ÖNCEKİ HAYATIM
O günü asla unutamam. Her şey korkunç bir trafik kazasıyla başladı.
O gece yapmak istediğimiz tek şey biraz eğlenmekti. Sonuçta bir insan her gün on sekiz yaşına girmiyordu. Üç beş arkadaşım ve ben İstanbul’un en gözde gece kulüplerinden birine gitmiştik. Güzel bir geceydi. Epey eğlendik.
İşte o korkunç kaza o gece evime dönerken oldu. Farlarımı yakmış, fazla sürat yapmamıştım. Yeşil ışık yanınca geçtiğim trafik lambalarından sonra kaza meydana geldi. Sol şeritten sarhoş bir adamın kurbanı oldum ben. Büyük bir süratle gelip sol tarafa vurdu. Savrulduk… Kaldırımdaki ağaçlardan biriyle, adamın arabası arasında kalmıştım. Dediklerine göre arabada sıkışmışım. Beni oradan çıkarmak için epey kol kuvveti gerekmiş. Bir balta yardımıyla kapıyı kırmışlar.
Korkunç bir kâbus muydu bu gördüklerim? Bir kadın görüyordum. Sarı saçları beline kadar iniyor, mavi gözlerini bana dikmiş, yalvarıyordu. Ölme diye, Ölüyor muydum yoksa? Daha önce ölmüş müydüm? Anlamadım. Tek duyduğum kadının acı dolu feryatları. Acıyla haykırıyor. Nefesi tükenene kadar. Sonra bir kız sarılıyor belime. Gitme baba, diyor. Aman tanrım bana neden baba diyor? Ama ben onları bırakıyorum, gözyaşlarıyla yalnız başınalar şimdi. Bensiz. Ben ölmüşüm.
Haykırarak kalktım. Yüzümdeki acıyı hissedebiliyordum. Yanıyor, çok yanıyor… Bir serum bağlamışlardı koluma. Bir de alet vardı oda da uyuz bir ses çıkaran.
Uyandıktan sonra cam bir odanın içinde olduğumu anlamıştım. Annem ve babam odanın camlarından benim uyandığımı görmüş olsalar gerek doktorlara sevinç gözyaşları içinde bağırıyorlardı.
Anlamadığım bazı testler yaptılar. Daha sonra dinlemem gerektiğini, ölüm riskinin ise olmadığını söylediler. Bir müddet annem ve babamla konuştum. Neden onlara karşı eski duygularımı beslemiyordum? Bir anne ve bir baba olarak görmüyordum? Şokun etkisi heralde…
O gecede yoğun bakımda kaldım. Durumum her ne kadar ölümcül olmasa da ciddiydi. Yoğun bakımda kalmamda yarar varmış. Sonra yavaşça uykuya daldım. Zayıf bedenimin buna ihtiyacı vardı.
Aman tanrım! Bana ne oluyordu. Yine aynı kadın, yine aynı çocuk. Benim için haykırıyorlar. Ölme, diye. Onlara, ben ölmedim yaşıyorum, demek istiyorum. Dilsizim, konuşamıyorum.
Birkaç hafta içinde taburcu oldum. Evime büyük bir neşeyle getirilmiştim. Ama ben mutlu değilim. Her gece o rüyaları görüyorum. Ama artık ölme diyen rüyalar yok, yerine başka rüyalar var.
Bu gece de onları gördüm. Kadının ellerini tutmuşum, ona bir şey söylemeye çalışıyorum. Bir evdeyiz. Sonra bir ses duyuyoruz. Sesin geldiği odaya koşuyoruz süratle. Küçük kız bir vazo devirmiş, ağlıyor… Cam parçası ayağına mı batmış yoksa? Çocuğa endişelenirken soluma döndüm. Olamaz aynadaki yüz benim yüzüm değil! Neredeyse kırk beşine merdiven dayamış, yakışıklı bir adamın yüzü o. Masmavi gözleri var kadınınki gibi. Kumral saçlarını yan taramış. Güzel giyimli biri. Ama ben değilim o. Benim yüzüm değil.
