Kayıt Ol

Bilinmezlik ve Kumandan

Çevrimdışı Light

  • **
  • 359
  • Rom: 7
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bilinmezlik ve Kumandan
« Yanıtla #15 : 25 Şubat 2015, 02:26:23 »
IV

Yağmurlu bir gündü. İç çeken toprağın yaydığı taze koku, ‘’Güzel ve canlı bir gün!’’ mesajını veriyordu.

Chiad neşeli bir şekilde babası Tammuz’a yemeğini götürmek üzere elinde tepsi, evlerinin yan tarafındaki demirhaneye gitti. Bugün ocaklardan sadece biri hararetli ateş yayıyordu ve yardımcılardan kimse yoktu. Babası bir demir yığınının başında oturuyordu, uzaklara dalmıştı. Normalde çok canlı, işinin ehli olan bu adamı ne bu kadar düşündürüyordu? Chiad babasını daha önce böyle görmemişti. Uzun boynundan dökülen kestane rengi saç örgüsünü çekti, babasının yanağına bir öpücük kondurup yemeği dinlenme masasına bıraktı ve odasına geri dönmeye koyuldu.

Babası hiçbir tepki vermemişti, kare hatlı yüzünde belirsiz ama daha sonra gülümsemeye dönüşen bir ifade hayat bulmuştu. Yine aklına değişik bir silah tasarımı gelmişti kesinlikle. Tammuz buydu, bir silah sanatçısı. Madenler gri saçlarının arasındaki yeşil gözleri parladığında elinde ölümcül bir düzene sahip olarak yeniden hayat bulurdu, bunları kullanmayı pek alâ bilirdi Eskiden, ünlü paralı asker grubu olan Serinler’in* yardımcı komutanı olan heybetli Tammuz artık Chiad için yaşıyordu.

Chiad tepsiyi almak için döndüğünde etrafta iki-üç özel koruma ve bir soyluya benzeyen adamla babasının konuştuğunu, daha sonra tek bir adam kaldığını ve gerisinin -ki bunların içinde soylu olarak tabir ettiği adam da vardı- acele bir şekilde dışarı çıktığını gördü.

Kalan adam şehirli gibi giyinmiş, eli yüzü düzgün bir adamdı. Orta boylarında hafif yapılı adam kendisinden biraz daha uzun olan Tammuz’a yüzünde hafif, neredeyse anlaşılmayacak bir gülümsemeyle bakıyor, dinliyordu. Chiad arka kapıdan çıkarken babası ona seslendi, ‘’Chiad misafirimiz var, yemekleri daha fazla yap.’’ Chiad kafasını anladığını gösteren bir mimikle sallayıp dışarı çıktı, kaderinin değiştiğini fark etmeden.

Chiad’ın görevi evlenene kadar babasına bakmaktı, en sevdiği arkadaşları kitaplardı. Babası da Chiad’ın evlenmesini istemiyordu, fakat belli etmiyordu. Tammuz onu hiçbir erkeğe yakıştıramazdı;  onunla konuşmak isteyen, tekin olmayan herhangi birini öldüresiye dövdüğü şehirde sır değildi. Pek sık yaşanan olaylar Chiad’ın güzel olduğuna yorulabilirdi. Bu nedenle Chiad’ın arkadaşları sadece kitaplardı ama Chiad babasının ona değer verdiği gerçeği ile kendini avutur, kitaplara gömülür kendini teselli ederdi. Son zamanlarda odasında daha da fazla zaman geçiriyordu, yazdığı ‘’İlimle Yaşamak’’ adlı kitabı takma adla ciltlenme şartıyla gizlice kütüphanede çalışan Jolien’e vermişti. Zamanla kitabın kopyaları artmış, sevilmişti; fakat bu şehirde ilim pek de önemli değildi, sadece bir kesimin dikkatini çekebilmiş, onlara dokunabilmişti. Tabii ki kendine has simya sırlarını kimseye vermezdi, sadece yol gösterici olmaya çalışıyordu.

