Kayıt Ol

Karanlığın Kadehi

Çevrimdışı Lathander

  • *
  • 13
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Karanlığın Kadehi
« : 09 Ekim 2013, 14:38:50 »
 Küller, her tarafı kaplamış. Her nefeste genzimi yakan iğrenç bir kurum bulutu, beraberinde yanmış cesetlerle olağan dışı bir şeyi resmediyordu. Neler olmuştu? bütün bu küller ve ardında kalanlar..
Açıkçası buna cevap bulmakla uğraşacak değildim. Uzun bir yoldan geliyordum ve önceliklerim arasında midemi iyi pişmiş kırmızı etle ödüllendirmek ve üstüne buz gibi bir elma şarabı devirmek vardı. Lakin, aştığım o dar patikayı bitirir bitirmez karşıma çıkan bu yanmış alanı ve ziyan olmuş bedenleri uzun süre unutamayabilirdim.

 Alevlerden arda kalan yas dolu bir sessizlik ve harcanmış insan bedenleriydi. Uzaklaşmak için dikkatle etrafından dolandığım sırada bulutların ardından sarkan güneşe yakalanan bir cisim parlayarak son anda dikkatimi çekti. Bu diyarlarda bu gibi ölüm dolu sahneleri karşılamayı umduğumdan aşırı bir tepki göstermeden uzaklaşmam olağandı. Lakin merak her daim insanı alt ederdi, kadavraların üstüne basmadan yaklaştığım nesne gümüşi bir parlaklıkla parıldayan madeni bir cisimdi.

 Elime aldığımda vücudumu saran ve irkilerek topuklarımın üstüne gelmeme neden olan korkunç bir elektriklenme hissi yaşadım. Aniden beni saran korku ve panik olmuştu. Üşüyor ve zihnimin kuruntuları arasında etrafıma bakınıyordum. Kurumların hala havada sessizce uçuştuğu o bölgeden elimi sıkı sıkıya kapadığım gümüşi cisimle uzaklaştım. Muhtemelen bir kaç saat sonra nihayet kendimi acıyan boğazım ve tükenmiş ciğerlerimle daha huzurlu bir ormanda seyrederken buldum.

 Orman cıvıldayan kuşlar ve birbirine sarılmış sık bitki örtüsüyle yılın bu mevsiminde bile kendi dünyasında yaşayan mutlu bir ihtiyar gibi fazlasıyla sıcaktı. Onu ürkütücü kılan gecenin örtüsü olmalıydı. Saat erken sayılırdı ve az evvel unutmayı tercih ettiğim görüntünün kırıntıları zihnimden bir türlü silinmiyordu.

 Sırtımı  ormanın ortasından geçen yoldan görünmeyen daha arkalarda bir ağaca dayadım. Avcumun içindeki gümüş renkli parça şimdi çok netti. Elimi çok sıkmamdan beyazlaşan parmaklarım sakinleşmemle birlikte cismi incelememe fırsat tanıdı.  Zihnim onu çılgınca keşfetmek istiyor ama ruhum onunla temasımı reddediyor gibiydi. İki zıt kardeşin çekişmesi gibi gidip geliyordum. Nihayetinde insanın zayıf dürtüsüne yenilen taraf galip çıkmış ve ben nesneye teslim olmuştum. Şekli, Oval formda bir pırlantanın yuvarlak gümüş cismin tam ortasına sabitlendiği ve etrafında yılankavi desenlerin kıvrılarak pırlantanın çevresinde döndüğü yuvarlak broşumsu birşeydi. Oval kesimli pırlanta işaret parmağının yarısı uzunluğunda ve baş parmağın eklemi genişliğindeydi. Bu da satılmaya kalkılsa beni bir ömür rahat yaşatabilecek paracıklar demekti. Ancak kendimi tanıdığım kadar insanları da tanırdım. Böylesi bir parçayı kimse satın almak istemezdi. Ne paraları yeter, ne de vermek isterlerdi..

