Not: Esinlenme üzerine o kadar tartışınca yazmak istedim bu öyküyü. Kimseye karşı bir tavır, eleştiri veya gönderme amacıyla yazılmadığını da belirterek, herkese iyi okumalar diliyorum.
“Her şey tam altı sene önce başladı…”
“Hop hop hop dur bakalım. Böyle damdan düşer gibi konuyu anlatmayacaksın herhalde? Okuyucuya kendinden bahset biraz.”
“Ben kim miyim? Adının önemi olmayan bir adamım sadece.”
“Bu kadar mı yani?”
“Bir önemi var mı ismimin? İnsanlar benim adımı bile hatırlamayacaktır. Hatırlayan olursa bile anlatacağım olaylar sayesinde anılacaktır sadece. Ki ismimin ne olduğu veya benim kim olduğum hikayeyi değiştirmeyecek nasıl olsa. Ben, bu anlamsız ve sıradışı olayları yaşayan adamım kısacası.”
“Pekala dediğin gibi olsun. Seni sen yapan olayları anlat o zaman.”
“Dediğim gibi, bundan tam altı sene önce başladı herşey…
Amasya Üniversitesi’ne giden sıradan öğrencilerden biriydim sadece. Fen Bilgisi Öğretmenliği okuyup ortaokul çocuklarının ufuklarını genişleteceğine inandıkları sıradan biri. Aynı sıraları paylaşan diğer kırkıyla, hatta dünyadaki binlercesinden farkı olmayan, sadece bir isimden ibarettim kağıtlarda da. Hem ben hocaları tanımazdım hem de onlar beni bir gurur kaynağı haline getirebilmek adına doğru dürüst bir eğitim vermezlerdi.
Tahtaya yansıtılan slaytları okumak için para aldıklarına inandığım eğitim veya katkı adına hiçbir iş gerçekleştirmeyen ve bunları umursamayan insanlardan öğrenemediklerimi, kitaplardan okuyarak kapatıyordum. Üstelik bu öğrenemediğim şeylerden sorumlu olduğum sınavlara katılıyordum.”
“Eğitim sistemine gönderme yapıp duracak mısın yoksa şu inanılmaz olaylar dediğin şeyi anlatacak mısın?”
“Oraya geliyordum zaten. Ki anlattığım her şeyin birbiriyle bağlantısı var, emin ol. Tıpkı benim doğmama etki eden trilyonlarca etkenin ve sonrasında yaşanan bir o kadar daha etken olmasının, beni bu inanılmaz olaylara sürüklediği gibi, her şeyin bir anlamı var.
Salı günüydü. Ortaokul öğrencilerine göstermemiz için eğitimini aldığımız fizik dersinden yeni çıkmıştım. Ne ilginçtir ki o günkü konumuz kuantum fiziği idi. Sanki bunları o çocuklara vermemiz gerekiyormuş gibi anlamsızca bizlere öğretiyorlardı. Elbette geleceğin eğitmeni olarak fazla bilgilere sahip olmamız iyi bir şey ama bunlar sanki tüm eğitimimizin temelini oluşturuyormuş gibi davranılması ne kadar acı veriyordu anlatamam.
Neyse, konudan sapmayalım en iyisi. Sokakta evime olan yolu yarılamış, öğrenci yurdunun karşı arasındaki eve tırmanan yokuşu adım adım çıkıyordum. Güzel havalarda o küçük şehirde yürümek kadar güzel bir şey yoktu. İnsanların çok zorda kalmadığı sürece incecik kaldırımlardan asla taşmadığı bir şehrin düzenine isyan edercesine, araç geçmeyen yolun tam ortasından yürüyordum.
Birkaç dakika sonra sıcak çay ve televizyon keyfi yapmayı planladığım evim görüş alanıma girmişti. Fakat tek gördüğüm evim değildi. Amasya’da, hele hele bizim sokakta asla göremeyeceğim bir etkinlik vardı. Sokağın sonu boş bir araziye çıkıyordu normalde ama araziyi kapatacak kadar büyük bir çadır kurulmuştu tam karşımdaki boşluğa. Önündeki ahşap platformun üzerinde ise, üstüne kırmızı bando üniforması, altına ise siyah av pantolonu ve çizmelerini giymiş, kafasında ise kocaman, gülümseyen bir tavşan başlığı takmış bir adam vardı. Çadırın içinden gelen sirk müzikleri tüm sokakta yankılanıyordu. İşin ilginci bu kadar saçma ve ilginç şeylerin bir arada olduğu sokak hala bomboştu.