Günleri değişmeden aynı şekilde devam etti, gelen misafir demirhanede yatıyor ve durmadan çalışıyordu. Günler geçti, aylar geçti, yarı yıl geçti. Tammuz’un büyük demirhanesi bu süre içerisinde hep kapalıydı. Gelen adam her geçen gün ustalaşmış, şimdi ise gördüğü kadarıyla Tammuz ile yarışacak silahlar yapmaya başlamıştı. Tammuz bir süre sonra Chiad’a, ‘’Artık demirhaneye girmeyeceksin, misafirin yemeğini arka antreye bırakırsın.’’ dedi.  Chiad her zamanki gibi mimiklerle kendini ifade etti, gözlüğünü parmağıyla kaydığı yere geri itti ve odasına çekildi.

Birkaç ay durmadan örs ve çekicin çarpışma seslerini duydu. Bu sesler bazen hüzünlü, bazen coşkulu ve istekli çıkıyordu. Babasına soran gözlerle baktığında bile babasından cevap alamıyordu. Keşke konuşabilseydi, kendini günlük hayatta ifade edebilseydi. Mutluluğu daha rahat bulurdu belki de, daha yavan bir insan olurdu fakat mutlu olurdu.  Sevmekten utanç duymazdı, insan içine çıkmaya korkar olmazdı.

Artık ciddi bir şeyler denemenin vakti gelmişti, geniş odasına çıktı ve iki aydır üzerinde çalıştığı değişken yapıyla uğraşmaya başladı. Mürekkebi kurutmak için üzerine kum serpti ve kumu geri yerine döktü. Türeteceği yeni bileşik asla kırılmayacaktı, akacaktı ama kırılmayacaktı. Her zaman hareket halinde olacaktı, yok olmayacaktı. Şekil verilebilecek, kendi iradesi olacaktı.

Gece o zamana kadar yaptığı en yakıcı ve en ılık şeyleri karıştırdı, arzularını da karıştırdı; ufak bir ısı enerjisi ortaya çıktı. Ensesinden aşağıya inen bir ürperti hissetti, ayağa kalkamaya çalıştı. Elleri masadaki gaz lambasına gitti, o an felç oldu. Ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Omurgasına giren soğuk çelik öğürmesine sebep oldu; tahta zemine damlayan kızıl damlalar ne de güzeldi oysa, tatlı bir uykunun habercisi. Soğuk çeliğin formunu yitirip bedenine karışmasıyla bardaktan dökülürcesine çağlayan kan yolun sonuydu.

Bir ses duydu, ‘’Aramıza hoş geldin, Chiad!’’ Kararan dünya, bilinmezliğine dönüştü.

Kısım II

Serdar gelen bağırışlar eşliğinde omzuna koyu yeşil pelerinini alıp geniş sokağa adımını attığında hemen yakınındaki yarı ahşap yapıda –yapının dış cephesi ve temeli sağlam maddelerden yapılmıştı- yükselen ateş dağını gördü. Şehir muhafızları etrafta koşuşturuyordu.

Bu yapının Tammuz’un evi olduğunu hatırladı, Tammuz uyumaya bu eve gidiyordu. Daha sonra, iri adamın Maegar Mitron ile buluşmak için bir gün önce yola çıktığını anımsadı. Kız pek tanınmadığından ve içine kapanık biri olduğundan, kimse içeride birinin olduğu fikrini getirmemişti aklına. Belki de getirmek istememişlerdi vicdanlarının iyiliği için. Adamın kızının her daim parlayan kahverengi gözlerini göremeyince üç katlı eve koşmaya başladı. Hava kararmış olsa da o gözleri gördüğünde tanırdı.

Yangın en üst kattan yayılmış, birini öldürmeye yetecek kadar büyümüştü. Kız büyük ihtimalle yardım isteyemiyordu veya bağıramıyordu, Tammuz özel durumunu birkaç aydan sonra Serdar’a anlatmıştı...

Serdar kapıdan girdiğinde başta nefes alamadı, pelerinini burnunun alt kısmına siper ederek dikkatlice kızı aramaya koyuldu. Birkaç kere kız bağıramayacak olsa bile moral açısından, ‘’Chiad!’’ diye bağırdı; bağırabilecek olsaydı bile büyük ihtimalle bayılmıştır diye düşündü Serdar. Evin büyüklüğüne lanet eden Serdar kızın bulunduğu yerde sert cisimlerle ses çıkarabilmeyi akıl etmesini umdu bir an, zira iki kere yanan molozların altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı.

