"Tuhaf" kurgu sözü bir esere ancak bu kadar yakışabilirdi. Çünkü bu kitabı tanımlayabilecek en isabetli sözcük bu: tuhaf.
Ama kesinlikle yanlış anlaşılmasın; akıldan kolay kolay çıkmayacak, benliğinize işleyecek ve daha fazlasını arzulamanıza neden olacak bir tuhaflık bu. Hikayelerin pek çoğunu tamamladıktan sonra "Ben ne okudum?" diye sordum kendime. Ama "Niye okudum?" demedim asla...
Karin Tidbeck gerçekten de çok yetenekli ve farklı bir yazar. Anlatmayı seçtiği hikayeler alışık olduğumuz şeylere hiç benzemiyor. Klişeleri yıkıyor, kendi kurallarını yazıyor ve çoğu zaman da sizi afallatıyor. Gerçi kapağında hem Ursula Le Guin'den hem de China Mieville'den birer övgü koparan bir kitaptan daha azı beklenemezdi zaten.
Kitapla ilgili beni en çok etkileyen ve şaşırtan şeylerden biri öykülerin bitiş şekli oldu. Neredeyse hepsi en ummadığınız anda, pat diye bitiyor ve sizi serseme dönmüş bir halde bırakıyor. Bazı öykülerinde ciddi ciddi kapağı yavaşça kapatıp ne okuduğunuzu düşünmeniz gerekiyor. Öykülerde derin anlamlar yok, anlatımı son derece sade ve akıcı... Yine de bunu yaptırmayı başarıyor. Anlatılmak istenileni kavradığınızda (ya da öyle sanıp kendinizce bir anlam çıkardığınızda) aldığınız keyif ikiye üçe katlanıyor.
Yine de "keşke devamı olsaydı" demeden de edemiyorsunuz, "burada bitmesin" diyorsunuz, daha fazlasını okumak istiyorsunuz. Karin Tidbeck harika arka planlar ve kurgular yaratıp size sadece ufacık bir parçasını sunuyor ve çoğu şeyi açıklamaya bile yeltenmiyor. Hayal gücünüze bırakıyor. Ki bu da öykülerin tuhaflık derecesini biraz daha arttırıyor. Zaten ne demiş çok ünlü bir radyo programcısı? "Yazar her şeyi anlatmakla yükümlü değildir."
Beatrice:Kitabın açılış öyküsü. Zeplin'e âşık olan bir adam ile bir baskı makinesine sevdalanan bir kadının hikâyesini konu alıyor. Klişe bir şekilde bu ikilinin sevgili olacağını sanıyorsunuz ama yazar farkını ilk öyküden belli ederek çok pis ters köşeye yatırıyor sizi. Okudukça "Nasıl yani?" diyor, sonunda da boğazınızda bir yumruyla tamamlıyorsunuz kendisini. Bu kadar kısa olmasına rağmen içinde aşk ve sevgi üzerine çok sağlam iki mesaj da var. Kitapta en sevdiğim dördüncü hikâye.
Ove Lindström İçin Bazı Mektuplar:Yazarın tekinsiz havasını ve ani bitirişlerini ilk kez tattığımız öykü bu. Bir kızın merhum babasına yazdığı mektuplar tadında ilerliyor ama satır aralarında bir şeylerin ters gittiğini ince ince veriyor size Tidbeck. Sonunu çabuk tahmin etmem ve ilk öykünün biraz gölgesinde kalması dışında hoş bir okumalıktı.
Bayan Nyberg ve Ben:Tuhaftı... Biliyorum, (Onur gibi) bu kelimeyi çok kullandım ama inanın anlatabilecek daha iyi bir kelime bulamıyorum. "Esmer" adlı karakter cidden ilginçti. Bununla birlikte okurken bir zaman-mekan karmaşası yaşadım. Çeviriden mi bilmiyorum ama anlamakta biraz zorlandığım bir hikaye oldu. Yine de güzeldi.
Rebecka:Dehşet! İntihara meyilli bir kadının ve arkadaşının başından geçen dramatik bir hikaye okuduğunuzu sanırken son cümleleriyle size tokat üstüne tokat atan bir öykü. Öyle bir yerde öyle bir şekilde sona eriyor ki bir anda neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Anlamak için şöyle bir durdum, ardından hemen hikayenin başına geri döndüm ve nereden nereye bağlandığını çözdüğümde gözlerim hayranlıkla yuvalarından uğradı. En sevdiğim üçüncü öyküydü.
Herr Cederberg:Tatlı, küçük ve sevimli bir geçiş hikayesi. Beklenmedik bir anda sona erme alışkanlığını sürdürmesi dışında sizi pek de şaşırtmıyor, ama o amacı da gütmüyor zaten. Hatta bir sonraki hikayenin etkisini arttırmak için bilerek araya sıkıştırıldığından şüphelenmiyor değilim...
Arvid Pekon Kim?Açık ara farkla favorim! Kısaca özetlememi isteseydiniz söyleyebileceğim tek şey "MUH-TE-ŞEM-Dİ!" olurdu. Ki okumayı bitirir bitirmez sarf ettiğim laf da tam olarak buydu. Daha ilk satırlarından itibaren sizi ilginç fikirleriyle sarıp sarmalıyor ve son ana kadar da bırakmıyor. Şimdiye dek okuduğum en iyi hikayelerden biriydi kesinlikle. Fark ettiyseniz konusuyla ilgili bir şey söylemekten kaçınıyorum çünkü kendiniz görün istiyorum. Hazal yeterince güzel özetlemiş zaten

Mutlaka okunmalı. Bir de... Keşke benim aklıma gelseydi!
