Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Bardes

Sayfa: 1 [2]
16
Genel Kültür / İntihar - Alper Canıgüz
« : 18 Temmuz 2010, 14:17:37 »

Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar. Ben de intihar etmeye karar verdiğimde beş yaşındaydım işte. Olay şöyle gelişmişti. Bunaltıcı bir yaz akşamıydı. Hava çoktan kararmaya başlamıştı ama babam yine ortalıkta gözükmüyordu. Annem pencerenin önüne çektiği sandalyeye oturmuş yolu gözlerken bir yandan babama ileniyor, diğer yandan da bir dilim karpuzu dişliyordu. Sonra bir ara gelip bana iyi bir sopa çekti. Ya bir yaramazlık yapmış, ya da sinirini bozacak bir laf etmiştim herhalde. Anımsamıyorum şimdi. Belki de bir şey yapmamıştım. Her neyse, fena benzetmişti beni. Ama kendimi bu yüzden öldürmeye karar vermedim. Bu ne ilk dayak yiyişimdi, ne de yediğim en kötü dayak. Annemin, beni patakladıktan hemen sonra sıhhi durumumu kontrol etmek gibi sapıkça bir huyu vardı. Bacaklarımı incelerken kaval kemiğimin çok kötü şiştiğini, morardığını ve kanadığını gördü. Derhal ecza dolabından sargı bezi, tendürdiyot falan getirip pansuman yaptı yaraya. Pencerenin önündeki yerine döndüğünde onun ağladığını fark ettim. Başını avuçlarına gömmüştü ama arada bir kafayı kaldırıp yolu kesiyordu yine de. “Ellerim kırılsaydı,” diyordu kendi kendine. Dokunmuştu bu hali bana. “Hayır anne, kırılmasın ellerin,” dedim yaralı bacağımı ona uzatarak. “Geçsin, gene döv.” Ben bu lafı edince o daha da böğüre böğüre ağlamaya başladı. Ağlarken ağzının kenarından karpuz suları sızıyordu. Acınası bir hali vardı gerçekten. İşte o zaman, bu kadarı yeter dedim. Göreceğimi gördüm, çekip gitmenin zamanıdır bu berbat yerden. Babam anneme acı çektiriyordu, annem bana ve ben, muhtemelen her ikisine de… Anlayacağınız, kararım fevri değil gayet mantıkiydi.

Hemen odama gidip anneme bir mektup yazdım. Ona ölümümden dolayı biraz üzüntü duymasının sağlıklı olacağını ama bunu fazla abartmaması gerektiğini açıkladım. Yeri doldurulmayacak bir evlat sayılmayacağımı, dilerse benden çok daha iyi bir sürü çocuk sahibi olabileceğini belirttim. Sık sık kumbaramdan para çaldığımı, bu paraları hiç onaylamayacağı biçimlerde harcadığımı, küfürbazlık ettiğimi, son olarak da televizyonun üzerinde duran, manevi kızı saydığı ve Pelin ismini verdiği oyuncak bebeği sık sık yatağıma alıp kirli emellerime alet ettiğimi itiraf ettim. Bazılarınızın beş yaşındaki bir çocuğun böyle şeyler yazamayacağını düşündüğünü biliyorum. Size çocukları hafife almamanızı öneririm. Unutmayın ki, insanların çoğu dünyaya bir dahi olarak gelir ve öbür dünyayı bir ahmak olarak boylar.

