Kayıt Ol

Hôpital de l'Hotel-Dieu

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Hôpital de l'Hotel-Dieu
« : 16 Haziran 2012, 03:03:14 »

“Görmek yaratmanın başlangıcıdır.”

Henri Matisse

1

   Bembeyaz çarşafların içinde gömülmüş yatarken yan yatağımdaki kadının yüksek bir binadan düşüyormuşçasına attığı çığlıklarla uyandım. İşin aslı, “gibi” kelimesi fazlaydı. Kadın gerçekten de rüyasında yüksek bir binadan düşüyordu. Doktorların söylediğine göre hep gördüğü rüyaydı bu. Kadın çalar saat gibiydi. Her sabah dokuzda muhakkak çalardı. Diğer zamanlarda da yan yatağımda tik-tak’lamaktan başka yaptığı bir şey yoktu. Hiç konuşmaz sadece sallanır dururdu. Diğer herkes gibi rahatsız edici bir baş ağrısından öte değildi.

   Odam birçok hastane odasına göre oldukça güzel ve temizdi. Benim yattığımın hemen yanında dışarıya bakan bir penceresi olan iki yatak, yanlarında ikişer komodin,  iki koltuk, tıbbi malzemeler, iki eşya dolabı, içinde ne olduğunu bilmediğim bir dolap, duvarlarda iç açıcı olduğunu düşündükleri tablolar ve pencere kenarındaki saksıda sadece solmak üzere olan yeşil yapraklardan oluşan bir çiçek vardı. Zaten kaldığım hastane o zamanlar Paris’de bu kadar yatağı olan sayılı hastanelerdendi. İyi bir aileden olduğum için (burada kastım kocamın cüzdanının yükte ağır olması) beni buraya yatırmışlardı. Oysa umurumda değildi. Güzel kokan hastane odaları veya zengin koca istemiyordum. Hiçbir şey bana zevk vermiyordu. Şişeye kapatılmış bir sinek gibiydim. Olmak istediğim yer bu dünyada değildi.

   “Size söylüyorum olması gereken yer burası değil. Aklından problemleri var. Bir başka enstitüye gönderilmeli. Bu kaçıncı intihar teşebbüsü biliyor musunuz? Anlatamıyor muyum?” kısmak için ne kadar uğraşılsa da bu sesi tanırdım. Nasıl unuturdum? Katlimin gerekliliğini bana her gün sevgi dolu bakışlarıyla vurgulayan insanın sesini problemli aklımdan nasıl çıkarabilirdim?

   “Sir, önce yaralarının iyileşmesi lazım. Ondan sonra şartsa elbette sevk ederiz. Gerekli müdahaleler yapılmadan buradan çıkamaz.”

   “Hayatım! Uyandın mı? Günaydın.”

   Yatakta doğrulduğumu fark etmiş olacak ki hemşireyle konuşmasını kesip o iğrenç siyah ayakkabılarıyla odayı arşınlamaya başladı. Bense yüzümü yatağımın hemen yanındaki pencereden bir an bile olsun çevirmedim.

   “Bugün nasıl hissediyorsun kendini?”

   “Sizinle konuşmayacak gibi hissediyorum.” Görmesem de yüzünün düştüğünü anlık sessizliğinden anlayabiliyordum. “Kazada kasıt olmadığını görevlilere söyledim. Hala ne istiyorsunuz?  Beni rahat bırakın rica ederim.”

   “Sevgilim neden böyle yapıyorsun? İstediğim şey sensin. Neden seni mutlu edemiyorum? Neden kimse seni mutlu edemiyor? Hiç kimseyi sevmiyorsun. Hayattan bu denli nefret etmenin sebebini bana, kocana anlatmayacaksın da kime…”

   “Eğer resmi kâğıtlara bu kadar önem veriyorsanız öyle olduğunu sanmaya devam edin. Ancak ben sizin eşiniz değilim. Israrlarınıza karşı koyamayıp teklifinizi kabul ettiğim güne lanet ediyorum.” Bunu söylerken yüzüne baktım ama şu yakışıklı yüzü beni bir nebze bile çekmiyordu. Kolumdaki sargılı yarayı okşamaya başladı.

   Tanrım, ne kadar da basit bir adamdı? O kadar şekilciydi ki sokakta satıcılık yapan güzel bir kıza âşık olup onu eşi yapmıştı. Ve bunu zengin ve soylu ailesiyle mücadele edip sadece kızı yanına yakıştırdığı için yapmıştı. Evet, o zamanlar güzeldim. Hastane yatağının içinde bile öyleydim. Omuzlarıma dökülen kızıl saçlarım, deniz yeşili gözlerim, beyaz tenimin üzerinde seyrekçe serpilmiş pembe çillerim, yuvarlak vücut hatlarım bana bir bakanın dönüp tekrar bakmasına sebep oluyordu. Ama bunların önemi yoktu, çünkü ne yazık ki ben sevebilen bir insan değildim. Hatta sevgiden nefret eden bir insandım. Akıl hastası? Evet, belki akıl hastasıydım. Ömrüm boyunca değer verdiğim kimse olmadı. Belki birçok kızın hayal ettiği son noktadaydım.  Çok yakışıklı ve çok zengin bir adamla evliydim. Ama ben yine de bu dünyada boğulmaktan kurtulamıyordum.

