MASALYaktıkları ateşin şavkı yüzlerine vururken birbirlerini hiç tanımadan ölesiye bağlanan bu yedi kişi çam ormanının kokusunu içlerine çekerek yanlarında taşıdıkları yiyecekleri paylaşıyorlardı. Ormandan daha ziyade kayalık olan bölge, onların saklanmak ve barınmak için daha uygun bir ortam hazırlamalarına yardımcı oluyordu. Fakat yine de tetikte olmalıydılar; zira bu ormanın muhafazasına ihtiyacı olan tek topluluk onlar olmayabilirdiler.
Biraz pastırma, biraz yulaf ekmeği, biraz da medrese mutfağından aşırdıkları helvanın yanı sıra büyücünün çevredeki otlardan yenilebilir durumda olanları getirmesiyle yedi kişiyi doyurabilecek zengin bir sofra kurmayı başarmışlardı. Topluluk genel olarak daha sonrasını düşünerek yemeklerin yolculuğun devamına yetmesi için azar azar yese de bu durum iki kişinin pek de umurunda değilmiş gibi görünüyordu. Yıllardan beri ramazan haricinde bu kadar açlığa tahammül etmemiş olan hekim etin at eti olduğunu öğrenince ota ve ekmeğe vermişti kendini. Helvaya kimsenin ulaşması mümkün olmuyordu; çünkü hayatında ilk defa şekerle tanışan Viking’in onu hiçbiriyle paylaşmaya niyeti yok gibi görünüyordu. Yalnızca dirilen adam için biraz koparabilmişlerdi.
Rengi hala solgun olsa da onlarla birlikte sofrada olmayı tercih etmişti. Begüm, O’nun için Hekim’in özel olarak etraftan topladığı otlardan yaptığı iğrenç çorbayı içiriyor, arada bir de ağzı tatlansın diye helvadan bir parça veriyordu. Anlaşılan at üstünde gelirlerken olan biten her şeyi anlatmıştı eşi. Çorbadan aldığı her yudumu ağzının içinde çevirirken ekibe yeni katılan iki kişiyi kuşku dolu gözlerle seyrediyordu.
Yiyecekler azaldıkça konuşmalar artıyordu. Başlangıçta uzanamayacakları şeyleri istemekten ibaret olan sesler gittikçe yerini koyu bir muhabbete bırakıyordu.
“Düşünebiliyor musunuz?” dedi Gianni. “Dün akşam yola devam edebileceğimize dair hiç umudumuz yoktu. Kucağımızda bir cesetle bir söylentinin peşinden buraya kadar geldik. Ama bugün –tabi ki benim dualarım ve yakarışlarımın yardımıyla- ölümden dönen arkadaşımız sayesinde bir umudumuz var. Umuda!” Yanında bunu kutlamak için şarap olmamasına söylenerek elindeki su dolu domuz derisi matarayı havaya kaldırdı.
“Küçük kokarca doğru söylüyor.” Onaylama Arap’tan gelmişti. Bu âdeti pek onaylamasa da o da elindeki matarayı kaldırdı.
“Ben bunu bize yaptıranın umutsuzluk olduğunu sanıyorum oysa.” Herkes Âlim derken Hekim’in Cafer demeyi tercih ettiği adam, dikkatleri üzerine çekmişti. Zaten pek az konuştuğundan ondan bir ses çıktığında herkes pür dikkat onu dinliyordu.
Bir açıklama gelmeyince Viking ağzına tepiştirdiği helvaları diliyle kenara sıkıştırıp konuşmayı başardı. “Yani sence umudumuz olmasa daha mı iyiydi?”
Ona bakıp sıcak bir tebessüm gönderdikten sonra devam etti konuşmaya Cafer. “Hayır, hayır. Umut istikrardır. İnsanın yemeden, içmeden bile çok ihtiyaç duyduğu bir şeydir. Benim demek istediğim bize bu yaptıklarımızı yaptıran umutsuzluktu. Ya da umuda ulaşma çabası…”
“Doğru!” dedi Hekim ağzındaki lokmasını bitirmeden. “Ne demek istediğini anlayabiliyorum dostum. Hatta aklıma eski zamanlardan kalma bir masalı getirdi sözlerin.
