Ay, sonsuz sayıda adanın arasından gülümserken hınzır bir çocuk gibi etrafa saçtığı ışıklardan biri bir odanın penceresinden içeri doğru süzülüp bir gencin yüzüne çarptı. Genç irkildi. Çok az yapılı genç yatağından doğruldu ve yatağına oturdu. Kırmızı saçları omuzlarına kadar iniyor, sarı atleti ile uyumlu bir şekilde ışık dansı yapıyorlardı sanki.
Çocuk, hafifte olsa esmerdi. Yeşil gözleri sinir ile Ay Dede’ye baktı. Küfrederek perdelerini kapattı ve yatağa uzanıp mor renkli yorganını üzerine çekip kendini bir kez daha rüyalar trenine bindirmeye çalıştı.
Ama Ay’ın umurunda değildi genç çocuktan yediği küfürler. O yine gülümsüyor, altındaki boşluğa ve karşısında dans eden kimsenin saymayı denemediği adalar ile muhabbet ediyordu. O sırada gencin perde ile kapattığı camın önüne mavi bir kuş kondu ve uyudu. Sabah olduğunda ise kuş neredeydi kimse bilmiyordu.
Ay, mesaisini çoktan Güneş’e bırakmış, kimsenin bilmediği bir yere gitmişti bile. Evet, Demonai, Zha Savaşından beri havada asılı kalan sonsuz sayıda adanın birbiri ile dans etmesi ile bir araya gelmesine rağmen bu dünya hakkında bilinmeyen o kadar çok şey vardı ki…
Adaların nasıl havada durduğunu kimse açıklayamıyordu. Bilim ve Teknoloji’nin ülkesi, Zha Savaşından sonraki oluşan dünyadaki en büyük icat olan Skybot’un doğduğu yer ve Pyrarezn Horilius gibi Demonai’nin en büyük dehasının evi olan Baalrax’ta bile kimse bunun neden olduğunu bulamadı.
Ancak bilinen şuydu ki, Demonai kesinlikle masallar dünyasıydı. Savaştan önce Tanrıların ego savaşlarının ardında kalan bu rüya gezegen en sonunda kendi kendini tüketmiş, Zha Savaşının sonunda oluşan patlama ile coğrafi ve biyolojik olarak tamamen değişime gitmişti.
Demonai’nin en büyük efsanelerinden birisi ise Zha Kristalidir. Zha Savaşından sonra nedeni bilinmeyen bir şekilde bütün tanrıların içine hapsedildiği bir kristal olarak nitelendirilir. Zha Savaşından yaklaşık 4000 yıl sonra maceracı denilen insanlar Demonai’yi keşfe çıkar ve Zha Kristali’nin peşinden giderdi. Zha Kristali’nin bu kadar aranmasının sebebi ise kristali ele geçirecek kişinin savaşa sebep olan on tanrının güçlerini ele geçirerek yeni dünyanın tanrısı olacağına dair dedikoduların yavaş yavaş efsaneye dönüşmesidir.
Demonai’de başka bir olay daha vardı. Ve bu olay her an dünyanın değişmesine neden olabilirdi, 15 Yaş Seremonisi. Tanrılar Zha Kristaline hapsolsalar dahi her 15 yaşına gelen gençlerden kendi müritlerini seçer ve onlara kendi büyüleri ile kutsanmış nefesler armağan ederlerdi. Nefesler her şey olabilrdi. Güçlü bir kol, dönüşüm imkanı, nefes gibi sonsuz bir ihtimal, seremoni anında oradaki kişiyi beklerdi.
Neyse çok fazla konuştuk. En iyisi gece gördüğümüz eve geri dönelim!
——————————————————————————————————-
Güneş ışıkları tüm gücü ile altındaki kara parçalarını ısıtırken başlıyor hikâyemiz. Harlia ülkesinin, Blizzhax adasında, minik bir kıyı kasabası. Yanında ise adaya ismini veren Blizzhax gölü bulunuyor.
Sabahın daha yedisi olmasına rağmen hayat çoktan uyanmıştı. Alev yeleli Yurrikanlar Blizzhax’ın ovalarında koşturuyor, kuşlar, bitmek bilmeyen şarkıları ile sabahı kutsuyorlardı adeta. Kasaba insanları yine işlerinin, kendi ekmeklerinin peşinde koşturuyordu.