 Ormanın derinliklerinde sezgilerimin ötesinde bazı şeyler hissediyordum, sicim gibi sık örülmüş avcı ağına çarpan kuşlar gibi duyularıma yakalanıyorlardı. Algılarım arttıkça duyumsadığım boyutlar çeşitleniyordu. Midem bulanmaya ve etrafımdaki huzur dolu yeşili buğulu görmeye başladığımı hatırlıyorum. Merakın zihnimde kapladığı yer beni diri tutuyor olalıydı. Başından beri merakımdan kaynaklanan zayıflıktan beslenmişti.. Muhtemelen beni hayatta tutan ve şimdiye kadar yerlerde sürünmeden yaşayabilmemi sağlamış adrenalini damarlarıma cömertçe sunuyordu.
 Nefesimi düzenli tutarak bedenime sakinleşmesi ve mevcut koşullara uyum sağlama dürtüsünü göndermeyi deniyordum. Hisler, duyumlar artık daha katlanabilir seviyelere inmişti ve henüz çok yabancı olduğum bu algı perdesi beni uzun süre etkileyecek gibi görünüyordu.

 Gümüş sikke formunun üstündeki pırlantanın şekli var olan formunun çok ötesinde bir auranın varlığını fısıldıyordu. Efsunlu nesnenin pençesinde hatırlayabildiğim kadarıyla aklımda kalmıştı. Ona bakmaya karar verdiğim andan sonra gözlerim kararmış ve vücudum çılgınca kontrol edemediğim bir güçle dolmaya başlamıştı. Beni kullanıyor muydu?

 Geç olmadan ayaklandığımı ve yakınlarda, ateş tüten zulaya gizlenmiş bir kamp alanına seğirttiğimi fark ettim. Bu olanlar, irademe doğrudan tecavüz ve kontrol demekti..
İçeride, tiz çığlığımsı seslerle anlaşan, aslında daha çok tartışan vahşi canlıların varlığını duyumsadım. Katil soğukkanlılığıyla yürüdüğümü, ağaçların içindeki minik kamp alanına ilerlerken yüzüme değen çalıların bıraktığı çizikleri hatırlıyorum. Sonrası yine derin bir fısıltıyla geçen bilinçsiz dakikalar..

 Yeniden ayıldığımda etrafımda yerde yatan bir düzine goblini acımasızca katlettiğimi ve kullandığım keskin kenarlı kılıcımın tuzla buz olduğunu gördüm. Ayaklarımın tam dibinde goblin şefinin çaputlarına sakladığı bezlerle örtünmüş başka bir uzun kılıcın durduğunu gördüm. Ona karşı dayanılmaz bir merakla uzanma arzusunu yaşamadan edemedim.
 Mükemmel işçiliği, boydan boya uzanan kan oluğu ve yine gümüş renkli çeliğiyle hasret kaldığım silahı bana sunmuştu. Kavrayışın verdiği güven ve eldeyken bilekten çıkabilecek ani manevralara uygun dövülmüş mükemmel çizimiyle benim saldırı stilimi geliştirebileceğim bir şeye benziyordu. Onu saygıyla selamladıktan sonra ona yaraşmayan  emektar kılıç kınıma soktum.
 Kimsenin zoruna gitmemeliydi öyle ya, beslendiğim yiyecekler, yattığım yerler, üstüme bulanan muhtelif pislikler göz önüne alınsa, yılmadan sırf "özgür" olmak pahasına atlattığım badireler de hesaba katılırsa bunların olmasına şaşırmıyor hatta ilginç ve kolay olmayan ödüllendirmeler olarak yorumluyordum.

 Kanlar içindeki goblinlerin üstlerini taradım ve yağmacı olduklarına karar verdim. Çalıntı mallara ilgi göstersem bile yadigar değeri taşıyacak nesnelere el uzatmışlığım pek yok. Korundukları ve manevi anlamları olabilme olasılığı şevkimi kırmıştır hep. Eh, nesnenin bana yaptırdıklarına bakarsak en azından şimdilik tahminlere varabilirdim.