   “Beni ne kadar üzüyorsun. Biraz olsun benim olamaz mısın? Bana ne yapmam gerektiğini söyle. Ama böyle yapma rica ederim. Kendini benim arabamın önüne attığında dünyam durdu sandım.” Ellerini saçıma attı. Bense daha keskin olsun diye her gün bilediğim bakışlarımı dikmiştim ona. Bana dokunmasına bile tahammülüm yoktu artık.

   “Seni öyle özledim ki. Eğer arabayı durduramayıp üstünden geçseydim neler olabileceğini düşünmek bile istemiyorum. Lütfen sevgilim, kabul et senin bu hastalığını tedavi etmeleri için bir yere göndereyim. Sadece birkaç ay kalır çıkarsın. Ben yine her gün seni görmeye gelirim. Eğer beni biraz olsun sevebileceksen, biraz olsun yaşamaktan mutlu olacaksan her türlü önlemi almaya razıyım.”

   “Ben razı değilim. Her gün buraya gelip beni ikna etmek için kendinizi yormayın. Eğer dinlenmemi ve huzur bulmamı istiyorsanız lütfen beni yalnız bırakın. Ben sadece tek başımayken huzurluyum. Birilerini sevmek falan da istemiyorum. Beni ilk gördüğünüzde de ben farklı biri değildim. Alışın artık.”

   Normal bir insan olsaydı karşısındaki bu bakış yüreğini parçalayabilirdi. Ama benim içimde herhangi bir duygu kıpırtısına sebep olmuyordu. Benim içim her zaman hareketsizdi. Hiç rüzgarı, hiç dalgası yoktu. Zaten bu yüzden kirliydim. Dalga sularımı temizleyebilirdi, ama yokluğunda kir eksik olmazdı. Bu sebeple içim kokuyordu. Hem de çok kötü kokuyordu.

   O an gözüm kapıdan bizi dinleyen cılız erkek çocuğuna takıldı. Altı, belki en fazla yedi yaşında gibi görünüyordu. Ama benim iki keskin okuma hedef olduğunu kavrar kavramaz korkup kaçtı.

   Gözlerimi devirip yüzümü tekrar pencereye çevirdim. George da hiç ses çıkarmadan biraz daha saçlarımı okşayıp gitti. Bir daha hiç gelmemesini umdum. Ben kirli denizimde tek başıma boğulurken yanımda teferruat istemiyordum. O ise bir başka baş ağrısı olmak konusunda çok ısrarcıydı.


2

   Ertesi güne yepyeni bir çığlıkla uyandıktan sonra tekrar gömüldüğüm beyazlıktan çıktım. Neden bu kadar beyazdı ki çarşaflar? Ben bu beyazlığı hak etmiyordum. Doktorlar önlüklerindeki beyazlığı hak etmiyordu. Bu renk onları korkanlara ve çocuklara daha mı saf ve temiz gösteriyordu? Hiç sanmıyorum.

   “O adam sizi rahatsız ediyorsa sizi ondan kurtarabilirim Madame.”

   Bu cılız ve cinsiyetsiz sese dönüp bakınca karşımda dünkü küçük erkek çocuğunu gördüm. Koltuğa oturmuş yere yetişmeyen zayıf bacaklarını sallıyordu. Cevap vermedim.

   “Ben resim yapmayı çok seviyorum Madame. Ben resim yapınca gerçek oluyor. Denemek ister misiniz? Büyükannem kimseye söyleme dedi. Ama bence biz arkadaş oluruz o yüzden size söylemek istedim.”

   “Arkadaş mı? Benim arkadaşa ihtiyacım yok ufaklık. Başım çok ağrıyor. Hadi sen hangi odada kalıyorsan oraya git. Bak yandaki kadın da gürültüden hiç hoşlanmaz.” Bu çocuk daha dün benden korkmamış mıydı? Arkadaş olmak da nereden çıkmıştı ki?

   Çocuk dönüp kadına baktı. Sanki kadının kızacak biri olup olmadığını ölçmeye çalışıyordu. Ama kadın her zamanki gibi sallanmaktan başka dünyevi bir şey yapmıyordu.

   “Ama o sallanma oyunu oynuyor. Hey, belki sizin için bir resim yaparsam arkadaş olmama izin verirsiniz!” dedi çocuk ve koşa koşa odadan çıktı. Resim yapar mı yapmaz mı umurumda değildi. Ama odadan çıkması beni memnun etmişti.

   Daha sonra doktorum geldi. O yalancı beyaz önlüğüyle. “Nasılsınız bugün bakalım?” bacaklarıma dokunmaya başladı. “His var mı?”

   “Yok. Hala hissetmiyorum. Bir daha da hissedeceğimi sanmıyorum.”

   “Öyle demeyin Madame. Hôpital de l'Hotel-Dieu hastalarını iyileştirmeden bırakmaz. Sizi yürüteceğiz merak etmeyin. Ve istemediğiniz sürece sizi Akıl Hastalıkları Enstitülerinden birine göndermeyeceğiz, bu konuda da rahat olun.” Halbuki ben zaten rahattım. Nereye gönderildiğim önemli değildi. Ben huzuruma kavuşmak için yaptığım sayısız başarısız denemelerimi gözden geçirip yeni yollar arayacaktım bulunduğum her yerde.

