Kayıt Ol

Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
« Yanıtla #15 : 08 Ocak 2011, 13:40:17 »


Sunay Akın'ın da dediği gibi, biz tarihini çok kolay satan bir milletiz. Evet çok doğru. Öyleyiz. Ne işimize yaracayak ki tarih dimi? Şu üç günlük dünyada tarihini araştırsan ne olur, araştırmasan ne olur. Satarsın elin yabancsına, hediye edersin kıyak için tarihini.
 Kemençeyi verdik Yunanlı kardeşlerimize, Mausoleum'u kapitülasyonlar döneminde neredeyse hediye paketlerine sararak hediye ettik İngiliz Düklerine, gözümüzün önünden adım adım yürütülmesine göz yumduk. Topkapı Sarayı'nın deposunda çürüyen eserlerden de haberiniz vardır.
Şimdi bir de şuna bakın;

Alıntı
TÜRKİYE'den yurtdışına kaçırılan eserler ve bulundukları ülkeler şunlar:

Almanya: 1- Boğazköy Sfenksi, 2- Bergama-Zeus Sunağı, 3-Aphrodisias-İhtiyar Balıkçı Heykeli, 4- Konya-Beyhekim Camii Mihrabı, 5- Hacı İbrahim Veli Türbesi, 6- Troya eserleri

Rusya: Troya eserleri.

Avusturya: Suben sınır kapısında ele geçirilen eserler.

ABD: 1- Herakles heykeli, 2- Kumluca eserleri.

Danimarka: Diyarbakır Müzesi Sfenks figürini; Akşehir Seydi Mahmut Hayrani Türbesi’ne ait sanduka; Cizre Ulu Camii kapı tokmağı.

İtalya: İtalya Interpolü’nce ele geçirilen yazıt.

Fransa: Lidya eserleri.

Çok hoş değil mi?

En acı olanı bizim tarihi eserlerimizi, bizim kültürümüzü yabancıların inceliyor, araştırıyor olması.
Bizse gördüğümüz tarihi eserin yanına gecekondu dikiyoruz. Türkiye 2010 kültür başkenti tanıtım reklamlarını mutlaka görmüş, izlemişsinizdir ( Zaten izlememiş olmanız da pek mümkün değil bu göze sokma politikasında). Haydarpaşa Garının arkasından havai fişekler atılan kısım en ironik ve beni acı acı güldürmüş olan kısımdır. Adamlar baştan niyetli yakmaya işte.

 Beni en çok üzen şeylerden biri de sabahları, Galata Kulesini onca binanın, çarpık kentleşme abidesinin arasında kaybolmuş görmek. Görünmüyor arkadaş. Yok olmuş neredeyse.

Şimdi size birkaç ilginç bilgi. O kadar kolay sattığımız, yıktığımız, yağmaladığımız tarihimiz nasıl da hayatın her yerinde.
 "Ula" ünlemi. Karadenizli arkadaşların en çok kullandığı kelimelerden biri. Ne anlama geliyor biliyor musunuz? Apollo aşkına demek. Ya "kıble" kelimesi. "Kıble" kökenini "Kıbele" yani Hititlerin bereket tanrıçasından alan bir kelime. Gördünüz mü? Bu kadar basit işte. Tarih her yerde.


Benim en naçizane fikirlerimden birisi de bu tarih katliamının az kitap okuyan ülkelerde gelişmiş olmasıdır. En basit kanıt Türkiye. 8 yıl süren araştırmalar yapılmış, ülkeler arası kitap okuma haritası çıkartılmış. Bayağı emek harcanan, üzerinde ter dökülen bir araştırma. Başında da bir Türk var. Harita'da gösterilen sonuç beni bende aldı.



*Açık maviden koyu renklere doğru kitap okuma alışkanlığı azalıyor. Ve ne tesadüftür ki biz simsiyahız. Tekrar altını çiziyorum. Bu araştırmanın başında bir Türk var.

Bir başka ilginç araştırma. Almanya'da sokaktaki insanları çevirip bir anket yapmışlar. O gün sokağa alışveriş yapmak için çıkmamış insanlara da "Eğer bugün alışveriş yapsaydınız, ne alırdınız?" diye sormuşlar. Almanya'da kitap 11. sırada. Türkiye'de de yapılmış bu araştırma. Kitap neredeyse en sonlarda. 11. sırada da ne var biliyor musunuz? Matkap var. Türk milletinin her evladı hayatında en az bir kez matkap almaya mecburdur o zaman. Boş verin canım kitabı mitabı. Matkabımız varken.

Millet okumuyorken neden tarihini önemsesin ki. Biz tarihi yalnız tarih kitaplarından öğrendik. 1.Ünite, 2. Ünite. Bir günde dünya buzul çağından çıkıyor, taş devri, tunç devri derken milat geliyor, bir sabah Rönesans, diğerinde 2. Dünya Savaşı. Tarih Türk milleti için budur. İşte biz tarihi okumadığımız tarih kitaplarından öğrendik.

Eğer uyanmazsak, bugünleri bir milat kabul edip ders almazsak bir gün Topkapı'yı bile alıverecekler altımızdan. İşte o zaman bir millet bile diyemeyeceğiz kendimize. Çünkü tarihi olmayan bir millet, var olmamış bir millettir.
Spoiler: Göster

Çevrimdışı Madam Vio

  • **
  • 376
  • Rom: 16
  • "Each thing I show you is a piece of my death."
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
« Yanıtla #16 : 08 Ocak 2011, 14:56:51 »
Bravo! Düşüncelerime ortaklık ettiğin ve böylesine eleştrel, nitelikli bir yapıt ortaya koyduğun için.
Modernizmi har vurup harman savurmak sanan 'çağdaş' insalarla dolu bu memlekette ne fena halde olduğumuzu gözler önüne serme cesaretini gösterdiğin için.

