TANRIÇANIN GAZABI
Yağmur yağıyordu.
Hayır, hayır...
Sadece yağmur yağmıyordu. Kelimenin tam manasıyla fırtına kopuyordu Rıhtım'da.
Ve bu fırtınanın tek bir sebebi olabilirdi.
Birileri Tanrıça'yı kızdırmıştı.
Havanın, suyun, ateşin ve toprağın yüce efendisi...
Dalgaları deviren, fırtınaları kıran...
Uğruna kurbanlar verilen...
Tanrıçayı...
Ki bu mutlak ölüm demekti.
Aslında başlangıçta, o gününde diğer günlerden pek bir farkı yoktu. Usul usul esen rüzgar, ağaçların yapraklarını dansa kaldırmış, derenin şırıltısı eşliğinde onlarla raks ediyordu. Başlarını bu şenlikte neşeyle sallayan papatyalar görülmeye değer bir manzaraydı gerçekten. Masmavi gökyüzünde süzülen ince işlemeli bulutlar, pazar alışverişlerini yapan Rıhtım halkına serince birer gölge oluyorlardı.
Kısacası herkes huzurlu ve her şey yolundaydı.
Sonra ne olduysa oldu ve gelip geçici yolcuların konaklaması için kurulmuş hanlardan biri olan Yolgeçen Hanı'ndan, tiz sesler yükselmeye başladı. Belli ki han müşterileri arasında kavga çıkmıştı. Han sahibi tüm otoritesini ortaya koymuş olsa da gemi azıya almış yolcular bir türlü sakinleşmek bilmiyorlardı:
“Bıktım şu yiyecek ve içecek kokularından! Sokağın önünden geçilmiyor siz bir şeyler zıkkımlanacaksınız diye! Bundan sonra handa yemek ve içecek servisi olmasın.”
“Ne demek handa artık yemek ve içecek servisi olmasın?!”
“Biz sizin yemeklerinizin kokusunu çekmek zorunda değiliz!”
“Biz de sizin kokunuzu çekmek zorunda değiliz! Beğenmiyorsanız gidin!”
“Bir saniye bir saniye... Bence yemek servisi olsun ama içecek servisi olmasın!”
“Neeee!!! Seni goblin beyinli! Çifte standartçı! Hadi arkadaşlar! İçelim güzelleşelim!”
Tartışmalar böyle sürüp giderken han sahibi sesini iyice yükseltti ve bir anlığına handa sükuneti sağladı:
“Kesin şamatayı! Han da hem yemek hem de içecek servisi olacaktır. Bir şey içecekler tezgaha geçsinler.”
Tabi bu sükunet gerçekten de sadece bir anlığına oldu. Ardından her yer yine hep bir ağızdan konuşan, kavgacı insanların sesleriyle doldu:
“Neden biz geçiyoruz ki. Onlar geçsinler. Ne içeceksek de içeriz! Eğer beni kovarsanız yine gelir burada içerim!”
“Adam gibi geçin işte tezgaha, ne halt yiyecekseniz yiyin!”
“Geçmiyorum lan var mı?!”
“Sen kime lan diyosun lan!”
O sırada Rıhtım'da “Gözlüklü Şirin” lakabıyla tanınan, üstüne vazife olan -hatta çoğunlukla- olmayan konulara atlamasıyla ünlü, tüysüz ve toy bir genç, bütün pervasızlığıyla gene lafa atladı:
“Arkadaşlar lütfen derin bir nefes alıp sakinliğimizi sağlayalım. Kurallarımıza göre handa her daim lahana, patates ve su dağıtılması uygundur. Pazartesi ve Çarşamba günleri ise bunlara artı olarak et ve şalgam suyu dağıtılmasına karar verilmiştir. Aksini iddia eden verse ona yazıktır. Çünkü bak bak burada kurallarda yazıyor! Neymiş? Kurallarda yazıyormuş. Hep beraber söylüyoruz: Kurallarda yazı...”
“Kes be sesini! Bir sen eksiktin zaten!”
“Başından beri böylesiniz siz zaten! Yönetim istifa! Yönetim istifa!”
“Yönetim istifa!”
Kavga böyle devam etti. Söylenilen sözler gitgide terbiyesizleşti hatta durum öylesine vahim bir hale gelmişti ki anneler, sokakta oynayan çocuklarına hemen içeri girmelerini söylemek zorunda kaldılar. Yumruk yumruğa devam eden bu haksız mücadeleyi kimin kazanacağı merak konusuydu. Ancak görünüşe bakılırsa kimsenin susmaya niyeti yoktu.
