Birkaç bölümlük bir hikaye yazmak istiyorum. Şöyle bir giriş yapayım, umarım ilginizi çeker.
Çok Bilinmeyenli Bir Denklem
Ben bir matematik öğretmeniyim. Mesleğim gereği hep rasyonelliğe inandım. Ya da bu düşünce biçiminin ta kendisi beni bu mesleği seçmeye itti belki de. Lakin tüm hayatıma hakim olan bu nesnellik, elle tutulurluk inancı, bugün yaşadığım bir dizi olaylar sonucu yerle yeksan oldu. Birazdan anlatacaklarıma inanmanızı beklemiyorum. Zira kendi aklım dahi inanmayı reddederken, tüm bu yaşananlara vakıf olmayan sizler, bu satırlarda tutarsız bir hikayeden fazlasını bulamayacaksınız. Bunu anlatmamdaki tek sebep, yaşadığım bu bilinmezliğe, bir nebze olsun ışık tutabilmek, yaşananları yazıya dökerek anlaşılmayanı bir kalıba dökme çabasıdır. Ancak biliyorum ki tutarsız bir denklemi ne kadar yazarsam yazayım, yine de mantıklı bir sonuca ulaşamayacağım.
Öğretmeyi seven bir insanım ben. Çoğu meslektaşlarımın aksine, öğrencilere yukarıdan bakmayı değil de onlarla aramdaki farkı sıfıra yaklaştırmak istemişimdir hep. Bundandır ki öğrencilerin halinden anladığıma inanırım, ona göre yol izlerim.
“Bugün konumuz limit.” dedim bu sabah. Daha afyonları patlamamıştı çocukların, böylesi anlarda yeni konuya girmek anlamsızdır, o nedenle biraz sohbet etmek istedim. “Tavşanla kaplumbağanın hikayesini bilen var mı?” dedim tahtaya konu başlığını attıktan hemen sonra. Çocuklar gözlerini devirdiler, bazıları esnedi, elbette biliyorlardı. Ancak ben anlatmaya başladım, dinleyecekleri, hikayenin farklı bir alternatifiydi çünkü. “Tavşanla kaplumbağa, bir takım sebeplerden ötürü iddiaya tutuşmuşlar. Kaplumbağa artık nasıl bir yürek sahibiyse, iddia hız üzerineymiş. Tavşanlar iyi koşuculardır, bizim tavşanın da kendine güveni tammış. Yüz metrelik avans vermiş tavşan kaplumbağaya, ondan on kat hızlı olduğunu bildiğinden. Çabuk bitmesini istemiyormuş eğlencesinin. Tavşan yüz metreyi çabucak bitirmiş ancak o esnada kaplumbağa da boş durmamış, on metrelik yol da o kat etmiş. Tavşan aradaki on metreyi bitirdiğinde, kaplumbağa bir metre daha ilerlemiş. Tavşan bir metreyi tamamladığı sırada kaplumbağa on santimetre ilerlemiş. Tavşan on santimetre, kaplumbağa bir... Bu böyle devam etmiş." Öğrencilerime şöyle bir baktım, hepsinin kulak kabarttığını görerek sevindim. "Nihayetinde tavşan, bizim kaplumbağayı geçememiş.”
“İşte biz buna limit diyoruz.”
İlgilerini çekmiştim. Herkesin uykusunun açıldığından emin olduktan sonra, konunun temel denklemlerini yazmak üzere masamdan not defterimi alıp tahtaya doğru yöneldim.
Daha yazmaya başlayalı on saniye olmamıştı ki arkadan sevdiğim, lafını sakınmayan bir öğrencim seslendi. "Çok okunaklı yazıyorsunuz hocam!" Bir kaçı kıkırdadı. Çocukların benimle şakalaşmalarını severim ancak olayı anlamamıştım. Arkamı döndüm sorarcasına, afacan olan kaşıyla tahtayı işaret etti, "Uykunuzu alamadınız galiba hocam!" Yine kıkırdamalar. Tekrar arkamı döndüğümde sorunu gördüm. Yazdıklarım tamamen anlamsız bir yığındı. Tüm denklemler birbirine girmiş, karman çorman bir tebeşir izi halinde duruyordu orada. Tebeşir tutan elime çevirdim gözlerimi. Artık tebeşir tutmuyordum. Zira elimin o haliyle tutmam imkansız olurdu. Tüm parmaklarım kas spazmından muzdaripmişçesine birbirlerine girmişlerdi. Ancak hiçbir şey hissetmiyordum.
"Beğenmediysen, gel sen yaz!" dedim, hiç bozuntuya vermeden. "Kızların yazısı iyi oluyor madem," Öğrencim kalktı, not defterini uzattım. Tebeşir için bakındı, gözlerimle düştüğü yeri işaret ettim. Kız tebeşiri yerden aldı, yazmaya başladı.
İşin garibi şuydu ki, normalde kramp acı vericidir. Bense hiçbir şey hissetmiyordum. Parmaklarımın gevşediğini görmeme rağmen onları kontrol edememekteydim. Yerimden kalktım, varlığını hissedemediğim elim cebimde, "Ben gelene kadar deftere geçirin," diyerek sınıftan çıkıverdim. Zira uyuşukluk elimi geçmiş koluma ulaşmıştı. Kapattığım kapının ardından "Çayı fazla kaçırmış!" diye bağırdıklarını duydum, duymamı istemişlerdi ancak gülecek halde değildim. Çabucak öğrenciler tuvaletine girdim, kolumu diğer elimin yardımıyla cebimden çıkardım. Dışarıdan bakan bir insan ilk etapta bir yanlışlık fark edemezdi. Ancak bizzat olayın içinde olan ben -tabi bir de bunları yapanın ben olmadığını bildiğimden- parmakların kendi kendine yaptığı hareketin birbirlerine çok aykırı olduğunun farkındaydım. Bir insanın yeni başladığı bir video oyununda hareket tuşlarını denemesi gibi düzensiz, anlamsız hareketlerdi bunlar. Kolum dirsekten bükülmeye, omzum sallanmaya başladı. Hissizliğin yayılacağı, tüm bedenimi kaplayacağı korkusuyla tam revire doğru yönelmiştim ki her şey geçiverdi. Bir anda olup bitmişti. Hepsini hissedebiliyordum. Her şeyin normalliğinden emin olmak için bir süre daha bekledim. Bir sıkıntı yoktu; sıradan bir uyuşukluğun ardından gelen karıncalanma dahi... Elimi yüzümü yıkadıktan sonra sınıfa doğru yöneldim. Zira öğrencileri havaya sokmuşken dersi baltalamak istemiyordum. Geçmişti zaten, bir sorun yoktu.
Kapıyı açıp içeri girdim, öğrencim son denklemi yazıyordu. Ben içeri girerken çocuklar kıkırdadı, belli ki hala aynı konu havada asılıydı. "Bazen," dedim, "insan meshanesine söz geçiremiyor." Güldüler. Bir şakayı sonlandırmanın en güzel yolu, onu bir başka şakayla karşılamaktır. Kız öğrencime döndüm, elindeki tebeşiri bana uzatıyordu. "Nasıl? Sizinkinden katbekat daha güzel, öyle değil mi hocam?" Muzır bir tebessümü vardı. "Harika, en az-" dedim, elindeki tebeşiri almak için uzanırken ancak cümlem yankılanan, şiddetli bir tokat sesiyle yarıda kesiliverdi. Ağzından kan akan öğrencime baktım, oradan da seğiren elime. Müthiş bir sessizlik oldu. Müthiş bir gürültü koptu.