İkinci katın koridoruna gelmişti ki ayaklarına bir şey yapıştı. Bastığı yerlere dikkat ettiğinden yapış yapış olan bu şeyin üzerine basmadığına emindi. Daha sonra üst kata baktı, bu sıvı üst kattan geliyordu. Hem de kanla karışık şekilde kiriş ve tahtaların arasından sızıyordu, fakat katın çökeceği belliydi. Yine de yoluna devam etmeye koyuldu ama bu sırada üst merdiven yıkıldı ve bulunduğu kat da yıkıldı yıkılacaktı. Kendini geri dönmeye zorladı, geri dönerken arkasından sağ omzuna ağır bir kiriş indi ve kendini yerde buldu. Kirişteki büyük ve sağlam bir çivi sağ kürek kemiğine saplanmıştı, bayıldı bayılacak bir durumdaydı.

Kiriş omzunun üzerine değil de sağ kolundan açı yaparak yanına yığıldı, Serdar’ın aklına o an ahşap evin ikinci katındaki çıkıntı geldi. Verandaya benzeyen ve alt katın dışına taşmış bir yerdi, oradan atlayabilirse üzerine düşeceği bir ağaç veya birkaç çalı hayatını kurtarabilirdi. Emekleye emekleye yarı baygın bir şekilde hayata tutundu. Çıkıntının her daim açık kapısından az da olsa temiz havaya kavuştu ve bilinci daha fazla bulanmadı, yapması gerekene odaklanmıştı. İstediği şey hayatta kalmaktı.

Atlamak için sağ elini korkuluğa uzattı ama eli kalkmadı, tatmin hissi yerine tarifsiz bir acı ona haddini bildirdi. Pelerininin kirişin orada takılıp kaldığını ve yandığını, sırtından sızan kan gölünü o an fark etti. Ayaklarıyla ve sol eliyle kendini itmeye çalıştı, nefesi yetmedi. Son bir gayret ve öksürükler arasındaki nefes ile kendini yarı dik açıyla yüzüstü dışarıya bıraktı. Düşeceği yaklaşık beş metreydi.

Bir an ayaklarında darbe hissetti ve tepetaklak oldu, fakat düşmedi. Ayakları evin dışından gözükmeyen çınar ağacının büyük bir dalına yapışmıştı. Öksüre öksüre idrak etmeye çalıştı, ciğerlerinde tarif edilmez bir şey vardı; ağladı. Havayı yeni keşfetmiş bir bebek gibi ağladı, kalan iki metreden yere düştü. Bu seferse ciğerlerindeki temiz hava boşaldı. Sanki bir an rahatlamış gibiydi, sanki yeniden doğmuştu. Bahçe tarafında tepesine toplanan birkaç insanla beraber bilinci yerine geldi, insanlar onu evin önüne taşıdılar ve üzerine soğuk su döktüler.

Serdar ılık bir his ile doldu, sanki ağrıları hafiflemeye başlamıştı. Ağrıyan, ezilen sağ koluna sol elini sıkarak siper etti ve elli metre ilerideki geniş kapısının bir tarafı açık olan demirhaneye girdi. Köşedeki küçük odaya –çalıştığı zamanlarda uyuduğu, onun odası olan yer- girdi. Emek verip yaptığı en iyi eserlerini -bunlar en iyi demirden yapılmış bölünebilir zincirli mızrak ve parlayan bir melez kılıcıydı- bir pelerine sardı ve heybeye koydu, para kesesi gibi gerekli malzemelerini de aldı. Artık eskisi kadar ağırmayan omzuna yedek pelerinini doladı varoşlarda kullanmak için satın aldığı gri iğdiş edilmiş ata yüklemek için demirhanenin arka kapısından çıktı.