Böyle bir Demonai sabahında, kasabanın doğu kesiminde bir evin camlarından beyaz dumanlar yükselmeye başlamıştı. Ev, iki katlı, dışı olsan ağacının keretseleri ile döşendiğinden dolayı simsiyahtı. Evin kahverengi kapısı ana caddeye bakıyordu. Kapının hemen önüne koşarak bir kız gitti. Kız, orta boylarda, küt sarı saçlı, kemerli bir buruna ve ince bir dudağa sahipti. Kıyafetleri ise onun şirinliğini anlatırcasına rengârenkti, beyaz bir şal altına su yeşili bir elbise giymiş onu da mosmor çoraplar ve sarı babetler ile desteklemişti. Kız, pekâlâ ki güneş ışığı altında resmen ışık saçıyordu.
Kapıya doğrulup usulca kapıyı çaldı. Nedense heyecanlı değildi kız. Kahverengi kapı usulca açıldı. “Kapının ardından orta yaşlı bir kadın çıkageldi. Kahverengi saçları omzundan toparlanıp aşağı iniyor, kehribar rengi gözleri ise önündeki kıza şefkat ile bakıyordu. “Oh Mio! Kaç zamandır uğramamıştın. Neredeydin?” diye sordu orta yaşlı kadın kıza doğru. Mio ise hiç aldırmadan “Takeru nerede Yaila teyze? Onu görmem gerekiyor!” diye sordu.
Yaila, Mio’yu severdi, çok çok severdi ancak onun bu odunluklarında içinden etmediği küfür kalmazdı. İçinden derin bir nefes çekip, “üst katta. Ama hala uyuy-“. Yaila sözlerini tamamlayamadan Mio ayakkabılarını çıkartıp üst kata doğru yola koyulmaya başlamıştı.
Evin içi, dışına nazaran daha renkliydi. Alt katta kapının tam karşısında uzun bir yemek masası, soldaki oda da bir salon, sağda ise sıradan bir ev mutfağı vardı. Duvarlar açık kahverengi bir kereste ile döşenmişti. Merdivenleri hızla çıkan Mio, üst kata merdivenleri gıcırdatarak çıktı. Merdivenin bitişinin hemen dibindeki kapının kolunu sol eli ile tutup sağ elini yüzüne vuracak ışığa karşı siper etti. Hızlı bir şekilde kapıyı açtı ve gözleri ışığa alışana kadar öyle kaldı.
Odanın içi dağınıktı. Sanki bir önceki gece içinden fırtına geçmiş kadar hem de. Kapının hemen önünde genişçe bir pencere vardı. Pencerenin hemen önünden ise Demonai’ı tüm genişliği ile görülebiliyordu adeta.
Mio, zümrüt rengi iri gözleri ile adeta Klizpahariza’yı tararcasına baktı. Belki de hayatı boyunca yapmayı en çok sevdiği şeylerden biri her sabah Klizpahariza’ya bakmaktı.
Demonai’deki adalar havada süzülüyor olabilirler ancak ilerlemezler. Sanki bir şey onları havada tutuyor veya yukarıdan itiyormuş gibi. Jeologlar, gökbilimciler, fizikçiler Yeni Demonai var olduğundan beri adaların havada nasıl süzülebildiklerini düşünüp durmaya devam ettiler ancak din adamları, güç sahibi insanlar, “Bu adalar benim sayemde varlar!” tarzı veya başka tanrılara taparak onlara hürmetlerini sergilediler.
Kimsenin aklına 15 Yaş Seremonisinde “Bu nerenin kubarı?” diye sormak gelmemişti. Doğaldır, hayatınızı değiştirecek anlar o anlardır. Asıl güç denilen kaynaklardan biri sizin ayağınıza gelmiştir ve hemen gider. Çoğu zaman anlatanların dediğine göre tanrılar insanlara görünmezlerdi bile.