 Goblinler ayık kafamla teşhis ettiğim kadarıyla zaten eski yaralara sahipti ve nesnenin sahibi onların işbirliği, belki efendileri eliyle öldürülmüş olabilirdi. Başlattığım kan şöleni.. Bu da nesnenin intikamı mıydı? Kulağa anlatılan hikayeler gibi gelse de onun gümüş çemberin üstündeki eşsiz varlığı da bir hikaye gibi değil miydi? Onu alt etmeli ve kendimdeyken ona yenilmeden derinliklerine inecek planlar kurmalıydım. Kulağa gülünç geldiği aşikardı..

 Ormanın derinliklerini arşınladıktan sonra geniş serin vadilerden esen rüzgarların rahatlatan ferahlığına bıraktım kendimi.. Ben bunun için yaşıyordum, özgür olmak. Özgürlüğü kanımın her zerresinde hissetmek için.. Öte yandan ait olmak. Varlığımın her hücresiyle ait olmak.. Mesele ait olacağım şeyin beni kendi sınırları içinde özgür kılmasıydı. Sanırım hayat, bunu yaşadığın anda gerçek manasına kavuşacaktı.

 Şimdiyse önümde kocaman bir şehir uzanıyor ve ayaklarım nasıl geldiğimi bilmediğim bu şehre girmemi buyuruyordu. Zayıf zihnimse ona diretiyor ve içimdeki karanlık bununla eğleniyordu.

 Bu topraklara varmamdaki asıl sebep beni kendine buldurmuştu.

Bulaşacak pislik arıyordum ve büyük birtanesi beni kendine çekmişti. Şikayet edemezdim.

Karanlık ruhuma bulaşmıştı ve ben bilinmezliğe gülümsüyordum..
Karanlığın tahtını titretmeye!

Çevrimdışı Dumrul

  • *
  • 15
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Karanlığın Kadehi
« Yanıtla #1 : 22 Kasım 2014, 23:42:29 »
Üslubunuz güzel, öykünün genelinde bir bütünlük sağlayabildiğinizi düşünüyorum. Elinize sağlık.

Çevrimdışı Lathander

  • *
  • 13
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Karanlığın Kadehi
« Yanıtla #2 : 14 Eylül 2015, 14:09:43 »
-BÖLÜM II-

 Önüm sıra uzayan yol çok sürmedi..

 Henüz mevsim, sonbahara yeni varıyordu. Ve serin bir hava vardı bu sabah. Önümde yepyeni bir şehir ve belki yeni bir hayat yatıyordu. Eğer sorun çıkmaz da yerleşebilirsem aynı hataları yapmayacağıma dair söz verdim kendime, yeniden. Dünyanın bu tarafında işler biraz farklı yürüyor, diye duymuştum.
Umarım öyledir.
Sağımdaki tepeciğe sıkı sıkıya çakılmış yön tabelası üç yönü işaret ediyordu. Doğuda, "Bathlenis Körfezi" kuzey batıda "Bathlen Düzlüğü" ve önümde uzayan "Bathlen" şehrini simgeliyordu.

 Kapıya yaklaştım ve acaba detaylı bir sorgu veya durdurulma, aranma ile karşılanacak mıyım endişesi içinde ilerledim.
Göründüğü kadarıyla kimse önüme geçmeyecekti. İki kanatlı zırhlı kapı tamamen açıktı ve giriş çıkışlar da oluyordu. Benim kadar uzaktan gelen herhangi bir yolcu yoktu. Herkes civar çiftliklerden veya içeridendi. Bu yabancı biri için bile kolay gözlemlenebilir bir şeydi.