Bu soğukkanlılık onun savaştaki yeteneklerini belirliyordu, Serdar olma sebeplerinden biri de bu yeteneğiydi. Eğer orada kalırsa kimsenin tanımadığı Serdar kesinlikle tutuklanacaktı, bu karmaşada kaçması tek mantıklı çıkar yoluydu. Hiç bilmediği bu dünyada atını durmadan güneye sürmeye karar verdi fakat biraz beklemesi gerekliydi, o akşam bir handa kaldı. Sabahın erken saatlerindeyse karar verdiği şeyi gerçekleştirdi, soluna güneşi alıp şehri terk etti.

Burası Mitronland’de değildi, sadece nehir kenarındaki büyük bir şehir devletiydi. Mitronland’i bulmalı ve Maegar Mitron’un yanına mı gitmeliydi? Hayır, kader ona ne yapmak istiyorsa yapacaktı, sadece güneye gidecekti.

*Serinler: Zamanında dünyadaki en ünlü paralı asker birimiymiş. Yaptıkları eğitimlerin insancıl olmadığı söyleniyor.
Alıntı yapılan: W.S.
Yet do thy worst, old Time; despite thy wrong
My love shall in my verse ever live young.

Çevrimdışı Light

  • **
  • 359
  • Rom: 7
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bilinmezlik ve Kumandan
« Yanıtla #16 : 29 Haziran 2015, 02:20:58 »
V

Kendini hayatın ellerinden bir zar gibi savururdun; eğer bir zarsan ağırlığını nasıl verip, nasıl düşeceğine sen karar verirdin; kazanır ya da kaybederdin. Sonuca içindeki ruh karar verirdi; her zaman bu kadar basitti. Bunun dayanağı neydi diye sorarsa kendine, şu an içinde bulunduğu durumdan daha açık bir örnek gösteremezdi herhalde.

Bir buçuk aydır güneye yolculuk ederken bindiği atı ölmeden değiştirmiş, daha doğrusu çalmıştı. Karşısına çıkan, tâbi oldukları birliği bilmediği devriyeler ona saldırmıştı, sol bacağındaki kesik hala iyileşmemişti.

O ayakta kendinden ödün vermeden acıyı göz ardı ederek duruyordu, yerde yatan yaklaşık bir düzine ceset; yarı ayı, yarı insan denilemezdi; sadece ayrı varlıklardı, bildiği tek şey insanlıkla da bir bağlarının olduğuydu. Histerik bir kahkaha içinden geçiyordu fakat gün yüzüne çıkamadan silinip gidiyordu. Burada fena şeyler dönmüş olması gerekiyordu.

Ellerinde Tammuz'un öğretilerinden, malzemelerinden türettikleri; sağında şiş kadar ince, katlanabilir, zehir özlü mızrak; boyu yaklaşık bir buçuk metreydi -ki bu tam bir mızrak olmadığını gösterir- ve solundaysa kale tipi demirden sağlam, gökten gelen en ufak ışığa karşılık veren melez kılıcı vardı. Ellerindekiler çok hafif ve bir o kadar sağlamlardı. Neredeyse ortasında durduğu yemyeşil ve gecenin karanlığında güzelliğini koyu kırmızının yansıyan tonlarında pekiştiren koruluk, gerçek güzelliğe sahipti.

Önce fazla zarar görmemiş ve kürkü diğer hepsinden parlak tekinin üstünde ilgiyle dikildi, hayvanımsının kırılmış boynunu ve derin kesilmiş ayağını iyice inceledi; durumu idrak etmeye çalıştı. Bunlar tam olarak ne olabilirdiler? Ona bakarken geçen an şimdiye kadarki hayatından uzun gelmişti ve bu zaman dilimi içinde sanki bir hayat daha yaşamıştı, yenisine başlamanın zamanı gelmiş de geçiyordu. Yeniden dirilmeliydi, yavaş yavaş görüşünü kaybederken dikkatle baktığı Parlak Kürk'ün -ki o uzun an içinde sadece onun hakkında düşündüğü için adını bile koymuştu- bal rengi gözleri pür dikkat ona bakıyordu.

Uyandığında tüm vücudu kurumuştu, kurumuş ve yüksek bir döşeğin üzerinde yatıyordu, ayakabıları ve pelerini hariç her şeyi oradaydı, üstündeki kıyafetlere dokunulmamıştı; hatta aşağı inmek için küçük bir merdiven bile vardı ki sağlıklı bir adam buradan atlayarak aşağıya inebilirdi. Tavanın yüksekliği beş, altı metreydi, büyük bir de pencere vardı ve dışarısı gözükmüyordu. Serdar bunu havanın hala karanlık olduğuna yordu.

Onu bağlamamışlardı bile, kaçamayacağını yüzüne vurarak gülüyorlardı ki en acısı bunun doğru olmasıydı. Zar zor dikilen ve derisinin halini gören Serdar'ın ağzından kısa bir sövgü döküldü; derisi tamamen buruşmuştu ve tüm damarlarının hareket ettikçe canını yaktıklarını hissedebiliyordu. Şaşırtıcı bir şey o ki tüm eşyaları, hatta gürbüz atı bile bu büyük odanın içindeydi.

Yüksek döşekten acı içinde aşağı inmeye çalışırken bayağı bir acı üstüne bedeni üstünde kontrolünü kaybedip belinin üstüne düşerek başını kaplama taşlarda geriye doğru çarptı; bilincini kaybetti ve o an belinin kırılıp sakat kaldığından emindi.

Tekrar uyandığında hava hala kapkaranlık gözüküyordu; fakat hareket edebiliyordu. Atı elini kaldırdığında refleksif bir şekilde yanına geldi. Birkaç kere ata binmeye çabaladı fakat nafileydi. Hafif mızrağı aldı ve diğer her şeyi geride bırakarak riske girmeye, geniş kahverengi tahta ve sağlam kapıdan dışarı çıkmaya karar verdi. Başka bir şansı da yoktu. Daha atına binemiyorken, camı kırıp, karşısına ne çıkacağını bilmeden nasıl dışarı çıkacaktı ve atsız nasıl kaçacaktı ki? Fazla uzaklaşamadan yakalanırdı.

Eğile büküle yürüyerek çıplak ayaklarıyla -kesik ayağı yanmasa da içgüdüsel olarak eliyle tutma ihtiyacı duyuyordu- kapıya gidip el yordamıyla kendince kapıyı yokladı. Çok yoğundu, görünüşü kesinlikle aldatıcıydı ve yanında bir el büyüklüğündeki zil niş misali uzanıyordu, sanki parlıyordu. Farkına vardı, bu kapıyı oynatamazdı ve zili çalmak zorunda bırakılmıştı. Zilin altındaki uzun ve esnek gümüşü son bir nefesle ittirmeyi denedi, ve hafifçe ittirmeyi başardı. Hiç ses çıkmadı, ama bir dalganın içinden geçtiğini hissetti.

Hiçbir şey olmadı, bir süre dolandı ve çok geçmeden kapı pek fazla ses çıkarmadan havayla güreşerek -eski ve ağır bir kapı olarak gözükmesine rağmen menteşelerinin bakımı yapılıyormuş diye düşündü, ve içinden kendine biraz da güldü- açıldı. Bir şey kapıdan ona doğru üçgen çizerek yayıldı, tepesinde ise o vardı. Buna sevgi, hoşgörü, huşu, coşku, ilgi, merak, tiksinti ve daha nice şeyler eklenebilirdi; böyle bir şeyin odak noktasında olmak, hissettiriyordu.

O an farkına vardı! Odası daha önceden tamamen karanlıktı ve bulduğu ayımsı ''cesetlerin'' hepsi kanlı canlı farklı renk gözleriyle ona bakarken ellerinde birer meşale vardı, fakat bu meşaleler bir şekilde tunçtan yapılmaydı. Sadece Parlak Kürk adını taktığı ondan bir ayak(yaklaşık otuz santim) uzun olan bir ayağı önde diz çökmüştü, ''Efendim?'' dedikten sonra altın rengi gözleri yaşlara boğuldu; çok garip ve şaşırtıcı derecede doğal hissettiren bir durumdu; o an evren ironilerin mekanıydı.

Bir an geçmeden ellerini saçlarına doladı, bu onun kendini rahat hissettirmek istediğinde kafa derisini saçlarının kökleri vasıtasıyla sağa sola çekmesi bazenleri yardımcı olabiliyordu ama olmadı. Çok hissizleşmişti. Bu onun da saçma sapan bir şekilde ikisinin gözleri buluştuğunda kanı çekilmiş ela gözlerinin dolmasına engel olamadı.

