Aşağıdaki yazı, Cesur Yeni Dünya distopyasının temellerine dayanarak yazılmıştır. Eğer bu eseri okumadıysanız, birtakım şeyler size anlamsız gelecektir.Cesur Tuhaf Dünya
“Çok tuhafsın.”
“Evet, bunu hep söylerler.”
Karşımda duran kişi kesinlikle bir
Epsilon Yarı Moron’du. Ama kendisini bir
Alfa, hayır hayır, bir
Alfa Çift Artı olarak gördüğünü hepimiz biliyorduk. Ancak kanına karıştırılan alkol oranı ile bir
Epsilon olduğunu gizleyemiyordu; malum, yere yakın kıçı her şeyi gözler önüne seriyordu. Ama heyhat, ailesi onu bir
Alfa Çift Artı olarak şartlandırmıştı. Hipnopedyasında ise, on iki ile yirmi üç yaş arasında, haftada üç kere olmak üzere ne kadar mükemmel olduğu tekrarlanmıştı. Kendisini bir
Alfa Çift Artı olarak görse de zekâ olarak en fazla bir Gama olabilirdi. Ama aşağıdan yukarıya doğru bakan küçümseyici bakışları ile
Epsilonluğunu saklaması çok zordu.
Bir Epsilon olmadığım için o kadar mutluyum ki.
Yaklaşık 2000 kişilik ütopyamız, Fordumuzun seri üretim felsefesine tamamen bağlı olarak inşa edilmişti. Bunlardan
bokanovskileştirme işleminin başarılı örneklerini kantinde görmek mümkündü. Ama benim önümde duranlar sanırım ilk
bokanovskileştirmenin sonuçlarıydı. Zira yeterince birbirlerine benzemiyorlardı- yere yakın kıçları hariç.
Halk arasında bir deyim vardır,
“Kıçı yere yakın olandan korkacaksın.” diye. Eskiler ne güzel de söylemiş! Fordumuzun bize bahşettiği bu ütopyanın benim bulunduğum bölgesinde 3 adet kısa boylu insan her gün farklı tepkilerle benimle iletişim kurardı. Bunlardan birinin kanına karıştırılan alkol oranı kesinlikle, Ford bizi sakınsın ki, en büyük yanlışımızdı. Aklını
somayla uçurmuş bir hemşirenin işi olmalıydı bu. Çünkü o bir
Gama,
Delta ya da
Epsilon değil; düpedüz bir
Beta idi.
Her gün yaşama alanıma girdiğimde yüzüme çevrilen maskeli, şuursuz ve tamamıyla şartlandırılmış yüzler düzenli gülümsemeleri ile beni karşılardı. Ben ise aynı şartlandırılmış nezaketim ile onlara bekledikleri, ikiz gülümsemeyi sunardım. Ben onların tuhaf üyeleriydim ve sıradan olmayan her şeyi anlamsız kabul etmek için üç ile dokuz yaşları arasında, haftada beş kez tekrarlanan bir hipnopedik işlemden geçmişlerdi.
Beta, kanında fazla alkol bulunan, her daim sıcaktı gerçi. Bana karşı olan maskelemesi diğerlerine oranla daha saydamdı. Veya ben bunun öyle olduğunu düşünüyordum. Kim bilir, belki ben de kendimi daha üstün görmeye şartlandırılmış pek çoklarından biriyim.
Bahsetmediğim diğer
Epsilon’a geçelim. Onun durumu hepimizden karanlıktı. Sanırım Ford onu bizlere eski insanların haset, kıskançlık ve entrika dedikleri şeylerin ne olduğunu göstermek için yollamıştı. İlkeldi, evet. Ama bu ilkelliği ile etrafı baskılamayı başarmıyor da değildi hani. Herkesi baştan çıkaracağına inanan ayaklı bir
seks hormonlu sakızdı o. Kıskançlıkla kararmış gözleri ile o kadar acınasıydı ki… Bir
Epsilon Yarı Moron’dan başka ne olabilirdi ki? Ah, elbette onun şartlandırılması da bunu inkâr ediyordu. Kendisi yaşayan bir Afrodit'ti ve herkes onun kölesiydi o kısıtlı düşünme evreninde. Bizler ise, öyleymiş gibi davranarak onun bu haline gülüp geçiyorduk. Eh, ne de olsa bir o bir
Epsilon; ne desek değişirdi ki? Bunu anlayabilecek zekâsı var mıydı?