 Hep söylenirdi; "Öte Ülkeler'de bazı mistikler şehir garnizonuna hizmet ediyorlar" diye. Sanırım buna ilk burada şahit oldum. Surların dışında yarım ejder boyu aralıklarla taştan yarım aylar şeklinde inşa edilmiş verandalar vardı. Surların dışına bitişik yapıldıklarından yarım ay şeklindelerdi ve surlarla bağlantılı oldukları büyük ahşap kapıları vardı. Bu verandalar kuşatma altında, savaş için çok faydalı olabilirdi.

 Verandaların kapıya en yakın duran ikisinden solda olanında, biri beni izliyordu. Fakat surlara mevzilenmiş devriye askerleri ve etraftaki güruhun içinde bir anda hepsinden sıyrılıp farkına varmam biraz ilginç oldu. Tüm muhafızlar ve halk silikleşti, solumdaki imaj parlaklaştı, biraz sonra sanki alev alev yanıyor gibiydi. Vücudumda tuhaf semptomlar oluştuğunu hissettim. Ve oraya bakma ihtiyacımı daha fazla bastırmayıp baktığımda, sanki yaydan çıkmış bir ok gibi çarpıştık. Aniden irademden içeri sızmaya çalışan bir tilkiyi ensesinden kavradım. Silkeledim ve zihin kapılarından uzağa fırlattım. O anın etkisiyle sersem adımlarla ilerledim.

 Ama orada olan biten şeyler daha ilginçti. Bakışlarımız buluştuğunda yaşanan çarpışmanın ardından enerji üstümden uzaklaştı. Esrarengiz adam hiddetle arkasını döndü ve ahşap kapıyı çarparak ardında kayboldu. Bu saniyelik anlar kimsenin dikkatini çekemeyecek kadar bireysel olmuştu. İkimiz arasında geçen bir akım, bir boyut atlayışı gibiydi. Ve ben bu hisse henüz çok yabancıydım. Adam sıra dışı sayılabilecek bir görünüme de sahipti. Bu onu mistik olarak yorumlamama sebep oldu. Ve kendimi toparladıkça anlamaya başladım. İçeri giren ve çıkan kişileri duru görüyle süzmekti görevi.
Ve ben büyük lokma mıydım da yutamadı? Yoksa, bunların sebebi? Hayır, neyse...

 İçeri doğru yürüdüm. Bathlen'in sevecen yüzleri ve taş sokakları karşıladı beni. Büyük bir girişti ve buraya konumlanmış çok sayıda panayır vagonu vardı. Rengarenk ahşap karavanların arasında yürümek kadar güzel bir karşılama düşünülemezdi. Enfes kokular daha buradan başlıyor ekmek ve turtaların esintileri insanın ayaklarını yerden kesiyordu. Bu sıcaklığı özlemiştim. Hem de çok.. O kadar ölüm, kan ve soğuktan sonra.

 Tombul kırmızı yanaklı bir kadının "Hey, genç bayım!" diye bana el ettiğini fark edince adımlarım kendiliğinden tezgahına yönlendi. Fırıncı kadının Öte Diyarlardan olduğunu anlamıştım çok becerikli sanatkarlar olan göçmenleri iyi bildiğimden tezgaha süzüldüm. "Sıcacık kekler, çörekler bekler sizleri bayım." diyerek bana hemen bir kaç tane sarmaya başladı. "Teşekkür ederim sevimli hanımefendi bir kase de sarı çay lütfen." İçimde büyüyen kahkahayı bastırdım. Bu nasıl bir karşılamaydı böyle, sevecen..

"Biz teşekkür ediyoruz, Olyentéris." dedi bana. Parasını fazlasıyla verdim.

 "Sanırım bu iyi bir şey, yollar adına! enfes görünüyorlar." yeryüzü diline çok aşina olmayan göçmen fırıncı kadınla tebessümleştik ve afiyetle yürüyüşüme devam ettim. Uzun yoldan geldiğimi anlamış bir genç adam usul usul yanıma yanaşıp aynı hizada ıslık öttürerek yürüdü. "Eh, güzel şehir. Hakkını vermeliyim." dedim. Yan gözüyle bana bakıp bir anda su koyverdi.