Kısım II

Vome mistik mekandan tereddüt ve korku içinde uzaklaşırken aklına sadece bir kelime gelebilirdi, ''parçalamak'' Arzuladığı tek şey.

O kadar sinirlenmişti ki iki gün önce çattığı çok bilmiş, yağcı adamı parçalayarak öldürmüştü; kendine hakim olamamıştı. Hem ne vardı ki, Vome'un onunla parçalayacak kadar ilgilenmesiyle övünmüş olmalıydı. Şu an arkasından gelen her neyse, onun yaratılışında bulunmayan duyguları yaşatan neyse, tabii ki onunla da bir güzel ilgilenecekti. İlgi, evet ilgilenecekti.

İlk önce göz yuvarlarını ezecek, daha sonra bir güzel dalga geçecekti; şu an onun yaptığı gibi. Dalga geçtikten sonra tabii ki küçük bir fısıltı eşliğinde duyma yetisini de elinden alıp elinde sadece hissetme yetisini bırakacaktı ve ve ve... O zaman sanatını konuşturacaktı; bir alemde daha ölümsüz olacaktı, acının ne olduğu amacından sapmadan bir alemde daha tamamen anlaşılacaktı.

Hızlıca etrafına göz atıp başka bir yöne döndü. Ölümle dans etmeyi severdi, lakin bu şekilde değil. Korkunç bir şekilde zevk alsa da oyuncaklarının tehdit oluşturmaması gerekiyordu. Arkasına döndü ve kalan tek iri bıçağını çıkardı; dişlerinin arasına alarak geceyi yıkayan ay ışığında, ara sokağa girip yere yattı. Kısa histerik kahkaha sesi duyuldu, geceyi delen ve aydınlığa çıkan. İntikam sadece ve sadece onundu.

*

Nimbus güneş şehre boyun eğdirmiş şekilde bakarken sarayın beyaz renkli koridorlarında duraksadı ve kendini hazırladı: Derin bir nefes aldı, omuzlarını ve çenesini dikleştirerek bir bacağını diğer bacağının önüne koymaya çalışarak tekrardan yürümeye başladı.

Zümre'de* bulunamazdı artık, ırkı dışında birine tutulmuştu. İlgiyi tatmıştı. Tanrısoylu Kral Eli ile görüşmesi başladığında neden bırakmak istediği soruldu Nimbus'a, daha çok is karası saçlarıyla, cansız bir varlıkla konuşuluyor gibiydi. Gözlerine bakılmıyordu fakat ona bakılıyordu.

Nimbus narin parmaklarını kalıpsal bir jestle önünde teker teker birleştirip, ayrıştırarak artık bunu kaldıramayacağını, Mahkemelerin** ona ağır geldiğini ve geceleri uyuyamadığını söyleyerek ikna konuşmasına devam etti. Kral Eli makamından kalktı ve yanına bir adamını çağırdı; adamın belinde ağır ve kaliteli kraliyet demirinden yapılma bir kılıç, kınının içinden bile kendini belli eder vaziyetteydi. Kral Eli her şeyi bilirdi ve silah taşımaya gerek duymazdı.

Belli bir süre adam Kral Eli'ni dinledi, Kral Eli'nin kişisel muhafızlarının ünlü baş komutanı Aget'di, kralın kişisel olarak tanıdığı sayılı adamlardan... Bu sırada konuşmaya başka bir adam katıldı ve belli süre sonra adamlar Kral Eli'ni ayakta yalnız bırakıp geniş toplantı odasından dışarı çıktılar. Nimbus'un Zümre'nin emri altından çıkması kolay olmayacaktı tabii ki, girmesi ne kadar zorsa koruma altına, çıkması pek zorluğun yanında kesin tehlikeler de getirirdi.

Adamlar geri döndüklerinde Kral Eli ile Nimbus adlı *** kadının konuşması bitmişti. Kral Eli'nin elinde on beş saniyeden kısa sürede esmer bir kadının başı belirdi: Bu baş kumral saçlardan kavramış bir şekilde Nimbus'un yüzüne tutuluyordu. Tanrısoylu buyurdu: ''Özgürsün!''