Merakıma yenik düştüm ve oraya gittim. Kostümlü adam elindeki siyah bastonu havada sallayarak çadırın girişini işaret etti.
‘Hayatınızdaki en ilginç deneyimi yaşamak için buyurun, buyurun’ diye bağırıyordu. Sanki sokakta benden başka biri varmış gibi etrafına bakıyor ve boşluğa sesini duyurmaya çalışıyordu.
Çadırın, sanki bir delikmiş gibi görünen yuvarlak girişi, içeriye girmem için beni cezp ediyordu. Karanlık deliğin önüne kadar geldiğimde, tavşan kostümlü adam sesini iyice azaltıp bana baktı.
‘Hayatının deneyimi için hazır mısın?’ dedi biraz korkutucu bir sesle. Düşünmeden girdim çadıra, ne olabilirdi ki!
Yürüdükçe içeriden gelen ses uzaklaşıyor, gittikçe boğuk bir hal alıyordu. Arkamdaki ışık azalıyordu her adımımda ve etrafımı saran karanlıktan rüzgar sesi gelmeye başlıyordu. Yürüdüm, belki de on dakika kadar. Küçük bir çadır nasıl bu kadar büyük olabilir diye düşünüyordum.
Sonra uzaktaki ışığı gördüm. Koştum bu sefer, artık korkutmaya başlamıştı çünkü bu yol. Işığa ve özgürlüğe kavuşmak için koştum. Yaklaştıkça ışığa, rüzgar ve soğuk artıyordu. Ben hızlandıkça çıkış olan delik daha da yaklaşıyordu. Ben bir adım atınca gün ışığı bana yüz adım yaklaşıyor gibiydi. Sonunda ise etrafı karlarla kaplı bir ormana çıkmıştım.”
“Hooop hop dur bakalım bir saniye!”
“Ne oldu?”
“Ne yani Alice Harikalar Diyarında’ki gibi bir tavşan seni bir deliğe sokuyor ve sen Narnia’daki gibi bir yere mi çıkıyorsun? Hadi ama burada okuyucuyu kandırmak için bildiğin şeyleri birleştirip onlara sunuyorsun bence.”
“Belki de bahsettiğin kitaplar gerçeklerden esinlenerek yazılmıştır? Çünkü ben yaşadıklarımın gerçekliği konusunda gayet eminim.”
“Hadi amaaa! Daha ne anlatacaksın peki? Darth Vader ile karşılıklı tavla atıp, Jigsaw’ın elinden kahve içtiğini mi?”
“Pekala, neler olduğunu sen sormuştun ve ben anlatıyordum sadece. Eğer duymak istemiyorsan anlatmam.”
“Tamam, tamam. Anlat bakalım, merak ettim daha neler yumurtlayacaksın diye.”
“Ormana çıktığımda dikkatimi ilk çeken şey de tahmin edeceğin gibi buranın aslında devasa bir dünyaya açılmış olduğuydu. Boyutlar arası bir geçitten geçmiştim, üstelik benim yaşadığım sokağa kurulan bir sirk çadırının içinden.
Farklı bir dünyada yapılabilecek ilk şeyi yaptım ben de. Korktum. Sonra ise ikinci şeyi. Nasıl geri döneceğim endişesi yaşadım. Çünkü geldiğim yoldan geriye bir şey kalmamıştı. Aradan birkaç saat geçince ise üçüncü şeyi yapmanın zamanı gelmişti. Burayı araştırma merakı bedenimi sardı. İki veya üç kilometre kadar yürüdüm. Belki de daha kısaydı, çünkü yerdeki kar yüzünden yürüyüşüm zordu ve aldığım yol bana uzun gibi geliyordu. Bacalarından tüten dumanıyla kartpostalları andıran bir köye tepenin üzerinden bakarken, ağaçlar benimle olan yolculuklarını bırakmışçasına bıçak gibi kesilmişti. Yokuş aşağı hızla inip sıcak bir eve sığınıp karnımı doyurmanın peşindeydim tam o sırada.