 "Yüce Morlock! Öyle değil mi efendim güzeldir Bathlen.. Kahvaltınızı bölmek istemedim de. Benim adım Jarius." Çekimser görünüyordu ve ismini verirken yüzü parlıyordu. Gençliğinin altın çağlarında işte. Gülümsedim, "Öyle" dedim, İsmimi merak ettiğini biliyordum fakat onu yolda bırakmıştım. İsmim, duruma göre değişirdi.
Şehrin kalbine giden ana taş yola döndük, henüz yirmilerinin başında olduğu belliydi. Ve görünüşe bakılırsa bir işi yoktu. "Ucuz bir han bulmalıyım bana yolu gösterir misin?" dedim. Koparabileceği bir kaç sikkenin hevesiyle,

 "Memnuniyetle, bu taraftan beyim." derken oldukça samimi görünüyordu. İlerlemekte olduğumuz yönden sağa seğirtti ve onu takip ettim. Hafif bir rampayı tırmanmaya koyulduk. Yolun sağında ve solunda bahçesiz iki katlı taş ve ahşap evler vardı.

 İlk başta beni karşılayan şey şüphesiz şehrin en yüksek tepesine konumlandırılmış askeri kale ve ona erişene dek merdiven gibi yükselen garnizon mahallesi oldu. Oldukça uzak görünmesine rağmen sanki ona dokunacakmışım gibi yakınlaşıyor, ilerledikçe kalenin burçları da yükseliyordu. Mimari insan elinden çıkamayacak denli detaylandırılmıştı. Şehrin sokaklarındaki binalar insan elinden çıkmaydı. Yalnızca eski binalar olan askeri yapılar, bu kadar uzaktan bile görkemli şekilde dikiliyorlardı. Bir yokuşu çıkmaya başladık ve yolun gittikçe eğri büğrü ve kamburlaştığı sokaklara geldik. "Hanın neden ucuz olduğu anlaşılıyor.." derken yorulmaya, nefeslenmeye başlamıştım.
  
 "Burada ucuz anlayışı her şehir kadar aynıdır beyim." dedikten sonra, ters bir şey söylemediğinden emin olmak istercesine tepkimi tarttı. "Çarşı yakın mı bari, Bathlen sandığımdan büyük görünüyor" çıktıkça etrafımı hafızaya almaya çalıştım. "Sizi kısa yoldan götürüyorum beyim, gittiğimiz yer bu mahalleler gibi değil. Zaten Bathlen'in çekilmez olan tek kısmı bu sırttır. Burası eskiden sıradağlardan biriymiş, toprağın ayrıldığı büyük bir depremden sonra şehir sınırlarına katılmış." bir kaç adım önümden yürüdüğünden konuşurken arkasını dönüyordu.

 "Sen nerede yaşıyorsun Jarius?" arkamızda bir kapı gürültüyle açıldı ve dışarıya elinde sürüdüğü çantasıyla iri yarı bir adam çıktı. Sokağa doğru okkalı bir küfür savurdu. Çantayı sürüdü ve önündeki yükseltiye sürüyüp ondan kurtuldu. Ceset mi.. Omzumun üstünden kısa bir bakış atarken onunda dik dik beni süzdüğünü fark edince yoluma döndüm. Sabahın bu saatinde, bakışma saçmalığından bir boğayla güreşmeye niyetim yoktu.

 O günler geride kaldı..

 "Seltimon Kasabasında beyim. Bathlen yaylasının eteklerine kurulmuş bir kasabadır. At sırtında bir saat uzaklıkta." Gayet sakin görünmeye çalışıyordu.