   Doktor hemşireye talimatlar verdikten sonra beni selamlayıp çıktı. Hemşire de sargılarımı açıp yaralarımı temizledi ve tekrar sardı.

   Küçük adımların koşma sesinin akabinde küçük çocuk tekrar odaya girdi. Elinde bir kağıt ve bir defter, yüzünde de kocaman bir gülümseme vardı. “Bakın Madame, sizin için resmi yaptım!”

   Kağıdı alıp resme baktım. Aslında bunu bile yapmaya enerjim ve isteğim yoktu. Ama eğer bakmazsam ağaç gibi başımda dikilecekti. Ben de mecburen çocuğun farkında olmadığı şantajını kabul ettim. Kağıtta bir pencere ve pencerenin önünde güzel sağlıklı ve yeşil bir çiçek vardı. Çizimi çok iyi denemezdi, ya da bilmiyorum. Belki yaşına göre çok iyidir. Ama güzel boyamıştı. Bakışlarımı kağıdın üstünden kaldırıp çocuğa kaydırdım. Ağzı kulaklarında yapacağım herhangi bir yorumu bekliyordu. Ama ben o sevinsin diye gösteri yapamayacak kadar çok nefret ediyordum insanlardan. Kağıdı hareket etmeyen küsmüş bacaklarımın üstüne koyup hiçbir şey söylemeden başımı tekrar pencereye yönelttim.

   “Beğendiniz mi? Evet, tam oradaki çiçeği çizdim. Sanki ölecekmiş gibi duruyor. Ölürse yazık olur Madame. Ama merak etmeyin, ben onu iyi çizdim. İyileşecek.”

   “Sence ölmek kötü bir şey mi?” Çocuk başımı çevirmememi yanlış anlamıştı. Ama önemli değildi. Belki sadece kendimle konuşmak istiyordum. Bu da fark etmezdi. Düşünmekle arasındaki tek fark ses tellerimi kullanmak için beynime küçük bir emir vermekti.

   “Bence kötü bir şey. Büyükannem ölmek istemediğini söylerken ağlamıştı. Şimdi o yan odada yatıyor. Hastalığı varmış. Ölmesini istemiyorum. Çünkü ölürlerse beni yetimhaneye gönderirler. Benim adım Jean-Claude. Sizin adınız ne Madame?” Nefret ettiğim ismim sonunda yine dudaklarımdan dökülmek istiyordu. Bakışlarımı kiliseden ayırmadım. Zira bu dünyada güzel olan nadir şeylerden biriydi bu katedral.

   “Elise.”

   “Biliyor musunuz, ben orada yaşıyorum.” İşte bu ilgimi çekmişti. “Nerede? Notre-Dame?”

   “Evet Madame. Büyükannem orada temizlik yapıyor. Yani büyük savaş bittiğinden beri. Ben de onunla beraber kalıyorum. Belki iyileştikten sonra bir gün gelirsiniz? Büyükannem hastalanınca onu getiren Louis çok güzel piyano çalar, onu dinlersiniz. Onu tanıyor musunuz? Louis Vierne? Onu çok kişi tanıyor.”

   “Evet, duymuştum. Hey, Jean-Claude. Ölüm o kadar da kötü bir şey değil.” Tekrar pencereye döndüm. “Hatta bence huzur verici bir şey. Ben ölmek istiyorum ama kimse bana izin vermiyor. Elimde olsa ömrümü büyükannenin ömrüne katıp bu dünyayı terk ederdim. Hem madem resimlerin gerçek oluyor, neden büyükanneni iyileştirmiyorsun?”

   “Çünkü büyükannem bana söz verdirtti. Bunu benim için kullanmayacaksın dedi. Nedenini anlayamadım. Ama verdiğin sözü tutmamak büyük günah Madame.”

   “Evet, tabi…” İçimi çektim ve gözlerimi kapattım. Çocuk artık gitmeliydi. Düşüncelerime dalmak istiyordum. Kafamda bir şeyler, yeni şeyler tasarlamalıydım. Yeni çıkış yolları aramalıydım bu labirentten kurtulmak için. Çocuk pencereye yaklaştı.

   “Bizim odamızdan nehir daha fazla görünüyor. Arkadaş olduğumuza göre belki gelip bakarsınız?”

   “Benim bacaklarım tutmuyor. Yürüyemem yani. Ben nehri görmüyorum bu açıdan. Sanırım görebilmek için ayağa kalk…” Çocuğun ayaklarımın üstündeki örtüyü kaldırmasıyla şok oldum. Hiç çekinmiyordu. Ödem toplamış ayaklarımı sergilemekten hiç hoşlanmadığımdan örtüyü elinden sertçe kaptım ve kaşlarımı çatarak yüzüne baktım. “Ne yapıyorsun sen? Arkadaş falan değiliz!” Korkmuş olmalıydı. Ama lanet olsun korkmamıştı. Keşke o gün korkup defolup gitseydi ve bir daha asla gelmeseydi. Bu küçücük çocuk için böylesi çok daha iyi olurdu. Daha sonraları durup düşündüğümde keşke dedim. Keşke o an onu kovsaydım. Ama olacakları nereden bilebilirdim?