Ne haltsa. Mektubumu katlayıp yatağımın üzerine koydum ve pencereyi açtım. Evimiz dördüncü kattaydı ve aşağı düştüğümde tahtalıköyü boylayacağım kesindi. Pencerenin pervazına tırmanıp son bir kez dünyaya baktım. Derin bir nefes aldım. Sonra bakışlarımı aşağı çevirdim. O anda yanıbaşımızdaki bloğun ikinci katında bulunan dairelerden birinin havalandırma penceresinin açık olduğunu fark ettim. Baktığım yer evin banyosuydu ve içeride anadan uryan duş alan da Emine Abla’dan başkası değildi. Güzel kızdı cidden. Memeleri biraz fazla büyüktü ama yine de çekiciydi. Bir ara kız kardeşi girdi banyoya. Ona bir lif verdi sabunlanması için. Pencerenin pervazında durup uzun uzun izledim onu. Hayatıma son vermek için harika bir an diye düşünüyordum. Ama sonra vazgeçip içeri girdim. Anneme yazdığım mektubu yırtıp kağıt parçalarını camdan dışarı savurdum. Hayatın hoş sürprizlerle dolu olduğu gibi  ucuz ve romantik fikirlere kapılacak kadar budala değildim tabii ki. Her şey her zaman olduğu gibi devam edip gidecekti. Köpekler havlayacak, kuşlar uçacak ve çocuklar haksızlığa uğrayacaktı. Ama daha benim için gidilecek yerler, sevilecek kadınlar vardı. Sessizce salona döndüm. Babam eve gelmişti. Annemle ikisi odalarına çekilmişlerdi ve gelen seslere bakılırsa muhabbetleri yerindeydi. Televizyonun üzerindeki yerinde salak ve donuk bir sırıtışla halimizi izleyen Pelin’i alıp ben de odama döndüm.

------------

Alper Canıgüz: "Not: Oğullar ve Rencide Ruhlar adlı romanımın kahramanı Alper Kamu ilk önce, yukarıda yazdığım kısa öyküde boy göstermişti. Romanın başrolüne terfisi bundan sonradır yani. Bu öyküde kahramanın ismi geçmiyor ama okuyanlar hatırlayacaktır, giriş cümlesi, romandakiyle aynı. “İntihar” daha önce sadece, geçtiğimiz yıl Mask dergisinde yayınlandı."

Kaynak: http://www.afilifilintalar.com/index.php/intihar

17
Şişedeki Mısralar / Eller
« : 17 Temmuz 2010, 19:15:20 »

Minicikti o eller
Süt gibi beyaz,
Kar gibi, temiz.

Tik tak tik tak
Aktı zaman
Koştu yelkovan
Yıllar büyüttü elleri.
Süt kokan eller
Toprağa değdi, kirlendi.
Gerçeğe karıştı
Toprağa yapıştı
Eller nasırlı,
Suskun, kederli.

18
Başka Kurgular / Şibumi - Trevanian
« : 10 Temmuz 2010, 19:35:55 »


Nicholai Hel, yarı Rus, yarı Alman asıllı koyu bir Amerikan düşmanı. Şanghay'da doğmuş, bir Japon generali tarafından büyütülmüş ve '"Go" oyunu öğrenmiş. Bask dili dahil yedi dili ana dili gibi konuşuyor. Üstün düzeydeki "yakın algılama" yeteneği sayesinde fotoğrafı bile çekilemeyen bu yenilmez savaşçı günün birinde emekli olarak yaşadığı şatosundan  amansız ve acımasız bir dövüşe katılmak üzere çıkıyor.
(Arka Kapak)

Yorumum:

Sürükleyici, merakınızı kamçılayan türden bir kitap. Biraz da polisiye var içinde. Türlü sebeplerden elimde fazla oyalanmasına rağmen sevebildim.

Go oyunu, yakın algılama, çıplak elle öldürme sanatı epey ilgimi çekti.

Kitaptan Dipnot:

Bu kitap boyunca Nicholai Hel birçok kez çıplak elle öldürme yöntemlerinden yararlanacak, fakat bu yöntemler hiçbir zaman ayrıntılı biçimde tarif edilmeyecektir. Yazar daha önceki bir kitabında tehlikeli bir dağa tırmanma yöntemini ayrıntılı olarak anlatmıştır. Bu kitabı filme alma sırasında yetenekli genç bir dağcı kaza sonucu düşerek ölmüştür. Daha sonraki bir kitabında ise yazar, iyi korunan bir müzeden bazı tabloların nasıl çalındığının, ayrıntılarına girmiş, kitabın İtalyanca çevirisi piyasaya çıktıktan bir süre sonra Milano Müzesi'nden üç tablo, anlatılan yöntemlerle çalınmış ve bulunduklarında ikisinin onarımı yapılamayak şekilde tahrip edilmiş olduğu görülmüştür.