Ahşap evler düşündüğün gibi ortaçağ tipindekiler gibi değillerdi.”
“Böyle düşündüğümü de nereden çıkardın?”
“Karlık bir bölgede ahşap kulübelerden bahsedildiğinde aklına başka ne geliyordu peki? Evet, ilk gördüğümde ben de onlara benzetmiştim ancak yaklaşınca aslında hiç de düşündüklerimiz gibi olmadıklarını fark ettim. Yuvarlak kapıları…”
“Veee çok geçmeden Yüzüklerin Efendisi geliyor.”
“Sürekli sözümü kesecek misin? Yoksa anlatayım mı?”
“Tamam sustum. Devam et bakalım.”
“Evlerin girişleri çift kapılı yuvarlak şeklindeydi. Pencereler de plastiğe benzer saydam, esnek bir madde ile kapatılmış, yine yuvarlak şekilde oyulmuşlardı. Evlerin ön cepheleri düz olmasına rağmen geri kalanı yine yuvarlak bir zemine sahipti. Sanki bir kenarı kesilmiş daire gibiydi tepeden bakınca. Bacalarının ne şekilde olduğunu söylememe gerek yok sanırım.
Önüme ilk gelen kapıyı çaldığımda kapıyı açan…”
“Frodo muydu? Hahahahahaha.”
“Hayır, değildi. Ama insan da değildi. Bir yetmiş boylarında sapsarı tenli biri açtı kapıyı. Biri demek ne kadar doğru olur bilemedim aslında ama sonuçta bir canlıydı onlar da. Burunları olmayan, kolları ve bacaklarında fazladan birer diz ve dirsek bulunan ve en ilginç özellikleri ise saçlarının üstünden yükselen, derilerinden birer çıkıntı gibi sapsarı görünen antenlere sahip yaratıklarla ilk o zaman karşılaştım. Kendilerine Yistael diyen bu canlıları gördüğüm anda korkmam gerekiyordu belki. Ama çizgi gibi dudakları ve dişsiz ağızlarıyla yaptıkları o sıcak gülümseme ve perdeli göz kapakları fazla sempatik gelmişti. Kırmızı, siyah, sarı ve nadiren kahverengi saçları, biz insanlara benzeyen tek yönleriydi sanırım. Üç delikli, kafalarına yapışık kulakları ve beyaz kürenin üzerindeki siyah lekeler gibi duran gözleri vardı hepsinin.
Kollarının iki dirsekli olduğunu söylemiştim sanırım. Üstteki dirsek her iki yana, alttaki ise sadece içeriye doğru bükülüyordu. Ama antenleri en ilginç kısımlarıydı. Uçlarındaki küresel bölge tamamen sinir uçlarından oluşuyordu. Birçoğu, o bölgeyi korumak adına saydam bir başlık takıyordu. Hafifçe sıkmak bile onlara acı verebiliyordu çünkü. İşin ilginç yanı sadece bu sinir uçları değildi. Koku almak, elektromanyetik alanları, hatta sıcaklığı bile hissedebiliyorlardı. Üstelik nereden geldiğini, ne kadar uzaklıkta olduğunu bile söyleyebilecek kadar ilginçti bu antenleri.”
“Dur tahmin edeyim, Türkçe mi konuşuyorlardı yoksa?”
“Evet.”
“Bir başka klişe daha. Her zaman öyküdeki ana karakter ile aynı dili konuşurlar. Uzaylılar hep İngilizce bilir mesela. Ya da herkesin bildiği ortak bir dil vardır.”
“Yani? Ne demek istiyorsun?”
“Yanisi şu ki bu anlattıkların birer peri masalından ibaret. Gerçek olduklarını söylüyorsun fakat değiller.”