   “Bunu da düzelteceğim Madame. Artık arkadaş olduğumuza göre sizi yürütmek istiyorum. Çünkü odamıza gelip bizim penceremizden bakmalısınız.” Gülümseyerek odadan çıktı. Acaba beni duymamış mıydı? Gözlerimi kapattım ve uyumaya çalıştım. Ama uyurken aklımdan Jean-Claude’un gülümseyen yüzünü atamadım.

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Hôpital de l'Hotel-Dieu
« Yanıtla #1 : 16 Haziran 2012, 21:29:31 »
Devamını bekliyorum.
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hôpital de l'Hotel-Dieu
« Yanıtla #2 : 17 Haziran 2012, 02:07:14 »
3


   Kadın yüksek gökdelenden düştü ve ben uyandım. George bugün gelmemişti. Sevince benzeyen –ama yanından dahi geçemeyen- yegâne duygum kıpırdandı.

   Henüz doğrulmadan pencerenin pervazındaki çiçeğin oldukça sağlıklı olduğunu gördüm. Bir an gerçekten bunda çocuğun resminin payı var mı diye düşündüm. Sonra bu saçma fikirden hemen uzaklaştım. Alışılagelmemiş her şey saçmaydı.   

   Çarşaflarımdan sıyrıldıktan sonra ayakucuma bırakılmış birkaç parça kâğıt gördüm. Jean-Claude’un benim için yaptığı resimler olmalıydı. Ne resimleri olduğuna bakmadan alıp komodindeki diğer resmin üstüne koydum. Hastanedeki o kadar çocuk, o kadar insan arasında bu çocuğun neden beni seçtiğine anlam veremiyordum. Birkaç saat sonra odama geldiğinde ona bunun sebebini başım pencereye dönük halde sordum.

   “Çünkü Madame, ihtiyacınız var gibiydi. Benim size resim yapmama ihtiyacınız vardı. O adamdan kurtulmak için.” Pencerenin kenarındaki çiçeğin yanına geldi ve konuşmasına devam etti. Ama bunu yaparken hiç istifini bozmuyordu. Sesini duymasanız tek yaptığı şey çiçekle ilgilenmek sanırdınız. “Bir de ben sizi sevdim. Arkadaş olabilmek için önce sevmek gerekir.”

   “Sevmek mi? Neden beni seviyorsun ki?”

   “Bilmem. Seviyorum işte.”

   “Bir sebebi olmalı. Birini sebepsiz sevmek çok saçma. Ben seni sevmiyorum, çünkü sevmek için bir gerekçem yok. Hiç bulamadım sevmeye yetecek bir neden.” Bakışlarını havaya kaldırıp biraz düşündü. Belki anlatmaya çalıştığım şey onun küçük aklına fazla gelmişti.

   “Sevmek için neden gerekmiyor.” Bana döndü ve elini göğsüme yaklaştırdı. Eğer bu gerçek ve büyük bir erkek olsaydı hemen elini iterdim ama çocuğun ne yapacağını merak ettim. Göğüslerimin biraz üstüne ortaya, kalbimin iz düşümü olduğunu düşündüğü yere küçük avucunu koydu.

   “Sevgi buradaymış. Büyükannem söyledi. Sebep bilmiyorum, ben sadece burada hissediyorum. “ Diğer insanlar da böyle miydi? Acaba gerçekten sevmek için gerekçe aramaya gerek yok muydu? Zavallı George… O da sebep aramıyordu. Ama ne yazık ki onun yaptığı içi boş bir kuklayla dans etmekten başka bir şey değildi.

   Çocuk tekrar koltuğa oturdu ve bacaklarını sallamaya başladı. “Umarım büyükannem ölmez. Yetimhaneye gitmek istemiyorum.”

   “Biliyor musun ben yetimhanede büyüdüm. Gerçekten gitmek istemezsin, iğrenç bir yer. Oraya tekrar döneceğime ölürüm.” Hoş, ben her durumda ölürdüm.

   Doğruldu ve gözlerini kocaman açtı. Parıl parıl parlıyordu. İlk kez ne kadar güzel bir çocuk olduğunu fark ettim. Gerçekten saftı. Bembeyazdı. Acaba onu sevebilir miydim? Daha büyük nedenlere gereksinimim var mıydı? Ama sevmek istemiyordum, çünkü eğer bu dünyada bırakamayacağım bir şey edinirsem gidemezdim. Gitmeye cesaret edemezdim. Bu yüzden hayatımda ilk kez birini sevmemek için çabaladım.

   “Anlatır mısınız? Nasıl bir yer? Çocukları dövüyorlar mı? Yemeklerine böcek atıyorlar mı?”

   “Yemeklerine böcek atmak mı? Hayır, bu çok saçma. Tabi ortalıkta fazlaca böcek var. Ama dövdükleri doğru. Ayrıca az yemek veriyorlar. Kızların saçlarını kısacık kesiyorlar. Çok yaramazlık yaparsan seni bir günlüğüne karanlık odaya kapatıyorlar, hiç yemek ve su vermeden.”  İşte bu kez korkmuştu. Ayaklarını sallamayı bırakmış her biri neredeyse birer ceviz kadar olan gözlerle bakıyordu.