Şimdi de, basit bir sosyal sorumluluk duygusu yazara, bir avuç okuyucuyu çok ilgilendirse bile, işin acemisi olanlara, veya işin acemisi olanlar tarafından bazı zararlar verilmesine sebep olmamak için, ayrıntılara hiç girmeme yolunu seçmektedir
. 8)

19
Diğer Fantastik Eserler / Kitab-ül Hiyel - İhsan Oktay Anar
« : 03 Temmuz 2010, 18:09:34 »


Lalezar Necef Bey'in, Kılıç Ali Paşa Camii muvakkitlerinden Kedigöz Beşir Dede'den naklettiği bir rivayete göre, Calud, Gülhane Hatt-ı Hümayunu'ndan bir yıl, Cüstinyani'nin Cadde-i Kebir'de Fransız Tiyatrosu'nu açmasından ise altı ay sonra, Diyarbekirli ikiz hiyelkarların da yardımıyla yeni bir devridaim makinası yapmaya koyulmuştu. Artık otuz yaşını çoktan geride bıraktığı için, gücünü barındıran saçları ağarmaya yüz tutmuş, ancak Suvaş sefaretinin dükkanlarından birinde perükarlık yapan Angilidis Efendi'nin siyah saç boyaları imdadına yetişmişti. Kendini daha fazla yorup iktidarını israf etmek istemediğinden makinanın hesaplarını Samur ve Yağmur Çelebiler'e yaptırıyor, zavallılar adeta nefes bile almadan çalışırlarken o gün boyu Galata balozlarını dolaşıp keyfine bakıyordu. İkizler ise, babalarından çok daha küfürbaz birinin yanına düştüklerini anlamalarına rağmen, konu komşuya, "Aramızda akrabalık falan yok. Biz sadece onun yanında çalışan iki efendiyiz." deyip durumu kurtarıyorlardı.
(Arka Kapak)

Yorumum:

Yine çok başarılı bir İhsan Oktay Anar klasiği. Zekasına, hayal gücüne, mizah anlayışına hayran bıraktırıyor. Hayran olunacak bir diğer nokta da kitabın asıl kahramanları olan üç mucidin tasarladığı aletlerin çizimleridir. Çizimler de İhsan Oktay Anar'a ait.

Konu, hırs ve güç kavramları etrafında bu üç mucidin hayatları diyebiliriz. 144 sayfalık bir şaheser. Kesinlikle okunmalı.



Yazarın forumumuzda bulunan diğer eserleri:

-Puslu Kıtalar Atlası
-Amat
-Suskunlar
-Efrasiyab'ın Hikayeleri

20
Genel Kültür / Aysel Git Başımdan - Attila İlhan
« : 16 Haziran 2010, 19:43:21 »
AYSEL GİT BAŞIMDAN

Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum.
Hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Aysel git başımdan istemiyorum.

Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın,
Hiçbir dakikamı yaşayamazsın.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Benim için kirletme aydınlığını,
Hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.

Islığımı denesen hemen düşürürsün,
Gözlerim hızlandırır tenhalığını
Yanlış şehirlere götürür trenlerim.
Ya ölmek ustalığını kazanırsın,
Ya korku biriktirmek yetisini.
Acılarım iyice bol gelir sana,
Sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Ümitsizliğimi olsun anlasana
Hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.

Sevindiğim anda sen üzülürsün.
Sonbahar uğultusu duymamışsın ki
İçinden bir gemi kalkıp gitmemiş,
Uzak yalnızlık limanlarına.
Aykırı bir yolcuyum dünya geniş,
Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.
Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.
Sakın başka bir şey getirme aklına.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim,
Ölümüm birden olacak seziyorum,
Hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Aysel git başımdan seni seviyorum.

