Anlatacaklarıma hiç kimse inanmayacak ve Hababam sınıfından falan afurduğumu farz edecek, biliyorum, ama hepsi %100 gerçektir, vallahi billahi...
Ozanlar Lisesi'nin 3 FEN/A (gerçekten fena idik) sınıfında sıradan bir gün... Ders boş, hava sıcak, muhabbet hoş... Sınıfta herkes yayılma modunda iken iki arkadaş içeri dalıp kollarıma giriyor, beni zorla bir yerlere götürüyorlar. "Abi nolur gel!", "Bişe göstericez!" cümlelerinin ardında ne menem bir haydutluk ve vandallık yattığını önceki tecrübelerimden adım gibi bildiğim için direniyorum ama nafile. Bu ikisine direnmemin hiç bir anlamı yok çünkü onlar benim en iyi arkadaşlarım, dahası, önceki faaliyetlerimizin görece elebaşı ve "criminal mastermind"ı ben olduğum için kesinlikle bu "işi" bensiz yapmayacaklar..
Zaten beni götürmeye gelen sınıf arkadaşlarım okulda sırasıyla Virüs ve Fruko namıyla bilinen ve de tabir yerindeyse aranan kıdemli haydutlar. Mustafa müdürün bilgisayarına virüs sokup çökertmesiyle, Furkan ise çatı kaplamasını söküp tavan aralığından kızlar tuvaletini dikizleme denemesiyle tanınıyor. Dersin ortasında tavanda bir kapak açılıp öğretmen masasının üzerine bir adamın atladığını düşünün, işte böyle bir yer bizim sınıf... Yalnız, arkadaşlarımla en büyük ortak noktamız, bilim ve fen aşkıyla yanıp tutuşuyor oluşumuz. Naif keşfetme arzumuz bize Biyoloji hocasına yalakalık da yaptırıyor, kafaladığımız hocadan laboratuvarın anahtarını da aldırıyor. Geriye; Fruko'nun, internetin bilmem hangi köşesinden indirdiği ve ingilizce olduğu için yarım yamalak anlayabildiğimiz "deney" tariflerini alarak lavoratuvarda kontrolsüzce denemek kalıyor. Cahil cesareti dedikleri şey tam olarak da bu... Bir keresinde %97 derişimli sülfürik asiti, şişenin üzerindeki etiketten okumak yerine "içinde ne var bunun" diyerek koklamak sonucu yarım saat öksürük krizine girmiş, ya da kontrolsüz deneylerinin başarısız sonuçlarını plastik çöp kutusuna atarak çöpü yakmış arkadaşlar bunlar...
Neyse, konudan fazla saptım galiba, esas meseleye dönelim. Arkadaşlar koluma girdiler, çünkü en büyük, en görkemli, tabiri caizse "ustalık eseri" diyecekleri işi icra edecekler ve benim de şahit olmamı istiyorlar. Dahası, tek şahit ben değilim! Kurbanlar arasında yine kod adlarıyla Yakup, Sarı ve Kodal namıyla bilinen arkadaşlarımız da var. Sıraları duvar kenarlarına istiflenmiş, kullanılmayan bir sınıftan ibaret olan laboratuvarımızdayız. Okul binamız 1999 depreminde yıkıldıktan sonra aynı yere yapılan 2 katlı çelik konstrüksiyon bir yapıdan ibaret. Duvarlar kartonpiyerle yapılmış, yani yumruk atmayı bırakın bütün ağırlığınızla yaslanırsanız öbür sınıfa geçme ihtimaliniz var. Tavanlar kaplama ve bir üst katla arada boşluk var. İşte böyle bir ortamda, ikinci katın tam ortasındaki boş sınıf bizim laboratuvarımız. Ve iki yanında kızlar ve erkekler için birer tuvalet var.
Neyse, arkadaşlar beni kolumdan tutuyor ve sınıftan bozma laboratuvara zorla sokuyorlar. Manzara enteresan. Sınıfın ortasındaki boşlukta, yerde küçük, plastik ve mavi renkli bir plaj kovası var. Hani şu çocukların kumdan kale yapmakta kullandıklarından. Küçük kovanın içi su ile dolu. Kovanın bir tarafında Sarı, Kodo ve Yakup ayakta duruyor, ne olup biteceğini merakla bekliyorlar. Zavallı gafiller! Öbür tarafta, taa duvarın dibinde, yana yatırılarak üst üste konulup bir nevi siper haline getirilmiş sıraların ardında Virüs Mustafa çömelmiş vaziyette. Kafasında, tıpkı işbirlikçisi Fruko gibi, kaynak gözlüklerine benzer lavoratuvar gözlükleri var. Gayet kurnaz olduğu için tehlikeli işleri Fruko'ya havale ederek kendini siperin arkasına atmış ve emniyete almış vaziyette.