Brita’nın Tatil Köyü:Onur'un da incelemesinde yazdığı gibi ben de yazarın kendi öyküsünü okuyormuş gibi hissettim kendimi. Zaten hikayelerin çoğunun (bir-iki tanesi hariç) böyle bir havası var. Sanki gerçek dünyadaki gerçek bir olayı anlatıyormuş gibi başlıyorlar. Gerçeğin nerede bitip kurgunun nerede başladığını merak ediyorsunuz bu tip öykülerinde.
Rengeyiği Dağı:Bir önceki gibi gerçekle efsaneleri başarıyla harmanlayan bir hikaye. Fantastik değil derken acayipleşen, sınırları zorladığında birden normalleşen bir aile hikayesi. Sonunda içim cız etmedi, kendimi ana karakterin yerine koymadım desem yalan olur. İstenmeyen kişi olmak, kardeşlil ve kıskançlık üzerine sorgulatan bir öyküydü.
Norveç Reçeli: Kitapta hiç sevmediğim tek hikayeydi. "Bayan Nyberg ve Ben" adlı ikinci öykünün kötü ve karamsar bir tekrarı gibiydi. Ne konusunu ne de "reçelin hazırlanış şeklini" sevdim.
Pyret Tuhaftı desem? Ve de ürkütücü... Bir tür araştırmacının, belki de gazetecinin ağzından yazılmış ve Pyret adındaki efsanevi bir canlının izini sürüyoruz o kişiyle beraber. (Benimkiler kadar etkileyici olmasalar da) Her şey belgelere dayandırılmış gibi anlatılıyor. Gayet de ilginç ilerliyor. Yine de sonunu pek tatmin edici bulmadım. Nedeniyse anlatıcıyla aynı fikirde olmamam sadece.
Augusta PrimaÇok acayipti! Kitapta en sevdiğim ikinci hikayeydi aynı zamanda. Yazarın oluşturduğu arka plan başlı başına bir roman olabilecek kadar ilham vericiydi. Tuhaf âdetleri olan asilzadeler, Alica Harikalar Diyarı'nın karanlık bir versiyonunu andıran kroket oyunu, zaman kavramı üzerine edilen beylik laflar, sert yapısı ve sonuyla beni benden aldı. O dünya katmanlarıyla ilgili kısım hele... Yazar kurgu içinde kurgu yazmış sanki. Harikaydı.
Teyzeler:Bu hikaye de çok ilginç ve güzeldi. Sonunu tam sevmedim diyebilirim. Ancak hem giriş ve gelişme olarak, hem de başka bir açıdan vurdu beni. O da Augusta Prima ile bağlantılı olması. Tüm kitap boyunca yazar kendine bir gönderme yapsın, tüm bunların aynı evrende geçtiğini gösteren bir ipucu versin isteyip durmuştum okurken. O da bu öyküde oldu ve beni çok mutlu etti.
Jahannath:Son öykü. Bu da başından sonuna dek tuhaf bir hikayeydi. Yavrularını içinde saklayan bir "anne," fiziksel açıdan güçlü olan kızlar, zayıf ama beyinsel fonksiyonlar için gerekli olan erkekler, yaşananlar... Malum bir bilimkurgu filmi ile TRT'deki anatomi çizgi-filminin arasında gidip geldim okurken. Anladım mı? Sayılır... Beğendim mi? Kesinlikle. Yine de Hazal'ın yorumunu okuduktan sonra bir şeyler kaçırmışım gibi bir izlenime kapıldım
Son olarak kitabın bende çok hafif de olsa Alacakaranlık Kuşağı etkisi yarattığını da söylemeden geçemeyeceğim. Benim gibi dinazorların çok iyi hatırlayacağı üzere Alfred Hitchcock'un o meşhur dizisinde birbirinden tuhaf, açıklanamaz ve ürkütücü bir sürü şey olur, bizleri hayretler içinde bırakır, ama hiçbir şey tam anlamıyla açıklanmazdı. Olanları olduğu gibi kabul etmek zorunda kalırdık. Bu da daha tekinsiz ve sevilesi bir tat katardı şova. İşte Zeplin de onun gibi, ama daha fantastik. Daha Avrupalı.
Kitabın kapağına âşık oldum. Kapaktaki her sembolün hikayeyle bir bağlantısı var. Bu da her seferinde kapağı kapatıp ona bakmanıza ve biraz daha sevmenize neden oluyor. Aylak Kitap'ın baskısı cidden çok kaliteli. Çevirmen ve editör de neredeyse kusursuza yakın bir iş çıkarmış. Hepsine buradan teşekkürler.
Yorumumu Hazal'ın bu kitap için sarf ettiği bir sözle bitirmek istiyorum: "Uzun zamandır "farklı" kisvesi altında bize bir sürü şey sunuldu ve hep hayal kırıklığına uğradık. Ama sonunda aradığımız özgünlüğü Zeplin'de bulduk."
İyi ki okudum!