Zümreden ayrılma nedeni, aslında gözlerini açmıştı. Değerlisinin öleceğini zaten biliyordu Nimbus, fakat değer veremeyeceği bir dünyada da yaşamak zorunda kalmak istemiyordu. Kral'a bir kefalet verip çıkmanın bedeli belliydi. Bu değer her zaman belirlenir ve alınırdı!

Saraydan ayrıldığında surlarından dışından acı bir çığlık varoldu, Mythacre duvarlarının üstünden semaya ulaşan, çölün harap ediciliğini besleyen; ah, ve de kehribarından sızan, çölü kurutan; sevgiyi öldürmenin acısı: melodikti. Bir Tanrısoylu ezgisi; içinde acı ve pişmanlık, keder ve ızdırap türlü şekillerde vardı: Özgürlük vardı.

*

Benild yatağın üzerindeydi ve yanında karısı yatıyordu. Açık camdan sızan ılık esinti eşliğinde çiftlik kokusu sırıtıyordu, akşamın durgunluğunun ardından.

Genç karısını uyandırmadan iri bedeniyle acele etmeden kalktı, gerindi ve kara gözleriyle bebeğinin yerinde olmadığı gördü. Bir şok eşliğinde dışarı seyirtti; L şeklindeki odaların bulunduğu koridoru geçerek ön kapıdan dışarı çıktı. Her şey yerli yerindeydi ama bir tek küçücük kızı yoktu. Koşar adımlarla ahıra gidip gürbüz atı eyerlemeden sırtına atladı; yelesinden tutarak yerleşim merkezine doğru mahmuzladı.

Yolun yarısında evine geri döndü; aklı başında, kendi; belki de bir varsayımı yaşıyordu. Gwoilith'e gitmeliydi.

İpuçları

*Zümre: Mythacre soylularının emirlerini yerine getirmekle yükümlü, ilk el emirleri veren yaptırımcıların bulunduğu ''Zümre'' Girerken belli bir sorumluluğa girilir, yeminler edilir.

**Mahkemeler: Zümredekilerin doğaları belli bir göreve müsaade eder. Bu sorgulama, yargılama, konuşma, emir verme, işkence etme(her yönden), bilgelik-yaratıcılık gibi şeyler olabilir. Görev dağılımı kesindir, başka bir role soyunamazsınız. Bu rollerden bazıları üst düzey kişileri yargılamada kullanılabilir. Mythacre'nin gezegendeki büyük ve etkili sayılı şehirlerden olduğunu düşünebiliriz.

***Tanrısoylu: Çok üstün görülen kişilere çöl coğrafyasında yaygın olarak söylenen, ''Tanrıların Soyundan'' geldiğini ima eden kelime.

Edit: Birkaç hızlı yazım hatası.

Alıntı yapılan: W.S.
Yet do thy worst, old Time; despite thy wrong
My love shall in my verse ever live young.

Çevrimdışı Ugur

  • ***
  • 459
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bilinmezlik ve Kumandan
« Yanıtla #17 : 29 Haziran 2015, 03:24:23 »
Her bölüm bir öncekinden daha güzel . Biraz daha detay olabilirdi.Eğer bir roman olsaydı yazdığın , hani o her hikayeye başladığında ilk sayfalardaki yabancılık duygusu vardır ya (yabancı isimler , anlam veremediğin olaylar ) tam o havada ilerliyor şuan , o yüzden olayları akışına oturtmak için devamını bekliyorum.

Çevrimdışı kargasiz

  • ***
  • 428
  • Rom: 7
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bilinmezlik ve Kumandan
« Yanıtla #18 : 30 Haziran 2015, 16:13:47 »
Hikayeyi yazmaya başlayalı 1 seneyi geçmiş ve bu dönem içinde yaşından da kaynaklanan okudukların yaşadıkların yazdıkların da hızlı bir değişime uğruyor Mertcan. Bu durumda hikayeyi baştan sona okuduğumuzda her bölümün birbiriyle anlatım olarak neredeyse hiç bağlantısı olmadığını görüyoruz. Kendi gelişimini görmen açısından iyi bir şey olsa da okuyucuyu rahatsız eder bu durum.