Uzun uzun Klizpahariza’yı taşıyan adayı ve Demonai’ın manzarasını taradıktan sonra Mio, arkasını yavaşça dönüp odanın içine ve yatağın üstünde uyuyan gence baktı. Yemyeşil gözleri hiddet ile doldu taştı ve yatakta yatan kızıl saçlı çocuğu dürtmeye başladı. Sanki hiddetin melodisini çalarmışçasına sinirli ancak bir o kadar ahenkli bir ses ile, “Takeru! Haydi kalk artık bugün önemli bir gün biliyorsun.” dedi.
Takeru, arkasını dönüp derin bir homurtu ile “beeejjjhdahakadajahzzz” diye tabiri caizse anırdıktan sonra Mio iyice kendini kaybetti ve “Bugün seremoni günü ve sen hala yatacağım mı diyorsun? Hadi tembel teneke bir an önce kalk!” diyerek bağırdı. Ani bir hışımla kapıya yöneldi ve kahverengi tahta kapıyı ani bir sinir ile hızla kapatarak dışarı çıktı. Kapının çıkarttığı ses o kadar gürültülüydü ki, odanın camları titreşti. Takeru, ani bir irkilme ile yatağından doğruldu. “Mio neden biraz daha sakin olmayı denemiyor ki?” diyerek derin bir iç çekti. Daha sonra ise üzerini değiştirmek için dolabına doğruldu.
Mio aşağı kata inip yemek masasına baktığında hiç farketmediği bir şeyi görmüştü. Takeru’nun annesi Yaila hanım bu özel gün için yemek masasını donatmıştı adeta. Takeru’yu iyi bildiğinden bu sofrada kendini kaybedeceğine adı gibi emindi. O yüzden içinden sakin olmasını söyleyerek sofraya oturdu.
Mio tam çatalı eline alıp “Afiyet olsun!” dedikten sonra merdivenden adeta Mynai’li rahiplerin davul törenlerindeki çıkardıkları sesi andıran bir gümbürtü çıktı. Arkasını döndüğünde ise Takeru’nun aşağı indiğini görmüştü. Takeru, yine her zaman giyindiği gibi giyinmişti. Mavi renkli, ortasında sarı bir yıldız bulunan tişört, üstüne siyah, kenarlarında kırmızı çizgiler olan bir ceket giymişti. Pantolonu koyu yeşildi ve sağ bacağının tam üstünde kemere benzer bir şey vardı. Kıpkırmızı saçlarını ise arkaya atıp metal bir gözlüğü bandana niyetine kullanmıştı . Gözlüğün üstünde “Zlel her kurasla” yazıyordu.
“Bugün farklı giysiler giymeyi deneyemez miydin?” diye sordu Mio. Takeru ise gülerek “Heheh. Bizde böyle Mio hanım” dedi. Mio ise içinden “Sevimsiz herif.” diye bağırmakla yetinebildi sadece.
Tam o anda Takeru, gözlerini sofraya dikti ve hemen ardından büyük bir hayranlık ile annesine döndü. “Anne! Ne yaptın sen?! Mükemmel bir sofra bu!” diyerek koşa koşa annesine sarıldı. Yaila hanım ise gülümseyerek “Çocuklarım her zaman 15 yaşına basmıyor” dedi.
Aslında Mio, Yaila’nın çocuğu değildi. Mio’nun geçmişi hakkında tek bildikleri -Mio’nun da bildiğini sandıkları- Takeru 9 yaşında dışarıda oyun oynarken hiç tanımadığı bir kızın inleyerek Takeru’ya doğru yürüdüğü ve onun yanına geldiğinde ise yere yığıldığıydı. Takeru annesini çağırmıştı ve Yaila hanım acele ile Mio’yu kucağına almıştı. “Bu kız yanıyor!” diye bağırıyor ve kehribar rengi gözleri dehşet ile açılmış bir halde aceleyle evlerine koşuyorlardı. İşte o günden beri, yaklaşık 6 yıldır Mio ile Takeru, Yaila Hanım ile beraber kalıyorlardı.