 "Her gün gidilip gelinecek yol değil evlat. Üstelik atın yoksa." onu küçümsercesine bakmadım. Ama imayı yakalayacak kadar zekiydi. "Tezgah kurmaya gelen çiftçi tanıdıklarınız varsa yürümek kadar zor değil evet." diye gülümseyerek yanıtladı. "Kanun ve sistem burada daha net ve daha toleranslı işliyor diye duymuştum. ne diyorsun?" Suçlular Bathlen'de nasıl yargılanırlar bunu inanılmaz merak ediyordum..

 Jarius, o sırada bir noktaya dikkat kesilmişti ve kafamı kaldırdığımda fark edebildim. Elini dur dercesine avuç içi bana dönük şekilde kaldırmıştı. Ben de durdum ve olanları izlemek için sokağın büyük bir ağaçla gölgelendiği köşeye geçtik. İleride büyük bir han bulunuyordu. Belki beş katlıydı ve mimarisi eskiydi. Taşları kararmış ve koyu sarı bloklar her katta desenli işlemelerle birbirinden ayrıldıklarını belli ediyordu. Ben yapıyı seyre dalmışken Jarius bir noktayı işaret etti.

 "Şuradaki adamı görüyor musunuz beyim?" İleride kapısı önünde kimse olmayan hanı işaret ediyordu.
Kör müyüm ne, kimseyi görmüyordum. "Hangi noktayı, Ha şu mu?"
O an fark edebildim. "Kapının beş adım sağında ahırın kapısı açıktı ve sundurmanın altında sırtı bize dönük kara bir suret dikiliyordu. Evet, demeye kalmadı ki arkamızda kalın bariton bir ses işittik.

 "Fare gibi saklanmak için büyük bir delik sıçanlar!" dedi kaba saba bir ses. Hızla döndüğümde gördüğüm şey; koca kel kafasıyla patlak gözlü, az evvel evinden çıkan iri yarı adam oldu. Sakallı pis suratıyla çirkince gülüyordu. Ve yokuştan aşağı bize doğru iniyordu.
 
 Birbirimizi süzmeye devam ettik. O sırada kıvrılan sokakta, gölgesine saklandığımız ağacın önünden büyük adımlarla yürüyordu. "Beyim ne olur bir şey demeyin, geçip gitsin." diyordu omzumun üstünden Jarius.

 "Kediler için de fazla çirkin bir surat ne olmuş?" diye karşılık verdim.

 "Bana mı dedin lan sıska!" diye gürleyerek aniden hiddetlendi. Paldır küldür üstümüze koşturunca, refleksif olarak Jilet'e davrandım. Eşsiz dengedeki kavisli bıçağın sırtı günün ışığını yakaladığı sırada üstüme koşturan adamın yanına sıçradım. Onun elindeyse koca saplı kısa bir balta belirmişti.

 Kocaman gövdesindeki çizikleri ve dövmelerindeki silüetleri fark edince endişelerim bir nebze arttı. Muhtemelen kiralık katildi. Ve boynunda mücevherle süslenmiş kıymetli bir madalyonu vardı. Ben dengemi sağlayıp toparlanırken, silahın kör kısmıyla kafamın üstünü sıyıran bir hamle yaptı. Sonra var gücüyle bana çarptı. Geriye savrulurken bu ivmeyi avantaja çevirebilecek şekilde sıçradım. İç organlarım bu çarpışmayla biraz sarsılmıştı. İki ayağımı yere sıkı sıkıya basıp kayarak durduğumda Jarius'a yönlendiğini fark ettim.

 "Kafanı kıracağım evlat, sonra da ceplerini boşaltacağım. Hızlı ve acısız olacak!" homurtuyla hücuma geçti.

 Zıpkın gibi çıktım. Genç benim için feda edilemezdi. Ve böylesi bir şehirde, bu pislik herif yaşamayı hak etmiyordu.
Başıma bir işin açılmasına nedense hiç şaşırmadım.. Eksik olma Morlock!
"Hayır!" Ağır cüsseye rağmen hızlıydı. Elindeki baltayı hızla indirdi.

