Nazım Hikmet'in "Mavi Gözlü Dev" adlı şiirini hikayeleştirmeye çalışmamın ürünüdür.
Ulu Çınar, Çiçek Ve Yaban Otu
Elimde sigaram, kalbimde rüzgarlı bir günde yapraklarıyla vedalaşan ulu bir çınarın sessiz kederi, ölümün nefesini hissettiren o ayazlı gecede, soğuk banklardan birine oturmuş, karşımdaki eve bakıyordum. Her nefesimle birlikte küçülüyordu sigaram, bende onunla küçülüyordum.
Karşımdaki ev gecenin içinde küçük çocukları korkutmak için peydah olmuş bir hayalet gibi süzülüyordu. Bahçesindeki renksiz çiçekleriyle ruhsuz ve bir o kadar da hüzünlüydü. Sadece dört duvardan ibaretti benim için, paradan yapılmış dört duvardan ibaretti.
Evin kapısı savrularak açıldı, ürkek adımlarıyla mesken edindiğim banka yaklaşan kadını gördüm. Çiçeğimi gördüm. Ufak tefek ellerini nereye koyacağını bilmiyormuş gibiydi. O hep zamansız gelen yaz yağmurları gibi çekingendi zaten.
Onu ilk gördüğümde de böyle çekingen, yaprakları güneşle ilk kez buluşmuş, saf ve ona hayat verecek ışığı bekleyen bir çiçek gibiydi. Onu ışığımla ısıttım, gözlerimin maviliğiyle suladım.
Aşkımız bir çiçek gibi serpildi, güzelleşti. Dallarımın altında bu çiçeğin büyüyüşünü izledim ulu bir çınar gibi.
Ve o gün gelip çattı. Her ne kadar uğraşsam da hayatın maddiyat rüzgarlarına kulak vermesini engelleyemedim. Uğultulu bir mayıs sabahı saksısı dar geldi çiçeğime. Kokusunu daha uzaklara taşımak, dallarımın altından kurtulmak, başka sulardan içmek istedi. Dalgalı bir deniz gibi huzur verici, bie çiçek bahçesi gibi iz bırakan aşkımızın denizinde boğuldum, bahçesindeki dikenlerle parçalandım.
Çınarların dalları ulaşamaz altlarındaki çiçeklere, onlar uzaktan ama sonsuz severler. Çiçeğim bu ulu çınarı bırakıp kendisi boyunda bir yaban otu buldu, kendisi boyunda sevebilecek. Ve beni solmuş çiçeklerle dolu bahçede yalnız ve acı sular yutmuş biçare halimle bırakıp gitti.
O gitti, kokusu kaldı. Fakat ben gidemedim, bırakamadım o kokuyu.
Çiçeğim şimdi karşımda durmuş, bu geceki ziyaretimi anlamlandırmaya çalışıyordu. Arkasındaki evin pencerelerindeki perdelerin hafifçe oynadığını görebiliyordum. Yaban otu dışarıya çıkmaya bile tenezzül edemiyordu herhalde. Çünkü her masalda cüceler devlerden korkar. O masalın sonu kötü bitse bile.
Çiçeğim histerik bir tınıyla konuşmaya başlayıncaya dek birbirimizin gözlerine baktık öylece.
“Neden geldin? Bırak peşimi artık Nazım. Anlamıyor musun, bitti. Benim mutlu olmaya hakkım yok mu?”
Çiçeğimin hafifçe dolmuş gözlerine bakmak cehennemi görmek gibiydi benim için. Sizinkini bilmem ama benim cehennemimde donmuş nehirler vardı. Sevgisizlik karşısında buz tutmuş nehirler.
İşte o gözler bana bitmiş bir savaşı kazanmaya çalıştığımı anlatmaya yetti. Önce bahçesindeki çiçeklerle o eve, sonra en az o çiçekler kadar solgun görünen çiçeğime, en son da perdelerin arkasındaki cüceye, yaban otuna. Maddiyat üçgeninin üç köşesine.
Dayanamayarak banktan kalktım. Benim kalkmamla çiçeğim bir iki adım geriledi. “Gidiyor musun?” diye sordu bitkin bir sesle.
Çoktan bitmiş sigarımı yere attım, aşkımız gibi üzerine basarak söndürdüm. “Evet” dedim kısaca, “Gidiyorum, yaban otunla sana mutluluklar.”
Ve ellerim cebimde, dudaklarımda bir zamanların neşeli ıslıklarının hayaleti, o kadını arkamdan bakarken bırakarak, beni ardımdan copla kovalayan İstanbul gecesinde uğultulu sokakları yeniden adımlamaya başladım.