Fantastik bir roman denemesidir. Başlangıç kısmı bu umarım okuyan olur...
Iced Earth : Dark Saga adlı şarkıdan alıntıdır.
Anlaşma yapıldı
Ruhumda karanlık var
Tekrar ölmek istiyorum
Karanlıkta boş bir ruh
Yalnız ve kendinden habersiz
Düşünceler ve bellek yok olmuş
Hayatımı aldı, lanet olsun yalanlarına
Lanetlenmiş dölünü kov, cenneti getir buraya
Kapılarda ez, yak hepsini
Seçtiğin yazgıyı kabul etmelisin
Kaderine razı olacaksın
Aşk için kendimle konuştum
Verimsiz aşk
Gel şimdi onun yüzünü gör
Onu tamamen kaybettim
Biliyorum içimde bir iyilik var
Aynı olmasam da
Ustanın canına okuyacağım
Onun kölesi olmayı reddediyorum
Hayır, ihanete uğradım bunu kabul edemem
Benim geleceğim kirliymiş, bu bir yalan
Kalbimin durduğu yerde durmuş ve hesaba katılmış olacağım
Bu düzen kalkacak ve ben hayata döneceğim
***********************
Ulai Saddah'ta yürüyenler her zaman en büyük delilikle mükafatlandırılır. Çünkü orası umutların yok olduğu ve en büyük kabusların hüküm sürdüğü bir ölü dünyasıdır. Fakat günü geldiğin de bir hikayenin tohumu yeşerecek orada. Işığın uzanmadığı ama karanlığın el uzattığı nihai bir hikaye...
Üç Anlaşma ( İlkinin Öyküsü)
Kandah şehrinin topraklarına dahil olan ve şehre yaklaşık bir fersah uzaklıkta ki Miaflabar kasabasının görüntüsü bulutların yuttuğu güneşin eksikliğin de sadece üç—dört metre ötesinde ki derin uçurumdan kendini ap açık bir şekilde gözler önüne seriyordu. Kasabaya bakan ve Alfargan tepesinde bulanan bu uçurum; varlığını hemen hemen iki yüz metrelik bir alana dek sürdüren kaba ve keskin kayalıklardan oluşan kıvrık bir uzantıyla oluşturmuştu. Ayrıca fazlasıyla da derin olan bu uçurum bu yerden düşebilecek olan herhangi birinin kurtulma ihtimalini kesinlikle imkansız kılmıştı.
Ancak Alfargan tepesinin adeta simgesi haline gelen bu ölüm uzantısı diğer bir yandan da Kandah topraklarının büyüleyici görüntüsü ile adeta sahip olduğu bu korkutucu özelliğini bir nebze olsun arka planda bırakıyor gibiydi. ''Doğrusu ışığın bugünkü sönük varlığına rağmen görüntü yine de fazlasıyla güzeldi.'' Fakat adam nedense bakışlarını kısa bir an bu görüntüden uzaklaştırmış ve dikkatini merakla arka tarafında kalan ormanlık alana dikmişti.
Uzak olmasına rağmen ağaçlar ardında kalan ahşap evi tam olarak saklayamamıştı. Oldukça küçük bir evdi. O yüzden bu ona evin muhtemelen yoksul ve yabani bir köylüye ait olabileceği ihtimalini düşündürmüştü. Tabi bu onun için oldukça önemsiz bir ayrıntıydı. Çünkü şuan için asıl ilgisini çeken ve ona garip gelen şey bu yerin belirgin varlığıydı. Durumun garip olmasının nedeni ise; onun Kandah sınırları içinde yer alan her karış toprağı avucunun içi gibi biliyor olmasıydı. Bu nedenle bu küçük eve daha önce hiç rastlamamış olması onu bir hayli şaşırtmıştı.
Tabi bu şaşkınlığının diğer bir sebebi de, her ne kadar burayı yeni keşfetmiş olsa da uzakta ki bu evin onda uyandırdığı tuhaf duygulardı. Sanki daha önce burada defalarca bulunmuş gibi sıcak bir his taşıyordu içinde. Eve bakmaktan kendini bir türlü alamıyordu.
Fakat geçen uzun birkaç dakikanın ardından hisleri nedense ansızın soluverdi ve dikkati hayretle üstündeki elbiselere yoğunlaştı. Üzerinde yakasız beyaz bir gömlek vardı. Kolları boldu ve üst düğmeleri göğsünün alt kısmına kadar açıktı. Sade bir kemer takmıştı. Pantolonu ise koyu ve ince kumaştandı. Ancak o da en az üzerindeki gömlek kadar kirli ve köylü takımının giyeceği ucuzca bir cinstendi. Durumdan açıkça rahatsız olmuştu. Çünkü onun giysileri her zaman ona yakışacak cinsten, ihtişamlı ve değerli taşlarla süslenmiş olurdu. Tanıdık birileri onu bu şekilde görürse bu kesinlikle hoş olmazdı. Hem de hiç...
Ama ne var ki içinde bulunduğu durum şimdi yeni yeni kafasında anlam kazanmaya başlamıştı. Çünkü şuan yaşadıkları bir rüyaydı ve muhtemelen birazdan uyanacaktı.
Evet! Bundan şimdi oldukça emindi. Öyle ki vardığı bu sonuç sanki bulduğu durumdan ya da diğer bir deyişle hayal olduğunu düşündüğü ve neredeyse gerçeğe yakın olan bu tuhaf mekandan onu her an sıyırıp kopartacakmış gibi bir beklentiye sürüklemişti onu.
Ama ne var ki onun bu beklentisi, düşüncesinin tam aksine geçen saniyelerin ardından bir anda kayboluverdi. Sonrasın da ise bakışları sanki bir şeyi hatırlamaya çalışırcasına dalgınca öne eğildi ve o sıra da yerdeki kurumuş kanı fark ederek sendeleyerek geriye doğru birkaç adım attı. Az önce bastığı toprak sanki yoktan bir şekilde kanla lekelenmişti. Gözleri merakla kırpışırken o sırada zihninde tüylerini diken, diken eden bir kadının sesi yankılandı.
Hayır... Dedi kadının sesi, hüzünlü bir sessizlikle fısıldayarak.
Onu seviyorum ben! Lütfen... Lütfen bunu anlamalısın...
Bu ses...? Tanrım bu onun sesiydi.
Adam büyük bir heyecanla arkasını dönerken aynı anda bulunduğu derin uçurumdan kara bir delik açıldı ve beraberinde de bir şey onu ruhundan kavrayarak o deliğe soktu. Ne olduğunu bilmiyordu. Fakat bu şey her ne ise onu bir yerlere çekmeye çalışıyor gibiydi. Çok güçlüydü, ona gücü yetmeyeceğini o an fark edebilmişti.
Her şey şimdi hızla etrafında dönmeye başlarken midesi daha önce hiç yaşamadığı bir şekilde bulanmaya başladı ve onu neredeyse kusma noktasına getirdi. Ama ne gariptir ki o sırada ruhunu kavrayan şey onu bir an için gevşeterek rahatlamasını sağlamıştı.
''İşte tam o anda zihninde aniden bir şimşek çaktı ve aniden az önceki kanın sorumlusunun kendisi olduğunu hatırlayıverdi.'' Bu uzun zaman önce unutmaya çalıştığı kötü bir anıydı.
Evet! Bu doğru. Orada birini öldürmüştü ve o kişi...
Adamı kavrayan şey onu son düşüncesiyle beraber aniden büyük bir şiddetle sarstı ve beraberinde zihninde ona ait olan her şeye vahşice uzanarak onları çekip almaya çalıştı. İyi olan ve kötü olan bütün anıları, tanıdık yüzler ve isimler... Çoğu şey hızla zihninden yok olup giderken son anıyla beraber adamın ruhunu kavrayan şeyde onu tekrar serbest bırakarak salıverdi. Anılarından geriyeyse; sadece yaşadığı dünyaya ait olan birkaç kırıntı kalmıştı. Bir tek Kandah şehrinin varlığı cap canlı bir şekilde duruyordu zihninde.
Şimdi yüksek bir ağaçlığın altında duruyordu. Adam şaşkınlıkla etrafına bakındı. ''Az önce bulunduğu mekânın değiştiğindense hala en ufak bir haberi yoktu.'' Sonrasında merakla onu çevreleyen ağaçlığı incelemeye koyuldu . Ancak bu onda ansızın huzursuz duygular uyandırmıştı. Sanki burada bulunmaması gerekiyor gibi ya da buraya ait değilmiş gibi karmaşık duygulara kapılmıştı. Bu gerçekten tuhaf bir histi. Ayrıca daha önce hiç bu özellikte ağaçlar görmemişti. Çünkü çoğu sıradan ağacın aksine buradaki ağaçların dalları birbirine dolanarak eğri ve uzuncasına etrafı sarmış ve oluşturduğu küçük aralıklardan sızan onlarca ışık uzantısının yanı sıra çevresinde karanlık gölgeler oluşturmuştu. Yalnız garip olan şu ki; gerçekte hiçbir gölge bu kadar karanlık görünmezdi. Hem de güneş böylesine tepede dururken.
Birkaç uzun dakika olduğu yerde öylece geçip giderken, adam nerede olduğuna bir cevap bulmak istermişçesine etrafına diktiği hayretli bakışlarını çevresinde defalarca dönerek her yere uzattı. Ama ne var ki kafasında burası ile ilgili tanıdık bir fikre ulaşmak bir yana en ufak bir çağrışım bile hissetmemişti. Ardından içine aniden garip bir kaybolma güdüsü yerleşti. Gerçekten de kaybolmuş olmalıydı. Bunun başka bir açıklaması olamazdı.
Etraf oldukça sessizdi. Biraz ilerlemeye çalışırken kendini kısa süre sonra ağaçlığın dışında buldu. Şimdi etrafını daha iyi görebiliyordu. İlk olarak gözüne küçük bir köy ilişti ve bununla beraber yüzünde büyük bir memnuniyet ifadesi beliriverdi. Adam sanki aradığı bir şeyi bulmuşçasına büyük bir sevinç duygusuna kapılmıştı. Ayrıca köy çokta uzak sayılmazdı. Beş - on dakika içinde oraya varabileceğinden emindi. ''
Eh, en azından mesafe konusunda bu kadar şanslı olması yine de iyi sayılırdı. Diye düşündü. Çünkü eğer o köy kilometrelerce uzakta olsaydı yine de nerede olduğunu öğrenebilmek için oraya yürümek zorunda kalacağından şüphe duymuyordu. Görünen o ki; şansı şimdiden yaver gitmeye başlıyordu.
İşte kendini bu küçük sevince yavaş yavaş daha da kaptırmaya başlarken keşfettiği yeni yere doğru ilerlemeye başladı. Düşündüğü gibi pek uzun sürmemişti. Sadece on dakikalık bir yürüyüşten sonra nihayet köye varmıştı. Fakat işin berbat olan kısmı; vardığı bu yerinde ona tanıdık gelen tek bir yanı olmamasıydı. Bakışları hayal kırıklığıyla birleşti ve saniyeler sonra içini büyük bir sıkıntı dalgası doldurdu. Tanrı biliyor ya, şimdiye dek Kandah'ta gördüğü bütün köy ve kasabalar dahil, hayatı boyunca gördüğü hiçbir yerde böylesine kasvete bürünmüş bir yer daha görmemişti. Belli ki Kandah şehrinden tamamen uzaktaydı. Bundan neredeyse emindi.
Acaba onu arayan birileri var mıydı? Bunu düşünürken beraberinde aniden küçük kardeşi Alazhin'ne ait olan soluk bir imge beliriverdi zihninde. Adam o an kardeşinin onu bulmak için elinden gelen her şeyi yapacağından fazlasıyla emin hissetmişti kendini. Nedeni basitti. Çünkü o hayatta güvendiği tek insandı.
Köyün içine adım atmaya başlarken, rüzgar küçük bir esinti ile esmeye başladı ve ardından içine aldığı tozla beraber üzerine çarparak hafifçe geçiverdi. Fakat oldukça zayıftı ve hemen durmuştu. Öyle ki bunu hiç önemsemeyerek meraklı bakışlarını beklentiyle etrafta olan birilerini bulmak için köye yoğunlaştırdı. Ancak içini dolduran etrafta ki o kasvetli sessizlik hala can sıkıcı seviyedeydi.
Yavaşça köy meydanında ilerledi. Bunu yaparken bir sağındaki bir de solundaki karşılıklı her eve merakla göz gezdiriyordu. Ama şimdilik görünen o ki- bu davetsiz ziyareti sadece sıkıcı bir arayıştan ibaret olacaktı. Sıcaktan kavrulmuş ve karartılarla süslü ahşap evler, en az bir çöl havası kadar kurak olan toprak ve dahası yaratıcının sanki kendi lutfundan mahrum bıraktığı bu ıssız yer onu her adımında sanki o lanetli sessizliğine tamamen çekiyor gibiydi. Ama şuan için buna katlanmaktan başka bir şansı görünmüyordu. Devam etmesi gerekiyordu.
Nitekim dakikalar onun için hızla tükenirken bir süre sonra diğerleri gibi eskimiş ve yüksek çatılı olan ahşap bir evi geçerek memnuniyetsizlikle duraksadı. Köyde insana dair tek bir iz yoktu. Ya da en azından şimdiye kadar gördüğü evlerin hepsinde bu tabloya şahit olmuştu. Tabi bu yine de halen köyün tamamen terk edilmiş olabileceği varsayımını kanıtlamıyordu.
Bu yüzden tekrar devam etti ve elli adımlık bir mesafeyi yürüdükten sonra yorgunlukla duraksayarak alnındaki teri temizledi. O an havadaki belirgin farklılığı hissedebilmişti. Sanki birdenbire kavurucu bir hal almış gibiydi ve bir dakika öncesine oranla çok daha sıcak olduğuna kalıbını basardı. İçinden birkaç küfür savurdu. ''Böylesi bir sıcağa hayatı boyunca hiç rastlamamıştı.'' Dahası anlam veremediği bir şekilde vücudu da karıncalanmaya başlamıştı. ''Tepesinde duran güneş şimdi tüm vücudunu dayanılmaz bir şekilde kavuruyordu.''
Her şey onun için o kadar ani gelişiyordu ki adam olan biten hiçbir şeye en ufak bir anlam dahi veremiyordu. Yaşadığı bu şey çok anlamsızdı. Neredeyse delilik gibiydi. Ancak bununla kalmamıştı. ''Çünkü kısa süre sonra damağında ki o dayanılmaz susuzluk başladı ve aniden var olan bu yoğun susuzluk, adamın yüzünde büyük bir şok etkisi yaratarak onu bir an önce su içme arzusuyla kavurdu. Hemen su bulmalıydı!..
Tam o sırada köyün orta yerinde ki kuyuyu fark etti ve hiç vakit kaybetmeden hızla oraya koştu. Kuyuya varması sadece kısa saniyelerini almıştı. Ancak kuyuya vardığında karşılaştığı manzara gerçekten de içler acısıydı. Adam dehşetle önündeki manzaraya baktı. ''Kuyu tamamen kurumuştu. ''
Lanet! Peki şimdi ne yapacaktı? Damağındaki susuzluk bu sefer daha da dayanılmaz bir hal aldı. Eğer su bulamazsa çok geçmeden ölebilirdi. Öyle ki bu düşünceyle beraber kalp atışları korkuyla birleşerek hızla atmaya başlamış ve yüzündeki şaşkınlık yerini aniden büyük bir dehşet ifadesine bırakmıştı. Ardından arkadan gelen ayak seslerini işitti ve beraberinde adam kuyuya diktiği şaşkın bakışlarını alarak hızla arkasını döndü. Evet, yabancı bir yüz ona doğru yaklaşıyordu. Yüzünde hemen bir umut ışığı beliriverdi. Nihayet köyde olan birilerini bulmuştu. Hiç vakit kaybetmedi ve ona doğru gelen adamın yaklaşmasını beklemeden hemen yanına koştu. Adamın yüzünde garip gölgeler vardı. Saçları uzundu ve ayrıca ondan neredeyse bir baş uzun olmasının yanı sıra, onunla hemen hemen yaşıt gibi görünüyordu ve oldukça yapılı bir vücuda sahipti. Adam sol tarafında bir hançer taşıyordu. Kabzası kızıldı.
Ah! Bayım... Su... suyunuz var mı? Adam onu duymuyordu sanki ona hiçbir tepki vermedi ve yanından öylece çekip gitti. O an kısa bir an arkasından hayretle bakakalmıştı. Daha sonrasında da çaresizce ona bağırmaya çalıştı. Ama bunu başaramamıştı. Çünkü cılız sesi boğazındaki kurulukla beraber gücünü yitirmiş ve sesi ilk denemesiyle aynı anda yok olup gitmişti. Bir an için adama koşup yetişmeyi düşündü. Ama bunu yapacak iradeyi kendinde bulamamıştı ve çaresizce yanından uzaklaşmasını izlemişti. Ondan uzaklaşan adam, saniyeler sonra evlerden birinden sağa saparak aniden görünürden kayboldu.
Kimdi o adam? Söylediklerinin bir tanesine bile tepki vermemişti. Sağır, dilsiz ya da kör biri olmadığı kesindi. Ama ona bakmamıştı bile, yanından öylece çekip gitmişti. Kendini zorlayarak garip adamı aklından çıkarmaya çalıştı ve bakışlarını o sırada etrafını saran evlere odakladı.
Küçük bir köydü ama bu köyde iki düzineden fazla ev vardı. Burada olan başkaları da olmalıydı. Diye düşündü. Olmak zorundaydı.
Hızlı adımlarla ona en yakın olan eve gitti ve kapıya iki kez vurarak beklemeye başladı.
Fakat kimse açmadı kapıyı.
İkinci kez vurdu. Üç, dört... Hiçbir şey değişmedi. Evde kimse yoktu. Bundan emindi. Yoksa muhakkak kapıyı açan birileri olurdu. O yüzden kapıyı zorlayıp açmayı düşündü. Ama ne var ki buna hiç gerek kalmamıştı. Çünkü elini kapıya uzattığında kapı zorlanmaya gerek duyulmadan sessizce açılmıştı. Beraberinde O'da tereddütle evin içine girerek kabaca içeriye göz gezdirdi ve beklediği gibi evde kimseyi bulamadı.
Şimdi evin salonunda duruyordu. Merakla salonuna göz gezdirdi. Salonun ortasında büyük bir masa vardı. Masa yedi sandalye ile çevrilmişti. Ayrıca masada birkaç yemek tabağı duruyordu. ''Belli ki birileri burada yemek yemişti. Ancak bu uzun zaman önce olmalıydı. Çünkü kalan yemekler tamamıyla kurumuş ve tabaklara yapışmıştı. Kendini bu görüntüye ilgisizce bakmaktan bir süre alıkoyamazken o an bir kez daha o tuhaf hisse kapıldı ve bu duyguyla beraber tüyleri ansızın diken, diken oldu. Sanki biri ondan bir şeyler çalmış gibiydi. Bunu hissedebiliyordu. Zihninden bir şeyler kayıp gitmişti. Bir düşünce ya da az önceye ait olan bir duygu gibi... Ama ne var ki, her şey onun için tıpkı öncekiler gibi sadece kısa birkaç saniye için canlı kalabilmiş ve ardından bir kez daha önemini yitirmişti. Bunu gerçekten de önemsemiyordu. Çünkü bakışları şimdi de hayretle duvarda duran tablolara dikilmişti. Oldukça İlgi çekiciydiler.
Adam masanın yanından geçerek merakla duvardaki tabloları incelemeye başladı. Duvarda iki tablo vardı ve ikisi de görülmeye değerdi. Bunlardan ilki şimdiye kadar hiç görmediği kadar ilginç bir tabloydu. Boynuzları olan garip bir yaratık resmedilmişti. Yaratığın elinde garip bir müzik aleti vardı. ''Bir flüt olduğunu düşündü ve her ne çalıyorsa çaldığı şey oldukça etkileyici bir şey olmalıydı ki müziği çaldığı insanlar kendilerinden geçmiş gibi duruyordu.''
Sanki hissedebiliyordu bu duyguyu. Tablodaki görüntü gerçek bir yaşamdan koparılmış gibiydi ve vücudunun her yerine dokunmuştu.
Ardından bakışları merakla diğer tabloya kaydı. Evet! O'da en az diğeri kadar muhteşemdi. Onda da büyük bir savaş anı resmedilmişti. İnsanlar birbirleriyle gözleri dönmüşçesine savaşıyordu. ''Tanrım! Sahiden de inanılmazdılar.'' Ayrıca sahip olduğu tablolardan çok daha iyiydiler. Satın alabilir miydi acaba? Diye düşündü. Doğrusu bunlar için gerçektende iyi bir parayı gözden çıkarabilirdi. Hem de sahibinin ret edemeyeceği büyük bir miktar.
Adam bakışlarını uzun süre boyunca tablolardan ayrılmazken, incelemelerinden iki tabloyu da aynı kişinin yapmış olabileceği kanısına vardı. İki tabloda ki ustalıkta onu gerçekten de hayrete düşürmüştü. Dikkatini çeken bir diğer şey ise; tablodaki yüzlerdi. ''Çok canlıydılar.'' Bunu yapan kişi gerçek birer şaheser çıkarmıştı ortaya. Öyle ki, tablolardaki canlılık ansızın vücuduna o soğuk ürpertiyi yayıvermişti. Resimdeki korkuyu gerçekten de içinde hissedebiliyordu ve kendini onlara bakmaktan bir türlü alıkoyamıyordu. Bu yüzden ikisini de içinde yer edinen ve tatmin olmayı hevesleyen o gizli duygularının yavaş yavaş sönmesine dek inceledi. Sonrasın da ise dikkatini toplamaya çalışarak bakışlarını tablolardan ayırdı ve salondaki diğer eşyaları incelemek için dikkat kesildi. Fakat etrafta bulunan birkaç biblo ve küçük heykelcik dışında salon boş gibiydi. Bir de şöminenin önünde duran küçük bir masa vardı. Masada küçük bir mürekkep kutusu ve bir kitap olduğunu fark etti. İlerleyerek masaya yaklaştı ve kitabı incelemek için merakla eline aldı. Sade siyah bir kapağı vardı. Ama üzerinde hiçbir şey yazılı değildi. Merakla tozlanmış kitabın kapağını çevirdi. Karşısına çıkan şey; tertemiz ve bom boş bir sayfaydı. Tıpkı diğerleri gibi... Kitabın her sayfası boştu. Kitabı yerine koyarak sessizce evin odalarına göz atmaya gitti.
Sahip olduğu küçük mutfağın dışında evin sadece iki odası vardı. Kısa bir süre iki odaya da hemen göz attı. Ama beklediği gibi hiçbir şey bulamadı ve ardından küçük mutfağı inceledi. Fakat mutfağın içi odaların aksine darmadağındı ve içeriye garip bir koku sinmişti. Ayrıca tezgahta dağılmış yemek artıkları vardı. Beş - altı tabak oldukça kirli bir şekilde duruyor ve böcekler içinde keyif yapıyor gibiydiler. Tezgahta ki su leğeni boştu ve tabakları yıkayacak su yoktu.
Tanrım... Sahiden de mide bulandırıcıydı. Elleri ağzına uzanırken, nefesini var gücüyle tutarak kokudan kurtulmak için hızla salona döndü ve salonun ortasında tekrar şaşkınlıkla duruverdi. ''Ve yine başladı...'' Evet, kafasının içinde onu huzursuz eden şeyler çalkalanmaya başlamıştı. Onları şimdi ap açık bir şekilde hissedebiliyordu. Gözleri bir an kapıya ilişti. Dışarı çıkması gerekiyordu. ''Evet, bu lanet yerden bir an önce kurtulmalıydı.'' Bu yüzden hiç vakit kaybetmedi ve hislerine uyarak kendini hızla dışarı attı.
Şimdi bir kez daha köyün o sessiz ve kasvetli görüntüsüyle karşı karşıyaydı. Belli ki yaratıcının bile kendini terk ettiği bu yerde geriye kalan tek bir kimse kalmamıştı. Hem böyle bir yerde kim yaşardı ki? Bunu anlamak oldukça zordu. Nedeni ise; bu toprakların oldukça kurak olmasıydı. Eğer yaşam sürdüğün yerde topraktan bir verim alamazsan orada da uzun süre yaşayamazsın. Bu toprağın kanunuydu ve bunu her aklı başında kişi bilirdi. Oysa ki, neresi olduğunu dahi bilmediği bu uzak diyara insanlar zamanında onlarca ev inşa etmişti. Ama ekili olan en ufak bir toprakları dahi yoktu. Yüzünde belirgin bir memnuniyetsizlik ifadesi belirdi ve bakışları vücudunu dürten sıcağın kaynağını görmek istermişçesine gökyüzüne uzandı. Ama ona bir saniyeliğine bile bakmaya cesaret edememişti. Çok sıcaktı. Belki de eve tekrar girip birilerinin gelmesini beklemeliydi. Ama bu fikir hiç de iç açıcı değildi. Çünkü kimse gelmeyecekti. Bunu biliyordu.
Öne doğru ilk adımını attı. Fakat ikinci adımında adam vücudunun bir kez daha karıncalanmaya başladığını hissetmişti. Sıcağın hissi gerçekten oldukça rahatsız ediciydi. Ne var ki tam o sırada damağındaki susuzluk da tekrar geri gelmiş ve boğazı onu dehşete düşürürcesine aniden kupkuru olmuştu. Sonrasında da kafası aniden dank etti ve hayretle eve ne için girdiğini hatırlayıverdi.
Evet, su bulmak için girmişti bu eve. Fakat bu nasıl mümkün olabilirdi? Boğazı susuzluktan o kadar kurumuşken bunu nasıl unutabilirdi ki? Kafasında bir soru işareti daha belirdi. Adam bir rüya görüyor olduğunu düşündü. Ama bu kadar canlı bir rüya olamazdı. Soru işaretleri art arda geliyordu.
Tanrım! Burada ne işi vardı? Ve... Ve asıl önemlisi bu yere nasıl gelmiş olabilirdi? Ah, Lanet! Bu soruyu daha önce de sormuştu kendine. Hiçbir şeyi anımsamıyordu. Kafasını kurcalamaya çalıştı ancak yine hiçbir yanıt alamadı. Buraya nasıl geldiğiyle ilgili en ufak bir şey yoktu zihninde. ''Damağındaki susuzluk tıpkı daha önce ki dayanılmaz bir hal alırken, adam o an yüzünü bir kez daha çaresizlikle köyün ortasında ki kuyuya çevirdi ve kuyunun başında duran biri olduğunu görünce daha önceki gibi hemen küçük bir sevince kapılıverdi.'' Ama bu seferkinin çekip gitmesine izin vermeyecekti.
Adam hiç vakit kaybetmeden hızlı adımlarla oraya ilerlerken görüntü o yaklaştıkça hiç beklemediği bir hal aldı. Kuyunun başında ki kişi bir kadındı. Kadının uzun siyah saçları vardı- mavi etekliğinin üzerine uzun kollu, beyaz bir kıyafet giymişti. Ama üzerindeki elbiseler oldukça yıpranmıştı ve yırtıklar kendini fazlasıyla belli ediyordu. Ayrıca kadın oldukça dalgın görünüyordu. Şuan ona yaklaştığından en ufak haberi yoktu. Belli ki O'da onun gibi su arıyordu. Ama adam o kuyuda su olmadığını biliyordu. Belki de bu lanet köyde en ufak bir su damlası bile yoktu.
Adam kadına yaklaşırken;
- Özür dilerim hanımefendi. Ama o kuyu..." Sözleri yarım kalırken, nefesi kesilerek kadına baktı. Ne kadar da güzeldi. Yüzü pürüzsüzdü. Açık yeşil gözleri vardı ve insanda hayranlık uyandırıyordu.
Bu imkansız... Diye mırıldandı. Ağzından çıkan bu sözleri cılız ve inanmazlıkla yüklüydü.
- Bu... bu gerçekten sen misin Lleynia? Diye sordu ardından.'' Tanrım, bu gerçek olamazdı. Bir rüya görüyor olduğunu düşündü. Kadın sorduğu soruya tepkisiz kalırken, boş bakışlarıyla ona bakıyordu şimdi. Gözlerinin altında gölgeler vardı ve anlaşılmayan bir gariplikte hala dalgın görünüyordu.
- Ama sen ölmüştün... Ben, ben seni öldürmüştüm. Dedi cevapsız kalan sözlerinin ardından kekeleyerek. Sonra da bakışları hayranlıkla kadına dikiliverdi. Ona hissettiği sevgi o kadar şiddetliydi ki ona büyülenmiş gözlerle bakıyordu. Ama diğer bir yandan da yaptıkları yüzünden içini karanlık bir hüzün kaplamıştı.
Yapmamalıydım! Yapmamalıydım! Diye haykırdı onu kavrayan acı dolu düşünceleri. Sonrasında ise içi her zaman ki o sıcak duyguyla dolup taştı. Tanrı biliyor ya, Ona beslediği bu derin sevgiyi hiçbir insanın başkasına besleyebileceğine inanmıyordu. Çünkü onun sevgisi her şeyin üzerindeydi. O ise bu sevgisini reddetmiş ve gidip küçük bir köylü parçasıyla beraber olmuştu. Bunu düşünürken içinde derin bir acı hissetti. Kadını bu kadar çok sevmişken onu nasıl reddedebilmişti? Ona her şeyini vermeye hazırdı. Sonra aniden kafasında onu dehşete düşüren birkaç keskin imge beliriverdi. Onu ne kadar çok sevdiğini anlatmaya çalışıyordu. Fakat kadın onun sevgisini istememiş ve onu reddetmişti. ''Tanrım... Sonrasında kötü şeyler olacaktı.'' Bu yüzden o korkunç anı düşünmemeye çalıştı. '' Ama ne var ki, kafasındaki imgeleri görmezden gelmeyi başaramadı. Her imge tek, tek acı çekmesini sağladı ve onu keskin bir bıçak gibi kavradı. O an kendini kaybetmiş ve büyük bir öfkeye kapılmıştı. Kadın, ona karşı hiçbir şey hissetmediğini söylerken eli bir anda hançerine gitmiş ve hançerle kadının boğazını kesmişti. Işık, bunu gerçekten istemeyerek yapmıştı. Ardından kadının cansız bedeni yere yığılırken kafasındaki beliren imgelerde sönüp, aniden yok oluverdi.
Duyguları bu sefer muazzam bir pişmanlık seliyle birleşirken onu vahşice kavradı. Bir insan başkasına nasıl olabilir de bu kadar büyük bir sevgiyle bağlanabilirdi? Ama bu sevgi karşılıksızdı ve tam bir hayal kırıklığıydı. Saniyeler artık sonsuz bir ağırlığa dönüşürken, onun için hissettiği acıda yüreğini kemirdikçe kemirdi... O an içine dolmaya başlayan nefretle tüm dünyaya karşı gelebilirdi.
- Beni neden öldürdün Mergal? ''Adam, kadının sorduğu bu soru karşısında bir anda dondu.'' Kadın sessizliğini bozarak onu afallatan soğuk ve acı dolu sözlerini yöneltmişti. Ayrıca bunu söylerken gözlerinden yaşlarda süzülmeye başlamıştı. Fakat adam aşık olduğu bu kadına ne söylemesi gerektiğiyle ilgili hiçbir söz bulamamıştı ilk başta.
- Ben... Ben seni çok sevmiştim... Dedi sonrasında kekeleyerek. Sen beni reddetmiştin ve...
- Tanrım, seni öldürmek istememiştim Lleynia. Bunu nasıl yapabilirim ki? "Sözleri gerçektende hüzün doluydu.'' Her şey aniden olmuştu. Artık sana ulaşmanın imkansız olduğunu düşünmüştüm ve bir anda hançere gitmişti elim. Bunu yaptığım için ne kadar pişman olduğumu ve ne kadar çok acı çektiğimi bilemezsin. Bunun için gerçekten çok üzgünüm... Adam sözlerinin ardından beklentiyle baktı kadına. Ama kadın onun sözlerini pek de önemsemiş görünmüyordu. Bakışları kısa bir an için tekrar kuyudan tarafa döndü ve anlamsızca; bunu biliyordum... Diye mırıldanıvermişti. İşte bu sözleri içinde ansızın bir umut ışığı yaratmıştı. Belli ki oda ona beslediği derin sevginin farkındaydı.
- Peki, beni neden reddettin Lleynia? Böyle olmak zorunda değildi. İkimiz de çok mutlu olabilirdik" dedi adam.
- Sen de mi öldün? Dedi kadın ona. Adam bu soruyu şaşkınlıkla karşıladı. Bu nasıl bir soruydu böyle? Elbette ölmemişti.
- Ben..? Hayır, ben ölmedim. Dedi bakışları kas katı kesilerek.
- O zaman burada ne işin var? Buraya sadece ölüler gelebilir. Sen ölmediysen buraya nasıl gelebildin?
Adam kadının sözleriyle beraber hayretler içinde kaldı ve onu şaşkınlıkla cevapladı.
- Ben... Ben buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Sanırım kayboldum. Ya da ben... Sadece bir hayal görüyor olmalıyım.
Tanrım, bu gerçekten bir hayal olabilirdi. Onu öldürdüğünü biliyordu. Ama o şu an önünde capcanlı bir şekilde duruyordu. Kadının sıcaklığını bile hissedebiliyordu.
- Buranın neresi olduğunu biliyor musun? diye sordu sonrasında kadına. Fakat sözlerinin ardından kadın ona korkuyla baktı ve bakışlarını ondan kaçırarak tekrar tuhaf bir şekilde kuyuya uzattı. Işık, gerçekten de delirmiş gibi duruyordu.
- Evet, bunu biliyorum... Dedi.
- Burası Ölüm yurdu ve buradan çıkış yoktur.
- Sen de ölmüş olmalısın Mergal... Kadın son sözünü söylerken yüzünde garip bir tedirginlik vardı ve sözleri de hüzünlü bir şekilde çıkmıştı ağzından. Adam kısa bir sessizliğe bürünürken kadının içinde şuan büyük bir korku ve endişe belirdiğini hissetmişti.
- Ölmek istemiyorum Mergal!
- Beni o kadar sevmişken nasıl öldürebildin! Neden yaptın bunu? Aniden çıkan bu çaresiz, hüzünlü sözlerine şimdi de hıçkırıklar karışmıştı. Adam o an kadını avutmak istedi ve yavaşça yanına yaklaştı.
- Bunun için çok üzgünüm Lleynia. Sen... Sen ölmedin ama... Hala yaşıyorsun. Yavaşça elini sevdiği kadına uzattı. Kadın onu reddetmedi. Şimdi kadının ellerinden tutuyordu. Tanrım, onu gerçekten hissedebiliyordu. Tamamen canlıydı. "Ardından seni buradan çıkaracağım" dedi kadına. Kadın ona gözlerinden süzülen yaşlarla baktı.
- Bunu yapabilir misin gerçekten? Beni buradan kurtarabilir misin? Son sözleriyle beraber kadının yüzünde kocaman bir heyecan kırıntısı belirmişti. Tıpkı küçük bir çocuğun ki kadar masum ve umutla bakıyordu ona. Fakat içindeki o korkuyu hala hissedebiliyordu. Gözleri nasıl da yorgun görünüyordu.
Adam o an kadına sarılmak istedi. Onu korkularından kurtarmak ve onu bir an önce buradan alıp gitmek istiyordu. Fakat tam o sırada başladı o dehşet anı ve kadının boğazı yoktan bir hançerle yırtıldı. Boğazından kanlar fışkırıyordu şimdi. Elleriyle onu tutmaya çalıştı ama bunu başaramadı ve kadının cansız bedeni süzülürcesine toprağa düştü. O ise bunu dehşet dolu gözlerle izledi.
Hayııır!!! Diye bağırdı ümitsizce. Sesi köyün içinde yankılanmıştı. Çaresizce ve aslında cevap bulmayacağını bilen bir haykırışla. Sonrasında ise çığlığı yavaş yavaş içine akmaya başlayan bir öfkeyi biriktirerek son buldu. Adam ümitsizce kadının cansız bedenine diz çökerken bakışları buz gibi sevdiği kadının cansız bedenine dikildi ve gözlerinden aniden birkaç yaş süzüldü.
Tanrım, bunu bir daha yaşayamazdı. Onu bir daha kaybedemezdi. Bu nasıl bir işkenceydi böyle? Bir kâbus görüyor olduğunu düşündü. Ama neden uyanmamıştı hala? Nasıl bir kâbustu bu? İçindeki acı ve nefret o an hat safhaya ulaştı.
Yoksa yaratıcı onunla oyun mu oynuyordu? Bu neden olmuştu? Yaratıcı onu kabul etmeyecekse neden izin vermişti onu bu kadar çok sevmesine? ''İçine düştüğü bu dayanılmaz durumu sorgularcasına öfkeyle ve çaresizlikle düşündü ve ardından kadının cansız bedenine ümitsizce kapattı gözlerini.
Evet, beklediği o sonsuz karanlık oradaydı. Ama içindeki acıyı artık hiçbir şey dindiremezdi. Bununla yaşayamazdı ve geriye tek bir yol kalıyordu. Ölümü de hayatı gibi anlamsız olacaktı. Ama o acıyla kapattığı gözlerini açtığında her şey gitmişti. Hala yerde çökmüş vaziyette duruyordu. Fakat Lleynia'nın cansız bedeni yoktu. Kendini yine o garip ağaçlığın altında bulmuştu. Adam, önünde duran küçük tabureyi fark etti. Hemen önünde duruyordu. Altında durduğu ağaçtan da bir halat indirilmişti.
Ah! İşte... İstediği şey tam da önünde duruyordu. Bu acıya şimdi hemen burada son verebilirdi. Sonra kendini zorlayarak ayağa kalktı. Fakat tam o sırada adam bir müzik sesi duydu ve dikkati aniden dağılıverdi. Ses çok yakınından geliyordu ve o kadar tatlı, o kadar hoştu ki onu tam da yüreğinden yakalamıştı. Sanki ruhuna işliyordu her şey.
Bu nasıl mümkün olabilir? Diye düşündü. Her tonda ayrı bir his vardı. Ardından ses yavaş, yavaş hızlanmaya başladı ve yüreği de aynı anda müziğe ayak uydurdu. Öyle ki dakikalar sonra kalbi o kadar hızlı atmaya başlamıştı ki, sanki yerinden fırlayacak gibiydi. Ama bitmesini istemiyordu. Tonlar iç içe geçmiş ve dakikalar sonra bütün acılarını silip süpürmüştü. Kendini gerçekten de çok mutlu hissediyordu. Hem de şimdiye kadar hiç hissetmediği kadar mutlu... Ama müzik bir an için nedense aniden yavaşlamaya başlamış ve bir anda yok olmuştu. Bu gerçektende büyük bir hüsrandı onun için. Öyle ki, sesin kaybolmasıyla aynı anda büyük bir hayal kırıklığına uğradı ve aynı sesi bir kez daha duyma arzusuyla kavruldu. Sonra da şaşkınlıkla etrafına bakınmaya başladı. Müziğin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu.
Bulmuştu da!
İşte tam oradaydı. Hemen arkasında ki ağaçlıkların dibinde duruyordu. Adamın yüzünü göremiyordu. Elinde bir flüt ve kafasında da garip bir şapka vardı. Sanki derin bir uykuya dalmış gibi görünüyordu. Ama bu görüntü bir anda yok oluverdi. Adam aniden hareket ederek ayağa doğruldu. Üzerinde eskimsi bir pantolon ve aynı renkte tuhaf, koyu bir ceket vardı. Ancak çeketinin kollarında dolanan gümüş renkteki çizgilere bakılırsa adamın modası çoktan tarih öncesinden kalmış gibiydi. Sonra adam onun varlığını fark ederek yüzünü onun bulunduğu tarafa çevirdi. Hayret vericiydi gerçekten adamın yüzü neredeyse tamamen gergindi ve cam gibi keskin bir canlılıkla parlıyordu. Belli ki talihsiz bir kazaya uğramış. Diye düşündü. Çünkü açık bir şekilde yüzü tamamen yanmıştı. Ayrıca bir gözü neredeyse bembeyazdı. Ama o beyazlığın içindeki minik, derin siyahlığı bu mesafeden bile görmek mümkündü. Küçük bir irkilme yaşadı. Adamın gözleri üstündeydi ve onu inceliyordu. Sonra elindeki flüt ya da her neyse onu parmakları arasında çevirerek bir anda yok etti. Arka cebine atmış olduğunu düşündü. Ya da belki de ön cebine... Bunu tam olarak kavrayamadı. Şimdi yavaşça yanına doğru gelmeye başlamıştı.
Müziğin etkisi kaybolduktan sonra adam bakışlarını bir an için az önce taburenin olduğu yere çevirdi. Ama orada hiçbir şey yoktu. Ağaçtan sallandırılan ipte görünürden kaybolmuştu. Küçük bir afallama yaşadı. Işık, gerçekten tam olarak neredeydi? Lleynia'nın dediği gibi ölmüş olabilir miydi? Buraya sadece ölülerin gelebileceğini söylemişti ona.
Yok, hayır! Ölmüş olamazdı. Bunu hatırlamıyordu bile... Bir kâbus olmalıydı. Öyle olmak zorundaydı.
Ya da ölmüş olmayı mı dilemeliydi? Az önce ölmeyi düşleyen kendisi değil miydi?
Tanrım, ne saçmalıyordu böyle, ne düşüneceğini bile bilmiyordu. Adam yaşadıklarına o an hiçbir anlam veremedi ve çaresizce kendini zorlayarak bir şeyler düşünmeye çalıştı. Lleynia ile ilgili düşünceler... Fakat düşünceleri onu dinlemiyor gibiydi. Ondan saklanıyor ve sanki boşluğa kaymak istermişcesine canla çırpınıyordu. Ardından sevdiği kadına ait bir şeyler ararken kafasının içinde bir yerlerde köşeye sıkışmış gibi oldu. Aynı anda her şey bir kez daha yavaş yavaş boşluğa doğru uçuşmaya başladı ve saniyeler sonra zihnindeki çoğu şey daha önce olduğu gibi tekrar kayıp gitti. Her şey tamamen bittiğinde ise adam şaşkınlıkla etrafına bakındı. Zihninde bir tek ona doğru gelen adamın çaldığı mistik müzik vardı.
Fakat az önce bir şeyler düşünüyordu. Bundan emindi. Kafasını kurcalarken onu bir an yakalayacak gibi oldu. Ama bunu başaramadı ve ardından bakışlarını korkuyla ona yaklaşan adama çevirdi.
- Merhaba Mergal... En sonunda karşılaşabildik!
Adam karşısındakine şaşkınlıkla baktı. Ürkütücü yüzünde anlaşılmadık, karanlık bir zafer havası vardı. Küçük bir sessizlik oldu ama adam sonrasında tekrar onunla konuşmaya devam etti.
- Bu anı ne kadar zamandır beklediğimi tahmin edemezsin. Kafan şu an çok karışık bunu biliyorum... Ama yine de şunu söylemeliyim ki; hikayen gerçekten çok dokunaklı. Fakat bilmeni isterim ki yapacağın savaş seni bu acılardan kurtaracak! Bundan emin olabilirsin...
Tanrım, bu adam da neyin nesiydi ve adını nereden biliyordu? Daha önce gördüğünden emin olamadı. Yok, hayır! Bu adamı daha önce hiç görmemişti. Hem görmüş olsa bile böyle bir yüzü unutması kesinlikle imkansızdı.
- Ne savaşı? Neden bahsediyorsun? Adam ona bir adım daha yaklaştı ve yüzünde aniden karanlık bir gülümseme belirdi.
- Yaşadıklarından bahsediyorum Mergal Ghoan. Hissettiklerinden, acılarından ve yaşayacaklarından! Seni bu durumdan kurtarabilirim, kaybettiğin her şeyi sana tekrar geri verebilirim. Mergal Ghoan, adamın ses tonuyla tüylerinin diken, diken olduğunu hissetti ve onda yarattığı bu hisle beraber bakışları buz gibi adama dikiliverdi...
- Ne saçmalıyorsun sen? Hangi durumdan kurtaracaksın be... Sözleri daha bitmeden yarım kalırken kayıp anıları ansızın delice zihnine yığılmaya başladı ve onları görebileceği en berrak şekilde gün yüzüne çıkardı. Ayrıca adamın yüzündeki çirkin gülümsemesi de o sırada daha karanlık bir havaya bürünmüştü.
- Burada her şeyi sana yüzlerce defa gösterebilirim Mergal Ghoan... Aynı düşünceyi aynı duyguları sana defalarca yaşatabilirim. Çünkü burası ölülerin dünyası ve sen buraya oldukça yabancısın. O an adama bir şeyler söylemeye çalıştı ama kafasındaki imgeler onu büyük bir şiddetle sarstı ve buna izin vermedi.
Buraya gelmeden önceki anı hatırladı. Alfarganh'taydı. Lleynia'yı gördüğü ilk yer. Ama hayatının belki de en güzel anılarından biri olan o an sadece silik bir anıdan ibaretti. Sonra karanlık bir deliğe çekildi ve buraya ilk geldiği zamanı- ağaçlığın dışına çıktığı anı hatırladı. Daha sonra da köye gidişini, sanki bir şey onu zorluyor gibiydi. Ona karşı çıkamamıştı. İmgeler bir anda yer değişti. Şimdi de köyün içindeydi. Etrafta kimseler yoktu. Gerçekten tuhaf bir köydü. Sonra her şey aniden başlayıverdi. Köyün içinde dururken damağında başlayan o dayanılmaz susuzluk ve kuyuya gidişi... Sefil bir çaresizliği bürünmüştü sanki. Başında durduğu kuyu tamamıyla kurumuştu. Daha sonra o adamı gördü. Kızıl kabzalı bir hançeri vardı. İmgeler hızla zihninde sıralandı. Şimdi bir evin kapısında duruyordu. Kapıyı çalıyordu ama açan kimse yoktu. Aniden boş evin salonu canlandı ve hemen yer değişti. Şimdi de duvardaki tablolara dikilmişti gözleri. Ne kadar da özel tablolardı. Tablodaki yaratığı merakla inceliyordu. Karşısında duran adamın elindeki flüt ya da her ne ise onu bu tabloda görebiliyordu. Sonra diğer tabloya kaydı gözleri. Yüzler ne kadar da canlıydı. Bir yandan da insanı ürküten soğuk bir yanı vardı. Sonra kara kaplı bir kitap gözünde belirdiği gibi aniden kayboldu. Evin içindeki odaları ve sonra mutfağı incelemişti. Daha sonra kendini bir anda salonun ortasında dururken buldu. Dalgın, dalgın etrafına bakınmaya başlamıştı. Bu evde onu huzursuz eden bir şeyler vardı. Bunu hissedebilmişti ve kendini zorlayarak dışarı atmıştı. Şimdi boş köyün sokaklarına bakıyordu. Susuzluk bir anda var olmuş ve hatırladığı o korkunç gerçekle bir anda şok olmuştu. Tanrım, bu gerçekten nasıl mümkün olabilirdi? Duyguların, düşüncelerin ve susuzluğun bir anda kaybolup gitmesi... Bu gerçekten çılgıncaydı. Susuzluk şimdi boğazını kavuruyordu. Tam o sırada kuyunun başında duran kişiyi gördü. Ona doğru yaklaştı, bir kadındı. İmgeler hızla yer değişti. Kadın şimdi ona doğru dönmüştü. Aynı anda susuzluk da yok olmuştu. Yüzündeki şaşkınlık, kadına bakışları ve onunla konuştuğu anlar... Ona söylediği her şey kafasında yankılanmıştı. Her imge hızla gözlerinin önünden geçerken, kadına uzattı ellerini. Ona o kadar yakındı ki, ellerini tutmuş ve onu hissetmişti. Tanrım, ne kadar da muhteşem bir andı. Kadının gözyaşlarını dindirmek ve onu alıp gitmek istiyordu. ''Ama her şey tam o sırada olmuştu.'' Kadının boğazı yoktan bir hançerle yırtılmış ve kendini bir anda kadının cansız bedenine kapanırken bulmuştu. Gözlerinden şimdi yaşlar süzülüyor ve haykırışları köyün içinde yankılanıyordu. Daha sonra kendini yine burada buldu. ''Son olarak gözlerinde bir tabure ve ağaçtan sallandırılan bir ipin imgesi belirmiş ve aniden yok oluvermişti.''
Mergal Ghoan, şaşkınlıkla karşısındaki adama baktı. Yüzünde sakin ama karanlık bir hava vardı.
- Ben, ben nerdeyim? Öldüm mü?" Bütün bunlar birer oyun mu? Art arda gelen sorular. Tanrım, yoksa gerçekten çıldırıyor muydu? Bakışlarını bu sefer dikkatle ona acırcasına bakan adama dikti.
- Sen... Sen kimsin?" Ağzından çıkan her söz adamın yüzünde anlam veremediği ve kesinlikle hiç hoşlanmadığı alaylı bir eğlenti yaratmıştı.
- Ah! Benim kim olduğumu mu soruyorsun? Adam küçük bir kahkaha attı ve ardından onu hayrete düşüren sözlerine başladı.
- Öncelikle ben anlaşmayı yapacağın kişiyim. Adam etrafında küçük voltalar atmaya başladı. Bu çok uzun zaman önce vaat edilmişti bize... Çünkü sen de benim gibi eski bir kehanetin parçasısın Mergal Ghoan. Belki geleceğini bilmiyorsun ama senin geleceğin geçmişinin bir parçası. Gergin yüzü şimdi eskisine oranla daha da dikkat kesilmişti ona.
- Tabi bu sözlerim sana anlamsız gelebilir ama bilmeni isterim ki senin hakkında sandığından çok daha fazla şey biliyorum. Çünkü kehanetler seninle bir anlaşma yapacağımızı söylüyordu ve bütün bunlar için ne kadar zamandır beklediğimi tahmin bile edemezsin. Ama kehanette yazanın önüne hiçbir şey geçemez. Zaman geldi ve iki ölü bir kralın hikayesi artık başlayacak!
- Bu hikayeyi bilir misin? Adam, karşısındakine hayretle baktı ve başını anlamsızca iki yana salladı.
- Hayır mı?
- Ah! Bunu bilmediğini biliyorum. Bu çok eski bir hikayedir. Fakat senin adın bu hikaye de yüz yıllarca anlatıldı. Evet! Söylediklerim doğru Mergal Ghoan, senin adın doğmadan çok uzun zaman önce efsaneleşti. Buna sevinmelisin. Çünkü anlaşmayı kabul ettiğin takdirde senin için hala bir şans var!" Gülümsedi ve sözlerine tekrar devam etti.
- Ama ilk sorduğun sorunun yanıtını istiyorsan sana ismimi söyleyebilirim. Adım; Trithon Bliss. Bu Efendimin bana lutfettiği bir isim. Korkutucu yüzü şimdi delice ona bakıyordu. Tanrım, gözleri bile ne kadar da ürkütücüydü. Ama ne var ki adamın sözleri tamamen saçmalıktan ibaretti. Deli olduğunu düşündü. Bu yüzden ona ne söylemesi gerektiği bir an için onu düşündürmüştü. Fakat ardından onun delice sözlerine uyarak "Ne anlaşması?" diye sordu ve adam onu hemen cevapladı.
- Sevdiğin kadını almana karşılık bir anlaşma yapabiliriz seninle. Ancak sana bundan bahsetmeden önce bilmeni istediğim şey; seni buraya ben getirdim. Bunu sadece kısa bir yolculuk olarak görebilirsin. Ya da kısa bir rüyada olduğunu düşünebilirsin." Buranın adı; Ulai Saddah. Ama çoğu ceset buraya; "Ölüm Yurdu" diyor. Aslında güzel bir isim. En azından kulağa hoş geliyor. Sözlerinin ardından adam delice bir kahkaha daha attı.
- İşin doğrusu anlaşmadan önce sevdiğin kadını bir kez daha görmeni istedim. Ama daha sonra onun yaşadıklarını tatmanın daha eğlenceli olabileceğini düşündüm. Adam delice bakan bakışlarını onunkilere dikti. Bundan gerçekten çok keyif alıyor gibiydi. Sözlerini sakinlikle ama acımasızca söyleyen gölge çalgıcısı ise Kral'ı dikkatle inceledi. Meraklı gözlerle dinliyordu onu.
- Hadi söyle bana... Onu tekrar geri almak istiyor musun?
Mergal Ghoan, hayretli bakışlarını yere indirdi ve kısa bir an sessiz kaldı. Bu adam da neyin nesiydi böyle? Hem sevdiği kadını ona nasıl geri verebilirdi ki? O ölmüştü. Onu kendi elleriyle öldürmüştü. Yaşadığı her şey tam bir saçmalıktı. Ama... Ama söylediği gibi Lleynia'yı bir kez daha görmüştü. Tamamıyla canlı... Onu hissetmişti, ona dokunmuştu ve ölümünü izlemişti. Tıpkı onun yaptığı gibi yoktan bir hançerle kesilmişti boğazı. Tanrım içindeki acı ne kadar da büyüktü, buna nasıl dayanacaktı?
-Ama o öldü!
- Onu kendi ellerimle öldürdüm... Bunu hüzünlü bir şekilde söylemişti. ''Tanrım, ölüler geri gelmez.'' Bu çok saçma!
Ya da... Olabilir miydi? Adam neden böyle bir şey iddia etsin ki?
- Onu bana geri verebilir misin gerçekten?" Eğer... Eğer böyle bir şey mümkünse istediğin her şeyi yapmaya hazırım... Her şeyi! Sözlerinin ardından adamın dudakları tiksintiyle kıvrıldı.
- Güzel! Bunu söyleyeceğini biliyordum. Onun için her şeyi yapmaya hazırsın. Tıpkı benim gibi... Çünkü bende başkası için her şeyi yapmaya hazırdım ama onu benim ellerimden haince aldılar." Adam bakışlarını şimdi boşluğa dikmişti. Mergal Ghoan, ona merakla baktı. Adam sevdiği bir kadından bahsediyordu sanki ve tuhaf bir şekilde hüzünlenmişti. Ancak bu sessizliği uzun sürmedi.
- Tabi bunun konumuzla hiç bir ilgisi yok! Bakışları şimdi tekrar ona döndü. Sana söylediklerimi yapabileceğimden emin olabilirsin Mergal Ghoan. Hatta bunu ispatlamak için senin hizmetine bir ölü vereceğim."
Bahsettiğim kişi; yani Maihsar Pagah. Oldukça kadim bir adamdır. Onun hakkında bilmeni istediğim bir şey var ki, şu an bulunduğun devirde yaşayan en iyi savaş ustasını bile hiç zorlanmadan öldürebilecek bir yeteneğe sahiptir. Sana hizmet etmekten şeref duyacaktır. Ondan dilediğin gibi yararlanabilirsin. Hatta daha da inandırıcı olmak için sana bir ölü daha vereceğim. Ama bunun için ölecek olanı beklemek zorundayız. Çünkü iki ölü bir kralın hikayesi böyle hükmedilmiştir."
Mergal Ghoan, karşısındaki adamı dikkatle dinliyordu. Ama ne var ki onun söyledikleri ona hala bir deli saçmasından öteye gitmiyordu. Fakat yine de buna inanmak istiyordu. Kadının köyde ona söyledikleri aniden kafasında yankılandı. Onu neden öldürdüğünü soruyordu ve ölmek istemediğini söylüyordu. Tanrım, ses ne kadar da canlıydı. İçi bir anda buz kesti.
- Bunun için üzgünüm Lleynia... Adam mırıldanarak kafasındaki sese cevap verdi ve bakışlarını adama uzattı.
- Benden istediğin şey nedir? Her ne kadar adamın bir deli olduğunu düşünse de, bu adamda çok farklı bir şey vardı ve doğru söylediğine dair içinde çok güçlü bir his doğuvermişti. Ama bunun neyden kaynaklandığını çözemedi.
Sözlerinin ardından adamın dudakları memnun olmuşçasına kıvrılarak gergin yanaklarını kırıştırdı.
- O zaman senden istediklerimden bahsetme zamanı geldi.
Senden istediklerim; efendime vaat edilmiş bir şey! Zamanı geldiğinde kesin olacak olan ve olmaması mümkün olmayan bir kehanet. Tıpkı diğer yedi kehanet gibi..."
"Senden Üç Kralı öldürmeni ve Ainfallgar'ı ele geçirmeni istiyorum."
Mergal Ghoan, adamın bu istedikleri karşısında şaşkınlıkla kaldı. Adamın garip bir ruh hali vardı ve konuşması insanı gerçekten ürkütüyordu. Ayrıca istekleri de en az onun kadar garipti. Ama yine de söylediklerini yapacaksa bunu kabul etmeye hemen hazırdı. Kandah ve Ainfallgar arasında uzun süredir bir barış hakimdi. Aralarında sürekli ticaret yapıyorlardı. Ainfallgara yoktan bir şekilde savaş açamazdı ama bu hiç önemli değildi. Başkası için bir sebep sunmasına gerek yoktu. Onu geri almak için her şeyi yapardı.
Lleynia'nın düşüncesi o an zihninde tamamen yer edinirken, tuhaf bir şekilde sesi de bir kez daha kafasında yankılandı ve ona bu sefer yalvarırcasına ölmek istemediğini söyledi. Ses gerçekten de çok canlıydı. Öyle ki onu buradan kurtarma ve hatasını telafi etme düşüncesi ansızın bütün düşüncelerini kavrayıvermişti. Sonra ses solarak tekrar kayboldu ve beraberinde vücuduna tüyler ürperten o soğuğu yaydı. Kendinin buz tutmuş bir nehre dalmış gibi hissediyordu. Ama bu sefer kafasındaki sese hiçbir yanıt vermedi.
Evet... Ainfallgar'ı ele geçirebilirdi. Peki ya Üç Kral neyin nesiydi? Mergal Ghoan, ona dikilmiş olan korkunç gözlere bakarak, adama; Üç Kral derken neyi kastettiğini sordu. Ardından adam onu hemen cevapladı.
- Duhhan Kralı , Alchoron Kralı ve Ainfallgar Kralı. Bu üçünü öldürmeni istiyorum. Ayrıca onlara yakın olan, zengin Lord'lardan birkaçını halletmen gerekecek. Bunları yaptığın takdir de anlaşmayı yerine getirmiş olacaksın. İşte o zaman sevdiğin kadını geri alabileceksin."
- Tabi bunun için anlaşmayı kabul etmen gerekiyor.
Mergal Ghoan, kısa bir an bakışlarını boşluğa dikti. İçinde söylediklerinin doğru olduğuna dair o garip his şimdi daha da kuvvetlenmiş ve kalbi adamın isteklerini kabul etmek için canla atmaya başlamıştı. Peki, ama bu adam bütün bunlardan ne çıkar sağlayacaktı ve bahsettiği efendisi kim oluyordu? Aslında bunu tahmin edebileceğini düşündü. Fakat düşüncesi bile oldukça korkunçtu.
Üç kral ve ele geçirilecek bir şehir. Tanrım... Bu düşünce gerçekten saçmaydı. Ama kaybedeceği ne vardı ki? İşte bunun cevabı koca bir hiçti.
- İsteklerini kabul ediyorum... Sözlerinin ardından adam ona eğlentiyle gülümseyerek baktı. Her ne kadar korkunç görünse de, yine de bir gülümsemeydi.
- Güzel... Çok güzel...
- Yalnız anlamanı istediğim bir diğer şeyde; bütün bunlar için biraz beklemek zorunda kalacaksın ve bunun için benden emir bekleyeceksin. Her şey zamanında olmalı ve bunun için de zamanı beklemek zorundayız."
Mergal Ghoan, adamın ona emir veriyormuşçasına konuşmasından hoşlanmamıştı. Fakat o buna takılmayarak adama bunun için beklemeye gerek olmadığını ve dediklerini hemen yerine getirebileceğini söyledi. Bütün bunlar çok zamanını alacaktı. Daha fazla bekleyemezdi. Onu bir an önce buradan kurtarmalıydı.
- Hayır! Şimdi değil... Adam bir anda öfkeyle doldu.
- Dediğim gibi zamanı geldiğinde yapacaksın. "Onu almak için acele ediyorsun ama bunun için biraz sabretmen gerekecek."
- Beni anlıyor musun... ?
Mergal Ghoan, elinde olmayarak adama korkuyla baktı. Sözleri onu keskin bir bıçak gibi kesiyordu. O an ona karşı gelmeye cesaret edemedi. Yok, hayır! Sevdiği kadını alacaksa ona karşı gelemezdi.
- Peki ama ne kadar zamandan bahsediyorsun? Dediklerini ne zaman yapmam gerekecek?
- Zamanını bilmiyorum... Diye yanıtladı sakinlikle adam onu. Bir yıl, belki de iki... Ya da daha fazlası! Bu şimdilik belirsiz... Ama olması gereken zaman uzak değil! Bunu biliyorum."
Senden şimdilik zamanı geldiğinde bütün bunlar için hazır olmanı istiyorum. Öncelikle zengin Lordları öldürmelisin. Etraf iyice karışacak ve daha sonra da Kral'ların işini bitireceksin. Bunları yaptığında her şehirde kaos hüküm sürecek ve bütün her yeri saracak. Tıpkı kara bir bulut gibi. Beni anlıyormusun!" Son cümlesi kesinlikle bir soru değildi. Bir emirdi. Bu yüzden onu hemen başıyla onayladı. Ardından adam onu takdir edercesine süzdü.
- Bunu sen başaracaksın Mergal Ghoan. Maihsar Pagah ve diğeri sana Lordlar ve krallar konusun da yardımcı olacaktır. Bütün bu ölümler gerçekleştikten sona ise; Ainfallgarı ele geçireceksin." Adamın ona yönelttiği bu sözleri bir sahibin hizmetkarına sarf ettiği emirlerden tamamen farksızdı.
- Sen bir Kral'sın Mergal Ghoan! Hem de her ihtişama sahip olan, büyük bir Kral! Ama öte yandan da, aslında her şeyini yitirmiş olan birisin... Ancak her şeye rağmen yine de senin ihtişamın bütün bunları gölgede bırakacak. Bunu biliyorum... Çünkü sen kaybettiğin için savaşacaksın... Zaferine ulaşabilmek için!" Sözleri bu sefer sanki onu övüyor ve kaba bir destanı anlatıyor gibiydi. Ama yine de ses tonunda hala insanı huzursuz eden, karanlık bir tını vardı.
- Bir zafer en çok bu kadar ihtişamlı olur ve bu zafer de en çok senin gibi bir Kral'a yakışır... Adam sanki süzülürcesine hemen dibine geldi ve ona aniden elini uzattı. Mergal Ghoan, bir an tereddütte kalır gibi oldu. Adamın bakışları büyük bir aç gözlülükle üzerine dikmişti. Ama yine de o uzattığı ele uzanarak sıktı. Adamın yüzünde o an büyük bir gülümseme belirdi ve Mergal Ghoan aynı anda küçük bir acıyla irkildi. Bileği yoktan bir bıçakla kesilmiş ve yere kan akmıştı. Aynı şekilde elini tuttuğu adamın bileğinden de kanlar akıyordu. Yine de O, bu küçük kesikten pek de rahatsız olmuş görünmeyerek adamın elini tutmaya devam etti. Sonra adam sözlerine başladı.
- Ben Trithon Bliss. Efendimin lütfuyla; bu adamın söylediklerimi yapması karşılığında sevdiği kadını ona geri vermeyi kabul ediyorum..."
Tanrım bu kadar mıydı? Adam sözlerini noktalarken, bakışlarını şimdi beklentiyle ona dikmişti. Bakışları gerçekten karşılıksız bırakılamayacak kadar itaatkardı. O yüzden aklına gelen en iyi sözcükleri seçerek ona hemen yanıt verdi.
- Ben Mergal Ghoan. Kandah Kralı! Bu adamın sevdiğim kadını geri vermesine karşılık söylediği her şeyi yapmaya hazırım ve anlaşmayı kabul ediyorum..." Yemininin ardından elini tuttuğu kişi bakışlarını zaferle ona dikerek elini bıraktı. Şimdi ki gülümsemesi ise her zamankinden de daha korkunçtu.
Evet! "Kral'la anlaşma yapıldı.'' Sözünden dönene ölüm her zaman hükümdür..! Son sözlerinin ardından adam aniden buharlaşarak görünürden kayboldu ve geriye sadece havada süzülen sis parçacıklarıyla beraber, son bulmayı bekleyen bir hikayenin cap canlı anısını bıraktı.