Haykırarak uyanıyorum diğer gecelerim gibi.
***
Bir gün İstanbul’da eski arkadaşlarımla buluşmaya karar verdim. En güzellerinden bir pantolonu ve en güzel gömleğimi giymiş, tıraşımı olmuş. En güzel kokuları sürünmüştüm.
Sinemaya gittik hep beraber. Yabancı bir film. İsmini tam olarak hatırlamıyorum.
Çok ilginç bir şey olmuştu. Ben İngilizce bilmiyordum ama adamların İngilizce konuşmalarını, altyazılara bakmadan anlıyordum. Ana dilim gibi konuşuyordum da. Şaşkınım… Bazen hangi dili konuştuğumu unutuyorum.
Rüyalarım devam ediyor. Her gece farklı bir şey görmeye başladım, sadece filmin kahramanları aynı. Bu gece ki mutlu sonla biten bir rüyaydı. Ben ve Kadın bir seramoniye katılmışız. Evleniyor muyuz yoksa? Bir sürü misafir var salonda. Bizi izliyorlar. O da ne? Bir kilisede mi evleniyoruz? Ben bir Müslüman zannediyordum kendimi? Kadın çok daha genç gibi diğer rüyalarımdakinden. Çok güzel…
Geçen gün haberleri izliyorduk ailecek. Mutfağa gidip ekmek alıp geliyordum ki gözüm birden televizyona gitti. Ürperdim. Sanki donmuştum. Korkuyordum da. Aman tanrım bu o! Rüyalarımdaki kadın bu. Yüz şekli hiç değişmemiş. Sadece yaşlı. Evet yaşlı. Haberi okudum hemen. Şok oldum.
Honoria Elton pankreas kanserinden ölen kocası Harry Elton ile aynı kaderi paylaşıyor. Altmış üç yaşında olan güzel oyuncu için doktorlar neler diyor? Hep birlikte izliyoruz.
Bu benim. Yani o. Rüyamda, aynada gördüğüm adam işte orada. Ama nasıl? Nasıl? Beynimi zorladım. Neler oluyor? Neler oluyor?
Sanki beynimi zorlayınca bazı şeyler hatırlamıştım. Ne! Hayır böyle bir şey olamaz. Hayır! O bendim. O adam bendim. O da ben. Hatıralarımızı paylaşıyorduk şimdi. Anılarımızı…
Televizyona baktım. Çocuğum… Benim çocuğum mı? Benden üç beş yaş daha büyük olan kadın mı benim çocuğumdu? Ama aynı anıları paylaşıyorduk. Onla… Her şey aynı. Korkuyorum…
Ertesi gün internette araştırmaya yapmaya karar verdim. Bu konuyla ilgili bakmadığım site, dolaşmadığım forum kalmamıştı. En sonunda bir sonuca vardım. Ne kadar kabul edemesem de… Geçirdiğim trafik kazası önceki hayatımı hatırlamama mı neden olmuştu yoksa? İnanamıyorum… İnanmak istemiyorum.
Yoğun ve stresli düşüncelerin içine dalmıştım. Tek istediğim bu buhranlı dönemden kurtulmaktı. Ama en sonunda doğru olduğundan emin olmadığım bir sonuca vardım. Geçmişini reddeden geleceğini de reddeder. Evet! Kararlıydım. Geçmişimi aydınlatacaktım.
Ertesi gün internetten Amerika’ya uçak bileti aldım. Neyin peşinde olduğumu bilmesem de oraya gidecektim. Belki sadece zihnimin bana oynadığı oyundur, belki de geçirdiğim şoktan ötürü yaşıyordum bu olayları… Kendimi kandırdım sadece. Oraya gidecektim. Ama neden gittiğimi biliyor muydum?
Aileme Amerika’da yaşayan bir arkadaşımı ziyaret edeceğimi söyledim. Anlayışla karşıladılar… Kazadan sonra bana aşırı hoşgörüyle davranıyorlardı.