“Komik. Ben de kendi dünyamızı onlara anlattığımda bana masal anlatıyormuşum gibi bakmışlardı. Igloları olan Eskimolar, çekik gözlü çok kalabalık Çin ve ten renkleri farklı Afrika kabilelerinin yaşayışlarındaki ve görünüşlerindeki farklılıklara inanmamışlardı bir süre. Kilometrelere uzanmış Çin Seddi, Piramitler, eğik duran Pisa Kulesi, cep telefonları, internet gibi şeyler birer efsane gibi gelmişti. Hatta eski tarihimizdeki unsurları bile anlattım. Samuraylar, Moğollar, Tapınak Şövalyeleri gibi şeyler masal gibi geliyordu onlara. İşin ilginci bunları biraz süsleyip biraz da ekleme yapınca biz masal zannediyoruz. Halbuki bizim tarihimiz ve yaşayışımız bile kendi başına fantastik bir eser sayılır.
Büyü müdür bir eseri fantastik yapan? Düşünsene gerçek dünyada büyü olsaydı fakat zahmetli olsaydı ve çoğu işlerini büyü ile yapan nesiller yüzünden teknoloji gelişmeseydi? O zaman bilgisayar gibi saniyesinde trilyonlarca işlem yapabilen aletler onlara fantastik gelmez miydi? Zahmetsizce, büyü yapmadan, sadece bir tuşla yapılan işlemleri, devasa gökdelenleri ve günümüzdeki birçok şeyi ağızları sulanarak dinlerlerdi. Tıpkı Yistael’lerin benim anlattıklarımı dinlemeleri gibi.”
“Tamam anladık, devam et en iyisi.”
“Pekala. O kadar ilginç yaşayışları vardı ki Yistael’lerin, anlatmakla bitmez. Yine de bana en ilginç gelen şeyleri söylemeden edemeyeceğim. Antenleri sayesinde çiftleşip yumurtluyorlardı. Sığındığım evde de bu yumurtalardan bir tane vardı. Sarı, yapış yapış, sanki deri ile kaplı gibiydi. İçindeki canlının hareket edişini görebiliyordum. Üç aylık dönemin sonunda yumurtadan çıktıklarında, geriye kalan şeyleri annesi tarafından yeniyordu.”
“Bu da çok tanıdık? Sanki bir filmde görmüştüm.”
“Doğrudur. Ama işin gerçeğinde bizim dünyamızdaki birçok yumurtlayan hayvan da bunu yapıyor. Yani bu senin okuduğun kitaplardan ve izlediğin filmlerden milyonlarca yıl önce yazılmış bir gerçek. Aynı şekilde Yistael’ler de bunu gerçekleştiriyordu. Bunun nedeni olarak ise bebekleri ile kurdukları bağın yanı sıra, annenin süt vermesi için gerekli bazı maddelerin o kabukta olmasıymış.
Kültürleri de çok ilginçti aslında. Çocuklarına yedi yaşına kadar isim vermiyorlardı. Yedi yaşında, eğitim almaya başladıkları zaman isimlerini kendileri seçiyordu. Genelde bu seçimi de isteklerine göre belirliyorlardı. Yani, öğretmen olmak isteyen bir çocuğun ismi genelde Eğit, Yüksel, Akıl, Düzen gibi şeyler oluyordu.”
“Yüksel mi?”
“Evet. Eğitimin bir yükseliş olduğuna inanıyorlardı çünkü.”
“İsimleri de mi Türkçe yani?”
“E Türkçe konuşan bir ırkın isimleri ne olacaktı ki? Yedi yaşında eğitim almaya başlayan çocuğa öncelikle bilmesi gerekenleri öğretiyorlardı. Matematik, Türkçe, coğrafya gibi dersler temel olarak veriliyordu. Resim, müzik, beden de öyle. Hiçbirinden sorumlu değillerdi. Yani not alma korkusu olmadan öğreniyorlardı. Sadece çocukların yönelimlerini ölçmek için veriliyordu bu eğitimler. Elbette temel bilgileri de öğrenmeleri sağlanıyordu bu sayede.
Çocuğun istediği meslek ve eğilimleri temel alınarak sonraki aşamaya geçiyorlardı. Bizde ortaokul dediğimiz şeyleri onlar uygulamalı olarak yaşıyordu. Teorik bilgiler neredeyse sıfırdı. Her şey tecrübe edilerek öğretiliyordu. Lisede ise deneyimler ölçülüyor, tecrübelerin derecesine göre meslekler ve atamalar yapılıyordu.”
“Eğitim sisteminde ütopya anlatıyorsun resmen.”
“Öyleydi zaten. Onların bakış açıları buna izin veriyordu çünkü. Bizde sadece sözde kalan şeyleri, onlar resmen yaşıyordu. Mesela empati had safhadaydı onların bakışlarında. Onların anlattıkları bir şeyden bahsedeyim mesela. Bilge bir filozofları demiş ki; “Gelişmeyen beyinler karşılarına çıkan olaylarda hep taraf değiştirirler. Bu taraflar küçükten büyüğe doğru, giderek büyüyen bir kitleyle sıralanır. Yeri gelince her birini savunan bireylere bürünmek değil, sadece birinde istikrarlı kalabilmektir zeki bir canlı olmak.” Kalıpları ise şöyle sıralıyorlardı. Ben, ailem, komşularım, mahallem, ilçem, bölgem, takımım, ülkem, ırkım, dinim, yistaellerim, gezegenim ve evrenim. En büyük gelişim sahipleri bütün evren içindeki canlıları eşit sayarlar ve her ne olursa olsun bu fikirlerinden vazgeçmeyenlerdi. Mesela dinlerine karşı çıkan birisi olduğunda bir anda benim dinim fikriyle beslenip diğerlerini düşman olarak görmüyorlardı.
İlginçti aslında. Bizim dünyamızdaki en büyük eksikliği onlar bu şekilde aşmıştı. Düşünsene, sırf diğer takımı tutuyor diye sopalarla dövdüğü kişiyle, gün gelip savaş çıkınca düşmana karşı omuz omuza savaşmıyorlar mı bizim dünyamızdakiler? İşte Yistael’ler bunu önceden görüyor aslında. Gün gelince ve şartlar değişince düşmanlar dost olabilir diyordu bir bilgeleri. Bu şartları beklemenin ne anlamı var diye de güzelce bitiriyordu cümlesini.
Tabi hepsi evreni sahiplenecek kadar gönlü bol değildi. Kimisi sadece kendini düşünecek kadar bencil, kimisi ise şehrinin dışındakileri tehdit olarak görecek kadar az geliştirmiş oluyordu karakterlerini. Ama fikirleri bizimkiler gibi sürekli değişmiyor, sabit kalıyordu.”
“Bu güzel bir şey mi? Değişkenlik bazen güzel olabilir ama değil mi? Mesela dediğin gibi bir savaş çıktığında, şehrim diyen o yaratıklar kendi şehirlerinden olmayanlarla aynı sipere gitmiyorlar mıydı?”
“Askerler ülkem görüşünü benimseyenler arasından seçiliyordu zaten. Herkes askerlik yapmıyordu. Kaldı ki asker oranı bile çok azdı onlarda. O koca diyardaki tek ırk onlar değildi ama tüm ırkların ortak bir düşüncesi vardı. Ülkeyi yönetenlerin zıt düştüğü konularda, onların yönettiği canlıların ölmesi saçmalıktır düşüncesi hakimdi. Eğer iki ülke veya ırk birbiriyle anlaşamıyorsa, bunları kendi aralarındaki bazı olaylar ile çözmek zorunda kalıyorlardı.
Şöyle anlatayım; Mesela bir ülke lideri diğeriyle bir anlaşmazlığa girip, belli bir konunun çözülmesi gerektiğini düşünüyor diyelim. Bu durumda rastgele belirlenen bir yerde buluşuyorlardı. Yine rastgele seçilen bir yarışma ile bu sorunlarını çözüyorlardı. Bizdeki satranç benzeri bir oyun, belki dövüş, belki zeka oyunu gibi bir sürü seçenekten ne çıkacağı belli değildi asla. Liderler bu yüzden kendilerini hem fiziki, hem sosyal, hem zeka, hem de kültürel olarak geliştirmek zorunda kalıyorlardı. Aksi olan, yani aptal, bencil, zayıf liderlerin ülkeleri de zayıflıyordu. Haliyle tahmin edersin ki lider seçimleri de çok büyük önem kazanıyordu.”
“Oy mu veriyorlardı?”
“Hayır. Lider adayları tüm bu oyunları kendi aralarında oynayıp, aralarında en iyisi veya bütün oyunlarda en iyi ortalamaya sahip olanı ülkenin başına geçiriyorlardı.”