Takeru, o anda sofranın muhteşemliğine kaptırıp resmen 4 ay boyunca insan eti yememiş vahşi Lazoklar gibi koca lokmalar ile ağzına atmaya, daha doğrusu sokuşturmaya çalışırken Mio kendini tutamadı ve “Şu soktuğumun yemeğini biraz yavaş ye!” diye diye Takeru’ya çıkıştı. Tam o anda ne yaptığının farkına varan Mio, Takeru ve Yaila’nın anlamlı ve gülmeye hazır olan tebessümlü yüzlerini farkeder farketmez yanakları adeta bir elma kadar kızardı ve ani bir hışım be “Hıh!” diye bir ses çıkartarak yemeğine geri döndü.
Yaila hanım, Takeru ve Mio kahvaltılarına devam ederken, Yaila hanım çocuklara döndü ve “Eee? Heyecan var mı bakalım?” diye sordu. Bu soruyu sorarken başı o kadar esnek hareket etti ki Mio, Yaila hanımın boynunun aslinda bir yılan olduğunu zannetti. Ama biliyordu ki bu Yaila hanımın ikisi bir araya geldiği zaman muhabbet etmeye başladıklarındaki manalı bakış ve hareketleriydi. Bir şey anlatmak istiyordu sanki. Ne zaman Takeru ile ikisi bir araya gelseler, Mio, Yaila Hanım’ın bu mânâlı bakışlarından kurtulamazdı.
Takeru, Yaila Hanım’ın sorusunu duymazdan gelerek, on öğün boyunca yemek yememiş Mõnizæklar gibi önündekini iştahla yemeye devam ederken Mio, “Açıkçası ben heyecanlıyım” dedi. Sesi naif ama bir o kadar da bastırılamaz bir heyecan ile doluydu. “Hayatımın bir şekilde değişeceğini hissediyorum. Sinir bozucu ancak bir o kadar da muazzam bir his” dedi gözünü cama dikerek. Takeru ise o anda hiç istifini bozmadan elindeki kaşığı tutarak, “Zha’nın peşine düşecekmiş anne” dedi ve iştah ile yemeye devam etti.
Yaila Hanım’ın birden suratı asıldı. Mio’nun ne kadar macera sever olduğunu biliyordu ancak Zha’nın peşinden gitmeyi istemesi, Yaila’nın beklemediği kadar büyük bir karardı. Asılmış suratı ile elinden düşmeye hazır çatalı, masanın üstüne hiç ses çıkartmadan koydu ve Mio’ya döndü. Sağ elini omzuna dostça bir tavır ile yerleştirdi ve gözlerindeki solmuş ışık ile Mio’nun o sonsuz çayırlar kadar engin zümrüt yeşili gözlerine baktı. Daha sonra isse dayanamadı ve sımsıkı sarılarak ağladı.
“Mio, bana söz ver. Büyüyene kadar hiç bir yere gitmeyeceksin tamam mı? Demonai senin için, hatta Aki için bile tehlikeli bir yer.” dedi. O sırada Takeru’nun yüzü düştü, elindeki yemeği tabağına geri koyarak “Yemek için teşekkürler anne.” dedi ve usulca, merdiven tahtalarını gıcırdatmadan odasına çıktı. Mio’nun tek duyabildiği Yaila hanım’ın hıçkırıkları ve Takeru’nun hayal kırıklığı taşıyan kapı çarpmasıydı. Mio’nun kalbi, bir alevin sönmesi gibi söndü.
O sırada Takeru, odasının tavanına bakmak ile meşgûldü. 15 sene he?, diye söylendi kendi kendine. “Zaman hızlı geçiyor” diyen bir ses duydu o anda. Telaş ile yatağından doğrulup kapıya baktı. Gelen Mio’ydu. Her zaman ki gibi güzel yüzü yine şirin bir şekilde gülüyordu.
“Babanı anlatsana biraz Takeru?” dedi Mio, yatakta Takeru’nun yanına oturarak. Takeru o anda cama baktı, adaların her zaman birbirleri ile olan sohbetini izlemeye koyuldu. Maalesef hiç bir şey söyleyemem, diyebildi kurumuş dudaklarının arasından. Daha sonra kafasında bağladığı gözlüğü çıkarttı. Gözlük, metal, köşeli, ince bir levha üzerine konulmuş koskoca iki camlı bir şeydi. Kenarlarından birer adet kalın kıvrımlı bir çizgi başlıyor ve tam gözlüğün tepesindeki “Zlel her kurasla” yazısının oraya kadar devam ediyordu. Gözlüğün üstündeki yazı, camdan gelen ışık yüzünden parlıyordu.
