Uyarlamalar. Kelimelerde hayat bulmuş hikâyelerin bazen birebir, bazen aktarılabildiği kadar, bazense esinleniş kıvamıyla görsel ve –sonradan da– işitsel anlatımla tekrar canlandırılmışları. Uyarlamalarla, uyarlandıkları roman ve öykülerden önce veya sonra karşılaşılsın ikisinin de verdiği tatlar ayrıdır.
Gelin, uyarlamalarını anarak uyarlandıkları hikâyeleri bir kez daha analım. Bir kez daha, aralarındaki farkların yaşatmış olduğu hoşnutluk ve hoşnutsuzluklara değinebilme fırsatı yakalayalım.
Uyarlamasıyla anmak istediğiniz hikâyelerin illaki roman olmasına gerek yok. Öykü, çizgi roman veya mangadan uyarlanmış da olabilirler.
İzniniz olursa ilke ben başlıyorum:
Prenses Gelin
Filmi yıllarca televizyon ekranlarında dönüp durmuş. İzleyene hoş anılar bırakmış. Öğrendiğim kadarıyla da iyi filmmiş. Ve neyse ki romanını okumadan izlememişim.
Filmi olmasa varlığından haberdar olmayacağım romanı okumakta ısrar etmemin mükâfatı; aşk, intikam ve serüvenin ince mizahla işlenmiş enfes karışımı olmuştur. Haklı noktalara parmak basan alaycı mizahın tadı romanda bir başkadır doğrusu. O ciddiyetli mizah hikâyeden elini eteğini çektiğinden, film kendini fazla ciddiye alan bir hiciv gibidir.
Gerçekten, iyi ki de romanı okuduktan sonra izlemişimdir filmini. Yoksa o keyifli anlatımından mahrum kalacaktım.
Yıldız Gemisi Askerleri
Bir film düşünün, uyarlandığı kitapla alakası sıfıra yakın olsun. Propaganda filmi diye yerden yere vurulsun, ama özünde savaş ve propaganda hicvi olsun. Filmin şahsımda yarattığı yan etkiyse, romanı merak ettirmek olmuştur. Beş para etmez silahlarla dev böcek avlayan askerler! Bu fikri ortaya atan kitap nasıldır acaba?
Yıllar sonra çıkagelen romanın cevabı, “O işler hiçte sandığın gibi değil evlat.”tır.
Bir kitap düşünün, atası olduğu alttürün ilham kaynağı olmaya devam etsin. Askerliği ve savaş felsefesi anlatıp dursun. Onu, militarizm ve faşizm savunusuna yoranlarda olsun, tam aksi yorumlarla savunanlar da olsun.
Tek isim çatısı altında iki değerli iş vardır ortada. Filmin romanla, romanın filmle alakasızlığının böyle güzel sonuçlar vermesi pek nadirdir.
En çok hangisini sevdiğim sorulursa, cevabım romanı olur ama. Yoruma açıklığıyla iki ucu keskin bıçak gibidir roman. Savaşı, askerliği ve askeri, filmin riske giremediği biçimde içeriden anlatır. Belki bu yüzden filmi iyi bir taşlama olarak anabiliyorken, asıl hikâyenin geçtiği romanda mutabakata varılamaz.
Jurassic Park
Sinemada izleyemediğimden dolayı üzülmüş, televizyona gösterilince sevinçten havalara uçmuşumdur. Beklentilerimiyse karşılayamamıştır. Neden mi? Çünkü yeterince dinozor yoktur filmde. Gerilimi yerli yerindedir. Gösterilen dino sayısı da o yıllar için yeterlidir. Ama işte, gönül bu ya, daha fazla dinozor istemekten alıkoyamamıştır kendini.
Filmi olmasa romanı okur muydum? Bilemiyorum. Belki, kitabı fark etmeme sebep olmuş olabilir. Tek bildiğim, kapağında Jurassic Park yazan romanı fark etmemle elimin ona gitmesinin aynı zamanda gerçekleşmiş olduğuydu. Dinozor açlığımı gidermesini ummamışım bile. Gösterime girdiği dönemin en dikkat çeken filminin kitabını merak etmişim sadece.
Yazar Michael Crichton’ın konuşmayla önemli bilgileri verme tarzından mıdır bilinmez, aynı hikâyede daha fazla tatmin oldum. Bunda filmden karakterleri zihnimde canlandırmanın payı büyüktü belki de. Tabii filmde iyi niyetli ve sevimli dede imajına kıyasla Hammond’ın romandaki huysuz ihtiyar imajı görüntüleme de sorun yaratıyordu ya, neyse. İkinci ve üçüncü filmlerden aşina olduğum bazı şeylerin ilk romanda karşıma çıkmasıysa daha bir hoşuma gitmişti. Üstelik daha fazla dinoma kavuşmuştum. Tamam, sayı filmdekinden birazcık daha fazlaydı. Ama o kadar artış bile bana yetmişti. Okumanın etkisiyle izlemenin etkisi arasındaki fark bir daha kendini göstermişti belli ki. Ve bu tesirden memnun ayrıldım.
Aklıma ilk gelenler bunlar. Peki ya sizin aklınıza gelenler?