   “Gece yatarken masal okuyorlar mı?”

   “Tabi ki hayır. Ne masalı, ben çocukluğum boyunca hiç masal duymadım. Yetimhane hakkında merak ettiğin şey bu mu yani?”

   “Evet Madame, ben masal okumadan uyuyamam ki. Yani belki uyurum, ama uyumak istemem.”
Tekrar arkasına yaslanıp bakışlarını tavana dikti. “Yine de ölmek daha kötü değil midir?”

   “Hayır. Ölmek hiç kötü bir şey değildir. Öldükten sonra hepimiz çok mutlu olacağız Jean-Claude. Büyükannen de öyle.”

   O gün Jean-Claude ile saatlerce muhabbet ettik. Bana katedralde yaşadıklarından, büyükannesiyle oyunlarından, piyanist Vierne’in orgda ona notaları öğrettiğinden, rahiplerin nasıl dua edileceğini gösterdiğinden ve daha birçok şeyden bahsetti. Duyduğu masallardan birkaçını anlattı. Yetimhane ile ilgili sorular sordu. Ne kadar korkunç bir yer olduğunu anlatmaktan çekinmedim. Ki sonra buna çok pişman olacaktım. Sonra ben de ona bir şeyler anlattım. Kaç yaşında olduğunu umursamadan buhranlarımı ve bunalımlarımı paylaştım. Bu tıpkı kendimle konuşuyormuş gibiydi. Çocuğun anlattıklarımı anlamadığını düşünüyordum. Ona çoğu şeyi, hayatın ne kadar anlamsız ama ölümün ne kadar yüce olduğunu anlattım. En çok şaşırdığı şey ise hayatımda hiç ağlamamış ve hiç kimseyi sevmemiş olduğumdu. Birine yakın hissetmek benim için yeni ve garip bir duyguydu ve içimdeki bu hafif dalga beni korkuttu. O yüzden gözlerimi kapattım ve ona gitmesi gerektiği mesajını verdim. Bir süre daha konuşmadan kaldıktan sonra gitti.

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hôpital de l'Hotel-Dieu
« Yanıtla #3 : 17 Haziran 2012, 21:34:23 »
4

   Ertesi gün uyandığımda kadın henüz çığlık atmamıştı. Uyuyordu. Onu ilk kez bu kadar huzurlu görüyordum. Çığlık atmıyor ve sallanmıyordu. Acaba öldü mü diye düşünmeden edemedim.

   George yine yoktu. Ki bu harikaydı. Benden vazgeçmiş olmasını umuyordum. Evliliğin düşmesi için girişimlerde bulunmasına gerek yoktu, nasılsa ben ölünce serbest olacaktı. Onun için en iyi şey bir an önce umudunu kesip sessizce sonumu beklemekti.

   Açık pencereden esen rüzgârla bacağımda çok hafif bir ağırlığın kıpırdadığını hissettim. Yeni bir resimdi bu, ama yine bakmadım. Çocuğu sevmem benim için yıkıcı olabilirdi. Mümkün olduğu kadar kaçınmak, kaçmak istedim.

   Daha sonra bacağımda normalde his olmadığını hatırlamamla şok olmam bir oldu. Ben sakattım! Bacağımı nasıl hissederdim? Resmi komodine bırakıp örtüyü büyük bir hızla açınca bacaklarımdaki ödemin kaybolmuş olduğunu gördüm. Kalbimin güm güm atışı aklıma bir şey getirdi. Ufak bir komut. Ve hiç umamayacağım bir şekilde ayak parmaklarımı kıpırdatabildim. Buna sevinmedim, üzülmedim. Sadece garip bir şekilde aklımda Jean-Claude’un odasına gidip manzarasına bakmak vardı. Belki o odadan kilise avlusu görünüyordu?

   Ayağa kalkmaya çalışırken doktorum geldi. “Dur bakalım acele etme,” dedi ve kollarımdan tuttu. “Hislerin döndü mü? Parmaklarını hareket ettirebiliyor musun?”

   Sorusunu yanıtlamama gerek yoktu. Zira ayağa kalkabilmem yeterli bir cevap olmuştu. Sonra yürümeye başladım. Odanın kapısına kadar normalce, tıpkı eskisi gibi yürüdüm. Sonra koridorda bir hareketlilik fark ettim. İnsanlar sondaki odaya doğru koşuşturuyorlardı. Doktorum koluma yapıştı ve beni yatağıma götürdü. “Biz yan odayla ilgilenirken siz biraz dinlenin. Öğleden sonra geleceğim, beraber koridor boyunca yürürüz,” dedi ve gülümseyerek odanın kapısını kapatıp çıktı.

   Uzanırken aklımda yine çocuk vardı. Kaçmaya çalışsam da ne kadar güzel olduğunu düşünmeden edemiyordum. Çocuğun güzelliği sadece yüzünde değildi. Onu sevmemem, ona kızmam, korkutmam, anlattığım iç karartıcı şeyler çocuğun umurunda değildi. Katıksız bir sevgi besliyordu. Hem de benim gibi birine. Büyük biriymiş gibi benimle sohbet ediyordu. Bunu istiyordu. Benim için istiyordu. İçimdeki simsiyah gölgeyi aydınlatmaya çalışan cılız bir ay gibiydi.