Bu işin sonunu bir tek yaşını başını almış, bir köşeye oturmuş bilgeler bilirdi.
Ve dua etmeye başladılar; onun duymaması için.
Duaları kabul olmadı.
İlk önce yavaş yavaş yağmur damlaları süzülmeye başladı, kararmaya başlamış gökyüzünden. Ardından masumiyeti simgeleyen bu damlalar hızlandı, gökyüzünden düşen mızraklar misali toprağı dövdü. Karanlığın içinde şimşekler çaktı. Uzaklardaki kurak topraklara yıldırımların düştüğü görüldü. Gök gürültülerinin etkisiyle canlı cansız herkes sustu ve endişeyle olacakları bekledi. Handakilerin hepsi pencereye koşmuştu. Ve yıldırımların aydınlığında gökyüzünde kahverengi renkli bir çift göz belirdi.
Afedersiniz, düzeltelim: Hiddetle bakan, kahverengi renkli bir çift göz. Rıhtımı izleyen ve başından beri olanlara şahit olmuş ve şimdide buruk bir hiddetle bakan gözler... Tam bu esnada korkunç bir patlama ile her yer kör edici bir ışıkla doldu. Patlamanın ardından bir müddet kendine gelemeyen Han sakinleri güç bela gözlerini açabildiklerinde onu karşılarında gördüler.
Dalgalardan yapılmış elbisesi ile kendini gizleyen bir kadın vardı karşılarında. Esmeyen bir rüzgarda dalgalanan kahverengi saçları, zarif vücudu ve gür kirpiklerle çerçevelenmiş kahverengi gözleri ile Eski Yunan'da yapılmış heykellere benziyordu. Ancak her zaman şefkat dolu olan bu gözler, şimdi hayal kırıklığına uğramışlığında etkisiyle dehşet saçıyordu. Kadın biçimli dudaklarını büktü ve güzel yüzüne sıkıntılı bir ifade oturttu.
Rıhtım'ın bilgelerinin dudaklarından o kadim sözcükler döküldü: “Akeyi, Lady Labou... “
Lady Danje Labou ona seslenenlere berrak sesiyle cevap verdi:
“Mèsi, bilgeler. Mèsi... Ancak ne yazık ki hiç de hoş gelmedim. Nedenini tahmin ediyorsunuz değil mi?!”
Gökyüzü bir kez daha şimşeklerle aydınlandı. Lady Labou sözlerine devam etti:
“Uzun zamandır beri siz halkımı izliyor ve kolluyorum. Troll saldırılarıyla zarar görmeyesiniz diye gece gündüz sfenkslerle sınırlarımızı kontrol ediyorum. Hükümdarlığım dahilinde tek bir adaletsizliğe yahut zulme müsaade etmiş değilim. Haklının hakkı her daim teslim edilmiştir. Ancak ya şimdi... Şimdi siz, gerçek amaçlarınızdan sapmış bir vaziyette aranızda didişip duruyorsunuz. En küçük olaylarda aranızdaki troll casusları sizleri kışkırtıyor ve birbirinizin üzerine salıyor. Bir çözüm aramak yerine, işin kolayına kaçıyor ve suçu başkasının üzerine atıyorsunuz. Evet! Sizden bahsediyorum, hanın içine sığınmış biçare canlılar!”
Lady'nin gittikçe yükselen sesi Rıhtım'ın içinde çınladı. Az önce kavga edip, yumruklar savuran kalabalık şimdi bir araya sokulmuşlar ve korkudan titriyorlardı. Danje Labou'nun deniz dalgalarından yapılmış elbisesi şekil değiştirmiş ve bir zırh olmuştu. Belindeki mercanlarla süslü kılıcı, Hephaistos tarafından dövülmüş; elinde tuttuğu kırbacı ise Zeus'un rüzgarlarından yapılmıştı. Engin bir merhameti olan bu Tanrıça'nın gazabı da, en az merhameti kadar büyüktü. Ve Danje Labou suçlulara aman vermemesiyle tanınırdı.
“Böyle olmasını istemezdim ama cezalandırılacaksınız.” dedi. “Rıhtım'ın sakinlerini böylesine rahatsız etmenize ve barışı bozmanıza izin veremem.”
Kırbacını kaldırdı. Ruhani bir ışıkla parlayan kırbaçtan ozon kokusu geliyordu. Lady'nin dudakları ceza sözcüklerini söylemek için aralandı ki... Tiz bir ses bu büyülü anı bozdu:
“Sen de kim oluyossssun ki be!”
