4
Evin üstüne çökmüş huzurlu sessizliği bozan tek şey, sevgilisinin yataktan çıkarken hışırtattığı yatak örtülerinin sesiydi. Kadın yatağın içerisinde bir kedi gibi gerindi ve mahmurca gözlerini açarak gömleğinin düğmelerini ilikleyen adamı izlemeye başladı. Adamın onun uyanık olduğunu fark etmesi üzerine de "Gidiyor musun?" diye sordu sahte bir üzüntü ifadesiyle.
Murat yarım ağızla gülümseyerek "Evet. Gidip sevgili kocana duymak isteyeceği şeyleri söylemem lazım." dedi. Kocana kelimesini ise üzerine basarak söylemişti. Kadın sessizce kıkırdadı. Murat ise kemerini sıkarken "O budalaya gerçekten acıyorum, yapabileceğin hiçbir şey olmadan bir hamam böceği gibi köşeye sıkışmak rahatsız edici olmalı." diyordu bir yandan da.
Kadın soğuk soğuk adama baktı. "Ben acımıyorum, ne hali varsa görsün."
Murat sırıtarak ceketini omuzuna attı.
"Sen ne kadar gaddar bir kadınsın böyle, işte o zavalla adama acımak için bir başka sebep." dedi ve son bir kez kadına göz kırpıp odadan çıktı.
Kadın biraz daha sıcak yatağın keyfini çıkarttıktan sonra, kalkıp giyindi. Kendisine sütlü bir kahveyle atıştırmalık bir şeyler hazırladıktan sonra televizyonu açıp haberlere göz atmaya başladı. Komşu ülkelerdeki çatışmalarda yüzlerce sivilin öldürüldüğünden bahseden bir habere denk geldiğindeyse alayla suratını buruşturup "Ölmek için fazla güzel bir sabah." diye mırıldandı.
Kararını vermişti. Çıkıp biraz vitrinlere bakınacaktı. Caddenin kalabalığı ve mağazalardaki onlarca güzel kıyafet keyfini yerine getirirdi. Hayatının merkezinde de bu vardı zaten. Sosyalleşmek, para harcamak, yüksek tabaka insanların yanında bulunmak... Kocasının ona sağladığı nakit özgürlüğüyle hayatın tadını çıkarıyordu.
Kadın evden çıkıp, arabasına bindi. Nişantaşı'na gitmeyi düşünüyordu, arabayı da bir otoparka bırakırdı artık. Hava sabah güzel görünse de artık tüm kasvetini takınmış, bulutları çay partisine davet etmişti. Kadın havanın giderek bulutlanmaya başladığını farkettiğindeyse şemsiyesini şans eseri de olsa yanına aldığına memnun oldu. Daha önceki gün çektirdiği fönün saçma bir anda yağan yağmur yüzünden bozulup gitmesini istemezdi.
Arabayı bıraktıktan sonra bir elinde şemsiyesi, diğer elinde çantası, insan kalabalığıyla bütünleşti. Vitrinler insanları çekmek için cazip indirim vaatleriyle doluydu. Kafelerde insanlar toplanmış konuşuyorlar ya da ellerinde gazeteleri sabah kahvaltılarını ediyorlardı. Kısacası bu kasvetli ve yağmurlu günde bile dünya dönmeye devam ediyordu.
Kadın, topuklu ayakkabısının yürürken çıkardığı o özgüven dolu ses eşliğinde rutin mağaza ziyaretini gerçekleştirmeye başladı. Her girdiği mağazanın ardından daha da enerjiyle doluyordu. Yaklaşık yarım saat sonra ise elindeki poşetlerin ağırlığından zar zor yürüyebiliyordu. Bu arada yağmur durmuştu ancak bulutların da gitmeye niyetleri yoktu.
Bu yorucu ancak tatmin edici alışveriş macerasından sonra kendisini oldukça aç hisseden kadın, daha önce de gittiği hoş bir restorana gitmeye karar verdi. Tam köşe başından restoranın olduğu sokağa dönüyordu ki, ayağı yerinden oynamış, haylaz bir parke taşına takılınca yüksek ökçeli ayakkabılarının da yardımıyla dengesini kaybedip havada patlayan bir uzay mekiği gibi düşüşe geçti.