Hem de o kadar 'çağdaş' ki, kitap okumak lüks zevklere giriyor bu memlekette! Evet, kitaplara lüks vergi uygulayan birkaç ülkeden birisi burası! Ama öyle bir yetenek var ki bizde; okumadan, bilmeden yorum yapabilme yeteneği! Ne gerek kitaplara...

Bir arkadaşımın dediği gibi tarihimizi unuttuğumuz kadar hatırladıklarımızı karalamaya da; kendi tarihimizi karalamaya da meraklı bir milletiz biz. Ama bu gidişatta kararan yalnızca tarihimiz değil geleceğimiz de olacak. Umarım ki bunun farkında olan kesim bu gidişata bir dur der. Birşeyler değişir, belki biz de kendi kültürümüzü ve tarihimizi sahiplenmeye, gerçekten çağdaş olmak için kendimizi değiştirmeye başlarız...

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
« Yanıtla #17 : 14 Ocak 2011, 20:51:59 »
Şimdi bir önceki yazımda bu kadar bağrınmıştım. Okumuyoruz, tarihimizi korumuyoruz diye. Bunlara bir yenisi daha ekliyorum “eğitilemiyoruz”. Evet eğitilemiyoruz kardeşim. 

 Geçen gün bir ana haber bülteninde sokağa inen bir muhabir almış eline mikrofonu, yoldan geçene “İk cumhurbaşkanımız kimdir?”, “Şimdiki cumhurbaşkanımız kimdir?” tadında sorular yöneliyordu. Ne var bunda diyeceksiniz. Anormal olan bu sorular değil verilen cevaplardı.

Birisi “Şimdiki cumhurbaşkanımız kimdir?” sorusuna “Ali Gül!” diyor, ötekisi ilk cumhurbaşkanımızı bilemiyor. Sorsan Mustafa Kemal Paşa’dan büyüğü yoktur, yurdumuzu, vatanımızı kurtarmıştır, hep kalbimizde yaşayacak. Nokta.  Ama ilk cumhurbaşkanımızın o olduğunu bile bilemiyor.
Bir başka soru da “Milli marşımızın adı ve yazarı kimdir?” idi. İstiklal Marşı’na “Türk Marşı” diyeni mi istersin, yazarına “ Mustafa Kemal” diyeni mi? Al birini vur ötekine.

Vaziyet budur. Eğitim sistemimizin ne halde olduğunu açıklamama bile gerek yoktur herhalde. Bu cahilliği de eğitim sistemimizin tabiri caizse “dandikliğine” yorabiliriz. Öyle çünkü.

Kız çocuklarımızı okutmuyorlar, onları okutmalıyız diye yırtınıyoruz bir yanda. A be adam sen nedendir sanıyorsun kız çocuklarının okutulmaması? Onların ailelerini okutmuş musun ki, bilsinler eğitimin ne denli önemli olduğunu? Okul mu var ki Anadolu’da doğru dürüst?  Ya kütüphane? Saysan Güneydoğu Anadolu’nun bir ilindeki kütüphaneleri, elin parmaklarını geçmez sayısı.

Bu Türk Eğitim-Sen´in yaptığı bir araştırma ;

Alıntı
Araştırmada OECD ülkelerinde derslik başına öğrenci sayılarına da yer verildi. Buna göre, OECD ülkelerinde derslik basma düşen öğrenci sayısı ilköğretimde 21,4. Bazı OECD ülkelerinde ilköğretimde derslik başına düşen öğrenci sayısı, Avusturya´da 19,9; Çek Cumhuriyeti´nde 20; Finlandiya´da 19,8; Lüksemburg´da 15,8; Polonya´da 19,6, İzlanda 18,2. Araştırmaya göre, OECD ülkeleri baz alındığında Türkiye´de sadece ilköğretimde derslik açığının 158 bin 999 olduğu ifade edildi.

Dersliklerimiz bile yetmezken, millet niye öğrensin İstiklal Marşı'nı? Yazıya baktığınızda bunlar sadece virgüllü, aptalca rakamlar ama biraz daha altını kazıdığınızda Türk Milletinin utancının simgesidir o rakamlar.

Bir de buna bakın, bu daha ilgi çekici.

Alıntı
Araştırmada, OECD´nin 2009 yılı raporuna göre, OECD ülkelerinde ilköğretimde göreve yeni başlayan bir öğretmenin yılda 28 bin 687 dolar, en üst derecedeki bir öğretmenin ise 47 bin 747 dolar kazandığı ifade edildi.
 Aynı rapora göre, Türkiye´de en düşük derecede görev yapan bir öğretmen yılda 14 bin 63 dolar kazanırken, en yüksek derecedeki öğretmen ise 17 bin 515 dolar kazanıyor. Belçika´daki bir profesörün ayda ortalama 6 bin 625 Avro, Kanada´dakinin ayda 7 bin 145 Avro, Danimarka´dakinin ayda 6 bin 974 Avro, Almanya´dakinin ayda 4 bin 546 Avro, ABD´dekinin ayda 8 bin 529 Avro kazandığı belirtildi.
Türkiye´de ise en yüksek derecede görev yapan bir profesör ayda net bin 880 Avro kazandığı kaydedildi.