Uçağım Sabiha Gökçen Hava alanından kalktıktan sonra uzun bir müddet içimdeki benle yalnız kaldım. Kim olduğumu bilemiyordum. İki karakterim mi vardı benim? Yoksa iki bedenim mi? Belki düşüncelerimiz aynıydı Harry ile. Benimle? Kimdim ben?
Uçağımız New York’a indiğinde daha ne yapmam gerektiğini bile bilmiyordum. Bir yerden başlamalıydım mutlaka. Bir şekilde…
Honoria Elton’ın yattığı hastaneye gitmenin en doğrusu olduğunu düşündüm. Ama oraya gidip ne yapacaktım? Ne söyleyecektim? Ben senin eski kocanım mı diyecektim. Kadından kırk beş yaş küçük biriydim. Beni deli diye tımarhaneye tıkarlardı.
En sonunda Presbyterian Hastanesinin önünde taksiden indim. Kadının bu hastanede yattığını öğrenmek pek güç olmadı. Ne de olsa ünlü bir kadındı. Her yerde haberleri yapılan bir kadın. Hastalandığı için gündemden düşmeyen bir kadındı o.
Hastanenin “Hasta Kabul” bölümüne girdim. Şişman bir kadın bir bilgisayar başında oturmuş, Sosyal paylaşım sitelerinin birinde arkadaşının fotoğrafına yorum yapmakla meşguldü. İnsan işinin sorumluklarını bilmeli öyle değil mi?
“Affedersiniz Honoria Elton hangi odada kalıyor acaba?” dedim. Kadın uzun bir müddet beni inceledi. En sonunda kart sesiyle sordu:
“Kimi oluyorsunuz?” Kimi oluyordum? Kimi oluyordum?
“Yakın bir akrabası.” Dedim. Ama anlaşılan kadın cevabımdan memnun kalmamıştı. Pembe gözlüklerini aşağı indirip bana üstten, kızgın bir bakış attı. Daha sonra en sinirli sesini kullanmaya çalışarak:
“İsminiz?” Benim ismim neydi? Türk biri olduğumu söyleyip de Honoria Elton’ın akrabası olduğum konusunda ısrar etmem, Brad Pitt olduğumu söylememden daha az inandırıcıydı. Kadının masasında duran hasta kabul kağıtlarına bakıp ilk gördüğüm ismi söyledim.
“Edward Lington. Benim ismim.” O da kim? Seni pis yalancı. Foyan ortaya çıkacak.
Kadın bir yere telefon etti. Telefonda aldığı cevap kaşlarını çatmasına ve benim pis bir yalancı olduğumu ortaya çıkarmanın vermiş olduğu mutlukla pis bir ağız hareketi yapmasına neden olmuştu.
Koştum. Koştum… Tek duyduğum ses kadının güvenlik görevlilerine seslenme sesiydi. Hemen kaçmalıydım oradan. Hemen…
Ertesi gün bir süre aptallığıma sitem ettim. Ben tam bir aptaldım. Koca bir aptal…
Ne yapacağımı bilemez bir durumdaydım. Kendimi avutmak, bu çılgınca, gençliğin vermiş olduğu heyecana kapılıp yapmış olduğum bu hatayı sonlandırmak amacıyla her şeyin benim kafamda uydurduğum saçma sapan bir hikâye olduğunu düşünmeye başlamıştım. Geri dönecektim. Hem İstanbul’a geri dönecek, hem de eski hayatıma dönecektim. Bu mümkün müydü?
Uykusuz, otel odalarında geçen gecelerden sonra, reankarnasyon hakkında daha çok şey bilmenin kafamda oluşan sorulara cevap olabileceğini düşünmeye başlamıştım.
New York sokaklarından birinde, güzel bir kitapçı buldum. İçeri girdim. İçerisi son derece loştu. Kapının hemen yanında bir masa vardı. Dükkânın sahibi olduğunu düşündüğüm bir kadın hem bu masanın üstünde kasa işlemlerini hallediyor hem de kitap okuyordu. Yaşlı, ağarmış saçlı, yaşlı insanlara özgü hafif tombul bir insan…
“Buyurun ne aramıştınız? Ben Estelle. En az benim kadar yaşlı olan bu kitap evinin sahibiyim.” Dedi kadın. Mutlu bir şekilde bana gülümsüyordu. Ne aradığımı Estelle’e söyleyip söylememek arasında bir ikilemde kaldıktan sonra kadına sordum.
