Kayıt Ol

Daha Fazla Nefes

Çevrimdışı milenya

  • **
  • 260
  • Rom: 6
  • Belki de Tanrı bize inanmıyor!
    • Profili Görüntüle
Daha Fazla Nefes
« : 18 Mart 2016, 15:46:04 »
  Az uyuduğumdan olsa gerek, tablete bakarken gözlerim sulanmaya başlamıştı. Sınav soruları basit fakat bir o kadar çoktu. Yüz soru için elli dakika verilmesi belki de sınavı zor yapan tek etmendi. Soruları sadece, dedemin sürekli tekrarladığı anılarıyla bile kolaylıkla çözebilirdim. Kubbelerin yerleri nasıl belirlendi, güneş ışığının yol açabileceği biyolojik sıkıntılar nelerdi, kişi başına düşen oksijen miktarı insandaki hangi faktörlere bakılarak hesaplanır... Sorular kısa cevaplı ve tek nefeslik cümlelerden oluşuyordu. Sınav şartlarını okuduğumu belirtip, cevaplarımı onayladım. Lütfen tableti kapatmayı unutmayın. Tabletin üzerinde çıkan yazıyı her seferinde okuyor ve bana samimi gelmeyen bu ricayı bir süre düşünüyordum. Nihayetinde, gözetimcinin de rahatsız edici bakışları altında tableti kapatıp sınıftan çıktım.
  
  Alt kata indiğimde koridorda kimsecikler yoktu. Sınavı erken bitirmiş olmalıydım, aksi halde bugün iki yüz elli öğrenci sınava girmişti ve buraların akranlarımdan geçilmiyor olması gerekirdi. Okulun dolap sorumlusunun masasına gittim ve kafasını tablete gömmüş olan adamın dikkatini çekmek için masaya tırnaklarımla bir kaç kez vurmam gerekti.
  
  "Kaç numaraydı efendim?" dedi gözleri kanlanmış genç adam. Aslında onun yaşını tahmin etmek oldukça zordu. Yirmi ile otuz beş arası bir yaşta olduğuna şüphe yoktu ama zaten buradaki nüfusun yarısı o yaşlardaydı ve bu bana tahminimde ilerleme sağlamıyordu.
  
  "Yüz bir," dedim ve tırnaklarımı masaya vurmaya devam ettim. Güzel bir melodi tutturmuştum, bana Bach'ın  piyano resitallerini andırıyordu. Adamın arkasındaki anahtarlıkta 101'i bulması için bir süre bekledim ve bana anahtarı yorgun bir tebessüm ile uzatınca biraz kendimden utandım. Onun dalgınlığını aptallığına veriyordum fakat o gülümseme bana zorlu bir hayatın yansıması gibi gelmişti.
  
  Dolapların yanına gitmek için masanın hemen yanında bulunan kapıdan geçtim ve dolapların yan yana dizilip labirent halini aldığı odada kolayca bulduğum, kutuyu andıran dolabı açtım. Ayakkabılarımı çıkardım, dolabın içinden aldığım X-09 model elektrikli patenlerimi ayağıma geçirdim. Bu patenler elektrikli motorların küçülmesiyle yapılmıştı ve benimkiler halk arasında 'pegasus' diye geçen en yeni modellerden biriydi. