Kayıt Ol

Söz

Çevrimdışı Beyaz Gölge

  • **
  • 56
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Söz
« : 12 Haziran 2011, 17:29:31 »
Söz


Kapıyı açtım. Sıcak yaz rüzgârının yüzüme çarpışını hissettim. İçim daralıyordu. Yaşadığım bütün her şey gözümün önünden geçti. Her şey. Ama en çok başarısızlıklarım ve yıkılışlarım vardı. Hatalarla doluydu hayatım. Pişmanlıklar ve hatalar…

Rüzgârın saflığı, sıcaklığı bu sefer hatalarımı akıtamıyordu. Verdiğim sözler kulaklarımda çınladı. Sonuna kadar… Öyle demiştik. O gece çatıdayken aynen öyle demiştik. Birbirimizi koruyacaktık. Ama şimdi burada değildi o. Ve beni kesinlikle koruyamazdı. Çünkü ben, hata yapmıştım.

Açık kapıya döndüm ve ellerimi kapının iki yanından tuttum. Bu yolu biliyordum. Uzun bir yoldu. Bir sonraki durağa daha çok vardı. Gözlerimi kapattım ve dinledim. Gelen sesleri duymuyordum. Rüzgârın şefkati bir anda yok olmuştu sanki. Ensemden omuzlarıma inen buz gibi ter, yazın kavurucu sıcaklığını unutturmuştu.  Sadece kulaklarımı biraz sonra öbür raydan geçecek trene odaklamıştım. Biliyordum, gelecekti. Bunu hissedebiliyordum.

Karşı raydaki titreşimi, bana yaptığı çağrıyı duyabiliyordum. Biraz sonra diyordu. Atlayacaksın. Söz verdin. Tutamadın bari bunu yap diyordu. İki tren de karşı karşıya geçecek, ikisi de son süratte olacak. Atla ve kurtul…

Nerden gelen, nasıl gelen bir sesti bilmiyorum ama o an onu dinlemek geldi içimden. Kapalı gözlerimin eşliğinde rüzgârı kucaklamak için kapıyı tuttuğum ellerimi bıraktım…

Ama…
   

***Cenk***

   
   “Söz veriyorum,” diye fısıldadı Kübra kulağıma. Ölene kadar birbirimizi koruyacağımıza ve sonuna kadar beraber olacağımıza söz vermişti. Ben de vermiştim aynı sözü. Çünkü öyle olmasını istiyordum. Sonuna kadar onun yeşil gözlerinde kaybolmak, şairane sözlerine hapsolmak istiyordum. Hayatımı onunla sürdürmek istiyordum.

   “Tamam, verdim sözü. Hadi yemeğe inelim, bizi burada yakalarlarsa ikimizi de yakarlar.” dedi telaşla ayağa kalkmaya çalışarak. “Hadi Cenk,” diye diretti. Ben biraz daha oturmak istiyordum ama haklıydı da, bizi burada yakalamamalılardı.

   “Kalktım, tamam.” Yurdun çatısının kenarından kalktım ve biraz önce batışına şahit olduğumuz günün, akşama dönüşümüne bir kez daha bakıp Kübra’yı izlemeye koyuldum.

   Düz çatıda kısa ama seri adımlarla yürüyordu. Birkaç adımda ona yetiştim ve elini tuttum.

   “Aşağıya iniyoruz, yapma!” dedi telaşla. Bunu hep söylüyordu. Ve kendisinin yakalanmasından mı, yoksa benim yakalanmamadan mı korktuğunu merak ediyordum hep. Gerçi, hala merak ediyorum ya neyse.

   Merdivenlerden beraber inerken ben birden tuvalete girdim. O da direk yemekhaneye inmesi gerektiğini biliyordu. Hande’nin yanına oturacaktı. Çünkü böylece benim onun yanına oturmam dikkat çekmezdi.

   Tuvalette biraz oyalanıp ben de yemekhaneye indim. Hande’nin yanındaydı. Yemeğimi aldım ve Hande’nin yanındaki boş sandalyeye oturdum. Kübra tam karşımdaydı.

   “Siz ikiniz yine bir şeyler karıştırdınız ama hadi bakalım,” dedi benim küçük, sevimli kardeşim.

   “Karıştırdıysak ne olmuş abisi?” diye şakayla karışık cevap verdim.

   “Sen tamam da bak kızın başını derde sokacaksın, ona yanıyorum.”

   Tam ben cevabı verecekken Kübra girdi araya. “Merak etme Handeciğim, ben başımın çaresine bakabilirim.” Cümlesini bitirdikten sonra türlüdeki iki üç et parçasından birisini ağzına attı ve Hande’ye göz kırptı. Kızlar arasında kalıp, onların dilinden anlamamaktan nefret ediyordum. Kendilerine has, galiba doğuştan gelen haberleşme sistemleri oluyor genelde. Tuhaf hareketlerle, duruşlarla anlaşıyorlardı. Ya da en azından benim çevremdeki kızlar öyle haberleşiyorlardı.

   “Neyse boş ver sen onu da, birisi sordu mu bizi, sen onu söyle.” Bir yandan yemeğimi yiyor, diğer andan Kübra ile gün batımını seyrederkenki kayboluşumuzda neler olduğunu öğrenmeye çalışıyordum.

   Pek ciddi bir cevap beklemeden sormuştum soruyu ama Hande’nin bir anda yüzü değişmişti. Lokmasını yuttu ve ardından ufak bir yudum su içti. Sonra yavaşça öne eğilip fısıldadı. “Aslında Yarasa Kübra’yı sordu.”

   Fısıldamıştı, yani pek sesli değildi ve bana doğru eğilmişti ama Kübra nasıl olmuşsa duymuştu işte. “Beni mi? Yarasa? Bu saatte? Neden?”

   “Sorularını teker teker sorabilir misin? Henüz sizin kapasitenizde değilim,” dedi benim sitemli kardeşim. Zaten aramızdaki dört yıllık yaş farkını hep söz konusu yapardı. Aslında takıntısı vardı.

   “Tek soru, neden?” diye düzeltti Kübra.

   “Bilmiyorum,” dedi Hande basitçe. Umursamaz gibi görünüyordu. Yemeğini yemeye devam etti. Benim bir türlü sevemediğim o kabakları oldukça iştahlı yiyor gibi görünüyordu.

   “Sormadın mı?” dedi bu defa kısa ve net bir şekilde Kübra.

   “Sordum. Hatta ne diyecekseniz söyleyin, ben iletirim, iki yan odamda kalıyor dedim.”

   “Ama” dedi Kübra cümlenin devamı olduğunu anlayarak.

   “ Ama söylenecek bir şey değil, dedi. Ben de ne demek istediğini tam anlayamadım. Uygunuz olur, o yüzden söylenecek bir şey değil cinsinden mi, yoksa söylenecek bir şey değil, gösterilecek bir şey cinsinden mi, bilmiyorum. Sence?”

   Kübra’nın bakışları bir anda bizim arkamızda hareketli bir şeye kilitlendi. “Bence ikincisi,” dedi tek seferde. Az önceki canlılığından eser kalmamıştı bir anda.

   Sonra arkamı döndüm ve neden bu kadar emin bir şekilde konuştuğunu anladım. Yurt müdiremiz, yani namı-diyar Yarasa, yanında bir genç çiftle geliyordu. İkisinin de parmağında alyans vardı. Evlilerdi. Ve muhtemelen yirmili yaşların sonlarında gibilerdi.

   “Ahh, buradasın Kübracığım. Bak seni kimlerle tanıştıracağım.” dedi sevecen bir ses tonuyla. Ama bu bana hiç de sevecen gelmemişti. Çünkü içimden bir ses, az önceki gün batımının, Kübra ve benim için de bir batış olduğunu söylüyordu. Verdiğimiz sözlerin de Yarasa tarafından ısırılmış hayvandan farkı kalmamıştı sanki. Güçsüz ve etkisizdiler…


   Yemeğin geri kalanı sükûnet içinde geçti. Hande de ben de ağzımızı açmadık. Çünkü ikimiz de neler olduğunu gayet net bir şekilde biliyorduk. İki hasta insan, çocukları olmadığı için gelip evlatlık edinmek istemişlerdi. Hayallerindeki çocuğu tasvir etmişler ve Yarasa da Kübra’yı önermişti.

   İşin kötüsü ben de gayet iyi biliyordum ki herkes Kübra’yı sevebilirdi. Bu onun elinde değildi, sevecen ve cana yakındı. Zaten beni ona hayran bırakan en önemli özelliklerden birisi de buydu.

   O gece muhtemelen Kübra ile Hande konuşmuşlardı. Ancak erkekler yatakhanesine haberler sabahtan önce gelmezdi. Her ne kadar yurt içi haberleşme oldukça iyi olsa da, geceleri yatakhaneler arası sistem kesinlikle dururdu. Çünkü Yarasa, yarasalığını yapardı. Uyumaz, kanını emecek birilerini arardı.

   Uyumak istedim. Belki unuturum, rüyamda yine Kübra’yı görebilirim, onun yeşil gözlerinde, koyu sarı saçlarında kaybolabilirim diye düşündüm. Ancak gözlerimi on saniyeden uzun süre kapalı tutamadım bile. Neden olmuştu ki? Sadece bir yıl vardı. Yurttan ayrılabilmemiz için yeterli yaşa gelmemize bir yıl kalmıştı. Yaşımız tamam olduğunda ayrılıp bir üniversite yurduna yerleşecektik. Okulumuzu bitirip ikimiz de iş sahibi olunca da evlenecektik. Hande’de hep yanımızda olacaktı. Hem belki de onun bir erkek arkadaş bulmasına bile izin verebilirdim. Sonuçta o, o zamanlarda üniversiteli olurdu. Bizim düğünle beraber güzel bir nişan… Her şey güzel olabilirdi. Ama artık olamayacaktı. Çünkü Yarasa, hayallerimin kanını emip, onları yok etmişti!

   Uykusuz geçen gecenin ardından bir çift mor gözle ufak bir umutla yemekhaneye koştum. Oradaydılar. Kübra ile Hande yine dün akşamki masada oturmuş yüzlerinde belirgin bir hüzünle kahvaltılarını yapıyorlardı. Normalde dikkat çekmemek için yemek alıp yanlarına giderdim ama şuan umurumda değildi.

   Koşar adım Kübra’nın yanına gittim.

   “Benimle bahçeye gelir misin, konuşmamız lazım.” dedim tek çırpıda. İtiraz etmeden ayağa kalktı. Hande de oturduğu yerden kalkmaya yeltendi ancak ufak bir el hareketiyle oturttum onu. Sessiz ol diye bağırdım gözlerimle.

   “Seni dinliyorum Cenk,” dedi bitkin bir sesle. Bahçeye çıkmış, binanın yanındaki ufak parka doğru yürüyorduk.

   “Dün akşam ne oldu?”

   “Biliyorsun işte. Bayan Şükran’a göre her şey mükemmel gitti. O iki salağa göre de mükemmeldi. Beceremedim işte, yapamadım. Sevimsiz, huysuz olmayı başaramadım. Ne kadar ters cevap versem de sevdiler beni, istediler. Lanet olsun ki kötü birisi değilim!” Son cümlelerinde çıkan kelimelerine gözyaşları da eşlik etmeye başlamıştı. Ona bakamıyordum ancak hissedebiliyordum.

   “Ne demek başaramadın? Anlaşmamızı, sözlerimizi unuttun mu? Biz ne olacağız? Ya hayallerimiz?” İçimden bir ses yapma diye haykırıyordu. Kız zaten üzgün, bir de sen üzme diyordu bana. Ama öfkem öylesine büyümüştü ki, gidip Yarasaya bir şey diyemememin hırsını Kübra’dan çıkartıyordum. Kendime engel olamıyordum. Bağırıyordum.

   “Denedim Cenk!” O da bağırmaya başlamıştı. Ama gözlerinde hala yaş olmalıydı. “Başaramadım tamam mı? Sözlerimizi de unutmadım, seni ve hayallerimizi nasıl unutabilirim?”

   “Unutmadıysan neden gidiyorsun? Bana da geldiler. Son bir ayda iki aile geldi. İkisini de şutladım! Sen neden yapamadın bu fedakârlığı? Neden yapmadın? Ya da neden yaptın bunu bize. Her şeyi, geleceği, geçmişi, hayalleri, sözleri hepsini bir kenara attın.”

   “Bunu ben istemedim. Denedim diyorum. Sen sevimsiz olabiliyorsun ama ben olamıyorum. Adımı sorduklarında bile ters cevaplar verdim. Doğru düzgün hiçbir şey öğrenmediler bile benim hakkımda. Ama sanki çoktan karar vermiş gibiydiler, değiştiremedim.”

   “Ya da değiştirmek istemedin.”

   “Ne demek istiyorsun Cenk?” dedi bir anda dururken. O an ben de durdum ve bu sabahtan beri ilk defa yüzüne baktım. Gözlerinin çevresindeki morluk aynı bendeki gibiydi. O da sabaha kadar uyumamıştı anlaşılan. O an söylediğim şeyden vazgeçtim.

   “Boş ver. Ne önemi var ki,” Soru gibi gözükse de bir soru sormamıştım. Ama bir cevap verdi.

   “Çok önemi var!” dedi sertçe. Narin tenindeki kızgınlığı belli eden mimikleri o kadar net okuyabiliyordum ki, kararsızlığın ve hüznün arasına saklanmıştı.

   “Ben,” dedim bocalayarak. Ama gardımı düşürmeyecektim. “Ben tahminimi söylüyorum. Belki de onları sevdin ve onlarla gitmek istedin. Belki de şuan oyun oynuyorsun. Büyük lüks bir evleri, arabaları seni kolejlerde okutacak paraları vardır belki de. Bunlara satmışsındır belki de hayallerini. Sonuçta benimle olacak geleceğinde zengin olmak yok. Mütevazılık var. Mütevazılık sana az gelmiş olmalı.”

   Hiçbir şey demedi. Tek bir hareketi vardı; sert ve duygu dolu bir tokat. Sağ eliyle öylesine vurmuştu ki bana, bütün vücudum sarsılmıştı. Kafatasımın içinde beynim ağır dalgalara maruz kalmış gibi olmuştu. Tokadın şokundan daha çıkamamıştım ki “Elveda,” dedi ve gitti. Hızla gidiyordu. Ve şuan biraz öncekine göre daha çok ağlıyordu.

   Öfkenin yanındaki o sesi artık daha net duyabiliyordum. Çünkü öfkem, o tokatla yerle bir olmuştu. Her hangi birinden yediğimde öfkemi canlandıracak bir tokat, bu sefer öfkeyi cansızlaştırmıştı. O sesi dinlemek istedim. Ama bu sefer de başka bir ses bağırıyordu. Pişmanlık. Söylediklerim kulaklarımda çınlamaya başladı. Kübra’nın gidişini izlerken elim yanağımda dizlerimin üzerine çöktüm. Gözlerimi bir kez kırptım ve ağladığımı fark ettim.

   Bunu da yaptın dedim kendi kendime. Bunu da yaptın Cenk. Onu, kendine düşman ettin. Var olan bütün ihtimalleri yerle bir ettin.

 Toprağa oturdum ve kafamı ellerimin arasına alarak ağlamaya devam ettim. Ne yapmıştım az önce ben? Planladığım tek geleceği kendi dilimle eritmiştim…

“Lütfen Hande, söyle ona, lütfen.”

Bahçede ne kadar öylece oturduğumu hatırlamıyordum. Ama kendime geldiğimde karnımın guruldadığını güneşin tepede olduğunu fark etmiştim. Hemen gidip Kübra’yı bulmaya çalıştım. Ancak bulabildiğim Hande’den fazlası değildi.

“Kıza ne dediysen çok üzmüşsün. Dün gece bile böylesine ağlamıyordu. Çünkü dün gözünde umut vardı. Ne dedin? Ne dedin de bütün umutlarını yok ettin?”

Umut mu? Ahh, ne yapmıştım ben. “Salaklık yaptım. Tam bir geri zekâlı gibi davrandım. Hay dilimi eşek arısı soksaydı da demeseydim o kelimeleri. Lütfen gidip de, ben gidemiyorum, söyle ona. Onu seviyorum. Gitmesi bir şeyi değiştirmez. Biz birbirimizi tekrar bulabiliriz. Lütfen söyle, lütfen.”

“Ahh ağbi, ahh!”

“Hadi canım kardeşim benim.” Bu kelimelere karşı gelemezdi hiçbir zaman. Biliyordum ve bunu kullanıyordum.
Cevap vermeden ayağa kalktı ve kızlar yatakhanesine doğru yürümeye başladı. İlk başta oturup beklemeyi düşündüm ancak sadece beş saniye oturabildim. Kalktım ve volta atmaya başladım. Bir oraya bir buraya, dön dolaş.

Ne kadar döndüğümü bilmiyordum. Kaç dakika geçtiğini de. Hande umutsuz bakışlarla kızlar yatakhanesine çıkan merdivenlerden iniyordu. Konuşmasına gerek yoktu, Kübra’nın ne dediği gözlerinden anlaşılıyordu.
Aklıma ilk gelen şeyi yaptım. Koşup merdivenleri tırmandım. Hande arkamdan “Ağbi!” diye bağırıyordu sanki. Duymuyordum hiçbir şeyi. Ayakkabıların çıkartıldığı sınır noktasından da içeri daldım. Aklımda sayılar dolaşıyordu. Yüz yirmi dört, yüz yirmi beş, yüz yirmi altı… Kübra yüz otuz dörtte kalıyor olmalıydı. Öyle hatırlıyordum.

Önüme çıkan kızları ve onların tepkilerini görmezden gelerek yüz otuz dördü aradım. İşte oradaydı. Gidip kapıyı açmaya çalıştım. Kilitliydi.

“Kübra, lütfen aç kapıyı. Lütfen aç şu kapıyı. Özür dilerim. Kendimde değildim, ne dediğimi bilmiyordum.” Kızlar hızla etrafıma toplanmıştı. Fark ediyordum. Kübra ile aramızda neler olduğu dazlak gibi ortaya çıkmıştı, önemsemiyordum. Aklımda olan tek şey Kübra’nın beni affetmesiydi.

“Defol git buradan Cenk! Sesini duymak istemiyorum!” Ağladığı sesinden belli oluyordu. Buna rağmen avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Onu hiç böyle görmemiştim. Aslında şuan onu görmüyordum da.

“Özür dilerim, lütfen. Affet beni. Kendimde bile değildim. Ne dediğimi bilmiyordum. Hayallerimizi unutmamıza gerek yok. Yine yapabiliriz, hepsini. Her birini teker teker gerçekleştirebiliriz.”

“Sana dair tek hatırlayacağım şey verdiğim söz ve sabahki halin olacak. Sözü de verdiğim sözleri tuttuğumdan dolayı hatırlayacağım. Yoksa sadece bir nefret ve pişmanlık simgesisin benim için!”

“Ama…” demeye kalmadan arkadan bir ses duydum.

“Cenk!” diye bağırdı Yarasa. Etrafımdaki kızlar Kızıldeniz gibi bir yarık oluşturdu Yarasa için. “Ne arıyorsun burada?”

“Ben, şey…” diyebildim etrafımdaki kızların kıkırdayan bakışları altında.

“Derhal odama!” diye bağırdı.

Dönüp kapıya baktım. Her şeyim o odada duruyordu. Geleceğim, aşkım, hayallerim, hayatım…

“Odama dedim!” diye bağırdı bir kez daha ben kapıya bakarken. Sessizce boynumu öne eğdim ve onu izlemeye başladım.

Odasından içeri girdikten sonra içimi bir ürperti kapladı. Buraya genelde bir aile evlatlık olarak beni görmek isteyince gelirdim. Onun dışında, sadece annem ve babam kardeşimle ben okuldayken evde çıkan yangında ölüp, bütün akrabalarımız bizi kapı dışı edince gelmiştim. Yani kardeşimle gelmiştik. Çünkü gidecek başka yerimiz kalmayınca devlet bizi buraya yönlendirmişti.

“Neden kızlar yatakhanesindeydin? Ve neden Kübra’nın kapısının önündeydin?”

Cevap vermedim. Aslında cevap da oldukça barizdi. Sadece laf olsun diye soruyordu muhtemelen. Sessizliğim en büyük cevaptı şuan için.

“Sizin ne işler çevirdiğinizi bilmediğimi mi sanıyorsun?” dedi tehditkâr bir sesle. Şaşkın bir halde aniden dönüp ona baktım. “Emin ol bu yurt benim himayemdeyse, her şeyi bilirim. Ben yıllarca boşuna mı müdire oldum? Sizin ve diğer bütün herkesin neler çevirdiğinizi biliyorum. Hiç merak etmedin mi son üç aydır neden sana devamlı bakmaya geldiklerini? Çünkü seni buradan ayırmak istiyordum. Ama her seferinde bir bahana buluyordun. Bak ne diyeceğim, sen oyuncu ol. Emin ol başarılısın.

Ama Kübra hiç başarılı değil. Bana gelen ilk kız arayışında aklıma direk o geldi. Renkli gözlü olsun. Çok küçük olmasın dediler. Tamam dedim. Ve uyardım da, senden bahsettim. Kızın nasıl davranabileceğinden bahsettim. Bu yüzden ne yaptıysa da onları etkileyemedi. Sonuç olarak o gidiyor.”

Söylediklerim aklıma nüfuz etti. …Belki de onları sevdin ve onlarla gitmek istedin… Bunlara sattın belki de hayallerini… Yanlış cümlelerdi bunlar. Hiç biri de doğru değildi. Denemişti, beğenilmemeyi denemişti.
“Neden yapıyorsun bunu?” diyebildim sadece sessizce.

“Çünkü burası aşk yuvası değil. Ne halt edecekseniz gidin benim bölgemin ve sorumluluğumun dışında yapın. Burası benim krallığım. Zaten ikinizi de gönderiyorum. Rahatlayacağım, ohh.” Konforlu koltuğunda geriye doğru yaslandı ve pis pis sırıttı.

“Beni nereye gönderiyorsun?” Bir anda şaşırmış ve oldukça endişelenmiştim. O anda bile beynim yanlış duymuş ol diye feryat figan bağırıyordu.

“Aslında hiçbir yere gönderemiyordum. Başka yere tayin edilmeni istedim merkezden ancak resmi bir suç işlemedikçe yapamayacaklarını söylediler. Ve emin ol, bir yurt dolusu kızın önünde kızlar yatakhanesine girip birisinin kapısına dayanmak resmi bir suç.”

“Kardeşim burada, onu bırakamam. Lütfen efendim, yapmayın. Bunu bildirmeyin.” Kübra’nın yanında bir de Hande vardı. Onu da bırakmayacağına dair söz vermiştim. Ağbi kardeş beraber büyüyecektik. Şimdi gidemezdim.

“Üzgünüm, az önce bardağı taşırdın. Gidiyorsun.”

“O zaman onu da benimle gönderin. Benimle gelsin. Bari başka yerde olalım. Ya da bırakın ben de burada kalayım. Söz veriyorum kurallara uyacağım. En örnek kişi olacağım.” Bütün gardlarımı indirmiştim. Kardeşimden ayrılamazdım.

“Güle güle Cenk. Benim gücüme asla erişemezsin. Yanlış yaptın. Bu yüzden hem Kübra’nın hem de Hande’nin hayatını mahvettin. Suçunu kabullenmelisin. Ve hazırlanmalısın. Görüşürüz.” Sadece gülümsüyordu. Ama dememe fırsat bırakmadan beni odadan çıkarttı.

Ne yapmıştım ben?


***Kübra***


Hava güzeldi. İlikleri ısıtan güneşin altındaki kısa çimlerin kokusunu alabiliyordum. Esen sıcak rüzgârın saflığı sanki hatalarımı alıp götürüyor, temiz ve el değmemiş bir hayat bırakıyordu sanki bana. Uzun ufuklar boyunca uzanan denizin tuzlu kokusu, kayalıklara çarpan kısa dalgaların hışırtıları gerçekten çok hoştu. Ama dalgalardan kafamı soluma çevirince bütün keyfim kaçmıştı.

Hep böyle bir ortamda yanımda Cenk’i hayal etmiştim. Ama olmamıştı. Şuan yanımda yaklaşık dört yıldır yanında kaldığım aile vardı. Kerim ve Zeynep Tok çifti…

Yurttaki o günden sonra Cenk’i bir daha görmedim. Aklımda hep o son görüntüsü vardı. Tokadı yemiş, şaşkın ve pişman birisi…

Hande ile de sadece toparlanırken filan görüşmüştü. Yurttaki diğer bütün kızlar ona sevgilerini iletse de, hoşça kal dese de, gözlerinin içindekiler okunuyordu. Öğrenmişti hepsi. Hepsi Cenk ile kendisinin neler yaptığını öğrenmişti. Aslında yanlış bir şey yapmamışlardı. Akıllarından bile geçmemişti. Sadece masum ve çocuksu hayaller…

Aklım yine o bahçeye gitti. Çoğu gece rüyamda gördüğüm o sahnede dolaşmaya başladım yine. Cenk’i görüyordum. Ardından bir şılap sesi duyuyordum. Olayları uzaktan izlesem de ben ona bir tokat atıyordum. Acı verici, iç parçalayıcı ve yerinde bir tokat. Bazen pişman gibi hissediyordum tokadı attığım için. Ama bazen de ben haklıydım diyordum. Benim de bir gururum vardı sonuçta; söylediği onca lafa göz yumamazdım. Ama sinirliydi ve kendinde değildi…

İşte yine oldu. Karıştım. Kafam allak bullak oldu. İş, içinden çıkılmaz bir hal aldı. Bu yüzden son birkaç aydır düşünmemeye çalışıyorum. Belki de sadece o gün o kilitli kapıyı açmadığım için tamamen unutmaya mahkûm olduğum Cenk’i unutmayı deniyordum.

“Eve dönelim mi?” dedi Zeynep sevecen bir şekilde. Bu yaz gününde sahilde yürümeyi onlar istemişti. Neden geri dönmek için bana soruyorlardı ki?

“Siz bilirsiniz,” dedim aynı tonda. Fark etmezdi. Evde de, burada da sessizdim. Pek arkadaşım yoktu. Zaten nedense Zeynep’le Kerim de pek arkadaş edinmem yandaşı değildi. Benim de işime geliyordu açıkçası. 

Cenk’le beraberken hayal ettiğimiz üniversite de benim için hayal olmuştu. Son sınıftaki o ani değişim beni allak bullak etmişti. Aslında yine İstanbul’da sayılırdım. Tuzla. Ama önemli olan mekan değil, ortam değişimiydi. Hayallerimdeki beyaz atlı prensin sadece atının beyaz, geri kalanının siyah olduğunu görmüştüm, arkadaşlarımın olduğu bir yerden, kimseyi tanımadığım bir yere düşmüştüm, dışa açıkken, içe kapanık olmuştum. Her şeyim değişmişti.

Ben de sadece bu kadar normal kalabilmiştim.

“Hadi eve o zaman,” dedi Kerim.

Evde Zeynep ile Kerim’in oğlu bekliyordu bizi. O dışarı çıkmak yerine evde arkadaşlarıyla kalmayı seçmişti. Kendini beğenmiş, anne ve babasıyla alakası olmayan bir tipti. Onu hiç sevmezdim. O da bana pek düşkün değildi hani. Arkadaşlarıyla eve doluşur, sabaha kadar bilgisayar ya da playstation oynarlardı. Ben de kendi odamda sessizce oturur, müzik dinler ya da kitap okurdum.

Arabaya atlayıp eve gittik. Giderken Zeynep canının lahmacun çektiğini söyledi. Dört aylık hamileydi. Biraz da onun için yürüyüşe çıkmıştık.

Eve varır varmaz evin küçük beyi Murat’ı ve onun en aşağı kendisinden iki yaş büyük arkadaşlarını görmezden gelip odama geçtim. Kulaklıklarımı takıp yatağıma uzandım. Beş altı dakika sonra Zeynep içeri girip bana iki lahmacun getirdi. Birisini aldım ve zorla yedim. Temiz hava iştah açması gerekirken benim iştahımı kesmişti.

Lahmacun bittikten sonra yatağıma geri döndüm ve günün geri kalanını müzik eşliğinde düşünerek geçirdim. Hayatımdaki durağanlığın farkındaydım. Geleceğim diye bir şey yoktu. Bir şeyler yapmalıydım.

Müziğin sesi gittikçe uzaklaştı ve uykuya daldım. Yine o rüya dönüp duruyordu. Şılap! Sonra kapıyı açmayışım ve söylediklerim… Verdiğimiz sözler ve beraberce izlediğimiz son gün batışı…


***Cenk***


   Kafamı kaldırıp bir kez daha nefes aldım ve yüzümü ine suya gömdüm. Saniyeler gittikçe ilerliyordu. Sağıma soluma bakmak için içimden gelen arzuyu zorla bastırıyordum.

   Bir kulaç, bir kulaç daha, bir kulaç daha derken ellerim mavi mermere vurdu bir anda. Kafamı kaldırdım ve alkışları duydum. İlk başta en büyük rakibim olarak gördüğüm yarışmacıya döndüm. Ben o tarafa bakar bakmaz, o ellerini ancak koymuştu mermere. Aramızda yaklaşık 5 saniye filan fark vardı muhtemelen.

O değilse benim dedim kendi kendime. Tribünleri izleyerek diğer yarışmacılara baktım. Artı herkes çıkmıştı ve alkışların odağını görebiliyordum. O odağın ben olmasını çok isterdim. Hayatımda bir kere olsun bir şeyde başarılı olabilmeyi çok isterdim. Ama ben değildim. Kendime rakip olarak bile görmediğim bir çocuk olmuştu birinci. Bana da ikincilik kalmıştı.

Kurulanmak için Mert’in yanına doğru gittim. Hemen bana havluyu uzattı.

“Süperdin kanka,” dedi neşeli bir sesle. Hep böyleydi. Onu tanıdığım şu iki buçuk yıl içinde hep gülüyordu.
“Süper olsaydım alkışlar bana gelirdi kanka,” dedim ben de sitemkâr ama bir o kadar da esprili bir şekilde.
Yeni hayat felsefem buydu. Üzüntü yok, neşe var. Dört yıldır, yani yaşım tutup da Yarasanın beni gönderdiği Ankara’daki yeni yurdumdan ayrıldığımdan beri bu felsefeyi uyguluyordum. Hatalarımla kaybettiğim hayatımı geri kazanacaktım. Kardeşim ve beni affetmeyi bekleyen bir sözlüm vardı.

“Sen de yani. Lan ben girsem sonuncu bile olamam be bu yarışta. İkincilik kötü mü be?”

“Oğlum, bu ufak çaplı bir yarışma. Bir de bunun büyüğünü düşünsene. Hiç şansım olmaz.”

“Takma kafana. İlk yarışman bu, illa ki yükseleceksin. Görüyorum bunu sende.” Hafifçe eliyle omzuma vurdu. Destekler cinsten bir vuruştu bu. Haklıydı, ilk yarışmamdı ve ilk yarışmadan bu başarı yüksek bir şeydi.

“Hadi gidelim,” dedim soyunma odasına yönelerek. Büyük bir yarışma olsa ikincilik açıklanması, ödülü filan olurdu ama ufak bir şeydi. Sadece birinciyle ilgileniliyordu.

“Arkandayım,” dedi Mert emre itaat eden bir asker edasıyla.

Hiçbir şey demeden ilerledim. Duşa gidip sıcak bir duş aldım. Be burada yüzüyordum ama dışarıda oldukça soğuk, yaklaşık yedi derecelik bir hava vardı.

Sıcak su bedenime değdikçe rahatlıyordum. Sanki yaptığım kötülüklerin üzerimden aktığını hissediyordum. Ama öyle olmadığını da biliyordum.

Ben yurttan ayrıldıktan bir yıl sonra Hande’nin evlatlık verildiği haberini almıştım. İstanbul’a yakın bir yere, Kocaeli’ne gitmişti. Aile hakkında pek bilgi vermemişlerdi, yasaktı. Sadece Hande kardeşim olduğu için onun bilgileri verilmişti. O zamanlar ben de üniversiteye hazırlanıyordum. Fikirlerimi, bakış açımı ve hayallerimin bir kısmını değiştirmiştim.

Ara sıra Hande’den haber geliyordu ama hiç onunda doğrudan konuşamıyordum. Sadece buradaki yurttan gidip bilgi alabiliyordum. Yani Kocaeli’ne gitsem, kardeşimi hayatta bulamazdım. İşte yeni hayallerimden birisi de buydu. Kardeşimi de yanıma alıp, mutlu bir şekilde yaşamak. Tabi ki yanımızda Kübra da olacaktı.

Onu hatırlayınca elim yine yanağıma gitti. Onu en son gördüğüm an oydu. Çünkü Yarasa öylesine hızlı davranmıştı ki, toparlanıp gitmeden önce Hande’ye zor veda etmiştim.

Hande’de çok ağlamıştı. Oldukça çok. Onun sesi de hala kulaklarımdaydı. Sıcak suyu kapattım ve kurulanıp, giyinip çıktım. Mert orada beni bekliyordu.

Yüzünü görünce adımlarımı yavaşlattım. Şuan, buradan çıkıp bir şeyler yemeğe gideceğimiz için yüzünün gülmesi lazımdı. Ancak tek bir mutluluk emaresi yoktu suratında. Şaşkın, endişeli, korkmuş ve üzgün görünüyordu.

“Neyin var oğlum?” dedim onu görünce kaçan keyfimi, yerinde göstermeye çalışarak.

Bir şey demeden önce cep telefonumu bana uzattı ve gözlerini benden kaçırdı. “Birisi aradı,” dedi sessizce.

“Çatlatma lan insanı, kim aradı söyle.” Şaka yapıyormuş gibi görünsem de içimde fırtınalar kopuyordu. Ne olmuştu? Bir kötü haber daha mı? Kaldıramazdım bunu. Her şey yoluna girmeye başlamışken bir kötü haberi kaldıramazdım.

“Ankara yetiştirme yurdunun müdürü aradı,” dedi yine sessizce. Devamını getirmek istiyor ama getiremiyordu sanki.

Yurt müdürü mü? Neden aramış olabilirdi ki? Daha önce hiç aramamıştı. Numarası da zaten sadece orada kaldığı ve kardeşinden haber geldiğinde ona bildirilebilsin diye vardı. Yoksa Hande’den haber mi vardı?

“Söylesene oğlum!” dedim sertçe. Artık sabrım kalmamıştı.

“Kardeşin…” dedi usulca. “Ölmüş.”


***Kübra***


   Yine kulaklık kulağımda uyuya kalmıştım. Anı rüya tekrar edip dururken Cenk’in son kez lütfen diyişi kulaklarımda müzikten yüksek bir sesle yankılanarak uyandım. Hava kararmıştı. Saate baktığımda gece yarısını çoktan geçtiğini fark ettim.

Guruldayan karnımın iniltilerini durdurabilmek için eşortmanlarımla mutfağa doğru gittim. Murat Bey ve çetesinin sesi yine duyuluyordu. Onarlın önünden geçmek istemiyordum, hep bana, beni yiyecekmiş gibi bakıyorlardı ancak aç da duramazdım. Zeynep ile Kerim baş başa yemeğe gidiyoruz diye gitmişlerdi. Ve saatlerdir yoklardı.

Salondan geçerken Murat ve arkadaşlarının televizyonda bir şeyler izlerken ellerinde votka şişeleri olduğunu gördüm. Sünger gibi içiyorlardı. Koku odayı sarmıştı ve bundan nefret ediyordum. Arkamdan yükselen fısıltılara dikkat etmeden mutfağa girdim ve dolabı açıp içine baktım. Pekmez ve tayin karışımını alıp ekmeklikten yarım ekmek aldım. Oldum olası bu tayinle pekmezi sevmiştim. Zaten evde de seven bir tek ben vardım. Bir de Zeynep son zamanlarda biraz yiyordu. Aşermek böyle bir şey olsa gerekti.

Ekmeğimin arasına bolca sürdüm ve ekmeği bir tabağa koyup bir bardak şeftali suyu aldım. İkisini de bir tepsiye koyup tekrar salondan geçerek odama geçtim. Kısa ama seri adımlarla ilerliyordum. Bu pisliklerin yanında gereğinden fazla kalmak istemiyordum. Zaten benim mutfakta olduğum zaman için birer sigara da yakmış olacaklar ki içerisi duman altı olmuştu.

Odama girdiğim gibi öksürmeye başladım. Ama fazla sürmedi. Tepsiyi çalışma masama koydum ve kulaklığımı takıp yemeğe başladım. Çok lezzetli… Kesinlikle şu tatsız hayatımın tek tadı buydu.

Ekmek bitince yatağıma geçip kitabımı biraz kurcaladım. Kulaklık hala kulağımdaydı çünkü içerdekilerin sesini duymak istemiyordum.

Kitap sıkıcıydı. Ve bir süre sonra uykumu getirmişti. Yavaşça gözlerimin kapandığını hissettiğimde kitabı bir kenara attım ve ışığı kapatıp kafamı yine yatağa gömdüm.

Yurttan ayrıldığımdan beri hayatım buydu. Tabi bu bir hayatsa. Aile gerçekten de Cenk’in tahmin ettiği gibi varlıklıydı. Ama Cenk tahmininin o kısmında doğru olmasına rağmen, tamamında haklı değildi. Ben istememiştim burayı. Hatta tokadı attığım andan itibaren geri dönmek ve ona sarılmak, kollarında ağlamak, onu ne kadar özleyeceğini haykırmak istemiştim. Fakat gurur, engel olmuştu.

Müzik yine yavaşça uzaklaştı ve uyuya kaldım.

Bilincim yerine geldiğinde kulaklıklardan tekinin çıktığını fark ettim. Gözlerimi açmadım çünkü odada bir hareketlilik vardı. Fısıldaşmalar duyuyordum.

“Sessiz ol oğlum,”

“Hadi çıkalım! Bakın uyanacak şimdi.”

“O uyanmasa da ben onu uyandırırım, sen merak etme.”

“Saçmalamayın, çıkalım gidelim,” Bu konuşan Murat’tı. Sesi oldukça tuhaf geliyordu, içkiliydi ama
diğerlerinden daha dinç ve aklı başında gibi geliyordu. Neyden bahsettiklerini anlayamadım. Dinlemeye devam ettim.

“Ben bu gece bu işi bırakmam. Oğlum yürüyüşü görmedin mi? Hele arkadan giderken bir baksan… Üvey abla he? Çok şanslı adamsın şerefsizim.”

“Şerefsizsin biliyorum hadi gidelim. Hamdi… Oğuz… Hadi lan!”

Bir şeyler anlamasan da bir süre sonra sağ bacağımda bir dokunuş hissettim. Yavaşça değdiği bölgeyi okşayan bir dokunuştu.

“Çekil lan, ben yapacağım.”

“Emin ol ikimize de yeter kanka,” dedi muzip bir ses. Sonra dokunuş daha yukarı çıkmaya başladı.

“Bakın son defa söylüyorum, çıkın kızın odasından. Annemle babam beni öldürür!”

“Sen demedin mi onların yarın akşamdan önce gelmeyeceğini. Onların keyfi yerindedir şimdi. Biraz da biz keyiflenelim.”

“Yeterince keyiflendin sen, çık şimdi odadan Oğuz!” Murat’ın sesindeki tehditkâr ve endişeli sesi hissedebiliyordum. El biraz daha yukarı çıkmıştı. Rahatsız olmaya başlamıştım ama uyuyor numarası yaptığımdan bir şey diyemiyordum.

“Kapa çeneni yoksa senin de canın yanar.”

“Kızın canını yakmayın,” dedi Murat ama biraz önce konuşan ve muhtemelen adı Oğuz olan çocuktan çok daha az ikna edici bir tonu vardı. Kesinlikle Murat’tan iki yaş filan büyüktü.

“Cidden süper olacak,” dedi aynı pis ses. Sonra elin hareketlerini hızlandığını ve daha da yukarı çıktığını hissettim. Durdurmazsam göğüslerime kadar çıkacaktı, izin veremezdim.

“Ne oluyor be?” diye bağırarak yatakta doğruldum. Kendimi geriye çektim ve karanlıktaki gözleri seçmeye çalıştım. İçerdeki odanın ışığı vuruyordu. Bu yüzden seçmek pek zor değildi.

“Bir şey olduğu yok gülüm, sadece canın sıkılmıştır diye eğlendirmeye geldik.” dedi o pis yılışık.

Ondan sonrası çok hızlı gelişti. Oğuz denen çocuk üstüme doğru gelirken diğeri de bana doğru yürümeye başladı. Murat diğer çocuğu durdurmaya çalıştı ama adı Hamdi olan çocuk eline geçirdiği bir şeyle Murat’a vurdu. Karanlıkta tam göremedim ne olduğunu ama anladığım kadarıyla tabak, Murat’ın kafasında kırılmıştı. Ve büyük ihtimalle Murat’ın kafası da kırılmıştı ki yere yığıldı.

İkisi hala bana doğru geliyorlardı. Korkuyordum ve kaçış yolu arıyordum. Zeynep ile Kerim yarın geceden evvel gelmeyecekti, Murat bayılmıştı ve etrafımda onların kafasına geçirecek bir şey yoktu.

Onlar yatağa çıkmış bana yaklaşıyor, ben kayarak kaçıyordum. Muhtemelen onlardan iki yaş filan büyüktüm ama ne fark ederdi ki benden daha yapılıydılar.

Onlar yaklaştıkça ben kaçtım. Ben kaçtıkça onlar daha hızlı yaklaştı. Elleri vücudumda dolaşmaya başladı. Kıyafetlerimle oynuyorlar, onları çıkartmaya, ellerini kıyafetlerimden içeri sokmaya çalışıyorlardı.

Düşünmeye fırsat yoktu. Elime çevirdiğim gece lambasını tüm gücümle çektim ve en yakındakinin kafasına vurdum. Duraksadı ama bir şey olmuş gibi değildi. Diğeri daha ileri gitmeyi deneyince tüm gücümle lambayı onun başına indirdim ve yatağa yığılışını gördüm.

Diğeri de oldukça şaşırmış bir vaziyette arkadaşına bakıyordu. Ama ben nasıl gözüküyorsam artık ona kafasını bana çevirince yine ellerini uzatmayı denedi. Bu sefer onun da kurtuluşu yoktu. Lambayı kafasına indirdim ve kendimi yataktan attım.

Ne yapmıştım ben?


***Cenk***


   Gitmişti… Hayallerimin yarısını oluşturan kardeşim, bu dünyadaki tek kan bağım olan insan, kardeşim, karındaşım, canım ölmüştü. Hem de kendini bilmez, para hırsıyla gözleri boyanmış bir çift geri zekâlı yüzünden.

Ölüm haberini alır almaz adresi bulup Kocaeli’ne gittim. Beynim dönmüştü. Mert beni yatıştırmaya çalışsa da nafileydi. Görebilmek uğruna hayatımı değiştirdiğim kardeşimin cesedini görmeye gidecektim.

Gittiğimde ilk başta hiç de iyi karşılanmadım. Çünkü kızın bir ağbisi olduğundan haberleri yoktu. Sonra benim Hande’nin ağbisi olduğumu öğrendiklerinde betleri benizleri atmıştı. Bir şeyden korkmuş gibiydiler. Neyden korktuklarını anlamadan orada gördüğüm ben yaşlarında bir gence sordum kardeşimin nasıl öldüğünü. Bir şey demedi.

Ona, buna, şuna hepsine sordum ama adam akıllı bir cevap alamadım. Sadece başın sağolsun diyorlardı.
Olsun, olsun da nasıl ölmüştü kardeşim. Daha on yedi yaşındaydı. Liseye giden, kendi halinde genç bir kızdı. Ölmesi için ne sebep olabilirdi ki?

En sonunda sinirlerime hâkim olamayıp bağıra çağıra sorunca birisi beni kenara çekip söyledi.

“İntihar etti,” dedi.

O andan sonrasına dair hatırladığım tek şey nasıl öğrendiğimi bilmediğim gerçeklerdi.

Hande’nin başlık parası adı adlında adeta satılışı, o yaşta evlendirilişi ve üstüne üstün hamile kalışı. Ardından kocasını onu döverken çocuğunu düşürmesi ve kendisini erkek kemeriyle asması…

Anlatılanlar üzerine birkaç yumruktan sonra kocasını buldum ve bütün hırsımla vurmaya başladım. Mert ve diğerleri beni sakinleştirmeye, oradan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.

Mert’ten ve diğerlerinden kurtulup ta buraya kadar geldim. Tren istasyonuna. Artık sinirim, gözyaşlarımla dışarı yansıyordu. Düşünceler ve başarısızlıklar kafamda dolaşıyordu.

Uzaklaşmak istiyordum buradan, gitmek, çok uzaklara gitmek istiyordum.

Kalkacak banliyö trenine bindim ve en arkaya yaslanarak yolu izlemeye başladım.

İçerisi oldukça sıcaktı. Düşünceler yoğun, sinirlerim gergindi. En fazla bir saat önce öğrendiklerim teker teker zihnimde dolaşıyordu. Hande’nin bir mal gibi satılışı, intiharı… Hepsi benim hatamdı. Hepsi o kendini bilmiş kelimelerimin hatasıydı. Böyle olmayabilirdi. O gün, Kübra’ya o kelimeleri söylememiş olsaydım böyle olmayabilirdi.

Kapıyı açtım. Sıcak yaz rüzgârının yüzüme çarpışını hissettim. İçim daralıyordu. Yaşadığım bütün her şey gözümün önünden geçti. Her şey. Ama en çok başarısızlıklarım ve yıkılışlarım vardı. Hatalarla doluydu hayatım. Pişmanlıklar ve hatalar…

Rüzgarın saflığı, sıcaklığı bu sefer hatalarımı akıtamıyordu. Verdiğim sözler kulaklarımda çınladı. Sonuna kadar… Öyle demiştik. O gece çatıdayken aynen öyle demiştik. Birbirimizi koruyacaktık. Ama şimdi burada değildi o. Ve beni kesinlikle koruyamazdı. Çünkü ben, hata yapmıştım.

Açık kapıya döndüm ve ellerimi kapının iki yanından tuttum. Bu yolu biliyordum. Uzun bir yoldu. Bir sonraki durağa daha çok vardı. Gözlerimi kapattım ve dinledim. Gelen sesleri duymuyordum. Rüzgârın şefkati bir anda yok olmuştu sanki. Ensemden omuzlarıma inen buz gibi ter, yazın kavurucu sıcaklığını unutturmuştu.  Sadece kulaklarımı biraz sonra öbür raydan geçecek trene odaklamıştım. Biliyordum, gelecekti. Bunu hissedebiliyordum.

Karşı raydaki titreşimi, bana yaptığı çağrıyı duyabiliyordum. Biraz sonra diyordu. Atlayacaksın. Söz verdin. Tutamadın bari bunu yap diyordu. İki tren de karşı karşıya geçecek, ikisi de son süratte olacak. Atla ve kurtul…

Nerden gelen, nasıl gelen bir sesti bilmiyorum ama o an onu dinlemek geldi içimden. Kapalı gözlerimin eşliğinde rüzgârı kucaklamak için kapıyı tuttuğum ellerimi bıraktım…

Ama…


***Kübra***


Ölmüşler miydi?

Dün gece yaşanan şeyden sonra banyoya gidip üzerime sıçradığını fark ettiğim kanları temizledim. Ne yapacağımı bilemez bir vaziyette evde dolaşıp durdum. Odama girip içerde neler olduğunu görmeye korkuyordum.

Öğlene doğru çıkıp aklıma ilk gelen yere, tren istasyonuna gittim. Neden yaptım bunu bilmiyordum. Ama içimden bir ses bunu yap diyordu. Kaç diyordu. Üç ölü var odanda, ikisi sana ait bir cinayet. Kesinlikle müebbet yersin. Kaç ve kurtul diyordu. Ama yanındaki bir ses de kurtuluşun pek fazla seçeneğinin olmadığını söylüyordu.

Sesi dinlemiştim ve şuan trendeydim. En arka vagonda, en arka kapının yanındaydım. Yaşadığım bütün her şey zihnimden geçiyordu. Bir an o akşama gittim. Güneşin ve bizim batışımızın akşamına. Cenk ile geçirdiğim son geceye. Onu doya doya izlediğim, elini tuttuğum son geceye. Şimdi o ele başka bir el değmişti. Tam değmemişti ama kan bulaşmıştı o ele. Bir zamanlar saflığın ve temizliğin simgesi sayılabilecek o eller, şimdi bir katilin eliydi.

O akşama yönelik en belirgin hatırladığım şey verdiğimiz sözlerdi. Sözümü tutamamıştım.
Kapıyı açtım. Sıcak yaz rüzgârının yüzüme çarpışını hissettim. İçim daralıyordu. Yaşadığım bütün her şey gözümün önünden geçti. Her şey. Ama en çok başarısızlıklarım ve yıkılışlarım vardı. Hatalarla doluydu hayatım. Pişmanlıklar ve hatalar…

Rüzgârın saflığı, sıcaklığı, bu sefer hatalarımı akıtamıyordu. Verdiğim sözler kulaklarımda çınladı. Sonuna kadar… Öyle demiştik. O gece çatıdayken aynen öyle demiştik. Birbirimizi koruyacaktık. Ama şimdi burada değildi o. Ve beni kesinlikle koruyamazdı. Çünkü ben, hata yapmıştım.

Açık kapıya döndüm ve ellerimi kapının iki yanından tuttum. Bu yolu biliyordum. Uzun bir yoldu. Bir sonraki durağa daha çok vardı. Gözlerimi kapattım ve dinledim. Gelen sesleri duymuyordum. Rüzgârın şefkati bir anda yok olmuştu sanki. Ensemden omuzlarıma inen buz gibi ter, yazın kavurucu sıcaklığını unutturmuştu. 
Sadece kulaklarımı biraz sonra öbür raydan geçecek trene odaklamıştım. Biliyordum, gelecekti. Bunu hissedebiliyordum.

Karşı raydaki titreşimi, bana yaptığı çağrıyı duyabiliyordum. Biraz sonra diyordu. Atlayacaksın. Söz verdin. Tutamadın bari bunu yap diyordu. İki tren de karşı karşıya geçecek, ikisi de son süratte olacak. Atla ve kurtul…

Nerden gelen, nasıl gelen bir sesti bilmiyorum ama o an onu dinlemek geldi içimden. Kapalı gözlerimin eşliğinde rüzgârı kucaklamak için kapıyı tuttuğum ellerimi bıraktım…

Ama…


***Cenk***


Ama bu sefer pişman değildim. Belki Cehennemlik olacaktım. Ama içimde verdiğim söz doğrultusunda hareket ettiğimi söyleyen bir ses vardı. Ve içimdeki bir ses, ilk defa bu kadar güçlüydü.

Sadece diğer trenin sesini duydum. Çarpma, parçalanma bu dünyadan göç… Hiç birini hissetmemiştim.


***Kübra***


Ama tren aniden fren yaptı ve ere yığıldım. Bunu da başaramamıştım.

İnsanlar ne olduğunu anlamak için hemen ayaklandılar. Bu ani fren beklenmedik bir anda gelmişti. Karşı raya baktım ve diğer trenin de durduğunu gördüm. Bir şey olmuştu.

Hemen sürü psikolojisiyle trenden inip insanları izlemeye başladım. Diğer trenle, bizim trenin birleşme noktasına doğru ilerliyorlardı. Neler olduğunu merak ediyordum. Yaklaştıkça fısıltılar artıyordu.

En sonunda yürüyüş bittiğinde büyük bir insan kalabalığıyla karşılaştım.

“Yazık, yazık, pek de gençmiş.”

“Acaba derdi neydi?”

“Kim bilir neler kurcalamıştır da o yüzden atlamıştır.”

Demek ki birisi benden önce davranmıştı. Büyük tesadüftü. Ve bana engel olmuştu. Bari biraz daha bekleseydi de ben de atlayabilseydim. Benim intiharımı engellemişti.

İçimden bir ses kalabalığı yarmamı ve beni dolaylı da olsa kurtaran kişiyi görmemi söylüyordu. Sesi dinledim ve kalabalığı yardım. Sonra onu gördüm. Çünkü ben verdiğim sözleri tutarım. dediğim çocuğu gördüm.
Büyümüştü. İyi görünüyordu. Ve öyle bir haldeydi ki, konuşamasa da çok şey anlatıyordu.

Anlattıklarını gözyaşlarımda dinledim. Bana yıldırım etkisi yapmışlardı. Adını söyleyip çığlık çığlığa bağırmamak için kendimi zor tutuyordum.

Ben de verdiğim sözü tutarım. dedi sanki son haliyle bana.
...Hayal Edebildiğin Kadarını Gerçekleştirebilirsin...

Çevrimdışı Beyaz Gölge

  • **
  • 56
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Söz
« Yanıtla #1 : 12 Haziran 2011, 17:31:50 »
Son ana kadar bir sır barındıran, biraz hüzünlü bir hikaye. . :) Yine biraz uzun galiba ama her bir kişi değişimini bir bölüm sayabilirsiniz isterseniz. Umarım beğenirsiniz. .
...Hayal Edebildiğin Kadarını Gerçekleştirebilirsin...

Çevrimdışı Fırtınakıran

  • *
  • 8351
  • Rom: 1
  • Unique Ravenclaw
    • Profili Görüntüle
Ynt: Söz
« Yanıtla #2 : 12 Haziran 2011, 21:04:32 »
Son ana kadar bir sır barındıran, biraz hüzünlü bir hikaye. . :) Yine biraz uzun galiba ama her bir kişi değişimini bir bölüm sayabilirsiniz isterseniz. Umarım beğenirsiniz. .

Ama bu yazdığınızı hikayenizin sonuna eklemeniz en doğrusu olacaktı. Çünkü sitede art arda atılan mesajlardan hoşnut değiliz. Hatta bunla ilgili bir kuralımız bile var.

Çevrimdışı

  • *
  • 5
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Söz
« Yanıtla #3 : 13 Haziran 2011, 00:28:21 »
Hikayeyi çok acıklı yapmışsın.Hep karakterlerin  başına kötü olaylar gelmiş.Doğrusu gerçek hayatta da başımızdan hep güzel olayların geçtiğini söyleyemeyiz.

Çevrimdışı Beyaz Gölge

  • **
  • 56
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Söz
« Yanıtla #4 : 14 Haziran 2011, 13:49:20 »
O kuralı bilmiyordum Fırtınakıran, pardon.

Hayatı yansıtmak daha güzel olur diye düşündüm. Acı, daha ilgi çekici olabiliyor. :) Yorumun için teşekkür ederim. .
...Hayal Edebildiğin Kadarını Gerçekleştirebilirsin...