Demek ki neymiş, bizim öğretmenlerimize bile verecek paramız yokmuş. Şimdi her zorda kaldığında "Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet henüz millet namını almak yeteneğini elde edememiştir. Ona basit bir kütle denir, millet denmez." diyen Atatürk'ün adını ağzına alanlar utansınlar bence.


Bu tabloda da kadın erkek eğitimi arasındaki "derin uçurumu" gayet net görebiliriz herhalde.

Alıntı
Avrupa Birliğine üye ülkelerin eğitim göstergeleri ile Türkiye karşılaştırıldığında; Türkiye'nin AB ortalamasının altında kaldığı görülmektedir. Türkiye nüfusunun ortalama eğitim süresi, AB ortalaması olan 11,7 yıl bile değildir. Bununla birlikte eğitime ayrılan bütçe ve öğrenci başına düşen harcamalar da AB ortalamasına ulaşamamıştır. Türkiye, nüfusun eğitim düzeyi ve eğitim bütçesi ile en düşük ülke durumundadır. AB ülkelerinde nüfus artış hızının Türkiye'ye oranla düşük olması, kişi başına harcanan miktarı artırmaktadır.

Biz bir de Avrupa Birliğine girecektik değil mi? Al sana. Eğitimini bile yakalayamıyoruz adamların. Şimdi Avrupa Birliğine girip ne yapacaksın bu eğitimle diye sorarlar sana. Biz Avrupa Birliğine "matkapla" delerek gireceğiz kardeşim. Onu da yapacağız, o da olacak.

Geçtim okuyamayanı bir de okuyanın çektiği çile var. Her sene değişen sınav sistemimize maşallah zaten. O sınavları hazırlayanlara da buradan "sevgi ve saygılarımı" iletiyorum. Yani insanın okuyacağı varsa da illallah dedirtiyor.

Çoğu Avrupa ülkesinde bizim aksimize okula girmek, bir yeri kazanmak kolaydır. Fakat kazandım diye sevinmenize fırsat olmaz. Bunlar girmesi kolay, orada kalması zor okullardır. İlk sınavlarda döker çürük elmaları. Çok daha mantıklı beş şıktan birini seçmekten.
 Bizde ise kimin nereye girdiği belli değil. Hak edenle, hak etmeyen eşit bizim sistemimizde. Test sistemi böyle bir şey.
Bu sistem sayesinde bisiklet sürmekten önce şık işaretlemeyi öğrenmiş bir insan olarak arada sırada kendimi hayatı şıklara ayırırken yakalıyorum.

A) Kitap oku
B) Yazı yaz
C) Dışarı çık, ipini koparmış gibi dolan
D) Kardeşinle uğraş
E) Hiçbir şey yapma, yat

Make your choice!

Dediğim gibi vaziyet bu. Hani bir ilerleme de yok değil. Ancak yeterli de değil. Bu hızla gidersek halimiz duman. Bir iki sene içerisinde ülkemizin adını bile karıştıranlar çıkar bu "unutturma eğitimi" sayesinde.

"Ülkemizin adı nedir beyfendi?"
"Iıı-ıı ... !!"

*Ben bir daha böyle içinde araştırma olan eleştiri paragrafları yazmayacağım. Sinirlerim bozuluyor yahu!

Alıntı Kaynakları:
http://www.gunlukplan.org/egitim-sorunlari/1960-turkiye-de-okullasma-oranlari.html
http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/167/index3-eres.htm


Spoiler: Göster

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
« Yanıtla #18 : 17 Ocak 2011, 22:04:15 »
İstiklal Manzaraları

Çantam. Şu anda gözümü sadece çantam bürümüştü. O ağırlığı taşıyabilmek için bırakın hamal olmayı, dünya ağır siklet boks şampiyonu olsanız bile yetmezdi zaten. Yine de zavallı öğrencinin ateşle imtihanı olan "Sınav Şamatasına" adım adım yaklaşmakta olduğumuz şu günlerde bu sadece benim sorunum değildi.

 İstiklal Caddesine bakınız, sürüyle çantasını taşımayı beceremeyen genç görürsünüz. Doğaldır, ürkmeyiniz. Sınav dönemi kapsamında ağır çanta taşımak her öğrenciye farzdır. Bu yüzden böyle eksantrik manzaralar çıkabilir karşınıza. Aslında İstiklal'e baktığınızda dikkatinizi çekecek ilk ve tek şey çantasını taşımayı beceremeyen öğrenciler de değildir.

Gotiğinden "tikky"sine, ateistinden dincisine, hümanistinden faşistine, komünistine, delisine, akıllısına. Her türlü manyak var yani anlayacağınız. O yüzden tekin yer değildir İstiklal. Özellikle de öğrenciyseniz. Ama en büyük tehlike torbacısı, hırsızı, sapığı değil, önünüze atlayıp bir anket yapmak istiyen, yada size gazete kakalamaya çalışan gereksiz işler müdüreridir. Ben artık bu insanların çalışma stilini çözmek şerefine nail oldum.
Önce pusuya yatarlar. Sessiz ve çeviktirler. Kalemden pençelerini hazırlar ve saftirik bir kurban adayı bulabilmek amacıyla radar benzeri gözlerini çevrede gezdirirler. Bulduklarında ise Japon bilim adamı amcaların bile daha ortaya çıkaramadığı bir kinetik enerjiye, F1 arabalarını sollayacak bir hızla önünüze atlarlar. Tabi saftirik kurbanımız bir anlık şaşkınlıkla tepkisiz kalır. Bu nadide andan yararlanan yırtıcı hiç durmadan konuşmaya başlar ve kurbanının kafasını yaklaşık bir saat boyunca toparlayamayacağı bir kıvamda karıştırır. Karışıklık esnasında paraları ve "bağış" adı altında, eşkiyaca yol kesme yöntemiyle cebe indirdikleri fazlalıkları alarak eski kurbanı sap gibi ortada bırakıp yeni bir kurban aramaya başlarlar.

Hani o kadar üstünüze gelmeseler seve seve çıkarıp üzerimde bulunan bütün parayı veririm. Ama bu kadar aptal yerine konmak da bir yerde insanı müthiş soğutuyor o işlerden. Demek ki neymiş Taksim tehlikeli yermiş. Animal Planet belgesellerine konu olmak istemiyorsanız gözünüzü dört açmanız gerekirmiş.  Be sefil insan bugün de bunu anlamış oldu.
Spoiler: Göster

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
« Yanıtla #19 : 31 Ocak 2011, 16:13:30 »
*Bir yarışmaya göndermek istediğim, sonra göndermeyi unuttuğum ve ortalığı karıştırırken bulduğum
 bir yazı.

CANİLER

Korku içindeydim. Yanımdaki diğerleri gibi. Hepimiz - yaklaşık 20 kişiydik herhalde - pis kokan, karanlık ve havasız bir tırın arkasına tıkılmış, kaderimizi düşünmeye terk edilmiştik.

 Bir köşeye çöktüm yavaşça. Kalbimde ardımda bıraktığım ailemin ağırlığı vardı. Pek de düz olmadığı belli olan yolda ilerlerken, tırın üzerinden geçtiği her tümseği bir darbe olarak sırtımda hissediyordum. Pek rahat bir yolculuk değildi anlayacağınız. Hem bedensel hem de zihinsel olarak. Ne kadardır bu tırın arkasındaydık, saat kaçtı, hangi gündeydik? Bu kadar sıradan soruları bile cevaplayamayacak hale gelmeme neden olacak kadar uzun süredir buradaydık işte.

Bildiğim tek şey korktuğumdu. Korku ensemden sırtıma kayan buz tanecikleri gibi beni ürpertiyor, edepsizce düşüncelerimi karıştırıyordu. Hürriyetimin gasp edildiği gerçeği inanılmaz ya da anlamsız geliyordu şu anda. Bazı şeylerin değerini kaybedince anlayabilmek gibi bir aptallık içerisindeydik.
 
Anlayamadığım bir anda tır durdu. Sersemlemiştim. Yolun yarattığı titreşimleri hissetmemek garip gelmişti.
Durduğumuz yer gürültülüydü. Korkunç bir gürültüydü bu. Kimi yerde yüksek sesle bağrışan insanların sesleri, kimi yerde de yardım çığlıkları kulaklarımda yankılanıyordu.

Biri kasanın kapağını açınca içeri dolan güneş ışığı, görme yetimi alıverdi birden. Beyaz noktacıklar görüşümü bulandırdı. Gözlerim bu ani ışık değişimine alıştığındaysa oturduğum yerden kalkıp, diğerleriyle beraber çekingence tırdan dışarıya çıktım.

Ah çıkmaz olaydım. Gördüğüm manzara o çılgın buz taneciklerinin sırtımda yukarı doğru yönlerdirdi ve adeta beynime çivilenmelerine neden oldu. Manzara kapsamında kan gövdeyi götürüyordu diyebilirim. Kol, bacak, kafa. Ne varsa. Hepsi ortalığa saçılmış, ölümün dinginliği içerisinde yan gelmiş yatıyordu.
Yüzlercemiz kafeslere kapatılmış, kalabalık bir güruhun gözleri önünde, gülüşmeler eşliğinde katlediliyorduk. Kan beynime hücum etti. Dehşetimin yerini şeytani bir öfke aldı. 

Bizi de etrafı tellerle çevrili kafes gibi bir yere kapatmışlardı. Ama bu tabi ki beni engellemedi. Kanıma pompalanan adrenalin, damarlarımda tanımadığım bir gücü dolaştırıyordu. Ayaklarımı balçığa dönmüş toprağa iyice bastırdım ve aldığım güçle deli danalar gibi koşmaya başladım. Tellere yaklaştığımdaysa hız kesmeden zıpladım. Hapsedildiğimiz alanın etrafını sarmış kalabalık korkuyla, yuvasının üzerine basılmış karıncalar gibi kaçıştılar. Zavallı bacaklarım zıplayış esnasında çite sürtülmüş ve çoğu yerden kesilmişti. Bu bile beni durdurmaya yetmedi, aksine hırsımı ve kurtuluş azmimi iyice körükledi.

Ayaklarım yere değdiği anda koşmaya başladım. Bir gurup adam da peşimden geldi. Ellerinde silahlarıyla, bağıra çağıra, gözleri dönmüş kuduz köpekler gibi kovaladılar beni.

Çimenlerin bittiği yerde asfalt başladı. Dümdüz bir ipeksilikle uzandı önümde. Tereddüt etmeden yön değiştirip, daldım yola. Uzunca bir “biiip!” sesi beni kendime getirdiğindeyse çok geçti artık. Yanımdan geçen araba beni kıl payı ıskalamıştı. Zor yırtmıştım paçayı da denebilir. Birkaç arabayı da aynı şekilde yoldan çıkararak karşı taraftaki güvenli kaldırıma ulaşabildim.

Dakikalarca koşmaktan görüşüm kızıllaşmış, bacaklarımdaki kaslar oksijen yoksunluğundan çığlıklar atmaya başlamıştı. Ben sokakta koşarken yanından geçtiğim insanlar dehşetle kaçışıyor, gözlerini kocaman açmış bana bakıyordu. Arkamda beni kovalayan kalabalık da dakikadan dakikaya artıyordu.

Sonunda bu amansız koşuşturmadan bitap düşmüş bir halde pes edecektim ki kurtuluş gözüme ilişti. Yeraltına doğru inen bir geçit. Oksijensizlikten cayır cayır yanan kaslarım isyan çığlıkları atıyorlardı. Bacaklarımda gücün son emareleri de turunu tamamlarken boşluğa dalıverdim.  Aslında pek dalmak da sayılmazdı bu. Aşağıya doğru inen merdivenlere doluşmuş insanları ezercesine geçmek diyelim buna en iyisi.
Son düzlüğe çıktığımda altımdaki kaygan zemin dengemi biraz bozmuş olsa da bozuntuya vermediğimi bildirmekten gurur duyarım.

Arı kovanına dalmışım gibi dört bir yandan üzerime gelen insanları zarif bir kıvraklıkla – çoğu ben geçtikten sonra yerde yatıyordu – atlattım ve hızımı iki misline çıkardım. Ve birden ayaklarımın altındaki zemin yok oldu. Düştüm, düştüm. Sert ve pürüzlü zeminin üzerinde yatarken sadece kafamı kaldırabildim. Bana doğru yaklaşan çelik pullu ejderhanın sarı, parlak gözlerine çaresiz bir öfkeyle baktım.

                           --------------------------------------

“ Eyvah, eyvah!”

Yaşlı kadın salondan gelen bu iç çekişi duyduğunda az daha elindeki kahveler yeri boylayacaktı. Titreyen ellerle kahveleri masanın üzerine bıraktı ve telaş içerisinde salona, kocasının yanına koştu. Yaşlı adamın iyi olduğunu sadece haber izlediğini gördüğündeyse sitemkar bir sesle yakınmaya başladı.

“ İlahi Nüri Bey. Yine ne oldu da böyle bağrınıyorsunuz? Yüreğime indirecektiniz vallahi !”
Yaşlı adam televizyonu işaret etti parmağıyla.

“Duydun mu hanım, izinsiz kesimhaneden kaçan bir dana metroda ortalığı birbirine katmış. Metro çarpmış zavallı hayvana. Bu caniler de izlemişler öylece.”
Spoiler: Göster

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
« Yanıtla #20 : 04 Şubat 2011, 22:34:02 »
Nazım Hikmet'in "Mavi Gözlü Dev" adlı şiirini hikayeleştirmeye çalışmamın ürünüdür.

Ulu Çınar, Çiçek Ve Yaban Otu


Elimde sigaram, kalbimde rüzgarlı bir günde yapraklarıyla vedalaşan ulu bir çınarın sessiz kederi, ölümün nefesini hissettiren o ayazlı gecede, soğuk banklardan birine oturmuş, karşımdaki eve bakıyordum. Her nefesimle birlikte küçülüyordu sigaram, bende onunla küçülüyordum.

Karşımdaki ev gecenin içinde küçük çocukları korkutmak için peydah olmuş bir hayalet gibi süzülüyordu. Bahçesindeki renksiz çiçekleriyle ruhsuz ve bir o kadar da hüzünlüydü. Sadece dört duvardan ibaretti benim için, paradan yapılmış dört duvardan ibaretti.

Evin kapısı savrularak açıldı, ürkek adımlarıyla mesken edindiğim banka yaklaşan kadını gördüm. Çiçeğimi gördüm. Ufak tefek ellerini nereye koyacağını bilmiyormuş gibiydi. O hep zamansız gelen yaz yağmurları gibi çekingendi zaten.

Onu ilk gördüğümde de böyle çekingen, yaprakları güneşle ilk kez buluşmuş, saf ve ona hayat verecek ışığı bekleyen bir çiçek gibiydi. Onu ışığımla ısıttım, gözlerimin maviliğiyle suladım.
Aşkımız bir çiçek gibi serpildi, güzelleşti. Dallarımın altında bu çiçeğin büyüyüşünü izledim ulu bir çınar gibi.

Ve o gün gelip çattı. Her ne kadar uğraşsam da hayatın maddiyat rüzgarlarına kulak vermesini engelleyemedim. Uğultulu bir mayıs sabahı saksısı dar geldi çiçeğime. Kokusunu daha uzaklara taşımak, dallarımın altından kurtulmak, başka sulardan içmek istedi. Dalgalı bir deniz gibi huzur verici, bie çiçek bahçesi gibi iz bırakan aşkımızın denizinde boğuldum, bahçesindeki dikenlerle parçalandım.

Çınarların dalları ulaşamaz altlarındaki çiçeklere, onlar uzaktan ama sonsuz severler. Çiçeğim bu ulu çınarı bırakıp kendisi boyunda bir yaban otu buldu, kendisi boyunda sevebilecek. Ve beni solmuş çiçeklerle dolu bahçede yalnız ve acı sular yutmuş biçare halimle bırakıp gitti.

O gitti, kokusu kaldı. Fakat ben gidemedim, bırakamadım o kokuyu.

Çiçeğim şimdi karşımda durmuş, bu geceki ziyaretimi anlamlandırmaya çalışıyordu. Arkasındaki evin pencerelerindeki perdelerin hafifçe oynadığını görebiliyordum. Yaban otu dışarıya çıkmaya bile tenezzül edemiyordu herhalde. Çünkü her masalda cüceler devlerden korkar. O masalın sonu kötü bitse bile.
Çiçeğim histerik bir tınıyla konuşmaya başlayıncaya dek birbirimizin gözlerine baktık öylece.
“Neden geldin? Bırak peşimi artık Nazım. Anlamıyor musun, bitti. Benim mutlu olmaya hakkım yok mu?”

Çiçeğimin hafifçe dolmuş gözlerine bakmak cehennemi görmek gibiydi benim için. Sizinkini bilmem ama benim cehennemimde donmuş nehirler vardı. Sevgisizlik karşısında buz tutmuş nehirler.
İşte o gözler bana bitmiş bir savaşı kazanmaya çalıştığımı anlatmaya yetti. Önce bahçesindeki çiçeklerle o eve, sonra en az o çiçekler kadar solgun görünen çiçeğime, en son da perdelerin arkasındaki cüceye, yaban otuna. Maddiyat üçgeninin üç köşesine.

Dayanamayarak banktan kalktım. Benim kalkmamla çiçeğim bir iki adım geriledi. “Gidiyor musun?” diye sordu bitkin bir sesle.

Çoktan bitmiş sigarımı yere attım, aşkımız gibi üzerine basarak söndürdüm.  “Evet” dedim kısaca, “Gidiyorum, yaban otunla sana mutluluklar.”

Ve ellerim cebimde, dudaklarımda bir zamanların neşeli ıslıklarının hayaleti, o kadını arkamdan bakarken bırakarak, beni ardımdan copla kovalayan İstanbul gecesinde uğultulu sokakları yeniden adımlamaya başladım.
Spoiler: Göster

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
« Yanıtla #21 : 13 Şubat 2011, 15:52:13 »
Uyanmak Yada Uyanmamak İşte Tüm Mesele Bu


Sabah uyandın. Tek göz evinde fazla zorlanmadan sobanın başına ulaştın. Bir geceyi daha uykunda ölmeden geçirdiğin için şükrederek tek tek çocuklarını uyandırdın. On tane olunca uzun sürdü haliyle. Erkek olanları giydirdin, okula yolladın. Kızlardan üçüne bugün görücü gelecekti. Onları da uyandırıp sofraya oturdunuz. İki dilim ekmek, bir açık çay, fakir ziyafeti...

Ziyafeti kapattıktan sonra televizyonun başına geçtiniz. Birinci kanal haberler. Gencecik kızı öldürüp başını kesen herif serbest kalmış. Zapladın kanalı, ölenle ölünmez gari.İkinci kanalda iktidar partisinin başkanıyla muhalefet partisinin başkanı atışıyorlardı. Bir süre oraya takıldın kim kime laf sokacak diye. Laf sokan kazanır oyunu. Bir süre sonra o da sıktı seni tekrar zapladın.

O sırada kızların ortalığı toplamadığını görüp bağırarak kafalarınına elindeki çay bardağını fırlattın. Bardak hepsini ıskalayarak yer düştü, bir kez zıpladı ikincisinde dayanamayarak gürültüyle parçalandı. Bu bile uyandıramadı seni. Kızlar ortalığı temizlerken geri döndün aptal kutuna. Ne kadar yakıştı isimleriniz bak. Vatandaş ve aptal kutusu.

Zaplamaya devam ederen kitap fuarlarıyla ilgili bir habere rastladın. Acılı bir gülümseyişle o kanaldan da yolcu oldun. Kitap karın doyurmuyordu çünkü.  En sonunda aradığını buldun. Emre Aslı'yı izdivaça davet etmiş. Sevinerek iç geçirdin. Yüz küsür kanaldaki izdivaç programlarının genelinde en çok bu habere sevinmiştin. Sonra telefonla yayına bağlanan bir kadın Emre'nin eski sevgilisi olduğunu ve Emra'nin Aslıyı aldattığını söylediğinde dünyan başına yıkıldı, etmediğin beddua kalmadı.

Görücüler gelene kadar izlemeye devam ettin. Onlar gelince de başlık parası üzerine ateşli bir tartışmaya giriştiniz. Beyin kahvede atlara para yatırmakla meşgul olduğundan bu işler sana düşüyordu. En sonunda ancak iki kızının işini bağlayabildin. Diğeriyle sonra ilgilenecektin. En büyük olan oydu zaten. On altısına gelmiş hala evlenememişti şırfıntı.

Ortaya çıkan sonuçtan dolayı sinirle yemeği hazırlamaya başladın. Pek fazla çeşit olmadığından o da çabucak bitti, sevinçle yeniden televizyonunun başına oturdun.

Emre ve Aslı sonunda barışıp evlenmeye karar vermişlerdi. Müthiş bir döneklik örneğiyle ettiğin tüm bedduaları unutup sevinçten gözlerinin dolmasına engel olamadın. Akşama kadar aynı programı izlemeye devam ettin. Haber saati gelince de sıkıntıyla iç geçirip en sevdiğin dizinin başlamasını bekledin. Beyin hala dönememişti kahveden. Dizinin en heyacanlı yerinde kapının açıldığını duydun ve kocan kütük gibi sarhoş, tüm parasının yarısını at yarışında kaybetmiş birinin kızgınlığıyla içeri girdi.

Nedenini bilmediğin halde yarım saat dövdü seni. Olsundu, kocanın vurduğu yerden gül biterdi. Elinden aldığı kumandayı kafana fırlatıren bu ülkeyi ilgilendiren bir şeyler izlemeni haykırdı sana. İki dakika sonra da üç büyüklerden ikisinin maçının canlı yayınlandığı kanal açıktı. Televizyonun altındaki şeritten geçen son dakika haberinde kıyametin koptuğu yazsa bile ilgini çekmeyeceğinden zıbarıp uyumaya gittin. Zaten okuma yazma da bilmiyordun...

Uyanmak yada uyanmamak işte bütün mesele bu.
Fakat sen uyanmak istemedin vatandaş, Uyudukça daha çok battığını bilmeden kabusunu sürdürdün.
Spoiler: Göster

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
« Yanıtla #22 : 15 Mart 2011, 17:48:32 »
  BİR MASALDIR İSTANBUL

     
 İstanbul :  sonsuz hoşgörü, kültür ve tarih cümbüşü. Kapalı ipekten bir sandık gibi gizemle, süprizlerle dolu, hem gül hem de alın terinin kokusunu aynı anda yansıtabilen ve yaşamın getirdiği olgunluğu her evresinde hissettiren tarihle dokunmuş bir şehir. İçinde yaşamanın bir onur ve ayrıcalık olduğu bu şehirde her gün ayrı bir şenlik, ayrı bir sevinç.
     
Her devirde imparatorlukların gözbebeği olmuş bir şehirdir İstanbul. Kimi zaman başkent, kimi zaman ticaretin merkezi olarak boy gösterir tarihin tozlu ve sararmış  yapraklarında. Her semtinde farklı bir tarih, her sokağında yaşamın farklı bir evrasini barındırır bu efsanevi şehir. Ne zaman neşeyle cıvıldasa Kapalıçarşı, ona aynı sevinçle cevap verir Kız Kulesi. Sert eser lodos Boğaz'da. Kimi zaman taşır bir demirci ocağının seslerini, kimi zaman da bir hamamın sıcaklığını, kasvetini.

Eğer ziyaret edersiniz Topkapı'yı gözlerinizi dört açın. Belki siz de görürsünüz bahçede neşeyle oyun oynayan şehzadeleri yada kanatlarında güneşi taşıyan kızıl ankayı.
     
Taksim ise ayrı bir bölümdür bu İstanbul masalı içinde.Cıvıl cıvıl havasıyla, her yaştan insanı yeniden gençliğine döndürebilecek yaşam iksiri gibi iliklerimize kadar işler. Meydanda sıralanmış dükkanlar, şırıl şırıl çeşmeler ve Taksim'in asıl yaşamı kaynağı olan gençler sanki bir orta çağ masalından bir bilim kurgu romanına geçiş etkisi yapar insanda.
     
Sultanahmet mi dediniz? Ah tabi o da var.Gezdikçe sokakların da tüm ihtişamıyla canlanır gözümde Hürrem Sultan'lar, süslü sarıklarıyla büyük padişahlar, küş sütünün bile eksik olmadığı büyük ziyafet sofraları...
     
 Hani bir söz vardır ya anlatılmaz yaşanır. İstanbul'da öyle bir şehir işte. Hatta tüm derinliğiyle yaşamak lazım İstanbul'u.
Bir ara kendinize biraz zaman ayırın ve Boğaz'a bir uğrayın. Bakarken köpüklü dalgalara ve şarap rengi denize anlayacaksınız ne demek istediğimi. Belki o zaman gözünüzde canlanacaktır tüm bu anlatıklarım. Hatta kendiniz bile inanabilirsiniz hayal gücünüzün oyunlarına. Yine de son sözüm şu, İstanbul'da yaşanılmaz, İstanbul yaşanılır.
Spoiler: Göster

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
« Yanıtla #23 : 08 Nisan 2011, 22:27:34 »


Yol uzun, hava sevgili bir bahar dalı gibi kararsız, ne aydınlık ne karanlık. Sessizliğe bürünmüş olan şahsım, pencerenin yanındaki 25A nolu koltuğa oturmuş, dalgınca uçağın kanadını izlemekte.

 Kanadı izliyorum çünkü izlenecek başka bir şey yok çevremde. Gecenin bir yarısı olmasının yanı sıra, hava da acayip kapalı. Aşağıda, epey aşağıda, bulutların da altında, muhtemelen bir fırtına kopmakta. Yine de benim kafamın içindeki fırtınalardan daha sert ve uğultulu değil.

O fırtınaların başlıca sebebi baş ağrısı için ilaçlarımı almamış olmam da olabilir tabi. Yine de çok fazla düşünecek şeyim var. Uçak ağazına kadar yaşıtım ergenle dolu olmasına rağmen yalnız hissedebilmek bir ayrıcalık benim için.

İnsanların maskeleri yalnızca yolculuklarda daha saydamdır. Güzel söz. Yaklaşık bir haftalık zaman diliminin tam özeti bu sanırım. Tabi her şüpheye düştüğümde insanları yanıma alıp uzun yola gidemem ama bu yolculuk bile "artık insan çöplüğü" mü bayağı doldurmaya yetti.

Bir iki kişilik bir teselli ödülüm olmasına rağmen kaybettiğim insanlar daha fazla. Aslında kaybettiğim diyemem. Kaybolmasına izin verdiğim diyebilirim. Yine de hala içim rahat değil. Çünkü insan ne kadar temizlese de çamura bulanmış bir taşın çamura bulanmış bir altın olmadığını geç farkeder. Ya da o taşın altın olduğuna inanmak ister.

Ne yazık ki altınlar nadir ve pek talihsizdir. Bulması zor, parlaklığına alışması daha zordur. Ve en kötüsü de kendinizin ne olduğunu hiç bilemeyecek olmanızdır. Altın mı, yoksa taş mı?