“Reankarnasyon ile ilgili kitaplar arıyorum. Acaba bana yardımcı olabilecek misiniz?” Kadın soruma cevap vermeden önce uzun bir süre beni inceledi. O gözlerini bana dikmişken gülmemek için zor tuttum kendimi. En sonunda Estelle:
“Ne zamandır o rüyaları görüyorsun?”dedi. Afalladım. Ne demek oluyordu bu? Rüyalarımı kimseyle paylaşmamıştım. O rüyaları gördüğümü nereden biliyordu? Daha cevap vermeme fırsat vermeden konuşmaya devam etti.
“Reankarnasyon, önceki hayatında yeterli şeyler yapmamış olan insanların dünyaya geri dönüp, vadelerini doldurmalarıdır. Kısaca dünyada yarım kalan işlerini bitirmeleridir. Dünyada yarım kalan işleri bittiğinde öleceklerdir.” Ne demek istiyordu? Bu kadar çok şeyi nereden bilebilirdi ki? Yoksa o da mı benim gibiydi. Geçmişini hatırlıyor muydu?
“Siz..” Cümlemi bitiremeden araya girdi:
“Yo, hayır. Geçmişimi hatırlamıyorum. Ama bu olaylar hakkında yıllarca araştırma yaptım. Eskiden Yale Üniversitesi, Fizik bölümünde çalışıyordum ama metafiziğe olan merakım işimden olmama neden oldu.” Kadın eski günleri hatırlamış ve bundan da son derece rahatsız olmuştu. Konuyu değiştirmem gerektiğini anlamıştım.
“Sizce ne yapmalıyım?”dedim. Bana çocuğuna bakan şefkatli bir annenin bakışlarıyla bakıyordu. O kadar sevecendi ki…
“Onları bulmaya geldin değil mi buraya ? Yani demek istediğim önceki aileni…” dedi.
“Evet, onları bulmak için geldim buralara. Ama kadın yani eski karım benden kırk beş yaş büyük bir kadın ve şu an Presbyterian Hastanesinde yatıyor. Kanser… Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Karıma ulaşamadım. Hastane görevlileri bir daha oraya gidersem beni tutuklayacaklardır. Çocuğumu bulmaya çalışabilirim eminim ki annesini hastanenin kantininde veya başka bir katında dört gözle bekliyordur. Ama onları bulsam da ne söyleyebilirim ki? Ben sizin babanızım. Sizden dört, beş yaş küçük babanız… Yapma bu çok saçma olur.”dedim.
“Belki de bulman gereken neden dünyaya reankarnasyonla geri döndüğündür. Belki de yapman gereken bu dünyadaki işini tamamlamaktır.” Dedi Estelle. Belki haklıydı. Belki de yapmam gereken neden bu dünyaya geri döndüğümü bulmaktır. Ama nasıl?
Estelle’e milyonlarca defa teşekkür edip kitapçıdan ayrıldım. Bir kitaptan öğrenebileceğim pek çok bilgiden daha çok şey öğrenmiştim. Benim karşıma öyle bir kadının çıkması tuhaftı evet. Belki de birileri bir an önce dünyadaki yarım kalmış işimi halletmemi bekliyordur.
İnternette kendimle ilgili bir sürü araştırma yaptım. Belki hatırlayamadığım bir anım vardır diye… Resimlerime baktıkça daha çok anı gözlerimin önüne geliyordu. Biraz flu olsa da anılarım, delirmediğimden emindim hepsini tek tek yaşamıştım.
Harry Elton’ın ölmeden önce yaptıkları ve yapacaklarına baktım ama beni ikna edecek evet işte bu dünyadaki son görevim bu diyebileceğim, işe yarar bir şey bulamadım. Umudum her geçen gün tükeniyordu.