Fakat yolun yarısında, etrafını saran mide bulandırıcı bir ter ve alkol kokusunun eşliğinde bir kol onu yakaladı ve düşmesine engel oldu. Kadın, bir kaç saniyelik şok anının atlattıktan sonra doğrulup kurtarıcısının suratına baktı.
Bir beyaz atlı prens beklemiyordu ancak karşısındaki suratı gördüğünde bir iki adım geri çekilip, bu yabancı kolun vücuduna değdiği yerlerde iğrenç bir karıncalanma ve temizlenme isteği hisetmesine engel olamadı.
Çünkü karşısında, saç ile sakal arasına sıkışmış, içeri göçmüş gözlerle birçok yara izinin süslediği bir surat, aylardır, hatta belki de yıllardır yıkanmamış olmaktan dolayı şehrin bütün pisliklerini taşıyan parça parça giysiler ve zayıflıktan kamburlaşmış bir vücudun birbirine yamanmasında oluşan, muhtemelen otuzlu yaşlarının ortasında olmasına rağmen ellisindeymiş gibi gösteren bir adam duruyordu.
Adamın gerisinden ise kadını düşmekten kurtarmak için kalkmadan önce üstünde oturduğu karton parçasının ucu ve içinden birkaç kuruş bozuk paranın ışıldadığı eski bir yoğurt kabı görünüyordu.
Kadının aklından geçen ilk düşünce böyle rezil, Gazi Mahallesi'nde bile hor görülecek bir dilencinin Nişantaşı gibi bir yerde ne işi olduğuydu. Sonrasında ise aklına değil de bütün vücuduna yayılan sadece tek bir his vardı. O da utançtı.
Birden sinirden kıpkırmızı kesiliverdi kadın. Dilenciye onu kurtardığı için hem kızgın hem de minnettardı. Hızlıca etrafına bakıp da Nişantaşı'nın kalabalığına rağmen onun bu rezalet anlarını gören herhangi biri olmadığını görünce şansına şükredip biraz daha sakinleşti.
Kadının tüm bu iç muhakemesi sırasında ise yerine geçip oturmuş olan dilenci, ölü gözlerle yoldan geçip gidenleri izlemekteydi. Kadın hayatında ilk defa kendisini vicdanen bu kadar rahatsız hissediyordu. Böylesi bir dilenciye borçlu olmak tüm sahte içsel huzurunu yerle bir etmişti. Elini çantasına atıp cüzdanında bir yirmilik çekti ve yoğurt kutusuna bıraktı. Sonrasında ise tek kelime etmeden restorana yöneldi.
Bulutlar yeniden bir öksüzün umutsuzluğuyla insanlığı göz yaşlarına boğmaya karar vermişti. Kadın hızlı adımlarla restorandan içeri girdi ve bulduğu ilk boş masaya oturup kendisine iki elbise fiyatındaki bir sezar salata sipariş etti.
Bir yandan da dilencinin ona anımsattığı hatıralarına lanet okuyordu. Zaten kendisini içine kapattığı tozpembe gerçeklik kozası yırtılalı da epey olmuştu. Doğduğu yer olan İstanbul'un fakir bir semtinden çıkıp, güzelliği ve hırsıyla başarılı bir manken olup, ünlü bir şirketin kurucusuyla evlendiği şu hayatında, geçmişini silmek için oldukça fazla uğraşmasına rağmen bir dilencinin aptalca jesti tüm keyfini kaçırmıştı.
"Yine de," diye düşündü kadın " o dilenciyle benim aramdaki tek fark, benim bu restoranda yemek yerken onun büzüldüğü köşede açlıktan kıvranmasıdır. Ben kendimi kurtardım, o kurtaramamış belli ki."
Bunlara rağmen yüreğindeki ağırlığı bir türlü hafifletemiyordu kadın. Ve yağmur yağıyor, durmadan yağıyordu.