Okulumuz sıfırdan kurulduktan sonra Hollanda'dan deprem yardımı olarak gönderilen ancak kolilerinden hiç bir zaman çıkartılmayan laboratuvar malzemeleriyle doldurulmuş bir dolabın kapağı kapanıyor. Fruko sınıfın ortasındaki kovanın başına geliyor. Elinde dolaptan aldığı, bildiğiniz bir cam kavanoz. Kavanozun içi koyu renkli bir sıvıyla dolu, ne olduğu tam görünmüyor. Bu sıvının, daha sonra, zeytin yağı olduğunu öğreniyoruz. Meğerse kavanozun içinde Sodyum metali var imiş. Şimdi bilmeyenler için kısaca izah edersek, bu sodyum metali suyla temas ettiğinde şiddetli bir şekilde patlıyor, o yüzden havadaki nemden bile patlayabileceği için sudan ayrı kalması için zeytin yağının içinde muhafaza ediliyor. İşte Fruko Furkan'ın elinde bu zımbırtıyla dolu bir kavanoz var.
Normal şartlar altında, Biyoloji öğretmeninin gözetiminde yapılacak bir deneyde, bu sodyumdan serçe parmağınızın tırnağı büyüklüğünde (yani 1-2 cm falan) bir parça kesilip suya atılarak tepkimesi incelenir. Bu malzemenin buraya gönderilmesinin amacı budur zaten. Lakin, bizim bahsettiğimiz, normal insanlar değil elbette. Bizi oraya çağırırken bir patlama olacağını falan da söylemiyorlar tabii ki. Yoksa, yüzümüzdeki şaşkınlık ifadesini görmedikten sonra, işin eğlencesi nerede kalır? Dolayısıyla, Fruko elini kavanoza daldırıyor ve yüzünde yayvan bir gülümsemeyle, afedersiniz kolum kadar bir şeridi güzelce sıyırıp çıkartıyor. Bu noktada, onlar söylemese de, ortalama zekam sayesinde olayların şiddetli bir patlamayla sonuçlanmaya doğru gittiğini tahmin etmem güç olmuyor. Virüs'ün sodyum şeridini görür görmez kafasını siperin arkasına gömmesi şüphelerimi kuvvetlendiriyor. Bir şeyler yine ters giderse, ki kesinlikle gidecek gibi görünüyor, önceki seferde olduğu gibi onlarla beraber soluğu müdür yardımcısının boğucu odasında almak istemediğim için, olup biteni görebileceğim ama gerekirse hızlıca sıvışabileceğim bir pozisyona kendimi almak istiyorum. Belki de hayatımı kurtaran hamleyi yapmakta olduğumu bilmeden, kendimi sınıfın ortasına açılan kapının dışına konumlandırıp, kulpunu sıkıca tutarken, açık bıraktığım üç parmaklık aralıktan içerideki kovaya bakmaya devam ediyorum. İçeriyle artık bir alakam yok, teknik olarak bedenim sınıfın dışında zaten. Ama tamamen kapıyı kapatıp gidemiyorum, gözlerim kovada. Diyorum ya, merak, ah kediyi öldüren o merak!
Sonrası, gerçekten ancak filmlerde görebileceğiniz, pek az insanın tecrübe edeceği bir sahne: Furkan, hızlıca koşarak kovanın yanından geçiyor ve elindeki sodyumu suyun içine atarak olanca hızıyla kendini Virüs'ün siperinin ardına atıyor. Yalnız, ayaktaki üç arkadaşımız hala kovanın başında, ne olduğunu anlamadan "Ee? Ne olacak?" diye soruyorlar. Bekledikleri patlama sesi gelmeyen iki kafadar yavaşça başlarını siperden kaldırıyor, diğer üçünün hala kovaya tehlikeli derecede yakın durduğunu görünce son saniyede gelen bir akıl kırıntısıyla "Kaçsanıza patlayacak!" diye bağırıp tekrar sipere gömülüyorlar. O anda kovadan fokurdular gelmeye başlıyor ve üç arkadaşım panik halinde kaçışırken ben kapıyı kapatıyorum. Elim hala kapının kulpunda. Sonra bir patlama "GÜM" diye inletiyor ortalığı. Hani Call of Duty'de ayağınızın dibinde el bombası patladığında kulaklarınız çınlıyor, hiç bir şey duyamıyorsunuz ya, aynı öyle bir çınlama ve boğuk uğuldama kaplıyor kulaklarımı. Patlamanın şok dalgasıyla kapı gözümün önünde esniyor, elimle sıkı sıkıya tuttuğum kulp bana doğru ilerliyor hatta aradan bir anlığına laboratuvarı aydınlatan florasan ışığının benim tarafıma geçtiğini görebiliyorum. Kartonpiyer duvarlar esniyor, üç sınıf öteye kadar bizim kattaki bütün Atatürk Posterleri, Türk Bayrakları ve İstiklal Marşları duvarlardaki yerlerinden fırlayarak sınıflarda uçuşuyor ve yerlere düşerek parçalanıyorlar, bir kaç öğrencinin kafasına gözüne isabet ediyorlar, bir sınıfta tahta yerinden sökülerek duvarın dibine gürültüyle düşüyor, öğrenciler sıraların altına yatıyor, koridordakiler çığlıklar atarak kaçışıyor... Kaos!