“Babamdan bana kalan tek şey bu” diyebildi Takeru gözlerin belli olan özlem hissini gizlemeye çalışmadan. Peki üzerindeki yazı ne anlama geliyor, diye sordu Mio merakla.
“Bilmiyorum. Sanırım savaş öncesindeki kullanılan bir dilden kalma. En azından amcam öyle söylemişti.” dedi.
Babanı özlüyor musun, diye sordu Mio. “Bilmiyorum. Benim için bir baba veya kan bağı taşıyan bir insan değil o. Sadece Aki Akanai. Varlığımı onun genlerine borçluyum. Onunla ilgili hiç bir duygusal borcum yok” dedi ve iş bitirici bir bakış ile Mio’ya baktı.
Daha sonra ise Takeru, ayağa kalkıp cama bakmaya başladı.
-Hey, Mio, dedi.
-Efendim?
-Zha’yı neden ele geçirmek istiyorsun?
-Belli bir sebebi yok. Sadece Demonai’yi keşfetmek istiyorum o kadar.
-Peki bekleyecek misin?
-Neyi, dedi ve merakla Takeru’ya baktı.
-Büyümeyi. Sonuçta bu yaşta hiç bilmediğimiz bir dünyaya açılmak, tehlikeli olabilir. Ölmek istemiyorum.
-Neden bu konuya kendini dahil ettin ki?
Takeru hızla arkasını dönüp Mio’ya büyük bir kararlılık ile baktı ve “Çünkü ben de seninle geleceğim. Ormanda bile tek başına bir gün geçiremezsin sen” dedi. Bu sözleri söylerken yüzündeki kararlılık hafif hafif alaycılığa dönmüştü. “Aaa öyle mi Takeru bey?” dedi Mio, “peki ‘Maceracı olacağım!’ diye iki gün ormanda kaldığını zannedip köyü Yünzak Ayılarının basmasına ne diyeceksin peki? Ayıların bıraktığı kokunun kasabadan gitmesi 6 ayımızı almıştı.” dedi ve sinirli bir şekilde Takeru’ya baktı. Takeru, “Ama ben senden daha fazla kalmışım ormanda demek ki” dedi ve boğazında takılan ekmeği çıkarırcasına gülmeye başladı.
Gülmeler ve konuşmaların birbirine karıştığı o birkaç saat içinde Güneş, batmaya hazırlanıyor ve bulut yorganını üzerine sermeye çalışıyordu. Seremoni vakti ise neredeyse yaklaşmıştı. Mio ve Takeru, evden çıkıp yavaş yavaş kasabanın toplanma alanına doğru yürüyorlardı. O sırada, ana caddedeki dükkan sahibi esnafların tezahüratlarını duydu. Gayet doğal bir şeydi bu çünkü kasaba yaklaşık 9 senedir hiç seremoni görmemişti.
Kasaba’nın belli bir ismi yoktu. Daha doğrusu Kasaba’da yaşayanlar Kasaba’ya bir isim verme ihtiyacı duymamışlardı. Sadece “Evim” demeleri yeterli idi çünkü buradaki halk genellikle hayatları boyunca burada kalırdı. Herkes birbirini tanırdı bu yüzden sevinçleri, üzüntüleri ortaktı. Bazen kavgalar olurdu ama onları da köyün şefi Yaşlı Herzeg ve onun konseyi tatlıya bağlardı. Kısacası Kasaba, her yönden sıcacık bir aile ortamını bulmuştu. Belki de bu yüzden Takeru hiçbir zaman bir babasının yokluğunu hissetmemişti. Bunu bilmiyordu ancak tek istediği şey babası ile bir defa olsun konuşmaktı.
Takeru ile Mio, toplanma alanına varmıştı. Toplanma alanın tam ortasında bir ateş yanıyordu ve ateşin hemen karşısında tahtadan, 6 basamaklı bir tribün yer alıyordu. Mio, uzun zamandır kendini gökyüzüne adamış bir ateşi görmediğinden ateşe hayranlık ile bakarken çatlak, yaşlı bir ses onları çağırdı.