21
Düşler Limanı / Amie'ye
« : 15 Haziran 2010, 20:58:21 »
                                                                                                                              15.06.2010

  Amie,

  Bu mektubu yazanı merak ettiğini biliyorum. Kim olduğumu söylesem de hatırlamazsın. Çünkü beni beyninin en izbe kıvrımlarına fırlatalı epey oldu. Çoktan unuttun. Belki hatırlarsın umuduyla bu mektubu yazıyorum.

  Katilim olmak üzeresin. Bir süre daha hatırlamazsan sevgili beynin beni silecek. Kısacası ölüyoruz Amie. “Bu ne şimdi? Kimsin? Ne tür bir şaka bu?” dediğini duyuyorum. Bu bir uyarı. Ben ölürsem sen de ölürsün. Bu kadar basit. Senin ölümün tabi ki benimki gibi somut bir ölüm olmaz ama yine de korkunç.

  Önceden her şeyi beraber yapardık. Resimleri, besteleri… Şiirleri, hikayeleri beraber yazardık. Beraber hayal kurardık. Onca güzel şeyi tek başına yaptığını söylemeyeceksin değil mi şapşal? Hepsinin altında senin imzan var doğru. Ama ben sendeyim zaten. İyi bir ekiptik vaktiyle.

  En son ne zaman bir şeyler yazdığını hatırlıyor musun? Hayır. Oysa eskiden -ben köreltmediğin bir duygunken- test çözmenin haricinde de elin kalem tutardı.  Şimdiyse giderek sabitleşiyorsun. Gözlerin açık uyuyorsun. Yavaş yavaş ölüyorsun Amie. Belki söylediklerim umrunda olmaz. Belki de hatırlayıverirsin kim bilir. Ne yapacağını kestiremiyorum ama dilerim bu vahim durumun farkına varıp derin uykundan uyanırsın.


                                                                                                                               İmza:
  
                                                                                                                               Yaratıcılığın

22
Düşler Limanı / Ninni
« : 19 Mayıs 2010, 17:43:43 »
 “Eee, eee, eee, ee…”

 Kadın, geceden siyah gözlerini karnına dikmiş asla doğmayacak bebeğine her zaman söylediği ninniyi söylüyordu. Gözleri kadar siyah saçları beyaz yüzünü örtmüştü. Adam, karısını soğukkanlılıkla izliyordu ya da sadece öyle görünüyordu.
 
 Kadının bir öne bir arkaya sallanan gövdesinin durmasıyla ninni de durdu.

 “Uyudu.”dedi fısıldayarak ve başını karnından kaldırıp gözlerini adamın gözlerine dikti. Gözleri, adamın ısırmaktan kanayan dudakları kadar kırmızıydı.

23
Genel Kültür / 4'33"
« : 17 Mayıs 2010, 17:09:09 »
4′33″ (Dört dakika otuz üç saniye veya bestecisinin deyişiyle dört otuz üç), John Cage tarafından 1952 yılında bestelenmiş, üç bölümden oluşan müzik yapıtı. Herhangi bir enstrüman (veya enstrüman grubu) için yazılmış olup partisyonda müzisyenlerin üç bölüm boyunca enstrümanlarını hiç çalmamaları gerektiği belirtilmektedir. Yapıt, genellikle "dört dakika otuz üç saniyelik sessizlik" olarak algılansa da, aslında süresi boyunca dinleyicisinin çevreden aldığı seslerden oluşmaktadır. 4'33" zamanla Cage'in en çok tanınan ve en tartışmalı çalışması haline geldi. Parçada birinci bölüm otuz saniye, ikinci bölüm iki dakika yirmi üç saniye, üçüncü bölüm ise bir dakika kırk saniyedir.

1947-1948 yıllarında şekillenen parça Cage'in "herhangi bir sesin müzik meydana getirebileceği" düşüncesine dayanmış ve bu düşünceye somut örnek oluşturmuştur. Bu düşüncelerinde o sıralar çalışmakta olduğu Zen Budizmi'nin etkileri de görülmektedir. Cage 4′33″ adlı yapıtını en önemli çalışması olarak gördüğünü 1982 yılında yaptığı bir görüşmede ve daha birçok farklı zamanda belirtmiştir.