O anki panikle tek düşünebildiğim, sertliğiyle meşhur müdürümüzün hışmına uğramamak için laboratuvarla arama mesafe koymak. Hemen bitişikteki tuvalete girerek elimi yüzümü yıkıyorum, böylece tuvalette olduğum izlenimi verebileceğim. On saniye sürmüyor. Ben tuvaletten çıkar çıkmaz karşımda müdürümüz Coşkun Samur'u görüyorum. Allah'ım adamın yüzü bembeyaz! Ödleri patlamış olmalı. Nöbetçi öğretmenler bile ancak müdürden sonra olay mahalline varabiliyor. Coşkun Hoca, Allah ona uzun ömür versin şimdi emekli oldu, beni görüyor ve "Oğlum Osman, ne oldu?" diye soruyor. Ne olduğunu bal gibi biliyorum ama hayatımda takındığım en sahte, en üç kağıtçı, en yalancı tavırla "Bilmiyorum Hocam! Valla ben tuvaletten şimdi çıktım..." diyorum, teknik olarak ikinci söylediğim yalan değil.
Artık neredeyse bütün hocalar ve okulun yarısı laboratuvarın girişinin önünde. Hoca kapıyı açıyor ve ister inanın ister inanmayın (vallahi billahi yalan değil), görünen tablo bildiğiniz o Hababam Sınıfı filmlerindeki laboratuvar patlatma sahnelerinin neredeyse aynısı. Bir tek kapı yıkılmıyor: Açılan kapıdan dışarıya kesif beyaz bir duman çıkıyor, öyle ki odanın içi hiçbir şekilde görünmüyor. Dumanın içinden, iki büklüm, öksüre öksüre ilk çıkanlar bizim Mustafa ile Furkan. Suçlu oldukları anında anlaşılıyor çünkü olayın heyecanıyla kafalarındaki deney gözlüklerini çıkartmayı düşünememişler, hala yerinde duruyor. Müdür ikisini de kulaklarından yakalıyor, "Ulan yine mi siz!" cümlesi yine çınlıyor kulaklarımızda. Sonrasında, orada buldukları boş bir koliye -bakın ben mühendisim hala nasıl olduğunu çözebilmiş değilim- her nasılsa can havliyle sığışan üç kazık kadar adam yara almadan çıkıyor. Bu garibanlar tamamen kötü arkadaş kurbanı, ama yine de disiplin kurulu sorgusundan kurtaramıyorlar paçayı.
Camlar açılıyor, duman bir yarım saat sonra ancak dağılıyor ve esas manzara ortaya çıkıyor: Kova yok olmuş zaten, içindeki su tamamen buharlaşmış, dumanın kaynağı bu. Sodyum ilk etapta yağdan hemen sıyrılamadığı için biraz geç patlamış, yoksa daha Furkan'ın eli değer değmez patlaması lazım imiş. Yekpare büyükçe bir parça olduğu için hepsi aynı anda tepkimeye girmemiş, dolayısıyla olay bildiğiniz parça tesirli bombaya dönmüş, patlamayla etrafa dağılan sodyumun küçük parçaları gittikleri yere saplanıp orada da küçük patlamalarla zarar vermişler. Kovanın direk altındaki fayanslar çatlamış, direkt üstündeki tavan kaplamaları tamamen kırılarak yere inmiş, ayrıca genişçe bir çemberde de kaplamalarda sayısız delik, parça ve çizik var. Üç arkadaşı koruyan kolinin üstü sayısız şarapnelle dolu, neyse ki hiç biri koliyi delip içeri girmemiş. Öldürmeyen Allah öldürmüyor vesselam. Etrafta berbat bir koku ve her yerde mavi bir su damlıyor, bu da sodyumun oksitlendiğinde aldığı tabii renk imiş, öğrenmiş olduk.
Ben, olayla bağlantım anlaşılamadan, masum rolüme inanıldığı için yırttım tabii. Diğer üç arkadaş da hakeza ne olup bittiğini bilmeden gittiklerini söyleyerek sıyrıldılar. Müdür Furkan'ı kulağından tutmuş, götürürken bile o hala "3 FEN/A'nın imzasını tavana attık." diyor ve kıkırdıyordu. Mustafa ile Furkan'ın aileleri okula geldi ve ÖSS'ye bir kaç ay kaldığı için rica minnet ceza almadan yırttılar. Laboratuvarın anahtarı bu ikisinden alındı ve Furkan bu işlere tövbe etti ama Mustafa önceden anahtarı anahtarcıya götürüp yedeklettiği için malzemeleri akşam okuldan çalıp evde deneyler yapmaya devam etti, taa ki bir gün evde kendini amonyum nitrat karışımı ile havaya uçurup hastanelik edene kadar. Neyse ki kalıcı yara almadı, hala gülerek anlatır.
Hasılı, lafı fazla uzattım ama, güzel günlerdi. Hala bu arkadaşlarımla görüşürüm ve hala bir araya geldikçe mutlaka andığımız hatıralarımızın başında gelir. Başka maceralarımız da oldu ama, onlar şimdilik bende kalsın. Ah, Bilim için çektiklerimiz!