   Kısa şekerlememden küçük bir öpücükle uyandım. Başımı çevirdiğimde yanımda Jean-Claude vardı. Hayatımda hiç yapmadığım şekilde gülümsedim ona. Bir eli arkasında bir şeyi tutuyordu. Diğeriyle elimi tuttu. O da gülüyordu ama yüzünde garip bir ifade vardı.

   “Yürüyebiliyor musunuz?”

   “Evet, yoksa senin marifetin mi bu, sen mi yaptın?” kıkırdadım. Tabi bu mümkün değildi. Ama bu küçük güzel çocuğu inandığı ufak masaldan uyandırmama da gerek yoktu.

   Biraz utanarak gülümsedi. “Gerçekten öldükten sonra insanlar daha mı mutlu oluyorlar Madame?”

   “Sanırım… Bu hayatta olduklarından daha mutlu oldukları kesin. Öyle olmasaydı geri dönerlerdi öyle değil mi? Bugüne kadar hiç kimse geri dönmedi değil mi Jean-Claude?” Bunu biraz düşünüyormuş gibi yaptı.

   “Galiba… Peki, ölürken acı çekiyorlar mı? Canları yanıyor mu?” bunu büyükannesini kastederek sorduğunu düşündüm. İçini rahatlatmak istedim.

   “Hiç de değil. Daha mutlu bir yere giderken neden acı çeksinler ki? Aksine, ölürken gidecekleri yeri gördüklerinden acele ediyorlar. Büyükannen oraya giderse çok mutlu olacak. Orada istediğin her şey oluyor. Şekerlemeler ve kakaolu kurabiyeler. Ve istediğin tüm oyuncaklar. Ve sevdiğin herkes orada.”

   Gerçekten mutlu olduğunu düşündüğüm bir edayla başını sallayarak koltuğa gitti ve yeni bir resim yapmaya başladı. Ne çizdiğiyle yine ilgilenmeyecektim. O sırada sadece yüzüne baktım. Çocuğu dakikalarca izledim. Acaba neden ailesi yoktu. Büyükannesi gerçek akrabası mıydı? Yoksa o da benim gibi terk edilmiş miydi? Böyle bir çocuğu ben bile terk edemezdim.

   Odaya tanımadığım bir doktor girdi. “Jean-Claude, eşyalarını topla hadi. Kilise bahçıvanı seni almaya gelecek.” Çocuk kafasını salladı. Büyükannesi iyileşmiş miydi? Boğazıma daha önce kimsenin atmadığı bir düğüm attı tanımadığım bu doktor.

   “Demek gidiyorsun?”

   “Evet Madame. Belki beni görmeye gelirsiniz?” gülümsedi. Ama bu gülümsemede normal olmayan bir şey vardı. Sonra gözlerinden iki inci aşağı yuvarlandı.

   “Yapma…” dedim ve ona sarıldım. Bunun benim için ne kadar garip olduğunu söylememe gerek yok. “Belki seni görmeye gelirim. Ne de olsa nerede olduğunu biliyorum.” Ama gitmezdim. Sınırlarımı bu kadar aşması bile fazlaydı. Benim gibi duygusuz ve hissiz bir cadı için çok fazla. Sonum düşünülecek olursa gereksiz bir bağ. Sonra onu kendimden uzaklaştırdım ve temiz yüzüne son kez baktım. “Hep mutlu ol Jean-Claude.”

   “Olacağım Madame.”

   Elindeki son resmi de komodine diğerlerinin üstüne bıraktı. Sonra gülümseyerek odadan çıktı. Bende pencereme döndüm. Saatlerce düşündükten sonra aklımdaki tek şey hafif tombul yanağını bir kez öpmüş olma dilediğimdi.

   Neden sonra dikkatimi pencerenin önündeki çiçek çekti. Tekrar soluyordu. Ne kadar da bana benziyor diye düşündüm. Çocuk ikimizin hayatı için de kısa bir mola gibi olmuştu. Alelacele bulutların arkasına saklanan bir güneş. Ama ikimizin de kaderi sonuçta buydu. Bundan kaçamıyorduk. Kaçmak istemiyorduk.

   Hastanede tekrar bir hareketlilik oldu. Bağrışmalar ve koşuşturmalar vardı. “Nasıl olur?” diyordu biri. “Daha küçücük!” Kastettiği kişi üzerine ihtimaller içime küçük bir korku düşürdüğünden ayağa kalkıp bakmayı denedim. Ancak örtüyü açabildiğim halde bacaklarımı kıpırdatamadım. Nasıl olurdu? Daha sabah yürüyordum!

   Yürüyüp yürümemem hiç önemli değildi. Neler olup bittiğini öğrenmek istiyordum. Hemşirelerden birine seslenip sordum.

   “Sabah büyükannesi ölen çocuk. Sanırım kalp krizi geçirmiş. Bahçıvan geldiğinde onu odada ölü bulmuş.”

   “Çocuğun sabah büyükannesi mi öldü? Ama kiliseye geri dönüyorlar sanmıştım!” Neye uğradığımı şaşırmıştım.