Bu terbiyesiz sözlerin sahibi, meyhanenin müdavimlerinden koca göbekli bir adamdı. Bir elinde içki şişesi, diğer eliyle karnını kaşıyarak meydana doğru geldi. Öylesine sarhoştu ki neler olduğunu anlamamıştı. Sadece bir köşe de içerken Lady Danje Labou'nun “cezalandırılacaksınız” sözünü duymuştu. Her kendini kabadayı zanneden korkak gibi o da kavganın kokusunu almış, geri kalmamak adına Danje Labou'ya kafa tutuyordu. Ve bu büyük bir hataydı.
Lady yay gibi olan kaşlarını küçümsemeyle çattı. Sonra da bıkkınlıkla karşılık verdi:
“Ben Lady Danje Labou'yum. Ya sen kimsin?”
Kafası hâlâ yerinde olmayan sarhoş gururla cevap verdi:
“Ben de Bwè Estipid'im. Buraların teeek hakimi. Onun için istediğimi yaparım, sen de bana karışamasssın taam mı?! Haddini bil haddini! Ben senin gibi bi...” sözünün bu kısmında küçümseme anlamı içeren bir ses çıkardı “kadın tarafından tehdit edilmek için burda deilim!”
Lady Labou karşısında duran bu sarhoş bozuntusuna şaşkınlıkla baktı. Ardından şaşkınlığı kahkahalara dönüştü:
“Demek buraların tek hakimi sensin öyle mi? Tanıştığımız için gurur duydum saygıdeğer şövalye (!). Umarım yaptığım densizlik için beni bağışlarsınız.” Bunları söyledikten sonra kahkahalarını durdu. Şimşekler çakan kahverengi gözleri ile adamı süzdü ve devam etti. “Yerinde olsam sarhoş şövalye, şansımı daha fazla zorlamazdım.”
Bwé hiddetle uludu:
“Sen kime şansını zorlama diyosun he! Her kimsen ben sana şurda duran saflar gibi yağ çekip, canım gülüm demem! Hem sen benim tanrıçam mısın ki bana emir veriyossun be?!”
Danje Labou hin bir şekilde gülümsedi ve ifadesiz bir ses tonuyla cevapladı:
“Evet.”
Sarhoş, Lady'nin bu kelimesine alaycı bir tavırlı yanıt verdi:
“Pööh! Madem tanrıçamsın, o zaman ben şansımı zorlamayayım Tanrıçam (!).”
Neden sonra bu sözlerinin ardından Bwé, havadaki ozon kokusundan mıdır bilinmez, birdenbire ayılıverdi. Şişmiş gözleri ile karşısındaki tehlikeli ve bir o kadarda “çekici” kadına baktı. Sonra da gözlerini onu dehşetle izleyen kasaba sakinlerine çevirdi. Ve bütün aptallığına rağmen konuşmakta olduğu kadının kim olduğunu anladı. Korkuyla yutkundu ve birkaç adım geriye attı.
Danje Labou ise bu sarhoşa yeteri kadar sabrettiğini düşünüyordu.
“Keşke beni dinleyip gerçekten de şansını zorlamasaydın sarhoş şövalye.”
Belindeki mercanlarla süslü kılıcını çekti ve Bwé'nin üzerine yürüdü. “Jwenn Deyò!” diye haykırarak, kaçamaya çalışan Bwé'yi biçti. Vücudu Rıhtım evreninden kaybolan Bwé'den geriye sadece bir avuç kül kaldı. Ruhu ise iblis trollerin gezindiği bataklıkta dolaşmaya başlamıştı bile.
Danje Labou halkına döndü ve konuştu:
“Sizlerden birine zarar gelsin istemem sevgili Rıhtım ahalisi. Ancak unutmayın, asıl tehlike her zaman içinizde olandır. Bu kendini bilmez sarhoş sizin havanızı kirletiyor ve yemeklerinizi zehirliyordu. Şimdi yaptıklarının bedelini ödedi. Siz de bundan sonra birbirinize karşı daha dikkatli davranın. Dostunuza verebilecek olduğunuz zarar, birisine verebileceğiniz zararların en büyüğüdür. Şimdi gidiyorum. Umarım bu olanlardan ve söylediklerimden kendinize birer ders çıkartabilmişsinizdir.”
Bu sözlerinin ardından deniz kokulu bir rüzgar eşliğinde oradan ayrıldı Lady Danje Labou. Yağmur bulutları ile kapanmış gökyüzü yeniden aydınlandı. Her şey eski haline döndü. Kavga etmiş olan han sakinleri ise üzüntü ile birbirlerinden özür dileyerek hana girdiler ve beraberce şalgam suyu içtiler.
Uzaklarda bir çift kahverengi göz, memnuniyetle ışıldadı.
-SON-