“İnsanların Marduk denen bir uydurma İlah’a taptığı zamanlarda, bizim bilmediğimiz bir dili konuşan bir ülke varmış. Bu ülkenin insancıkları zalim bir emirin buyruğu altında eziyet çeker dururlarmış. Bu zalimin korktuğu tek şey varmış, o da ölümmüş. Yüzlerce savaşçıyı, kahramanı Ab-ı Hayat’ı bulmaları için dünyanın dört tarafına göndermişse de gidenler geri dönememiş. Dönenlerin de başarısızlıklarından dolayı kafaları kesilmiş. Derken bir büyücü çıkagelmiş Emir’in huzuruna. ‘Ölümsüzlük için Ab-ı Hayat’a ihtiyacın yok. Benim yapacağım büyüyle ne ölüm ne de ihtiyarlık bükebilir bileğini.’ demiş.”
“Öyle bir büyü yok. Kimi kandırıyorsun sen?” Büyücü maharetiyle ilgili olan masalı ciddiye alıp araya girmişti.
“Masal bu, masal… Hiç mi dinlemedin çocukluğunda?”
“Çocuk oyunlarıyla mı vakit kaybedeceğiz?”
“Bırakın anlatsın!” belli ki ölümden dönen adamın hoşuna gitmişti masal. Henüz ancak hırıltıyla konuşabiliyordu fakat dün hiç nefes almadığı göz önüne alındığında bu bile büyük bir gelişmeydi. Daha önce hiç insan diriltmemiş olan Hekim de bu gelişimi heyecanla seyrediyordu. Tabi ekibin esas liderinden aldığı cesaretle hikâyesini de yarım bırakmadı:
“Emir bu büyücünün isteklerini derhal yerine getirmiş. Ölümsüzlük büyüsü yapılmış. Fakat büyücü tılsımı yapmadan evvel bir şeyi söylemeyi unutmuş. Büyünün daim kalabilmesi için Emir’in her dolunayda bir masumun kanını içmesi gerekliymiş. Kendisine söylenmeyen bu ayrıntıya öylesine kızmış ki Emir, ilk dolunayda içtiği ilk kan büyücünün oğlunun kanı olmuş.
“Oğlunun cansız bedenini Emir’in ayaklarının altında gören büyücü, bu canavara verdiği güçle ne büyük bir felakete sebep olduğunu anlasa da artık çok geç olmuş. Büyüyü bozmanın yollarını aramış durmuş lakin Emir’in korumaları onu bir daha sarayın yanına dahi yaklaştırmamışlar.
“Bir vakit sonra ihtiyar büyücü eline aldığı yalvacı kıldan ince, palası bilekten kalın bir kılıcı tılsımlayıp şehrin meydanındaki bir kayaya saplamış. Ahaliyi de etrafına toplamış. Demiş ki: ‘Bu belayı sizin başınıza ben açtım. Başlattığım ateş evvela benim ocağımı yaktı. Büyüyü bozmanın bir tek yolu vardır. Bu kılıç bu taştan çıkarıldığı vakit, o zalimin sonu gelecektir.’ O günden sonra hiç kimse yaşlı büyücüyü görmemiş. Fakat söyledikleri dilden dile aktarılmış.
“Memlekette kılıcı yerinden sökmeyi denemeyen bir yiğit kalmamış. Herkes Emir’i öldürebilecek tek silahın bu kılıç olduğuna inanmış. ‘Bu kılıcı yerinden sökebilen cengâver de halkın arkasında yürüyeceği yeni lider olacakmış. Emir’i ancak o öldürebilirmiş.’ Bu cümleler bire bin katılarak nesilden nesile söylene gelmiş. Buluğ çağına eren her gencin kılıcı yerinden sökmeye çalışması o diyarın geleneği olmuş. Lakin her seferinde sonuç hüsranmış. Yüzyıllar geçmiş, masumların kanını içerek hayatta kalan Emir iktidarını sürdürmüş.
“Günün birinde kara cübbesinin içinde birisi belirmiş şehir meydanında. Ahali yabancının kim olduğunu anlamaya çalışırken o usulca kılıcın olduğu yere doğru gitmiş. Bir miktar etrafında dolanmış. Sonra elini kabzeye götürmüş.”
“Eee?” Cenevizli oldukça heyecanlanmıştı. Anlatmaya devam edeceğine yarım bırakıp yemeğine devam eden Berberiye öfkeyle bakıyordu. Ağzında yemek olduğu halde anlatmaya devam etti çaresiz.