“Takeru! Mio! Aman tanrım ne kadar hızlı büyümüşsünüz. Daha Takeru’nun ilk doğduğu an gözümün önündeydi. Bana bak Takeru! Eğer ki o Aki denilen hayırsız gibi olur ve anneni arkada bırakırsan, seni asla affetmem bilmiş ol.” Bunu diyen yaşlı Herzeg’di. İhtiyar bir eli ile belini tutuyor, diğer eli ile de bastonunu Takeru’ya doğrultuyordu. Kırçıllaşmış uzun sakalı yerleri süpürüyordu. Herzeg, uzun bir burna sahipti. Kapkara, kuzgun siyahı gözler ile Mio’ya bakıyordu. Üzerinde beyaz bir tunik, bezden yapılma bir pantolon vardı. Boyuna göre çok büyük ayaklarına ise siyah ipli sandaletler geçirmişti. “Hadi düşün bakalım peşime. Seremoni zamanı çoktan geldi.” dedi ve ikisini arkasına alarak ateşe doğru yürümeye başladı.
Ateşin karşısına geçtiklerinde ise Herzeg önde Mio ve Takeru ise arkasında tribüne döndüler. Herzeg ellerini kaldırdı “Sevgili Kasaba halkı! 9 senedir sevgili yurdumuzda yaşanmayan bir olaya tanıklık edeceğiz. Hayırsız Aki’nin oğlu Takeru ile pek sevgili, dünyalar güzeli kızımız Mio’nun seremoni zamanı çoktan geldi. Tanrılar umarım sizin yanınızda olur çocuklar!” dedi ve arkasını dönerek ateşin önünü terketti.
Takeru terlemeye başlamıştı. Terin ateşten mi yoksa heyecandan mı olduğunu söylemek çok güçtü ancak toplanma alanına geldiklerinden beri Mio’dan daha fazla heyecanlı olduğunu anlamıştı. Kafasındaki binbir sorunun cevabını hazırlamaya çalışırken -çünkü çocukken cevaplayacağınız sorulara göre nefes alacaksınız denirdi- Herzeg birden seslendi, “Haydi kasaba halkı! Çocuklarımıza kaderlerini gösterelim!”
Takeru yutkundu ve Mio’ya baktı. Mio gerginlikten hiçbir hareket yapamaz hale gelmişti. O anda kasaba halkı seremoniyi başlatacak sözleri söylüyorlardı:
“Uuru mãn yalæk yök gàrlic zon haz! Kessi ña haziruk…”
Kasaba halkı sözleri söylemeye devam ederken Takeru’nun başı dönmeye ve midesi bulanmaya başladı. O sırada sanki etrafında hızla döndüğünü hissetti ve gözüne beyaz bir perde indi. Beyaz perde gözünden kalktığında ise bir odadaydı.
Oda, seremoni sırasında hissettiği sıcaklıktan daha sıcaktı. Duvarlardan lavlar dökülüyor, odanın zeminindeki çatlaklardan siyah renkli dumanlar süzülüyordu. Takeru odayı incelerken karşıdan gelen bir karaltı gördü. Karaltı Takeru’ya yaklaştıkça gelenin kim olduğu daha da fazla belli oluyordu. Gelen adamın göğsünde garip bir alev motifi vardı. Sert yüzünün üstünde kırmızı bir bandana ve saçların olması gereken yerde buram buram yanan bir alev yer alıyordu. Kolları kıpkırmızı ve pulluydu. Altında ise bol bir şalvar vardı. Gelen adam Takeru’ya iyice yaklaştı ve “demek sensin” dedi. Takeru, gelen adama sadece bakmakla yetindi. Heyecandan bacakları titriyordu ve terlediğini unutmuştu bile.
