V
Kendini hayatın ellerinden bir zar gibi savururdun; eğer bir zarsan ağırlığını nasıl verip, nasıl düşeceğine sen karar verirdin; kazanır ya da kaybederdin. Sonuca içindeki ruh karar verirdi; her zaman bu kadar basitti. Bunun dayanağı neydi diye sorarsa kendine, şu an içinde bulunduğu durumdan daha açık bir örnek gösteremezdi herhalde.
Bir buçuk aydır güneye yolculuk ederken bindiği atı ölmeden değiştirmiş, daha doğrusu çalmıştı. Karşısına çıkan, tâbi oldukları birliği bilmediği devriyeler ona saldırmıştı, sol bacağındaki kesik hala iyileşmemişti.
O ayakta kendinden ödün vermeden acıyı göz ardı ederek duruyordu, yerde yatan yaklaşık bir düzine ceset; yarı ayı, yarı insan denilemezdi; sadece ayrı varlıklardı, bildiği tek şey insanlıkla da bir bağlarının olduğuydu. Histerik bir kahkaha içinden geçiyordu fakat gün yüzüne çıkamadan silinip gidiyordu. Burada fena şeyler dönmüş olması gerekiyordu.
Ellerinde Tammuz'un öğretilerinden, malzemelerinden türettikleri; sağında şiş kadar ince, katlanabilir, zehir özlü mızrak; boyu yaklaşık bir buçuk metreydi -ki bu tam bir mızrak olmadığını gösterir- ve solundaysa kale tipi demirden sağlam, gökten gelen en ufak ışığa karşılık veren melez kılıcı vardı. Ellerindekiler çok hafif ve bir o kadar sağlamlardı. Neredeyse ortasında durduğu yemyeşil ve gecenin karanlığında güzelliğini koyu kırmızının yansıyan tonlarında pekiştiren koruluk, gerçek güzelliğe sahipti.
Önce fazla zarar görmemiş ve kürkü diğer hepsinden parlak tekinin üstünde ilgiyle dikildi, hayvanımsının kırılmış boynunu ve derin kesilmiş ayağını iyice inceledi; durumu idrak etmeye çalıştı. Bunlar tam olarak ne olabilirdiler? Ona bakarken geçen an şimdiye kadarki hayatından uzun gelmişti ve bu zaman dilimi içinde sanki bir hayat daha yaşamıştı, yenisine başlamanın zamanı gelmiş de geçiyordu. Yeniden dirilmeliydi, yavaş yavaş görüşünü kaybederken dikkatle baktığı Parlak Kürk'ün -ki o uzun an içinde sadece onun hakkında düşündüğü için adını bile koymuştu- bal rengi gözleri pür dikkat ona bakıyordu.
Uyandığında tüm vücudu kurumuştu, kurumuş ve yüksek bir döşeğin üzerinde yatıyordu, ayakabıları ve pelerini hariç her şeyi oradaydı, üstündeki kıyafetlere dokunulmamıştı; hatta aşağı inmek için küçük bir merdiven bile vardı ki sağlıklı bir adam buradan atlayarak aşağıya inebilirdi. Tavanın yüksekliği beş, altı metreydi, büyük bir de pencere vardı ve dışarısı gözükmüyordu. Serdar bunu havanın hala karanlık olduğuna yordu.
Onu bağlamamışlardı bile, kaçamayacağını yüzüne vurarak gülüyorlardı ki en acısı bunun doğru olmasıydı. Zar zor dikilen ve derisinin halini gören Serdar'ın ağzından kısa bir sövgü döküldü; derisi tamamen buruşmuştu ve tüm damarlarının hareket ettikçe canını yaktıklarını hissedebiliyordu. Şaşırtıcı bir şey o ki tüm eşyaları, hatta gürbüz atı bile bu büyük odanın içindeydi.
Yüksek döşekten acı içinde aşağı inmeye çalışırken bayağı bir acı üstüne bedeni üstünde kontrolünü kaybedip belinin üstüne düşerek başını kaplama taşlarda geriye doğru çarptı; bilincini kaybetti ve o an belinin kırılıp sakat kaldığından emindi.
Tekrar uyandığında hava hala kapkaranlık gözüküyordu; fakat hareket edebiliyordu. Atı elini kaldırdığında refleksif bir şekilde yanına geldi. Birkaç kere ata binmeye çabaladı fakat nafileydi. Hafif mızrağı aldı ve diğer her şeyi geride bırakarak riske girmeye, geniş kahverengi tahta ve sağlam kapıdan dışarı çıkmaya karar verdi. Başka bir şansı da yoktu. Daha atına binemiyorken, camı kırıp, karşısına ne çıkacağını bilmeden nasıl dışarı çıkacaktı ve atsız nasıl kaçacaktı ki? Fazla uzaklaşamadan yakalanırdı.