4'33"'ün ilk performansı 29 Ağustos 1952'de David Tudor tarafından, bir piyano resitali sırasında Woodstock, Newyork'ta gerçekleştirildi. Tudor sahneye çıkarak piyanonun başına oturmuş ve kapağı kapatarak parçanın başladığını işaret etmiştir. Bir süre sonra, birinci bölümün sonunu ifade etmek için kapağı açıp kapamış ve bu hareketini ikinci ve üçüncü bölümler için de tekrarlamıştır. Parça boyunca Tudor tek bir nota bile çalmamış, kasıtlı bir ses çıkarmamış ve bir kronometre tutarak nota kağıtlarını çevirmiştir.

Kaynak: Vikipedi


Bu şaheseri senfoni orkestrasından dinlemek(!) için tıklayın. :D



24
Başka Kurgular / Gizliajans - Alper Canıgüz
« : 11 Mayıs 2010, 21:41:03 »



"Patronunuz Şeytan Bey'dir ve sizden de çok hoşlandığını söyleyebilirim."
Neydi bu şimdi? Şaka mı? " Öyle mi? " dedim bu manyakça oyuna bir tur ayak uydurmaya karar vererek. "Nereden biliyorsunuz? "
"Kendisi söyledi."
Elimden geldiğince aptal gibi görünmemeye çalışarak gülümsedim.
"Ben kaçırmışım o kısmını."
"Sizin hatanız değil. Telepatik olarak iletti düşüncelerini."
"Evet anlıyorum," diye kestirip attım, yeni işimi daha başlamadan bırakmak zorunda kalmamak için. "Öyleyse kendisine teşekkürlerimi de iletin."
"Ona kendiniz de teşekkür edebilirsiniz," dedi Tunçay Bey bıyık altından gülerek.
"Şeytan Bey görüşmenin başından beri burada, aramızda bulunuyor." Bardağına iki buz attıktan sonra pipetini uzun uzun emdi ve boş bakışlarıma yanıt olarak, o kocaman işaret parmağıyla, masanın üzerinde psikopatça beni kesmekte olan kara kediyi işaret etti.

Dünyanın, şahsına karşı kurulmuş bir komplo olduğuna inanan, genç ve avare metin yazarı Musa... Onun, hayatın her alanına derin ve samimi bir merakla yaklaşan, temiz kalpli ev arkadaşı Şaban... Diğer tarafta, gaddar bir kedi tarafından yönetilen, birbirinden tuhaf çalışanlarıyla bir reklam ajansı: Menekşe gözlü sanat yönetmeni Sanem, esmer ve seksi sekreterler Mehtap ile Sevilay, durmaksızın ağlayan yaratıcı yönetmen Çeşme, psişik-sismograf çaycı Ercan... Ve şöhretler: Tesla, Prens Charles, Kaan Sezyum, Küçük Prens, Süpermen ve diğerleri...

Özgün üslubuyla, ilk kitabı Tatlı Rüyalar'dan itibaren geniş bir hayran kitlesi edinen Alper Canıgüz'den yine eğlenceli, heyecanlı ve kışkırtıcı bir absürd macera...
(Arka Kapak)

Yorumum:

Yine çok eğlenceli bir Alper Canıgüz romanı. Dumurdan dumura uğrayarak bitirdim. Hem sürükleyici hem zekice. Olaya dahil olan yan karakterlerle çok iyi zenginleştirilmiş. :D
Okuyun. ;)


Yazarın forumumuzdaki diğer eserleri:

-Oğullar ve Rencide Ruhlar
-Tatlı Rüyalar

25
Başka Kurgular / Oğullar ve Rencide Ruhlar - Alper Canıgüz
« : 11 Mayıs 2010, 21:35:39 »
Spoiler: Göster



"Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.

Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışardaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşıyordum.

Hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. Zarardan kar. Uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. Bütün rasyonel dayanaklarıyla. Hiçbir işe yaramamıştı maalesef. İlla ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minibüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerecekti derdimi anlamaları için. Kepazelik. İnsanı kendinden utandırıyorlardı."

Alper Canıgüz, Tatlı Rüyalar'dan bilinen sürükleyici diliyle, beş yaşındaki bir çocuğun içine düştüğü bir hikayeyi anlatıyor. Yaşının avantajıyla her yere girip çıkan, hem filozof, hem fırlama bir oğlan... Hikayeyi ve "karakteri" çevreleyen semt hayatı ve mahalle atmosferi de, bizzat karakter kazanıyor, anlatıda...
Polisiye, fantastik ve mizahi edebiyatın tatlarını ustaca kaynaştıran, olağanüstü özgün, çok iddialı bir kitap.
(Arka Kapak)


Yorumum:

Okuduğum en sağlam kitaplardan. Polisiye deyip de kenara atılacak türden değil. Fantastik, mizah, felsefe, polisiye gibi türler harmanlanmış, daha ne olsun? Oldukça keyifli. Ciddi ciddi kahkaha atarak okudum. Alper Kamu karakteri en sevdiğim karakter olup çıktı :D
Nihayetinde Oğullar ve Rencide Ruhlar  Alper Canıgüz’e hayran, Alper Kamu’ya aşık olmama sebep oldu :D
İki kez okudum , daha da okurum bıkmam, bırakmam :D

Son olarak da şunu söyleyeyim:

“Ben sevdim eller alsın.”



Yazarın forumumuzdaki diğer eserleri:

-Tatlı Rüyalar
-Gizli Ajans

26
Genel Kültür / Tavla
« : 18 Nisan 2010, 19:50:34 »

TAVLA

Pers İmparatoru'nun başveziri Büzur Mehir tarafından tasarlanan tavla oyunu; dünyanın en popüler oyunlarından biridir.

Tavlayla ilgili bütün rakamlar zamanı temsil eder.
Senenin birliği olarak tavla bir tanedir. Tavlanın içindeki karşılıklı 6’şar hane, 12 ayı temsil eder. 15 açık ve 15 koyu renkli pul, ayın 15 gece ve 15 gündüzünü simgeler. Karşılıklı 12şer hane günün 24 saatidir. Zarların zıt yüzeylerinin 7 toplamını vermesi haftanın 7 günüdür.

Tavla, satranç oyunu ile beraber; zamanın Hint İmparatoru ve Pers İmparatoru arasındaki soğuk savaş döneminde icat edilmiştir. Bu hikayenin doğru olduğuna ilişkin kesin ve yazılı bir metin bulunmamasına rağmen oyunun bu şekilde icat edildiğine inanılmaktadır.

Bilinen En Eski Tavla Tarihi:

Hint İmparatoru, Pers İmparatoru'na satranç oyununun yanında bir mektup göndermiştir. Mektubunda oyunla ilgili hiçbir açıklama yapmazken, sadece bir mesaj yazmıştır:

''Kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor,
Kim daha ileriyi görüyorsa o kazanır.
İşte hayat budur...''

Pers İmparatoru dönemin en alim veziri olan Büzur Mehir ile bu mesajı paylaşarak, ondan oyunu çözmesi ve kendisinin de karşılık olarak Hint İmparatoru'na hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini ister. Vezir haftalarca çalıştıktan sonra gönderilen satrancın her taş hareketini ve oyunu çözer daha sonra da on günde tavlayı icat eder ve imparatora sunar. Hint İmparatoru'na tavla oyunuyla birlikte gönderilmek üzere şöyle bir mesaj hazırlanır:

''Evet, kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor,
Kim daha ileriyi görüyorsa o kazanır.
Ama gereken biraz da şanstır.
İşte hayat budur.”

