Yıllar önce yazdığım küçük bir öykücük. Belki de en sevdiklerimden olduğu için paylaşmak istedim
*
Bir gün daha bitmişti işte…
Genç kadın yine aynı yerde, gün boyu dışarıyı izlediği pencere kenarında karşılıyordu akşamı. Aslında güneşin battığının farkında değildi. Bedeni maviden laciverte dönen akşamın içinde solarken, aklı oturduğu pencere kenarından çok daha uzaklardaydı.
Akşam olduğunu fark ettiğinde ışığı yakmak için yerinden kalkmaya yeltenmedi bile. Yerinden kalkarsa, beklediği kişi gelmeyecekti sanki. Kapıya yaklaşan adımları duymazsa, gelen kişi zili çalmaktan vazgeçecekti.
Son zamanlarda karanlığa gömülen odada daha fazla vakit geçirir olmuştu. Işıkları yakmak anlamsız geliyordu. Görmeye değecek ne vardı ki eşyalarla dolu odada. Oysa eskiden karanlıkta oturmayı sevmezdi hiç. Daha doğrusu sevip sevmediğini bilecek kadar karanlıkta kalmamıştı. Ya da karanlığı fark edecek kadar kendi başına kalmamıştı belki de.
Eskiden yanında sonsuza dek orada duracağını sandığı biri olurdu. Sevdiği adam... Ruhunun diğer yarısı...
Bırak dokunmayı, yüzüne bakarken bile içi titrerdi. Her halini ezberlemişti adamın. Gülerken dudaklarının nasıl kıvrıldığını, öfkeliyken gözlerinin nasıl alevler saçtığını adından iyi biliyordu. Hüzünlüyken yumuşayan o ifadeyi sayfalarca çizebilirdi en küçük ayrıntısına dek. Öyle iyi biliyordu ki her şeyini, gözlerini kapattığında karşısında buluyordu adamı. en son nasıl görmüşse öyle, sanki üzerinden hiç zaman geçmemiş gibi..
Başını karanlık pencereden odaya çevirdi.
Bu defa odanın diğer yanından kendisine bakıyordu adamın hayaleti. Üzerinde en sevdiği lacivert kazak. Her zamanki gibi bakıyordu, sevecen, sıcacık. Ellerini uzatmak istedi kadın. Uzanıp dokunmak, var olduğunu kanıtlamak istedi. Geçmişten gelen bir hayalet olmadığına kendini inandırabilmek için adamı tutup sarsmak istedi. Ama içindeki korku engel oluyordu ona. Ellerinin boşluğu kavramasını istemiyordu. Gördüğü yüzün hasta aklının yarattığı bir yansımadan ibaret olduğunu anlamak istemiyordu. Uzanamadı. Onun yerine karşısında duran adam iyice yaklaştı.
Pencereden içeri dolan rüzgâr kadının geceden siyah saçlarını solgun yüzüne dağıttı. Titrek ellerle saçlarını toplarken ürperdi. Titreyişi soğuktan mıydı, yoksa saçlarına dokunan başka bir çift elin temasından mıydı bilemedi.
Seni çok özledim...
Dudakları kıpırdadı, ancak sesi çıkmadı. Yine de endişelenmedi kadın. Konuşmak için sözcüklere ihtiyacı yoktu. Hiç olmamıştı. Eskiden, şimdi asırlar öncesi gibi gelen o zamanlarda, birbirlerini bir bakıştan anlarlardı. Adamın kendisini yine anlayacağını biliyordu.
Yanımda kalsan. Gitmesen bir daha. Beni hiç bırakmasan...
Adam yüz ifadesi yumuşadı. Bakışları "mecburum" der gibiydi. Elleri kadının yüzüne uzandı. Kadın gözlerini yumdu.
Sıcak eller değil, buz gibi gözyaşları yanaklarını okşarken, bir rüyadan uyanır gibi kendine geldi. Hala açık pencerenin önünde oturuyordu. Gece bastırmış, sokakları sınırları müphem bir hayal alemine çevirmişti. Evin önündeki sokak lambasının cılız ışığı, karanlık denizinin enginliği karşısında acizdi.
Kadın odanın içinde boş yere adamın hayaletinden bir iz aradı. Yine gitmişti işte. Yine bırakıp gitmişti, yine aldırmamıştı yalvarışlarına.
Yaşlar ardı ardına yanaklarından yuvarlanırken yüzünü kurulama zahmetine girmedi. Yine ıslanacaklardı nasıl olsa.
Hayalle gerçeğin arasındaki sınırı çoktan kaybetmişti kadın. Biri diğerinin içinde erirken kendi varlığının nereye ait olduğunu kestiremiyordu. Sevdiği adamın varlıkla yokluk arasındaki bu gidiş gelişleri yüzünden karışan aklını toparlayamıyordu. Hayaletlerin, geride bıraktıkları yarım işler yüzünden yeryüzünü terk edemediklerini duyduğunu hatırlıyordu. Ama anlayamıyordu bir türlü. Nasıl bir işi kalmış olabilirdi ki adamın dünya üzerinde. Neden gelmiyordu? Neden geldiğinde yanında kalmıyordu? Ya da neden büsbütün terk etmiyordu?