Eğile büküle yürüyerek çıplak ayaklarıyla -kesik ayağı yanmasa da içgüdüsel olarak eliyle tutma ihtiyacı duyuyordu- kapıya gidip el yordamıyla kendince kapıyı yokladı. Çok yoğundu, görünüşü kesinlikle aldatıcıydı ve yanında bir el büyüklüğündeki zil niş misali uzanıyordu, sanki parlıyordu. Farkına vardı, bu kapıyı oynatamazdı ve zili çalmak zorunda bırakılmıştı. Zilin altındaki uzun ve esnek gümüşü son bir nefesle ittirmeyi denedi, ve hafifçe ittirmeyi başardı. Hiç ses çıkmadı, ama bir dalganın içinden geçtiğini hissetti.
Hiçbir şey olmadı, bir süre dolandı ve çok geçmeden kapı pek fazla ses çıkarmadan havayla güreşerek -eski ve ağır bir kapı olarak gözükmesine rağmen menteşelerinin bakımı yapılıyormuş diye düşündü, ve içinden kendine biraz da güldü- açıldı. Bir şey kapıdan ona doğru üçgen çizerek yayıldı, tepesinde ise o vardı. Buna sevgi, hoşgörü, huşu, coşku, ilgi, merak, tiksinti ve daha nice şeyler eklenebilirdi; böyle bir şeyin odak noktasında olmak, hissettiriyordu.
O an farkına vardı! Odası daha önceden tamamen karanlıktı ve bulduğu ayımsı ''cesetlerin'' hepsi kanlı canlı farklı renk gözleriyle ona bakarken ellerinde birer meşale vardı, fakat bu meşaleler bir şekilde tunçtan yapılmaydı. Sadece Parlak Kürk adını taktığı ondan bir ayak(yaklaşık otuz santim) uzun olan bir ayağı önde diz çökmüştü, ''Efendim?'' dedikten sonra altın rengi gözleri yaşlara boğuldu; çok garip ve şaşırtıcı derecede doğal hissettiren bir durumdu; o an evren ironilerin mekanıydı.
Bir an geçmeden ellerini saçlarına doladı, bu onun kendini rahat hissettirmek istediğinde kafa derisini saçlarının kökleri vasıtasıyla sağa sola çekmesi bazenleri yardımcı olabiliyordu ama olmadı. Çok hissizleşmişti. Bu onun da saçma sapan bir şekilde ikisinin gözleri buluştuğunda kanı çekilmiş
ela gözlerinin dolmasına engel olamadı.
Kısım II
Vome mistik mekandan tereddüt ve korku içinde uzaklaşırken aklına sadece bir kelime gelebilirdi, ''parçalamak'' Arzuladığı tek şey.
O kadar sinirlenmişti ki iki gün önce çattığı çok bilmiş, yağcı adamı parçalayarak öldürmüştü; kendine hakim olamamıştı. Hem ne vardı ki, Vome'un onunla parçalayacak kadar ilgilenmesiyle övünmüş olmalıydı. Şu an arkasından gelen her neyse, onun yaratılışında bulunmayan duyguları yaşatan neyse, tabii ki onunla da bir güzel ilgilenecekti. İlgi, evet ilgilenecekti.
İlk önce göz yuvarlarını ezecek, daha sonra bir güzel dalga geçecekti; şu an onun yaptığı gibi. Dalga geçtikten sonra tabii ki küçük bir fısıltı eşliğinde duyma yetisini de elinden alıp elinde sadece hissetme yetisini bırakacaktı ve ve ve... O zaman sanatını konuşturacaktı; bir alemde daha ölümsüz olacaktı, acının ne olduğu amacından sapmadan bir alemde daha tamamen anlaşılacaktı.
Hızlıca etrafına göz atıp başka bir yöne döndü. Ölümle dans etmeyi severdi, lakin bu şekilde değil. Korkunç bir şekilde zevk alsa da oyuncaklarının tehdit oluşturmaması gerekiyordu. Arkasına döndü ve kalan tek iri bıçağını çıkardı; dişlerinin arasına alarak geceyi yıkayan ay ışığında, ara sokağa girip yere yattı. Kısa histerik kahkaha sesi duyuldu, geceyi delen ve aydınlığa çıkan. İntikam sadece ve sadece onundu.
*
Nimbus güneş şehre boyun eğdirmiş şekilde bakarken sarayın beyaz renkli koridorlarında duraksadı ve kendini hazırladı: Derin bir nefes aldı, omuzlarını ve çenesini dikleştirerek bir bacağını diğer bacağının önüne koymaya çalışarak tekrardan yürümeye başladı.