 Jarius çevikliği sayesinde yana kaçındı. Balta ağacın gövdesine saplandı. Saplandı! Bu hamle onu öldürebildirdi.
İçimde uzun süredir uyuttuğum avcı, şeytanca gülümseyerek uyandı. Ve tüm vücudum onun ısısı ile aramızdaki metreleri kapattı. Adam köşeye kıstırdığı Jarius'un tepkisinden geldiğimi anladı ve anında arkasını döndü.

 Jilet, ardı ardına indi. Tamamen iç güdülerimle saldırdım. Artık b-enim yüzümden yanımdakilerin kanı dökülmeyecekti! Önce gücünü ölçmek için baltasının üstüne. -Çın! Ve yanıltıcı hamlemi çeldi. Diğeri madalyon görünsün diye kapatmadığı boynunaydı. Bedenim gerindi ve hamleye uyum sağlarken
kıvrıldı. Adamın öfkesi gözünü kör etmişti ve kan, öldürme dürtüsüyle birlikte damarlarından aktı. Kavisli bıçak boğazında yağ gibi kaydıktan sonra boşa çıktı. Bir an sonra,

 Baltası havadan hızla geliyordu. Devrilirken patlak gözlerinde hala savaşın coşkun ateşi ve intikam duygusu vardı. Delice savurduğu baltanın sapı kaçamadan enseme isabet etti ve kafamda bir gümleme!
Şimşek düşmüşcesine yana sendeledim. Kara perdeler indi gözlerime.
Ve şiddetli zonklama bilincimi aldı.

 Az sonra Jarius olduğunu sandığım biri omzuma girdi ve beni kaldırdı. "Ace.. acele etm..etmeliyiz beyim.." derken korkudan titriyordu.
Jileti elimden düşürmediğime şükrettim. Darbe çok şiddetli gelmişti. Yarı koşar uzaklaşırken kınına yerleştirdim ve kınını beceriksizce yolcu tuniğimin içine gömdüm.

 "Sakinleşmeye çalış Jarius. Şuraya girelim işte." izlediğimiz hanı işaret ettim ama o beni hızla çekerek payandaların altından yürüttü.

 "Ne? Bu han olmaz, imkanı yok!" devamlı etrafı kolluyor, camlardan olayı gözlemleyen biri var mı diye bakınıyordu. "Bu taraftan beyim. Birazdan burası kaynayacak, ilk bakacakları yer de bu han olur." sokağı hızla bitirdik.

 Ensemin kanadığını anladığım vakit çantamdaki giysilerden birini derhal boynuma sardım. Zaten pespaye olduğumdan çok fark etmezdi. Göze görünmeden uzaklaşmayı iyi beceriyordu.

 Jarius beni o bölgeden uzaklaştıracak envai çeşit ara geçit ve bahçeye soktu. Belli ki buraları iyi biliyordu. Ve buraları bilen biri buraları yalnızca kaçmak için bilebilirdi. Ve o sırada fark ettim. Adamın boynundaki madalyonun zinciri cebinin ucundan sarkıyordu. "Dikkat et yeni kolyeni düşüreceksin." derken sırıtıyor ve bir yandan sızlayan yere giysiyi bastırıyordum.

 "Ah, evet. maskesi düşen Jarius.." Tebessüm etmesine engel olamıyordu. "Lütfen, size bunun için yanaştığı.."
"Dert etme evlat. Hepimiz bir parça altının peşinde sürükleniyoruz. Ve ödeştik." Cebimden bir şey aşırmamış olduğunu biliyordum. Onun derdi yaslanacak güçlü bir ağaç bulmaktı ve Jilet'i kınında görmüştü.
Bunu taşıyan iyi niyetli bir yabancıya hangi hırsız yanaşmazdı?