Saat gece yarısın vururken, kadın hala aynı yerdeydi. Kendisini bomboş bir çukur gibi bekleyen yatağına gitmeliydi. Yerinden kalkarken başı döner gibi oldu. Acaba bu gün yemek yemiş miydi? Şöyle bir düşündü, ağzına en son ne zaman bir lokma yemek girdiğini hatırlamaya çalıştı. Beceremedi.
Zamanın bıraktığı izi takip etmek günden güne zorlaşıyordu genç kadın için.
Acı acı gülümsedi. Daha otuzlarının başındaydı. ve daha bu yaşta yemek yeyip yemediğini unutuyor, günleri karıştırıyor, var olduğunu sandığı hayaletlerle konuşuyordu. Yine de... Ne önemi vardı ki... İçini yakan bu özlemin yanında ne kadar önemli olabilirdi ki unutkanlık...
Yeni günü bildiren on ikinci gong odayı çınlamalar içinde bırakıp sustu. Titreşimler havayı doldururken genç kadın seslerin arasında başka şeyler duyuyordu. Mutlu seslerdi bunlar. Özlemden, kederden azade insanlara has gülüşme sesleri, kahkahalar!
Gece yarısıyla birlikte odanın zemini yarılmış, içinden gecenin sessizliğine meydan okuyan başka bir alem çıkmıştı sanki.
Bu defa masa başında yemek yiyordu sevdiği adam. Elinde yarılanmış bir kadeh. Diğer kadeh masanın üzerinde kendisini bekliyordu. Tıpkı eski günlerdeki gibi. Masaya yaklaştı kadın. Sandalyeye oturdu.
Kahkahalar dinmişti. Adam şimdi ışıldayan gözlerle bakıyordu. Birazdan bütün gün nasıl yorulduğunu anlatmaya başlayacaktı mutlaka. Ama şimdi... Sadece kendisine bakıyordu. Bakışları kelebek kanatları gibiydi adamın. Gülün etrafında uçup, incitmekten korkan kelebekler gibi yüzünde geziniyordu gözleri. Tıpkı eskisi gibi...
Yine içi titredi kadının. Yine de uzanıp elini tutmak için duyduğu isteğe engel oldu. Bu büyünün biraz daha sürmesini istiyordu. Sadece birazcık daha...
Derin bir nefes aldı. Şarabın kokusundan çok evvel, adamın tıraş losyonunun kokusu geldi burnuna. Gözlerini kapatıp derin bir nefes daha aldı. Sevdiği adamın kokusu ciğerlerini doldururken gözlerini araladı…
Karanlığın içinde,
kulakları sağır eden korkunç bir sessizliğin içinde,
boşluğa bakıyordu...
Göğsüne tekme yemiş gibi hissetti kendini. Ciğerlerindeki bütün hava boşalırken, yüreğinden sessiz bir çığlık koptu. Geceyi darmadağın etmek istedi. Bütün odayı dağıtmak, köhne binayı temellerine kadar yıkmak istedi. Öfke, sessiz bir haykırış olup yırttı geceyi.
Neden?!
Neden yapıyorsun bunu bana? Ben sana ne yaptım? Seni sevmekten başka ne yaptım?
Seni özlemekten başka ne yaptım sana?
Böyle büyük bir intikamı hak etmek için nasıl bir suç işledim?
Sandalyeden ayağa fırlayıp tek tek bütün odaları aradı. Adamı bulabilmek için karanlığın içinde bütün evi dolaştı. Kasırga gibi esti.
Dayanamıyorum artık. Sen ruhumun diğer yarısısın! Dayanamıyorum!
Sen yokken ne yapacağımı bilemiyorum, var mıyım, yok muyum anlamıyorum!
Dayanamıyorum!
Sabah oluncaya dek ağlayarak bütün evi dolaştı. En sonunda kendini aynı pencerenin önünde buldu. Şafak sökmek üzereydi. Yorgundu kadın. Ölesiye yorgundu...
Çık gel artık... Yanımda ol hep… Beni bırakma...
Ya da hep kalmayacaksan git…
Rahat bırak beni... git...
Güneş doğarken, kadın çoktan başka bir dünyanın kollarındaydı. en azından gece oluncaya dek terk etmeyeceği bir alemin kollarında..
*
Adam, sanki hiç uyumamış gibi, birden doğruldu. Bütün gece aynı karabasanlar içinde yuvarlanıp durmuştu yine. Her gece duyduğu, ama hala alışamadığı o buruk hıçkırıklar rahat vermemişti. Zarif bir kadının tülden eteğinin çıkardığı hışırtı misali bütün odaları dolduran rüzgâr uyutmamıştı bir türlü.
Adam yatağın kenarındaki komodinin üzerinde duran resme uzandı. Resimdeki siyah uzun saçlı, solgun yüzlü kadın bir başka gerçeklikten gülümsüyordu sanki. Adamın her gece yatmadan önce son düşündüğü ve uyandığında ilk aklına gelen yüz, hala hayatta olduğu, başka bir zaman diliminden gülümsüyordu.
Adam sıkıca göğsüne bastırdı fotoğrafı
"Ruhumun diğer yarısı… Neden gittin?" diye inledi yüzünü yastığına gömerken. "Bensiz nasıl ölebildin?"
Gözyaşları yastığı ıslatırken fısıltıyla aynı şeyleri tekrarlamaya devam ediyordu.
"Ruhumun diğer yarısı... Nasıl gidebildin?"