Alev saçlı adam, “Pekâlâ velet. Ellerime iyi bak” dedi ve Takeru’ya öldürecekmiş baktı. Takeru ne olduğunu anlamadan ellerini sanki magmaya sokmuşçasına bir sıcaklık hissetti. Bu sıcaklık tüm vücuduna yayıldı. Muazzam bir sıcaklıktı. Patlayacak gibiydi. Kendini kaybederek kendi kafasına vurmaya başladı ve en sonunda yere yığıldı. Isı ve ağrı geçmiş gibiydi. Sadece adamın sesini duydu “Bu kadar dayanıksız bir çocuğa mı verdim ellerimi ben şimdi. Ah böyle olması gerekiyordu madem. Hadi çocuk kendine iyi bak o eller sana emanet.” dedi ve Takeru odaya girmeden önce hissettiği şeyleri yeniden hissetmeye başladı.
Gözlerini açtığında ter içindeydi ve yerde yatıyordu. Harzeg kocaman açtığı gözleri ile Takeru’ya bakıyordu. Takeru ise sadece yanı başında çıtırdayan alevi duyabiliyordu. Herzeg en sonunda “Evlat iyi misin?” diye sordu. Takeru neler olduğunu sordu yarım ağız ile. Herzeg ise elinden tutarak onu toprağa oturttu ve olanları anlattı. Seremoni sırasında Takeru’nun elleri alev almıştı ve kafasına vurmaya başlamıştı. En sonunda alev sönünce de Takeru kendine gelmişti. Ellerine baktı, ikisinin de üstünün tam ortasında kalın, kırmızı birer çarpı işareti vardı.
Takeru, Herzeg’e döndü ve “Gelen tanrı, sanırım ateş tanrısıydı. Bana ellerini verdiğinden bahsetmişti. Ne demek oluyor ki bu?” Herzeg şok olmuş gibiydi. Dizlerinin üstüne çöktü ve “Tanrı, kendi ellerini sana vermiş” dedi. Takeru adamın ne dediğini anlamamıştı. “Mio nerede?” diye sordu. Herzeg, hayvanı ile eğleniyor, diyebildi sadece.
Zorlukla ayağa kalktı ve Mio’yu aramaya koyuldu. Etrafa bakınırken bu zamana kadar hiç duymadığı bir sesi farketti, “Hayır efendim ben asil bir varlığım!” diye yırtınıyordu adeta ses. Takeru sesin olduğu yere gitti, orada Mio bacaklarının üstüne oturmuş önündeki yaratığı inceliyordu. Önündeki yaratık uzaktan bir yumurtaya benziyordu ancak yumurtadan en büyük farkı upuzun ayaklarının ve kulaklarının olmasıydı. Kolları kulağının yarısı kadar anca vardı ve bembeyaz, tüylü suratına bir tavşan suratı konmuştu. Tavşan, Takeru’yu farketti. Ohoo bizim mazoşist genç gelmiş bakıyorum, dedi alaycı bir sesle. Takeru ise tuhaf bir surat ifadesi ile “Onu bilinçli yapmadım” diyebildi ve Mio’ya tavşanın ne olduğunu sordu. Mio daha soruyu cevaplayamadan ise tavşan cevapladı, “Benim adım Kumanrohali, batının rüzgâr bekçisiyim!” dedi büyük bir bilmişlik ile. Mio Takeru’ya dönüp “ama ben yine de ona Kuro diyeceğim” dedi. Kuro ise sinirlenerek “Sana yapma demiştim bunu!” dedi.
Mio, Kuro ile eğlenmeye devam ederken Takeru’da annesini aramaya koyuldu. Annesi çoktan Takeru’yu bulmuş ve elinden tutarak onu evlerine götürmeye zorladı. “Anne zaten geleceğim bekler misin?” diye ısrar etti Takeru ancak Yaila hanım “Baban seremoniden sonra sana bir şey vermemi istemişti. Mio gelmeden sana vermek istiyorum.” dedi.
Yaila hanım evin kapısını açtı, Takeru ise peşinden girdi ve kapının yanındaki camın önünde bulunan gaz lambasını yaktı. Yaila o esnada mutfağın yemen yanında duran kilitli ahşap sandığı açtı, içinden kahverengi bir kutu çıkarttı ve Takeru’ya uzattı. Takeru ise biraz tereddütlü bir şekilde kutuyu aldı. Üzerinde, saman kağıdına mavi mürekkep ile düzgün bir yazı ile yazılmış “Oğlum’a” şeklinde bir yazı vardı. Takeru’nun suratı ekşidi ve kutuyu açtı.