27

Edebiyat yapma üslubunun ve edebi dilin iyice yavanlaştığı, tekdüze ve teksesli hale geldiği günümüzde, umarız, çoksesliliği ve çokdilliliğiyle bir yeni yol, yeni damar açar Serseri Standartları Sempozyumu... Kurgunun alt-metinlerle çatallandığı ve zenginleştiği, dilin bir söylem taşıyıcısı olarak sürekli bir çatışma ve gerilimle mükemmelleştiği bu güçlü yapıt, hem dili hem kurgusu hem de temasıyla klasikleşmeye aday... Bahtin'in deyimiyle tam bir karnaval! Ütopyaların öteden beri elitist bir tonu olmuştur, Platon'danCampanella'ya, Owen'a dek tüm ütopya yazarlarının sergilediğibu elitizm Serseri Standartları Sempozyumu'nda tersyüz edilmektedir.Bu kitap, kendi 'yokülke'sinin peşinde koşan ve yaratan insanların öyküsü ve tabii ki "öteki"nin..!



Birkaç gün önce kitabı fırsat reyonunda gördüm, aldım ucuz diye. Henüz okumadım, internette de yok denecek kadar az yorum var kitap hakkında. Okuyan varsa yorumunu esirgemesin lütfen :D



28
Şişedeki Mısralar / Mara
« : 16 Ocak 2010, 21:21:22 »

Uzun yıllar önce
Uzak yollar ardında
Bir kedi yaşardı
Adına derler Mara


Tüyleri uzun ve parlak
Gözleri de kocamandı
Kurbağa Oyster'a
Deli gibi aşıktı

Söylemese de sevdiğini
Hayalleri vardı hep
İçine sakladı sırrını
Gelmedi aradığı cesaret

Oyster severken bir fili
Mara içinden şöyle dedi:
'Mutluluğum olur mutluluğun
Hiç istemem üzülmeni'

Böyle dedi demesine
Oyster'ı uzaktan sevdi
Sevilen başkasını severken
Üzülmemek elde mi?

Koca fil üzdü Oyster'ı
Aldattı ve terk etti
Hal böyle olunca Mara,
Umutlarını yeşertti

Beklenmeyen cesareti
Oyster verdi Mara'ya
Apansız gelişti her şey
Sır saçıldı ortaya

Oyster öğrendiği zaman
Mara'nın duygularını
Sadece sabır diledi
Kalbinde bir başkası

Bir kurbağa sevmişti Mara
Utanmadan ve usanmadan
Ama kalbi acımıştı çok
Zavallı, öldü kahrından

29
Kurgu İskelesi / Kusursuz Bir Gece
« : 02 Aralık 2009, 17:43:58 »
   
     Gece yarısı olmasına rağmen karanlık sayılmazdı. Dolunayın saçtığı ışık, geceyi aydınlatmaya yetiyordu.
     Islak çimenlerde ritmik hareketler yapan -sadece çok dikkatli gözlerin görebileceği- beyaz ve çıplak bir çift ayağı fark etti genç adam. Genç adamın karşısında kestane rengi dalgalı saçları beline dökülmüş bir genç hanımcık dans ediyordu. Üzerinde ince karpuz kollu beyaz gömlek, siyah işlemeli bir yelek, uzun sayılabilecek beyaz bir etek vardı. Kendisine müziğe öyle kaptırmıştı ki, karşısındaki genç dev adamı görmedi bile.
     Genç adam, minik hanımı izlerken şarkıya eşlik etmeye başladı. Hanımcık, bu sesten oldukça etkilenmişti. Gözlerini açtığında dev genci gördü. Dev genç, kızın irkilmesinden onu korkuttuğunu anlamıştı. “Merhaba” dedi tüm içtenliğiyle. Bu sıcacık “merhaba”yla birlikte minik kızın yüzündeki ürkmüş ifadenin yerini çocuksu bir gülümseme aldı.
     Genç hanım, sonsuza dek eşi olacak genç devle dans etmeye başladı. Ve sabaha kadar sadece dans ettiler.


Sayfa: 1 [2]