İlk bölümlerde daha çok roman tarzı yazılar okurken son bölümü yazdığın dönemlerde daha çok deneme tarzı okumuşsun gibi bir izlenim oluşuyor. Bu da okuduklarından etkilendiğini, hoşuna giden yazarın dilini kullanmaya çalıştığını gösteriyor. Böylesi de iyi bir başlangıç elbette ama zamanla kendi dilini oluşturmaya başlaman gerek.

Konuya gelirsek de okuyucunun hikayeden kopmasını istemiyorsan karakterin amacını net olarak belirtebilmelisin ilk bölümlerde diye düşünüyorum. Sonuna kadar daha karakterlere alışamadık ki amaçları tam olarak nedir bilemiyoruz. Yada ortada bir gizem olmaması okumaya teşvik etmiyor. Bir sonraki bölümde kesinlikle bu dediklerim üzerinde durursan daha iyi olur bence :).

Okuduğun kitapları okurken seni etkileyen noktaları düşünerek uygulamalı olarak çalışırsan daha iyi eserler ortaya çıkartırsın.

Tabi şöyle de bir durum var, hikayenin ismi Bilinmezlik diye başlıyor. Bu yazdıkların senin de bir taktiksel bilinçli olarak yaptığın bir şey de olabilir. Devamını bekliyorum :).

Çevrimdışı Light

  • **
  • 359
  • Rom: 7
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bilinmezlik ve Kumandan
« Yanıtla #19 : 02 Temmuz 2015, 22:14:19 »
Uğur abi, yorumun için teşekkür ederim. Aslında ben ayrıntılı yazıyordum fakat bir baktım hikaye kafamdakinden uzun işlenme gereği duyuyor, ayrıntılara pek değinmedim o yüzden. Bir dahaki bölümde dikkat etmeye çalışacağım. :D

kargasiz, evet; taktiksel olarak yaptığım bir şey. Burada herhangi bir öykü yazmaya çalışmadım, veya herhangi bir yazarın herhangi bir kurgusundan, yazım dilinden etkilenmedim. Bu hikayeyi biraz da hayat olarak nitelendirdim. Olan olayların sebebini her zaman bilemeyiz/bilmeyiz veya bilemeyecek kadar uzaklaşmış oluruz. Her şeyin bir sebebi olması gerekmez bence kısaca, önemli olan şey olanlardır. Okuyucu kendi kafasında belli bağlantılar kurabilir fakat hikaye kendini kanıtlama isteği güderse at gözlükleri takmış gibi gelir bana. Zira diğer bir öyküde o uzun uzadıya olayın olma şeklini iki cümlede özetleyebiliriz. Öykünün kendi içinde bilinmesini gerektiren bir neden göremiyorum. Karakter kendine ne olduğunu bilmiyor zaten, gittiği yere uyum sağlıyor herkesin yaptığı gibi, baktım kurgu yeterince hızlı genişlemiyor; belli bilgileri olan, bazı amaçlara sahip olabilecek yan karakterler serpiştirdim. Her şeyin aşırı olması gerekmez, büyük amaçlar bana çok yapmacık geliyor, kendi hikayelerimde büyük amaçları olmaz karakterlerin, her zaman rastlantısaldır. Önerinizin vitaminlerini kendimce alacağım, teşekkür ederim. :)
Alıntı yapılan: W.S.
Yet do thy worst, old Time; despite thy wrong
My love shall in my verse ever live young.

Çevrimdışı serrap

  • *
  • 3
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bilinmezlik ve Kumandan
« Yanıtla #20 : 04 Temmuz 2015, 18:33:19 »
     Merhaba. Öncelikle bana göre sanki olayı kafanızda canlandırıyorsunuz ama yazarken tembellik yapıp aceleye getiriyor gibisiniz. Herşey çok çabuk oldu bittiye geliyor. Yarattığın coğrafyayı daha detaylı görmeyi isterim.
     Genel olarak iyi bir kurgu ve okuması sıkıcı değil. Devamınıda bekliyorum