Alkol oranları fazlaca olanlardan sonra bir de benim
Duygu Mühendis’i diye tabir edebileceğim biri vardı. Ne gariptir ki, ben herkes için tuhaf iken onun için tamamıyla bir
Alfa Çift Artı idim. İlahı, belki de olmak istediğiydim. Ama o duygular konusunda iyidir. Bu yüzden o her şeyi elde edebileceğini sanan, entrikacı ve kıskanç
Epsilon gibi değil; aksine bunları mantık çerçevesinde yapabilen ve bunu yapabildiğine şahit olduğum tek kişiydi. Eh, duygular konusundaki hâkimiyeti bazen beni zorluyordu. Açıkça, sıkıyordu; ama yine de sanırım en çok onunla olmak bana huzur veriyordu. Kendisi bir
Alfa olmasına rağmen, şartlandırılması hepimizin aksine eksik özgüvene neden olduğu için bir
Beta Eksi gibi davranması da sinirlerimi zorlayan bir durumdu.
Peki ya ben?
“O…çok tuhaf değil mi? Konuşması, kurduğu cümleler, hareketleri… Ne biliyim, tuhaf işte.”
“Ah Hazal, sen birinci sınıftayken her şeyin bilimsel açıklamasını yapardın bize. Hahaha. Ne kadar da tuhaftın”. Sözlerde hafif bir alay, gözlerde ise ince bir küçümseme vardı. Ukala tuhaflığa bakarken, arka fonda çalan kıskançlık senfonisini görmemek elde miydi?
“Olur öyle. Çok okuyunca böyle şeylerin olması normal.” Omuzlarını silken ukala tuhaflığın, bendenizin, cevabı buydu. Ama bu tamamen karşımdaki, zekânın en canlı örneği olduğuna inanan zavallıyı kızdırmıştı.
“Ben de çok kitap okurum! Hayır yani, biz de okuyoruz!”
Anlamsız siteme bakmakla yetindim. Ama
Duygu Mühendisimizin araya girmesi işleri daha da karmaşıklaştırdı:
“İyi de sen onun okuduğu gibi kitaplar okumuyorsun ki?” sesindeki ince alay onu delirtmeye yetmişti sanırım. Kıstığı gözleri ile aşağıdan yukarıya doğru düşmanca bakıyordu. Ben mi? Umurumda bile değil. Küçük dünyalarının şampiyonlarıydı onlar. Hangimizin daha zeki olduğu beni ilgilendiren bir şey değildi. Şunu da unutmayalım, diğer
Epsilon tüm bu konuşmayı korkunç gözlerle takip etmişti. Kesinlikle her ayrıntıyı karanlık zihnine işliyordu. Ne yapalım, ona verilen görev buydu. Fordumuz onu bizlere bundan sakınalım diye göndermişti ya.
Tabii tüm bunların ve her şeyin sonucunu uzun yıllardır biliyordum:
“Şu kız, tuhaf yahu. Çok tuhaf.”
Kantin adı verilmiş, sentetik besinlerle midelerimizi doldurduğumuz yerde muhteşem
bokanovskileştirilmiş ikizlerin sosyalleşme saati gelmişti. Bir anda kantin, hepsi birbirinin aynı yüzlerce
Delta Eksi ile doldu. Mükemmel bir biçimde birbirlerinin taklidi olan ve seri üretimin gurur kaynağı olan bu dişiler, boyalı direklerden ibaretti. Ama her şeyden öte, onlar ütopik dünyamızın gerçek
seks hormonlu sakızlarıydı. Etrafa atılan ısırgan bakışlar, dekolteden çıkıp çıplaklığa varan, olmayan kıyafetler ve normalde erkeklerden beklenen sapık sarkıntılar ile ütopyamızın tüm cinsel ihtiyacı onların omuzlarına yüklenmişti.
Toplu seks, poplu seks.
Yine de bir gerçeği unutmamak gerek. Onlar, on üç ile yirmili yaşlar arasında erkekler üzerinde mutlak bir cinsel dürtü yaratmak için şartlandırılmıştı. Haftada 6 kez hipnopedik eğitimlerinde tekrarlanmıştı bu. Ancak kendi hemcinsleri ile baş başa kaldıklarında bazı sorunlar ortaya çıkıyordu. Bunlardan en yaygını ise erkeksi saldırganlık ve küfürleşmeye varan, ve eskilerin maganda dediği türden, hareketler sergilemeleriydi. Onlar, sadece hemcinslerinin olduğu ortamlarda birer sokak serserisi, erkeklerin arasına karışınca ise tahrik edici
seks hormonlu sakızlardı.