Presbyterian Hastanesinin önünden tekrar geçmeye karar verdim. Hastanenin önündeki banklardan birine oturmuş, hastaneyi seyrederken birden bir kadın gördüm. Mesafe çok uzak olduğundan kadının yüzünü çıkaramıyordum. Ama banktan kalkıp ona doğru yürüyüp, kadına yakınlaştıkça kim olduğunu çıkardım: Laura’ydı o. Kızımın adını bilmek beni pek şaşırtmamıştı ne de olsa İstanbul’dan Amerika’ya gelmiş ve tek bir İngilizce kelime bilmezken, Ana dilim gibi İngilizce konuşmaya başlamıştım.
Kızım yanımdan geçerken onun annesine çok benzeyen yüzüne baktım. Burnunu ve gözlerini Harry’den yani benden almıştı ama yüz hatları annesinin tıpatıp aynısıydı. Daha çok anı, daha çok anı… Anladığım kadarıyla resimler ve fotoğraflar geçmiş yaşamımı hatırlamamı kolaylaştırıyordu.
Hiç aklımda yokken birden bire kızımı takip etmek geçti aklımdan. Neden bunu yapıyordum? Sonucunun neye varacağını bilmeden kızımı takip ettim. Hastaneden epey bir uzaklaşmıştık ki dar sokaklardan birine girdi. Son bir kararsızlıktan sonra ben de sokağın insanı bayıltan boğucu havasına daldım. Laura birden arkasını döndü. Şanslıydım ki sokakta adım başı çöp bidonları vardı. Rahatlıkla birinin arkasına saklandım.
Laura takip edilmediğini anladıktan sonra izbe köşelerden birinde kalmış bir garaja girdi ve garajın kapısı ardından kapanmaya başladı. Eğer onu sonuna kadar takip edeceksem hemen hareket etmeliydim. Aksi halde onu kaybedebilirdim.
Kıl payı garajın kapanan kapılarının arasından içeri girdim. Bu da ne? Burası bir garaj değildi. Burası devasa bir depoydu. Yüksekliği neredeyse bir apartman boyunda devasa bir depo.
Laura’nın nereye gittiğini anlamaya çalışıyordum. Daha sonra birtakım sesler duydum. O yöne doğru koştum. Deponun bir köşesine sindikten sonra Laura ile karşısında duran adamın konuşmasına kulak kabarttım.
“Ailenizin hastane masraflarını karşılayamayacak olması pek garip Laura. Ne de olsa ünlü bir aileniz var ama anlaşılan Harry öldükten sonra annen bütün paraları erkeklerle yatıp kalkarken bitirmiş. Yoksa yanılıyor muyum?” dedi kısa boylu, bira göbekli, kel adam.
“Annem hakkında tek kelime daha edersen seni doğduğuna pişman ederim. Arnold. Buraya geldim. Çünkü aldığım borç parayı bir müddet daha ödeyemeyeceğim.” dedi Laura.
Şaşırmıştım. Ünlü insanların yaşlanınca beş parasının kalmadığını duymuştum ama bunun ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu bilmiyordum. Şimdi ise her şey gayet netti. Kızım bir tefeciye annesi için aldığı borç parayı veremeyeceğini söylüyordu. Pek garip…
“İlla para ile ödeme yapmana gerek yok tatlım. Başka şekilde de ödeyebilirsin borçlarını.” Adam birden kızımın kolunu tuttu. Laura acı içinde bir çığlık attı. Bu adam ne yapmaya çalışıyordu?
“Bırak beni diyorum. Bırak!” diye bağırmaya devam etti. Adam ise bütün gücüyle Laura’nın bileğini bükmüş ve onu yere düşürmüştü. Laura bir yandan tepiniyor bir yandan da adamın kolunu tutan elini ısırmaya çalışıyordu. Bu kadarı fazlaydı. Hemen öne atıldım.