   “Evet ölmüştü. Cenaze için dönüyorlardı. Hatta yetimhane görevlilerine bile yarın çocuğu almaları için haber gönderilmişti. Ama nasıl olduysa çocuk ölü bulundu.” Kadın da dehşet içindeydi. Ölüme çok alışıktı fakat ölünün küçük bedeniydi onu böylesine üzen. “Büyükannesinin ölümüne dayanamadığından mıdır bilmiyorum. Bu kadar genç bir çocuğun kalp krizi geçirmesi görülmüş şey değil!” Beni darmadağın edip hızlı adımlarla çıktı.

   İnanamadım. Benim Jean-Claude’um. Daha birkaç saat önce konuşmuştuk… Hatta ölümden bahsettik. Ona ölümün korkutucu bir şey olmadığını anlattım. Lanet olsun ki bu doğru değildi. O zaman ben şimdi neden bu haldeydim? Bakışlarım benden bağımsız komodine kaydı. Arkası dönük olan resimleri istemsiz elime aldım ve çevirdim. Artık resimlere bakabilirdim.  Çocuk gitmişti. Kalan tek şey resimlerdi.

   Çevirince en üstte kalan ilk yaptığı resimdi. Pencere kenarında çok güzel yeşil bir bitki çizmişti. Kâğıdı kenara bırakıp ikinci resme geçtim. Bunda bir adam vardı. Yatakta yatan bir kadının odasının kapısının yanından geçip gidiyor gibi çizilmişti. Olabilir miydi? Bu George olabilir miydi? Çocuk bunu George yanıma gelmesin diye çizmiş olabilir miydi?

   Dehşet içinde diğer sayfaya geçtim. Bunda da kızıl saçlı bir kadın vardı ve yürüyordu. Şüphesiz bu bendim. O an kafama dank etti. Çocuk doğru söylüyordu. Çizdiği için bitki dirilmişti, çizdiği için George gelmeyi bırakmıştı, çizdiği için o sabah yürüyebilmiştim. Dakikalarca yürüyen kadına baktım. Böyle bir şey nasıl mümkün olurdu? Nasıl gerçek olurdu? Ama işte bu noktada başka bir açıklamam yoktu…

   Diğer resimde yine kızıl saçlı bir kadın vardı. Küçük bir çocuğa sarılıyordu. İkisi de o kadar mutluydu ki kulaklarına uzanan ağızlarıyla süslü gülümsemeleri, gözlerinin çizgi şeklinde kısılmasına sebep olmuştu.  Ben ve Jean-Claude. Çocuğum. Onu sevdiğimi çizmiş…

   Son resimde ise çocuk yerde yatıyordu. Gözleri kapalıydı ama yüzünde güzel bir gülümseme vardı. Tıpkı birkaç saat önceki garip gülümsemesi gibi. Bu resim normalde uyuyor gibi görünebilirdi. Ama çocuğun ne niyetle çizdiğini biliyordum. Başka açıklaması yoktu.

   Kafama her şey dank ettiğinde çok geçti. Çocuk çizdikleri gerçekten vuku buluyordu. Ama öldüğü için çiçek tekrar solmuş, bacaklarım tekrar hissizleşmişti. George da muhtemelen ziyaret etmeye devam edecekti. Ama çocuğun kendisini sevdiğimi çizdiği resimdeki duygu hala kaybolmamıştı. Çünkü yanıldın sevgili oğlum, ben seni ondan önce sevmiştim. Böylesine bir şey yapmana hiç gerek yoktu. Sen çizmeden tek başına da mucizenin ta kendisiydin.

   Sevdiğim ilk insana ben ne yapmıştım? Ona yetimhanenin ne kadar kötü, ölümün ise ne kadar güzel olduğunu anlattım. Onu teşvik ettim. Onu öldürdüm. İşte bu yüzden artık ölmeyi hak ettiğimi düşünebilirsiniz. Vicdan azabından kahroluyordum. İçimde rüzgârlar, hortumlar vardı. Dalgalar her şeyi mahvediyordu. Bir kez daha bir vücut suda boğuluyordum.
Ama çocuk kendi ömrünü benimkine katmışken ve ben tutunacak bir şey bulmuşken çıkış yolu aramaya daha fazla devam edemedim. Ölmekten vazgeçtim. Başta çocuğun yaşama sebebim olabileceğinden ve beni intihardan vazgeçirebileceğinden korkmuştum. Fakat kendisinden başlayarak insanları sevmemi sağlamıştı çocuk. Artık George’u da sevebilirdim. Artık sevecektim. Sevmek için sebeplere ihtiyacım yoktu. Eskiden olduğum kişi değildim.

   Resimleri elimden düşürdüm ve kavradıklarımın sancısıyla ayırdığım gözlerimden fırlayan boş bakışlarımı havaya diktim. İkinci kez boğazımda bir düğüm vardı. Bu küçücük erkek çocuğu bana diğer her şey bir yana, benim gibi birinin bile gözlerinden yaşların dökülebileceğini öğretti.

SON

Not: Çok peşpeşe oldu bölümler, ama zaten kısa bir öykü olduğundan ve bir çırpıda yazıldığından araya çok vakit koymadım.