Kutunun içinde açık mavi, kahverengi ve kırmızı üç adet mücevher vardı. Hemen yanında ise bir kağıt parçası. Takeru mücevherler ile birlikte kutuyu mutfak masasının üstüne bıraktı ve katlı olan kağıdı açtı. Kağıdın üstünde ise şunlar yazıyordu:
“Pek sevgili oğlum Takeru’ya,
Nasılsın evlat? Bu mektubu okuduğuna göre nefesini sorunsuz bir şekilde almışsındır. Biliyorum, beni büyük ihtimal baban olarak görmüyorsun, ancak senden bir ricam olacak.
Zha Kristali’ni ara. Bulamazsan bile ara. Bu sana yeni deneyimler kazandıracak. Ancak yine de bulmanı isterim kristali. Bu senin keyfine kalmış.
Uzun konuşmaları hiç beceremam. Merak etme, günün birinde ya mezarımın başında ya da yüz yüze elbet ki görüşeceğiz. Beni bulmak için o kadar uğraşma. O zamana kadar da kendine iyi bak.
Baban,
Aki Akanai
[/i]”
Takeru’nun aklı bulanmıştı. O zamana kadar hiç hissetmediği bir his vardı içinde. Özlem değildi, olumlu bir his değildi bu. Kağıt parçasına nefret ile baktı. Nefreti hissettiği anda kağıt birden alev almaya başladı ve Takeru kağıdı bırakıp yere attığında ise kağıt çoktan kül olmuştu. Kutunun içindeki mücevherleri alıp cebine soktu ve “Ben yatmaya gidiyorum. İyi geceler.” diyebildi. Merdivenleri usulca açıp odasına girdi ve kapıyı kapattı. Ay, adaların arasından Takeru’ya gülüyor gibiydi. Dorenrius’un Takeru’ya verdiği nefes, babasının mektubu, Mio ile konuşmaları… Tüm bunlar Takeru’ya çok fazla geliyor gibiydi. En sonunda yatağına yattı ve düşünceleri arasında yüzerken uyuyakaldı…
…Ve yeni bir gün doğmuştu bile. Kuşlar her sabah olduğu gibi yine müziklerini Demonai’ın atmosferine işliyorlardı.
Seremoninin üzerinden 3 yıl geçmişti. Mio, yine Akanai ailesinin kapısını usulca çaldı. Kapıyı Yaila hanım açtı. “Ah hoşgeldin Mio. Sanırım hazırsın?” dedi yüzünde hafif bir burukluk ifadesi ile. “Evet hazırım Yaila teyze! Takeru hala uyuyor değil mi?” dedi Mio içinden küfürler saydırarak.
“Hayır! Bütün gece hazırlandım!”
Bu sesi arkasından duymuştu. Üç sene öncesine göre daha gür bir sesti. Arkasını döndüğünde ise Takeru sırt çantasını çoktan sırtlanmış Mio’yu bekliyordu. “Hadi gitmiyor muyuz? Sen gidiyorsun diye gidiyorum ben de” dedi alaycı bir bakış ile.
“Tamam be gidelim hadi,” dedi Mio ise. İçinde değişik bir heyecan vardı. Yaila’ya sımsıkı sarılıp hızlıca arkasını döndü ve Takeru’nun yanına gitti. Takeru, “Kendine iyi bak anne. Mümkün olduğunca yazarım sana!” dedi ve Mio ile Takeru, ormana doğru yürümeye başladılar. O sırada Yaşlı Harzeg’in anlaşılamayan homurtularını duydu ikisi ve birbirlerine bakıp gülebildiler sadece. Takeru’nun gözlerinden iki damla yaş süzüldü ve onları gizlemek için koşmaya ve içindeki bütün heyecan ile bağırmaya başladı. Hemen peşinden ise Mio onunla beraber bağırmaya ve koşmaya başladı.
Güneş heyecanlıydı, topraklar heyecanlıydı. Çünkü sayısız destana ve efsaneye sahip olan bu topraklar, yeni bir efsaneye daha şahit olacaktı.