 On dakika kadar sonra, gündüz bile loş kalabilen tanrıların uğramadığı bir handa kafayı çekiyorduk. İkimiz de fazla konuşmuyor ve olan biteni tartıyorduk. Genç adam şüphesiz kanunsuz işler karıştırıyordu fakat adam öldürmek başka bir şeydi. Elleri hala titriyordu.
Adam saniyeler içinde kanlar içinde kalmıştı ve tek avantajımız buydu.

 "Silah sesleri illa bir yerlerden duyulmuştur, orada neler oldu Jarius gözüne bir şey takıldı mı?" Elimi acele etmesi için tezgahta tepsiyi hazırlayan sıska hancıya salladım.
"He? hımm.. Evet, buradayım beyim, dalmışım.."

 İhtiyar hancı masaya sıcak sayılamayacak iki omlet, çavdar ekmeği ve tahta çatallar getirdi. Ve sallana sallana uzaklaştı. İçecek istemeyi unutmuştuk. Ama hayır, istemeyecektim. Bu hızla omletler donardı.
Masada, bizden önce oturanların kullandığı iki küçük viski kadehi buldum. İhtiyarın içecek getirmesi temiz beş dakikasını alır gibiydi.
Mataramda kalan son ekşi birayı, temiz görünen kadehlere doldurdum.
Kahvaltılara gömüldük.

 Ben, hapiste çürümektense kırbaç yemeye razıydım. Yolları, dağları ve nice müsabakayı sayarsam bünyem bunu kaldırırdı. Yakalanmaya niyetim yoktu ama yakalanırsam da lanet olsun bir kahvaltı edeydim bari.

 "Bathlen ismi.. Kime aitti?" Bir insan kralı olamayacak kadar vurgulu ve güçlüydü.
"Eski bir cüce kralı olan IV. Kısabacak Bathlen'e beyim." Lokmasını ekmeğiyle çiğneyip üstüne ekşi bira çekti. "Adam yüzyıllarca yaşamış ve bu şehrin altında bir yerde ikamet etmiş. Bir gün insanlar bu topraklara gelip şehir kurmaya ve yerleşmeye başlayınca onlarla bir anlaşmaya varmış. Buna göre; insanlar onlara yiyecek, içecek ve kadın sağlayacakmış. O ise efsanevi baltası ve mimari dehasıyla insanların güvenliğini sağlayacak şehirlerini kurmalarında rehberlik edecekmiş. Böylece insan krallar bu isme sadık kalmışlar ve şehri bu isimle çağırmışlar. Zaten kütüphanede uzun uzun anlatan kitaplar var beyim, izninizle şu lokma harika görünüyor." Soluklandı ve yemeğine devam etti.

 "Anladım, başım şu anda daha fazlasını kaldıramaz zaten, kafi." Kafamı eğemediğimden ve hancının buzları eridiğinden artık kendimi uykuya teslim etmeliydim. Yiyebildiğim son lokmaları da yuvarlayıp odama çıkmak üzere masadan doğruldum.

 "Jarius, seni tanımak güzeldi. Burada kalıyor olacağım." Genç adam saygı ve telaşla ayaklandı.
"Hizmetinizde size yoldaşlık etmek isterim beyim. Artık bir takımız öyle değil mi?" derken kapı açıldı. Hana bir kaç şamatacı baldırı çıplak girdi. Gürültü başlayınca adımlarımı hızlandırdım. "Gece gel, görüşeceğiz." diyerek merdivenleri çıkmaya başladım. Ve ardımda gülümseyen genç adamın yüzünü görür gibi oldum.

Güzel.. Bu ilk adım.
 
Bathlen..

Aslında daha çok, özgürlüğü ve sakin havasıyla gönlümü çelmişti.
Dingin ara sokaklar..

Ölüm,
Ve adam hak ettiği için susan insanlar.

Karanlık hanlar,
Sessiz odalar,

Efsanevi bir şehir.
Ah ne çekici..

Karanlığın tahtını titretmeye!