Zümre'de* bulunamazdı artık, ırkı dışında birine tutulmuştu. İlgiyi tatmıştı. Tanrısoylu Kral Eli ile görüşmesi başladığında neden bırakmak istediği soruldu Nimbus'a, daha çok is karası saçlarıyla, cansız bir varlıkla konuşuluyor gibiydi. Gözlerine bakılmıyordu fakat ona bakılıyordu.
Nimbus narin parmaklarını kalıpsal bir jestle önünde teker teker birleştirip, ayrıştırarak artık bunu kaldıramayacağını, Mahkemelerin** ona ağır geldiğini ve geceleri uyuyamadığını söyleyerek ikna konuşmasına devam etti. Kral Eli makamından kalktı ve yanına bir adamını çağırdı; adamın belinde ağır ve kaliteli kraliyet demirinden yapılma bir kılıç, kınının içinden bile kendini belli eder vaziyetteydi. Kral Eli her şeyi bilirdi ve silah taşımaya gerek duymazdı.
Belli bir süre adam Kral Eli'ni dinledi, Kral Eli'nin kişisel muhafızlarının ünlü baş komutanı Aget'di, kralın kişisel olarak tanıdığı sayılı adamlardan... Bu sırada konuşmaya başka bir adam katıldı ve belli süre sonra adamlar Kral Eli'ni ayakta yalnız bırakıp geniş toplantı odasından dışarı çıktılar. Nimbus'un Zümre'nin emri altından çıkması kolay olmayacaktı tabii ki, girmesi ne kadar zorsa koruma altına, çıkması pek zorluğun yanında kesin tehlikeler de getirirdi.
Adamlar geri döndüklerinde Kral Eli ile Nimbus adlı *** kadının konuşması bitmişti. Kral Eli'nin elinde on beş saniyeden kısa sürede esmer bir kadının başı belirdi: Bu baş kumral saçlardan kavramış bir şekilde Nimbus'un yüzüne tutuluyordu. Tanrısoylu buyurdu: ''Özgürsün!''
Zümreden ayrılma nedeni, aslında gözlerini açmıştı. Değerlisinin öleceğini zaten biliyordu Nimbus, fakat değer veremeyeceği bir dünyada da yaşamak zorunda kalmak istemiyordu. Kral'a bir kefalet verip çıkmanın bedeli belliydi. Bu değer her zaman belirlenir ve alınırdı!
Saraydan ayrıldığında surlarından dışından acı bir çığlık varoldu, Mythacre duvarlarının üstünden semaya ulaşan, çölün harap ediciliğini besleyen; ah, ve de kehribarından sızan, çölü kurutan; sevgiyi öldürmenin acısı: melodikti. Bir Tanrısoylu ezgisi; içinde acı ve pişmanlık, keder ve ızdırap türlü şekillerde vardı: Özgürlük vardı.
*
Benild yatağın üzerindeydi ve yanında karısı yatıyordu. Açık camdan sızan ılık esinti eşliğinde çiftlik kokusu sırıtıyordu, akşamın durgunluğunun ardından.
Genç karısını uyandırmadan iri bedeniyle acele etmeden kalktı, gerindi ve kara gözleriyle bebeğinin yerinde olmadığı gördü. Bir şok eşliğinde dışarı seyirtti; L şeklindeki odaların bulunduğu koridoru geçerek ön kapıdan dışarı çıktı. Her şey yerli yerindeydi ama bir tek küçücük kızı yoktu. Koşar adımlarla ahıra gidip gürbüz atı eyerlemeden sırtına atladı; yelesinden tutarak yerleşim merkezine doğru mahmuzladı.
Yolun yarısında evine geri döndü; aklı başında, kendi; belki de bir varsayımı yaşıyordu. Gwoilith'e gitmeliydi.
İpuçları
*Zümre: Mythacre soylularının emirlerini yerine getirmekle yükümlü, ilk el emirleri veren yaptırımcıların bulunduğu ''Zümre'' Girerken belli bir sorumluluğa girilir, yeminler edilir.
**Mahkemeler: Zümredekilerin doğaları belli bir göreve müsaade eder. Bu sorgulama, yargılama, konuşma, emir verme, işkence etme(her yönden), bilgelik-yaratıcılık gibi şeyler olabilir. Görev dağılımı kesindir, başka bir role soyunamazsınız. Bu rollerden bazıları üst düzey kişileri yargılamada kullanılabilir. Mythacre'nin gezegendeki büyük ve etkili sayılı şehirlerden olduğunu düşünebiliriz.
***Tanrısoylu: Çok üstün görülen kişilere çöl coğrafyasında yaygın olarak söylenen, ''Tanrıların Soyundan'' geldiğini ima eden kelime.
Edit: Birkaç hızlı yazım hatası.