“Dur tahmin edeyim. Bu lider de en kötü ihtimalle ülkem görüşünü benimsemiş olmalıydı değil mi? Peki ya yalan söyleyen olmuyor muydu? Ülkem diyerek aslında bencil olanlar çıkmıyor mu?”
“Elbette var ama çok nadir. Hem bu görüşü onlara direkt yolla sormuyorlardı. Onları testlere tabi tutarak öğreniyorlardı yönelimlerini.”
“Çok ilginçmiş aslında. Ama yine de hiç mi dış tehditleri olmuyordu bunların? Düşünsene, eğer bir ordu toplayan olursa diğerlerini tarihten rahatlıkla silermiş.”
“Evet ama kimse o kadar büyük orduyu kuramıyordu ki. Neden savaşacağız ki diye düşünüyordu oradaki tüm canlılar. Amaç neydi savaşmak için veya yok yere ölmenin? Elbette dış tehditler oluyordu ancak onları durduracak kadar, yani ülkelerini savunmak adına asker eğitiyorlardı. Ve bu eğitimler de en üst düzeyde veriliyordu onlara. Sadece silah tutup ateş etmeyi öğretmek değildi yani.”
“İlginç. Ama anlattıklarına bakılırsa teknolojileri olan bir ırk sanırım. Ben daha çok ortaçağ gibi kılıçlarla falan savaşan insanlar düşünmüştüm.”
“Teknolojileri vardı fakat bizdeki gibi değil. Mesela dediğin gibi silah olarak kılıç ve ok denilebilecek aletler kullanıyorlardı. Fakat iletişim konusunda müthiş ilerlemişlerdi. Sese resmen hükmediyorlardı. Havadaki titreşimlerini istedikleri gibi kontrol edebiliyorlardı mesela. Yüzlerce kilometre ilerideki insanların yanındaymış gibi konuşabilecekleri sistemleri vardı. Üstelik kulaklarına dayadıkları bir telefon olmadan.
Askerlikten bahsediyorduk değil mi en son. Askerler ömür boyu hizmet veriyordu fakat her yıl farklı bir yerde yapıyorlardı hizmetlerini. Tıpkı bizdeki gibi onlarda da bazı bölgeler daha tehlikeliydi ve bu tehlike dağılımının bütün askerler üzerinde olması gerektiğini savunuyorlardı. Bu yüzden her asker tüm diyarda hizmet veriyordu yıllar geçtikçe.”
“Eşit, ayrımcılığın olmadığı bir sistem. Gerçekten ütopya olmalı.”
“Daha bitmedi üstelik. Mesela işlere olan bakışları bile mükemmeldi. Üretime dayalı sahalarda her işçinin hedefleri oluyordu. Bu hedefi tutturan o günlük işini bitirmiş oluyordu. Yani iki saatte işini bitiren isterse evine gidebiliyordu. Tabi on saatte bitiremeyen ise evine gidemiyordu. Yine de çok zor durum olmadıkça o kadar uzun süre iş yerinde kalanı görmemiştim. Kalanların da mazeretleri oluyordu ve işleri diğer günlerine aktarılıyordu.
Para ise sadece eğlence ve lüks işler için harcanıyordu. İnsanların bütün temel ihtiyaçları karşılanıyordu. Zaten verilen iş gücü bu karşılamaya yönelik oluyordu. Yani işini iki saatte bitirdiğinde senin temel ihtiyaçlarını karşılıyorlar, fazlasını çalışınca ise para kazanıyordun. Bu parayı da istediğin gibi harcıyordun.”
“Komünist bir düzen gibi geldi bana.”
“Sayılır. Ama şartlar daha esnek komünizme göre. Yani halkın eline daha çok para geçiyor ve harcayacakları daha fazla olanakları bulunuyordu. Bizim dünyamızda komünizmi ayakta tutabilecek tek unsur olan hümanizm onlarda daha yaygındı üstelik. Yükselen bir isyan durumu söz konusu olmadığından aşırı baskıcı polis kontrolleri de yoktu.”
“Bütün bunları bir günde mi anlattılar sana?”
“Hayır. Tam iki yıl yaşadım onların yanında.”
“İyi de altı yıl önce başladı demiştin bu olaylar, yanlış mı hatırlıyorum?”