Bu isim onlara ne kadar da çok yakışıyor… Sadece bir kere çiğnersiniz ve inanılmaz bir haz ile dolup taşarsınız. Ancak o haz bittiğinde ve tekrar sakız çiğnemek istediğinizde çiğnenmiş sakıza el uzatmazsınız. Paketini açmadıklarınız varken ve bu kadar davetkârca sizleri çağırırlarken neden çiğneyip tadına baktığınıza dönesiniz ki? Hem zaten çiğnenmiş bir sakız tadını giderek kaybeder. Ama bizim ütopyamızda onlar böyle şeylerden üzülmezler! Aksine, onlar da farklı kişilerce çiğnenmek için vardırlar.
Yaşasın tüketim çılgınlığı!
Sahneye
simbiyotik üçüzlerimiz girdiğinde garipseme sırası bana geçer. Nasıl olurda üç kişi bu kadar iç içe yaşar? Birbirlerinden ayrı hayatları olmadan nasıl bu kadar uzun süre nefes almayı başarırlar? Peki, bunlardan ikisinin sevgili olması ve evli çiftlerde bile olmayacak cinsten, boğucu mutualizm? Ya üçüncü? Ona diyecek söz bulamıyorum.
Simbiyotik üçüzler sanırım hayatımın en korkunç kâbusu. Aralarından ikisinin cıvık sevgililiği-hayır, saplantılı demek daha doğru olur- ve üçüncüsünün iflah olmaz saçmalıkları ile beni boğmaya yetiyorlar.
“Ne kadar tuhaflar öyle değil mi?” Bu defa garipseme sırası bendeydi.
“Nedenki?”
“Çünkü… fazla sıradanlar. Fazlasıyla!”
Simbiyotik üçüzlerin boğucu beraberliği ve ben tek siz hepiniz duruşu ile anlamsızlaşan baş kaldırışları, zaten sentetik besinlerle birbirine geçmiş midemi daha da beter hale getiriyordu. Ama şartlandırılmış beynim yapmam gerekeni ben daha düşünmeden yapıyor ve en şirin halimde bir “Merhabaaa!” dökülüyor dudaklarımdan. Onlar da aynı derece şirinlikle bana bakıp selamlıyorlar. Onlar ders konusunda muhteşemler! Ama gerçekte, sadece biri kelimenin tam anlamı olan muhteşemliği taşıyor ve diğerleri ise onun köklerine yapışmış mantarlar. Bu simbiyotik yaşamın nedenlerini şimdi anladınız mı? Ama ana kaynak bundan rahatsız değil. Banane…
Tek bir gerçek varsa, o da dersten başka bir şeylerinin olmayışıdır. Hırstan öteye geçen korkunç birinci olma istekleriyle ürkünç canlılar.
Alfa olmak için her tür aşağı sınıfı ezebilecek şartlandırılmaları var. Peki onlar ne? Bilmiyorum. Ama içlerinden sadece biri
Alfa, o kesin.
Üçünün de aynı hedefe tapması , sapkın bir inanıştan ibaret. Bu amacı, Fordumuzdan bile üstün tutuyor olabilirler! Ama geri kalan kısımlar, nasıl desem, devasa bir boşluk. O yüzden
Epsilon diye tanımladıklarımdan bile daha tuhaf bulurlar beni. Çünkü onlar fazla sıradan. Ve ben onları hiçbir sınıfa koyamıyorum.
“Ne kadar da tuhaf…”
Hoş, ben de bu duyguları paylaşıyorum ya. İş başa düşüyor ve birkaç anlamsız sözden sonra buna daha fazla tahammül edemeyerek oradan uzaklaşıyorum.
Tüm bu anlamsız
simyotikleri,
bokanovskileştirilmiş seks hormonlu sakızları ve üstünlük taslamak için aptalca bir çaba içinde olan
Epsilonları düşününce ister istemez zihnimden şu geçiyor:
Hey Cesur Tuhaf Dünya!
Sen ki bu kadar garip
Ben ki bu kadar garip…