısıyla olay bildiğiniz parça tesirli bombaya dönmüş, patlamayla etrafa dağılan sodyumun küçük parçaları gittikleri yere saplanıp orada da küçük patlamalarla zarar vermişler. Kovanın direk altındaki fayanslar çatlamış, direkt üstündeki tavan kaplamaları tamamen kırılarak yere inmiş, ayrıca genişçe bir çemberde de kaplamalarda sayısız delik, parça ve çizik var. Üç arkadaşı koruyan kolinin üstü sayısız şarapnelle dolu, neyse ki hiç biri koliyi delip içeri girmemiş. Öldürmeyen Allah öldürmüyor vesselam. Etrafta berbat bir koku ve her yerde mavi bir su damlıyor, bu da sodyumun oksitlendiğinde aldığı tabii renk imiş, öğrenmiş olduk.

Ben, olayla bağlantım anlaşılamadan, masum rolüme inanıldığı için yırttım tabii. Diğer üç arkadaş da hakeza ne olup bittiğini bilmeden gittiklerini söyleyerek sıyrıldılar. Müdür Furkan'ı kulağından tutmuş, götürürken bile o hala "3 FEN/A'nın imzasını tavana attık." diyor ve kıkırdıyordu. Mustafa ile Furkan'ın aileleri okula geldi ve ÖSS'ye bir kaç ay kaldığı için rica minnet ceza almadan yırttılar. Laboratuvarın anahtarı bu ikisinden alındı ve Furkan bu işlere tövbe etti ama Mustafa önceden anahtarı anahtarcıya götürüp yedeklettiği için malzemeleri akşam okuldan çalıp evde deneyler yapmaya devam etti, taa ki bir gün evde kendini amonyum nitrat karışımı ile havaya uçurup hastanelik edene kadar. Neyse ki kalıcı yara almadı, hala gülerek anlatır.

Hasılı, lafı fazla uzattım ama, güzel günlerdi. Hala bu arkadaşlarımla görüşürüm ve hala bir araya geldikçe mutlaka andığımız hatıralarımızın başında gelir. Başka maceralarımız da oldu ama, onlar şimdilik bende kalsın. Ah, Bilim için çektiklerimiz!

37
Aslında söylemeye çalıştığım şey sizin Salieri ile ilgili bilmediğiniz bir şeyler olduğu değil, gerçek şahısları ele alıyor gibi görünen o filmdeki karakterin kötülüğünün kurgu eseri olduğuydu. Yani aslında verilen örnek konunun başlığına uygundu, çünkü gerçek Salieri belki o kadar kötü değildi lakin kurgulaştırılmış Salieri kötülük konusunda gayet başarılıydı, bu da onu iyi bir kurgusal kötü adam yapar.

Ortamın tadını kaçırmayayım dememin sebebi benim bu tür karakter eğip bükmeleri tasvip etmiyor oluşum. Tarihi şahsiyetleri alıp dramatize etmek uğruna gerçekte olup olmadıklarını bilmediğimiz hallere sokmayı o şahıslara bir saygısızlık ve daha da kötüsü haksızlık olarak görüyorum. Adamlar hiçbir tarihi delil olmadan İskoçya'nın birinci kralını hain oğlu hain ilan ettiler. Rahatsız olmamak elde değil. Lakin bu hassasiyetim benim şahsi fikrim tabii ki ve bu konu ile alakasız, o yüzden üzerinde çok fazla durmaya değmez diye düşünüyorum.

Öte yandan, bu ahlaki bakış açısı yeni gri zonları da en azından tahmin edebilmenin kapısını aralıyor. Gerçek hayatta olsaydı, belki Darth Vader da "kötü" olarak addedilmeyecekti, böyle bir olasılık da gayet mümkün değil mi?

38
Tartışma Platformu / Ynt: Hikaye Eleştirileri
« : 21 Ağustos 2016, 02:40:57 »
Açık konuşmak gerekirse hiç bir şeyden memnun olmayan çok bilmiş herifin teki olduğum için ehliyetim var mı yok mu hiç düşünmeden eleştiri yapabilirim (Etrafımca çok sevilmiyorum, evet.). Eleştirme (hatta eseri alenen gömme) niyetiyle klavyeyi tam önüme çekiyorum ki benden önce yorum yapanların yorumlarına bakıyorum. Eleştireceğim ne varsa beğeniliyor! "Galiba sorun bende.." diyorum kendi kendime. Yani onca insan bilemedi de ben mi bileceğim? Bilsem de (hatta bildiğimden emin olsam da) o ortamda konuşmam, konuşursam dürüst davranmam.

3-4 kişinin ak dediğine kara derseniz ne olur? Orada etkili bir iletişim gerçekleşmez, itişim gerçekleşir. İtişiriz. İtiş-kakışı da benim kafam kaldırmıyor. Şimdi durduk yere ne diye kendi kendime kavga edecek insan icat edeyim, troll müyüm ben?