“Evet. Zaten o konuya geliyordum. İki yılın ardından Yistael’lerin yanından ayrılıp Smron’ların ülkesine gitmiştim. Çölün ortasında yaşayan bir başka çok ilginç ırktı onlar da. Hatta çölleri bile çok güzeldi. Işık saçan kaktüsler vardı yer yer. Geceleri, göz alabildiğince büyük çölde karanlığı delen mavi ışık huzmeleri gibiydiler.”
“Avatar geldi aklıma.”
“Yaşayanları Avatar gibi değildi ama. Bacakları olmayan, belden aşağısı solucan diyebileceğim bir ırktı. Tüm vücutları esnek, kemiksizdi. Fakat derileri sertti. Bizdeki gibiydi derilerinin renkleri, sadece göğüslerinden yerde sürünen kuyruklarının ucuna kadar, alt tarafa bakan kahverengi bir bölüm vardı vücutlarında.
Yistael’lere nazaran Smron’lar daha duygusuzdu. Ama onları bu duruma iten yaşayışlarıydı. Yistael’ler gibi üremiyorlardı mesela. Birkaç ülkeleri arasından, on milyon nüfuslu bir ülkelerine gitmiştim. Orada, ülkeyi yöneten on iki tane kraliçe bulunuyordu. Tek dişiler de onlardı. Erkekler ise birkaç yüz bini buluyordu.”
“İyi de on milyon diyorsun. Geriye kalan çok büyük bir nüfus var sanki?”
“Aslında yok. Onlar bizdeki gibi sadece kadından ve erkekten oluşmuyordu. Cinsiyetsiz Yohel ve Yohun’lar vardı onların ırkında. Kadın, erkek, yohel ve yohun idi yani onların cinsiyetleri. Kraliçelerin yumurtalarının arasından en sağlıklılar seçilirdi. Yine erkekler arasında, tıpkı Yistael’lerin liderlerini seçtikleri gibi bir sürü testten geçenler seçiliyordu yumurtaları döllemeleri için. En iyi yumurtalar en iyi erkekler tarafından döllenirdi. Eğer kraliçe bu döllenen yumurta üzerine kuluçkaya yatarsa bir kraliçe doğuyordu. Yatmazsa erkek doğuyordu. Sadece bir kraliçe öleceği zaman bir başka kraliçe doğruluyordu. Ya da artan nüfus durumunda kraliçeler oy kullanıp yeni bir kraliçe gelip gelmemesini kararlaştırırlardı.
Eğer yumurta döllenmez ise yohunlar ortaya çıkıyordu. Yohunlar çoğunluğu oluşturan işçi sınıftı. Tıpkı karıncalar gibi sürekli çalışıp hizmet veriyorlardı. Döllenmeyen yumurta üzerine kuluçkaya yattıklarında ise yoheller doğuyordu. Onlar da yohunlara göre daha güçlü ve iri savaşçı ve emniyeti sağlayan türleriydi. Yohel ve yohunlar tamamen karaktersiz, onlara ne emir verilirse yapan türlerdi. Fakat yine de çoğunluk olan yoheller için uğraşıyordu ülkenin büyük bölümü. Onların doyması, barınması gibi ihtiyaçları ön plandaydı. Yani yoheller, erkekler ve kraliçelere hizmet etseler de bu onları sömürülürcesine yapılmıyordu.
Fakat Smron’lar için güç en öncelikli etkendi. Bazen yohel ve yohunlar arasından rastgele yüz kişi seçilip bir arenada günlerce birbirlerini öldürmeleri için bırakılırlardı. Birinci çıkan kişiler kraliçelerin yanında en üst kademede hizmet alan koruyucular olarak görev alırlardı.”
“Açlık Oyunlar’nda da buna benzer bir şey vardı?”
“Ne fark ettim biliyor musun? Aslında bir şeyleri birbirine benzetirken kendi bildiklerini baz alıyorsun. Ya senin bildiğin ve söylediğin şeyler de başka şeylerden ilham almışsa? Mesela Açlık Oyunları. Ölüm Oyunu diye bir film, hatta öncesinde onun da esinlendiği bir kitap olduğunu biliyor musun? Tıpkı Açlık Oyunları’ndaki gibi, hükümetin çocukların birbirlerini öldürmesiyle ilgili ortaya attıkları oyunları temel alır Ölüm Oyunu da. Üstelik dokuz yıl önce yapılmış bu film.”