Ama yolculuklar yanında kaldığınız insanları aydınlatmaya yeter de artar bile. Hele de yeterince uzunsa. Ve ben aydınlığa erişebilen deney faresi olarak, kendimi Devrimden çıkmış Fransa gibi hissediyorum. Yıkılmış, yorgun ama fazlalıklarından kurtulmuş, omuzumda hüzünlü bir umutla, belki de bir sıra arkamda sonsuza dek çöpe attığım insanların olduğunu bilerek sarsılan uçağın penceresinden altımdaki bulutlara, onun altında da telaşla ilerleyen arabaların ufacık ışıklarına bakıp, kendimi kısa bir üreliğine de olsa tanrı gibi hissedip mutlu oluyorum.
Spoiler: Göster

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
« Yanıtla #24 : 07 Kasım 2011, 00:23:15 »
Yanında güzel gidiyor, denemesi bedava.

Nerede O Eski Bayramlar


Sanrım küçüktüm. Epeyce hem de. Birinci sınıfı bitirmiş olmam gerekiyordu çünkü okuyabildiğimi de hatırlıyorum. Sekiz yaşlarında falandım. Oturduğumuz apartmanın iki üç bina ve biraz da asfalt yığını uzağından bir dere geçerdi (ki hala yerindedir o dere).

Bilmem hiç duydunuz mu ama Kağıthane Dere'sinin yorgun, tükenmiş kuyruğudur camdan bakınca gördüğüm o derecik. Karşı tarafı uzun çayırlık bir alandır. Sonrasında yine o gereksiz asfalt yığını başlar. Bizim apartmanımızın önü açık olduğu için de gayet tüm netliğiyle manzara dahilindedir o derecik.

Evet, o zamanlar sekiz yeşında mıydım neydim, yine bir Kurban Bayramı vardı gelecek programda. Ki o zamanlar da kurbanlık hayvanların kesimlerine getirilen bir kıstlama yoktu. İsteyen gayet istediği gibi kendi bahçesinde, otoparkında hatta sokağın ortasında bile kesebiliyordu hayvancağazı eğer etik buluyorsa. Bu yüzden de haber bültenlerinden can derdine düşmüş, gözü dönmüş boğaların peşinde otoyollarda koşuşturan insanların görüntüleri, evlerindeki koyun kesilecek diye ağlayan çocukların göz yaşları eksik olmazdı. Ben o kadar da üzülmezdim açıkçası. Ağladığımı falan hatırlamıyorum hiç. Bunu bir nedeni de o klasik çocuk acımasızlığımla mideme girecek eti daha ilgi çekici bulmamdı sanırım.

Yine bu bayramlardan birinde her kurban bayramında görmeye alışık olduğumuz bir sahne vardı bizim derenin ardındaki çayırlıkta. Koca koca çadırlar getirilip kurulmuş, hayvanlar görücüye çıkartılmış ve satın alınan hayvanlar çoktan kesilmeye başlanmıştı. Ben de o sıralar evde sıkıntıdan ölüyor olmalıyım ki dedemin haydi gel koyunlara bakmaya gidelim çağrısını hiç geciktirmeden kabul etmiştim.

Dedeme dair hatırladığım bölük börçük hatıralardan çıkarttığım kadarıyla pek güler yüzlü, sevecen bir adam değildi sanırım. Gözlerinin üzerinde yükselen kalın kaşlarından ciddiyet, dudağının kenarından sigarası hiç eksik olmazdı.
Ancak o yaşımda bile fark edebildiğim üzere ailenin birleştirici üyesi oydu. Onun rakı sofrasında yer edinebilmek için, muhabbetine katılabilmek için saatlerce yol gelirdi insanlar. Yazlıkta tavlası hiç boş kalmaz, her zaman gidenin yerini dolduracak bir dostu olurdu. Sanırım onu sempatik kılan da aksiliğiydi. Öldüğünde epey bir şey değişti. Rakı sofralarında şen kahkahalar duyulmaz, ülkeyi kurtaracak planlar konuşulamaz oldu. Tavla tıkırtıları bizim evde daha seyrek yankılandı o günden sonra.

Yine de beni o kan deryasına götürdüğü günü unutamam. Annemin, babamın itirazlarına rağmen elimden tutmuş, benim cahil havesimden de güç alarak kesimhanenin yolunu tutmuştuk beraber. O güne dair hatırladığım en net anı kıpkırmızı akan dere suyuydu. Bir de hayvanların boğazına dayanan bıçakla okunan dualardı. Bir çocuk için hoş hatıralar olmadığını düşünebilirsiniz ama benim ölümü irdeleme şeklim biraz farklıydı. Bu yüzdn çıkan kan ya da küçük kuzuların kesilmeden önce son kez içlice melemeleri beni o kadar da rahatsız etmiyordu. Ama yine de yanımda dedem olmasa daha ne kadar dayanırdım diye sormaktan da alamıyorum kendimi.

O günden bu güne epey şey değişti gerçekten de. Artık ne derenin suyu kırmızı akıyor ne de çayırlığa çadırlar kuruluyor bayram vakitleri. Ancak ben ne zaman yere yıkılan ve alelacele kesilen bir kurbanlık görsem dedemi ve o günü hatırlarım. Bir de neden mezarına bir kez olsun gidip onu ziyaret edemediğimi. Belki de ölülerin aklımıza sadece bayramdan bayrama ya da ölümü gördüğümüz zamanlarda gelmesidir sebebi. Dedim ya belki de ölümü irdeleyiş şeklim farklıdır.
Spoiler: Göster