Ama burada şikayet ettiğim şey yanlış anlaşılmasın, "Herkes illa benim gibi düşünecek, ben ne düşünüyorsam doğrudur, farklı düşünenler tu-ka-ka.." meselesi değil benimkisi. Farklı görüş illa ki olur. Ama bir konuda 180 derece ters takla iki görüş çıkması çok istisnai bir şey değil midir?

Daha çok, bu "Canım/cicim, ne güzel böcekler-çiçekler, her yer sevgi dolu, eserinizde herşey müsmükemmel" tarzında 'eleştiri' yapanlar neye dayanarak böyle bir kanıya varıyorlar, bu düşünce sistematiğinin ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Bunu ele alacak olanlar da kendileri tabii, bizim hariçten yapabileceğimiz bir şey değil.

Özetle, ben neden dürüstçe eleştiri yazmadığımın izahatı olarak "diğerlerine" işaret ettim. Diğerleri de neden yapıyormuş açıklasın, gerçekler aydınlansın, karanlık diyarın lordu öne çıksın ve adalet hemen yerini bulsun!

İşin esprisi bir yana, forumun müdavimi sayılmam ama, bu forumda bir tür "mahalle baskısı" olduğu da yadsınamaz bir gerçek. Bunu inkar etmenin anlamı yok. Genel kanaate aykırı bir şey söylendiği zaman uğranılan muamele hiç de katılımcı, çeşitliliği önemseyen, fikir hürriyetine saygılı bir ortam havası taşımıyor, bunu da forumun geneline dair yaptığım açık sözlü bir eleştiri olarak not edebilirsiniz.

39
Ortamın tadını kaçıran adam olmak istemem ama Salieri ile ilgili yapılan film tarihi gerçeklerle tam manasıyla örtüşmüyor. Film büyük oranda Salieri'ye iftira boyutunda yakıştırmalar yapıp Mozart ile arasındaki ilişkiyi dramatize ediyor. Esasında gerçek hayatta, filmde gösterildiği kadar büyük bir rekabet yok aralarında, dahası Salieri de hiç de yeteneksiz sayılmaz. Yapımcı bu iki karakteri alıp kendi kafasına göre kurgulamış biraz, ekran başındaki insanlara hoş gelecek bir duygusal ağırlık yüklemiş. Tıpkı Mel Gibson'ın Cesur Yürek filminde William Wallace / Robert de Bruce için yaptığı gibi.

40
Tartışma Platformu / Ynt: Fantastik Edebiyat Klişeleri
« : 19 Ağustos 2016, 15:59:11 »
Özellikle o son büyük savaşta umutsuz bir an gelir. Tam kahramanlarımız yenildi, öldü, bitti derken ya birisi kendini feda eder ya da mucizevi bir güç gelir [Bknz. Seyit onbaşı :)] ve savaş kazanılır.

Yalnız, Seyit Onbaşı kurgu değil, tamamen gerçek.

41
Elf peksimetiyle ilgili söyledikleriniz hiç de saçma gelmedi, bilakis farklı bir bakış açısıyla ufkum açıldı. Azalan peksimet ile umut arasında bağ kurmak benim kapasitemin üzerinde bir işti.

Ben de ne zaman bir kitap okusam mutlaka kendi kurgusu içinde tutarlılık ararım. Bunu "gerçekçilik" ile karıştıran arkadaşlar var, "ne olacak canım, yarı boğa yarı insan bir varlığın konuşabileceğine inanıyorsun da kanatsız uçacağına niye inamıyorsun" yaklaşımında olurlar. Bir kurgu dünyasının da kendi içinde belli başlı kurallar çerçevesinde işlemesi gerektiğini anlayamazlar. Halbuki burada aranan şey gerçekçilik değil inandırıcılıktır. İnandırıcılık da ancak kendi içinde tutarlılık sağlanırsa mümkün olur. Bunu ne kadar fazla ayrıntıyla desteklerse bir eser, o kadar kaliteli olur benim gözümde. Hatta bu kurallar bütününü oluşturmak ve küçük küçük ayrıntılar üzerinden anlatarak okuyucuya tanıtmak, bir nevi okuyucuyu da kendi dünyasının içine sürükleme görevi görüyor. Bir müddet sonra, bir bakıyorsunuz iki okuyucu hararetli bir şekilde sanki bir kart oyununun kurallarını tartışıyormuş gibi kurgudaki kuralları ve yaşanan olayları tartışıyor. "Voldemort'un kullandığı aşırı güç asasını çatlatmasaydı Harry'i çiğ çiğ yerdi. -Hayır canım, Harry hortkuluk olduğu için istese de öldüremezdi, ama o onun haşadını çıkarırdı..." gibi muhabbetler duymak da mümkün, "Kimse de demiyor ki Gargamel kötü bir adam olsa şirinleri göremezdi..." tarzı açık yakalayanları da.  Tutarlılık mühim :D

Bir örnek de benden olsun:

Ateş Krallığı (Reign of Fire): Yine yazılı kurgu yerine sinemadan örnek verdim ama neyse. Filmde Van Zan'ın (Matthew McConaughey) ejderhaları öldürmek için neler yapılması gerektiğini anlattığı bir sahne vardı: "Beynine, kalbine ya da ciğerlerine nişan alın. Bunları kaybettiğinde bir ejderha bile ölür." diyordu. Bu kısım benim çok hoşuma gitmişti, filmdeki kahramanlar adına umut verici olması yanı sıra ejderhaları da masalsı büyü yaratıkları olmaktan çıkartıp diğer bütün canlılar gibi fizyolojik zayıflıkları olan fazla gelişmiş uçan kertenkeleler haline getiriyordu. Bir nevi gerçeklik katıyordu ve inanılabilir hale getiriyordu.