“Bırak onu seni adi sürtük.” Dedim. Adam gördüğü karşısında epey şaşırmıştı ama şaşkınlığı geçtikten sonra Laura’yı yerde bırakıp üstüme atladı. Yumruklarımız birbirimize çarpıyor, yerde yuvarlanıyorduk. Korkunç bir durumdaydım. Yüzüme yediğim yumruklar burnumun kanamasına ve dudaklarımın patlamasına neden olmuştu. Adam bir hamleyle benim üstüme çıktı. Göğsüme oturmuş, beni yumrukluyordu. Yapabileceğim bir şey yok muydu? Hareket edemiyordum.
Yüzüm kan içinde kalmış, kendimden geçmiştim. Hatırladığım tek şey üzerimde oluşan baskının daha da arttığıydı.
***
Gözlerimi açtığımda hastanenin beyaz duvarıyla karşılaştım. Bu ilk olmuyordu. Hastanede uyanma işini pek yadırgamıyordum artık. Yanımdaki masaya güzel bir demet papatya konulmuştu. Sonra kapı açılıp içeri biri girdi. Göz kapaklarımı tamamen açamadığımdan gelenin kim olduğunu anlamam biraz zaman aldı. Gelen yabancı değildi. Laura…
“Kimsiniz? Neden beni kurtardınız? Sizin sayenizde Arnold tutuklandı.” Dedi. Kim olduğumun ne önemi vardı ki…
“Ben kim miyim? Yarım kalan bir işi halletmek için buralara gelmiş bir yolcuyum. Tıpkı Faruk Nafiz’in söylediği gibi:
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben
Bu sözleri söyledikten sonra Laura’nın yüz ifadesi değişti. Sözleri anlamasına imkân yoktu. Türkçe söylemiştim sözleri. Ama o anlamıştı, şaşkınlığı geçtikten sonra hıçkırarak ağlamaya başladı bir süre sonra hem ağlıyor hem de konuşmaya çalışıyordu.
“Babam Türk edebiyatına pek meraklıydı. Bu şiir onun en sevdiği şiir. Hep kendinden bir parça bulduğunu söylerdi bu şiirde. Küçükken bana pek çok kez bu şiiri okumuştur.” Dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Ağladım, soluksuz bir şekilde ağladım…
Birkaç güne kalmadı taburcu oldum. İlk işim bankaya gidip. Para çekmek ve Honoria’nın hastane borçlarını ödemek oldu.
Honoria şimdi daha iyiydi. Sık sık rehabilitasyona gitmesi dışında onu rahatsız eden bir şey kalmamıştı.
Günlerden bir gün beni evlerine davet ettiler. Hastane borçlarının hepsini kapatan gizemli yabancıyı bulmak onlar için pek zor olmamıştı.
Güzelce yedik, içtik. Soframızda kahkahalar eksik olmuyordu. Yine uzun bir kahkahanın ardından Honoria sordu:
“Sizi tanrı göndermiş olsa gerek. Siz olmasaydınız ben ve kızım harap olurduk.”dedi. İşte o zaman anlamıştım ki dünyadaki yarım kalan işim bitmişti. Tanrı beni buraya yarım kalan işimi yapmam için, ailemi son bir defa korumam için gönderdi. Belki de artık çoktan gitmem gereken yere gitme vaktim gelmişti…
Ertesi gün Elton ailesi ile vedalaştım. Onlara Türkiye’nin güzelliklerinden bahsetmiştim. Kocasının çok sevdiği bir ülkede son nefesini vermeyi kafasına koymuştu Honoria. Türkiye’ye taşınacaktı. Her ne kadar ben orada olmasam da…
New York’ta yapacağım son bir iş kalmıştı. Kitapçı Estelle’i tekrar görmek istiyordum ama kitapçının olduğu sokağa gittiğimde bir şok geçirdim. Kitapçının olduğu dükkânın yerinde bir araba tamircisi vardı. İçeri girip burada eskiden bir kitapçı olduğunu söylediğimde bana yıllardır bu dükkânın bir araba tamircisi olduğunu söylediler.
Yüzümde hafif bir gülümsemeyle gözlerimi kapadım. İşte vakit gelmişti. Tanrı’nın elini hissedebiliyordum. Bu dünyadaki miadım dolmuştu. Gidiyordum. Göğe yükseliyordum…
SON