“Neyse boş ver şimdi Açlık Oyunları’nı. Aklıma geldi bir an. Smron’lardan bahset biraz daha.”
“Mesela onların kültürü de çok ilginçti. Birine olan saygılarını göstermek için önlerine tükürürlerdi. Sen söylemeden ben söyleyeyim, Dune gelmiştir aklına. Fakat bu yöntem bizim dünyamızdaki çöl bölgelerde de yapılan bir saygı göstergesidir. Hem de yüzlerce yıldır. Az olanı bir insan için heba etmek her zaman saygı göstergesi olmuştur. Tabi onlarda da geçerliydi bu.
Yohunlar genellikle kumun derinliklerine madenler, kuyular kazarak ilerleyip su çıkarmak için çalışıyorlardı. Suyu tarlalarında, ağaçlarında ve tabi kendilerinde kullanıyorlardı. Ağızları sadece solunum yapıyordu. Yeme ve içmeyi, kuyruklarına yakın bir bölgedeki açıklık sayesinde yapıyorlardı. Ve yine aynı açıklıktan da dışkılıyorlardı. Bizdeki gibi dışkılamak ayıp değildi. Özellikle ağaçların veya tarlaların arasında bu ihtiyaçlarını görerek gübrelemeye de yardımcı oluyorlardı. Aksi durumlarda dışkılarını kuma gömüyorlardı.
Sindirim sistemleri çok zayıf olduğundan genelde püre halindeki veya sıvı gıdaları tüketiyorlardı. Birbirlerine göğüslerini vurdukları güç gösterileri ile çözüyorlardı aralarındaki anlaşmazlıkları. Deniz ayıları gibi yani. Göğüs derileri daha sert olduğundan bu yöntemi seçmişlerdi sanırım.
Daha çok yününden faydalandıkları mor koyunları vardı. Hatta “Amanın mor koyun, me, me’ler gelir” diye şarkıları bile vardı.”
“Çok tanıdık geldi bu şarkı.”
“Doğrudur. Çünkü oraya ziyarete giden tek kişi ben değilmişim. Onların dünyasını gezip onlardan öğrendiklerini bizim dünyamıza taşıyan yüzlerce insan olmuş. Hatta o saydığın, anlattıklarımı benzettiğin eserlerin sahibi insanların çoğu belki de bu dünyayı görmüş veya o dünyayı gören insanların anlattıklarını duymuşlardı. Aynı şekilde bizde olup onlara aktarılan kültürel şeyler de olmuş. Mesela Tandollar’ların dansözleri bizim kültürümüzden onlara aktarılmış.”
“Tandollar mı?”
“Evet. Sadece Yistael ve Smron’lar yoktu onların dünyasında. Daha bir sürü birbirinden farklı ırklar vardı. Tıpkı bizim dünyamızdaki gibi.”
“Onlar nasıllardı? Neye benziyorlardı?”
“Bu günlük bu kadar yeter. Devamını başka zaman anlatırım. Şimdi sana son bir şey söylemek istiyorum. Bütün anlattıklarımı bir şeye benzettin. Bahsettiğin kitaplar ve filmler, sadece benden önce söylemişler yaşadıklarımı. Benzerliklerin yanı sıra daha önce hiç duymadığın şeyler de söyledim halbuki. Ama sen benzerlikleri dile getirdin daha çok. Fakat şunu unutmamalısın, bu benim hikayemdi.”
“Anlıyorum. Ama benim de merak ettiğim bir şey var. Gulliver’in maceralarındaki gibi muhteşem şeyler yaşamışsın. İlginç ırklar görmüşsün. Yine de Gulliver’in bir adı var. Peki, sen kimsin?”
“Dedim ya. Ben, bu ilginç ve sıra dışı olayları yaşayan adamım sadece.”
Not: Öyküyü yazarken çok eğlendim, hatta öykünün belki devamını, hatta ve hatta bu dünyada geçen bağımsız başka bir öykü yazmayı düşünüyorum. Umarım sizler de eğlenmişsinizdir. Lütfen düşüncelerinizi ve yorumlarınızı eksik etmeyiniz.