42
Yazdığım bir kurgu karakteri hikayenin bir yerinde şöyle diyor: "İnsanın doğası kötülüğe meyillidir. Nasılsa karanlık, ışık var olduğu için oluşmaz, bilakis onu çevrelerse, kötülük de iyiliği çevreler. Öyleyse insanlar da yüreklerinde daima iyilik taşımalıdır, aksi takdirde herkes doğası olan kötülüğe meyleder ve dünya yaşanılmaz bir hale gelir.". Matt Ridley'in yaklaşımını yazdığınızda aklıma direkt bu geldi. Kötülükle (ya da nefsiyle) mücadele aktif bir uğraşı olmalı insanın.

Paarthurnax (Elder Scrolls 5: Skyrim): Tam olarak edebi kurgu sayılmaz ama, beni derinden etkileyen bir karakter de Paarthurnax, o kadar ki aradan 5 yıl geçmesine rağmen o garip yazılışlı adını google'a danışmadan doğru yazabiliyorum hala. Skyrim'in gizli thuum efendisi. Paarthurnax bir ejderha, ve insanlara ejderhaları yok edebilmeleri için el altından yardım ediyor. Sonunda, kendisini de öldürmemiz icab ettiğinde, karşılık vermeksizin boynunu kılıcımıza uzatmadan önce yaptığı konuşmada geçen şu sözleri kötülük ve iyilik üzerine hala düşündürür beni: "Söyle bana, Dovahkiin, hangisi daha yücedir; doğuştan iyi olmak mı, yoksa kötülükle dolu tabiatını mağlup ederek sonradan o iyiliğe ulaşmak mı?". Gerçekten de öldürürken ellerimin titrediği tek karakterdi, onu öldürmek zorunda bırakan oyun yapımcısına da az sövmemiştim. Kurguda öldüğünde hepimizin içine su serpilen nice kötü karakter, belki fırsat tanınsa iyiliğe ulaşma azmini gösteremez miydi? Aynı şekilde, Harvey Dent'in Nolan'ın Batman filmlerinde dile getirdiği gibi, yeterince uzun var olduğunda, her kahraman kötü adama dönüşme riskini taşımaz mı?

İyi olan kötüler, kötü olan iyiler, kafamda deli sorular :)

43
Ben kendim oynamıyorum ama bu oyun yüzünden başıma enteresan bir iş geldi. Bir arkadaşım internet kafe işletiyor, ben de onunla sohbet ediyordum. "Abi iki sokak ötede bilmem ne çıktı, ben iki dakka onu yakalayıp geleyim, sen burayı idare ediver." dedi. Tabi olur, dedim oturdum anamakinaya. Adam gitti 2 dakka geçmedi polisler geldi. Rutin kontrol yapıyorlardı herhalde. "Nerede buranın sahibi ya da işletme sorumlusu?" dediler. Hadi gel de polise anlat pokemon yakalamaya gittiğini! "Abi bir yere kadar gitti, birazdan gelicek, ben idareten bakıyorum." dedim. Normalde yasak, ya sahibi duracak kafenin başında ya da evraka kayıtlı "işletme sorumlusu". Adamlar işkillendi haliyle. Bizimki de gitti gelmez! Ceza yesek kafenin sahibi abimiz ikimizi de paralar. Ben elimden geldiğince oyaladım polis abileri, bizimki de bir müddet sonra geldi Allah'tan ama ecel terleri döktüm yeminle :D Ne pokemonmuş be arkadaş!

44
Oyunlar / Ynt: Müzikleriyle Hatırlanan Oyunlar
« : 13 Ağustos 2016, 00:26:18 »
Fallout 2'den aklımda kalan en güzel şey budur : https://www.youtube.com/watch?v=soF3t7cFPoc

45
Anlam kaymasına mahal vermeyecek, esprileri ve imaları yok etmeyecek, mümkün mertebe eserin orijinalitesini muhafaza edecek şekilde çeviri yapılmasını tercih ederim. Bunun için yeri geldiğinde bire bir, yeri geldiğinde akıcılık için dolaylı çeviri yapılabilir. Önemli olan eserin niteliğini kaybetmemesidir. Cümlenin ana fikri, vermeye çalıştığı duygu ya da dolaylı olarak ima ettiği görüşler kaybolduktan sonra akıcı ya da birebir aslına uygun bir eserin bize bir faydası olmaz.

Sayfa: 1 2 [3] 4 5 6