Çevrimdışı Maleficum

  • **
  • 193
  • Rom: 11
  • I have the wisdom to see the dark as a light...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hôpital de l'Hotel-Dieu
« Yanıtla #4 : 18 Haziran 2012, 00:06:40 »
Sonunu daha yoğun hissettirebilirdin ama beklemediğim güzel bir sondu. Sadece Elise' in çocuğu neden sevdiğini anlamadım.
...weak pleasures, lost feelings, faded dreams, doubtful hopes...

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hôpital de l'Hotel-Dieu
« Yanıtla #5 : 18 Haziran 2012, 00:16:16 »
Sonunu daha yoğun hissettirebilirdin ama beklemediğim güzel bir sondu. Sadece Elise' in çocuğu neden sevdiğini anlamadım.

Çünkü çocuk Elise gibi sevmek için sebepler aramıyordu. Safça sevebilme, sadece hissedebilme yetisine sahipti. Ayrıca Elise onu sevmediğini söylemesine, yeri geldiğinde onu korkutmaya çalışmasına ve kendinden uzaklaştırmaya çalışmasına rağmen bunlar çocuk için önemli değildi. Önemli olan tek şey onun hissettikleriydi. Elise'e yardım etmeye çalıştı, kadın biraz olsun mutlu olsun veya arkadaş olmalarına izin versin diye. Çocuk bencillikten uzak, çocuk karşılıksızdı. Sonrasında daha mutlu olabilme ihtimaline karşın büyükannesinin peşinden gidebilecek kadar da saf ve cesurdu.

George da Elise'i seviyordu fakat şekilci ve ısrarcı olması, bunun yanı sıra Elise'den bir şeyler beklemesi onu Jean-Claude'den ayırıyor.

Ayrıca kadın belki de bilinçaltında kurtarılmayı beklerken karşısına çocuk tam zamanında çıktı. Bana da biraz havada geldi okurken. Anlamadığın noktada duyguyu istediğim kadar iyi yansıtamadım.

Çevrimdışı safir

  • **
  • 57
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hôpital de l'Hotel-Dieu
« Yanıtla #6 : 18 Haziran 2012, 12:40:44 »
Yanılıyor olabilirim tabii, fakat okurken kelimeleri bulup onları sıraya dizmekte zorlanmayan birinin yazını okuyormuşum gibi geldi. Başladım, meraklandım, yer yer üzüldüm ve bitti. Güzeldi. Eminim, tecrübe kazandıkça aklındakileri ya da vermek istediklerini daha güzel yansıtacaksın. Emeğine, kalemine sağlık.

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Hôpital de l'Hotel-Dieu
« Yanıtla #7 : 18 Haziran 2012, 19:48:42 »
Maleficum, Safir ve Galaxie'nin kendi sözlerinin üzerine bana söyleyecek laf kalmamış aslında. Aynı noktalarda buluşmuşuz.  Aynen öyle, yazdıkça daha iyileşecek, yazmaya devam. Bu öykü hoşuma gitti. Ahh, Fransa'da olmak zorunda mıydı? Tamam, bazı öykülerin belli şehir ve yerlerde belli karakterler etrafında yazılması gerekir ama Türkiye'de ve Türk karakterlerle olmaz mıydı acaba? Seçimin özel bir nedeni mi var? Merak ettim sadece.
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hôpital de l'Hotel-Dieu
« Yanıtla #8 : 18 Haziran 2012, 20:06:46 »
safir, okuduğun ve yorum yaptığın için teşekkürler, umarım daha iyi olacak ilerde.

Althar,

Ahh, Fransa'da olmak zorunda mıydı? Tamam, bazı öykülerin belli şehir ve yerlerde belli karakterler etrafında yazılması gerekir ama Türkiye'de ve Türk karakterlerle olmaz mıydı acaba? Seçimin özel bir nedeni mi var? Merak ettim sadece.

Neden Fransa? Çünkü sanırım hikayeye daha başlamadan hayal ettiğim mekan orasıydı. O hastane, Notre-Dame, Birinci Dünya Savaşı ertesi Paris... Daha özel bir sebebi yok...

Okuduğun için sana da teşekkür ederim, beğenmene sevindim.

grikunduz, spam yapmadan böyle cevap vereyim.

Hoşuma gitmeyen tek yönü ise sonda kadının yaşamayı seçmesiydi. O da orada ölse daha güzel bir öykü olabilirdi gibi geliyor. Ama yazar sensin tabi ki :)
Teşekkürler övgülerin için. Sanırım kadın ölseydi çocuğu yaşatamazdı. Biraz vicdan azabı biraz da çocuktan ders alma var. O yüzden devam ediyor...

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Hôpital de l'Hotel-Dieu
« Yanıtla #9 : 18 Haziran 2012, 21:47:31 »
Çok başarılı bir hikayeydi. Kurgu iskelesinde nadir de olsa devam öykülerinin bittiğini görmek çok güzel. Karakterler, ortam ve fantastik olayların dozajı oldukça yerinde. Harikulade bir öyküydü.
Hoşuma gitmeyen tek yönü ise sonda kadının yaşamayı seçmesiydi. O da orada ölse daha güzel bir öykü olabilirdi gibi geliyor. Ama yazar sensin tabi ki :)