“Kılıcı ahalinin hayret dolu bakışları arasında tereyağından kıl çeker gibi saplandığı kayadan çıkarıp havaya kaldırmış. Meydana toplanan kalabalıktan sevinç nidaları yükselmiş. Herkes kahramanın kendisini tanıtmasını bekliyormuş artık. Emirin karşısına dikilip onu öldüreceği ana tanık olmak istiyorlarmış.
“Fakat onların sevincini kursaklarında bırakan bir kahkaha duymuşlar. Kılıcı elinde tutan cengâver cübbenin başlığını sıyırınca içinden tacıyla Emir’in kendisi çıkmış.”
“Hadi oradan!” Begüm de heyecanla dinliyordu onu. Bir kadından beklenmeyecek tepkiyi duyan Hekim bir an duraksadı.
“Ömrümde böyle saçma sapan masal dinlemedim ben!” diye atıldı Cenevizli aynı şekilde.
Zalim Emir’in bu hareketinden keyiflenen Viking gevrek kahkahalarını koyuvermişti bile.
“Ama daha bitirmedim ki” diye susturdu onları Hekim. “Emir kibirine hakim olamamış asırlardır süregelen efsaneyi kendi denemek istemişti. Sonunda kılıcı kendisi çekince de halkın bütün umutlarını söndürmüştü işte.
“Meydanda toplanan halk dehşet içerisinde Emir’i seyrediyordu. Hepsinin aklından geçen düşünce aynıydı. Kahraman falan yoktu. Kehanet yalandı. Yüzlerce yıl hiçbir şey yapmadan yalnızca uydurma bir kahramanın ve onun uydurma kılıcının Emir’i öldüreceğine inanmışlardı. Artık umut yoktu. Bir şeyler yapmazlarsa dedelerinin kanını içen cani, torunlarının da kanlarını içerek hayatta kalmaya devam edecekti.
“Yeni kılıcının üzerine bir baston gibi dayanıp mağrur bir şekilde kullarını seyreden Emir, kafasına gelen bir darbeyle irkildi. Kalabalığın içinden gelen bir taş alnına isabet etmişti. Bu darbe canını yakmamıştı ama onu sinirlendirmeye yetmişti. Kılıcını kaldırıp kendisine taşı atan gence doğru yöneldi. Fakat kalabalıkta bir değişiklik vardı bu kez. Her zamanki gibi kendisi ilerlerken onlar geri kaçmıyordu. Aksine üzerine geliyorlardı.
“Kılıcıyla bir tanesini biçti. Sonra ikincisini. Fakat kılıçla vurarak bitmiyorlardı. Yere düştükten sonra kılıcını kaybetti. O yere düşünce yüzlerce insan üzüme üşüşen karıncalar gibi üzerine atıldı. Yüzyıllardır ektiği vahşetin meyvelerini yiyordu şimdi. İnsanlar çıplak elleriyle onu parçalıyor o ise hiçbir şey yapamıyordu. En büyük gücü olan ölümsüzlüğü en büyük laneti haline gelmişti. Acı çekiyor fakat ölemiyordu.
“Kalbini yerinden söktüklerinde artık bedeninde hareket edebilecek bir uzvu kalmamıştı. Hala atmakta olan kalbi taşlarla ezerek parçalayan halk özgürlüğün dayanılmaz coşkusuyla saraya hücum etti.” Saraydaki yağmalamayı anlatırken sözü yeniden kesildi Hekim’in.
“Şimdi bu büyücü yalan mı söylemiş? Neden böyle bir şey yapmış?” diye sordu Gianni.
“Hayır! Büyücü kılıç yerinden söküldüğünde Emir’in sonunun geleceğini söylemişti ve dedikleri doğru çıktı. Onun söylediklerini çarpıtan halkın kendisi olmuş.” Diye düzeltti onu Begüm.
“Çok doğru!”
“Onları Emir’in zulmünden kurtarmak için önce umut vermiş. Sonra da ellerinden almış. Çünkü insanın en güçlü olduğu an umudunu kaybettiği andır. Emir’in bir gün bu kılıcı yerinden çıkarmayı deneyeceğini biliyormuş ihtiyar.”
“Hanım efendi masalın bütün özünü çıkardı gördüğünüz gibi. Artık uyuyabilir miyiz?”
Herkes yorgunluğun ve masalın üzerine güzel bir uyku çekmek konusunda hemfikirdi. Nöbetler paylaşıldı ve ateş tazelendi. Çam kokularının ferahlığıyla Antakura kayalıklarının tatlı esintisi birleşince uykuya dalmak hiç de zor olmadı onlar için.
biraz gecikmeli oldu ama
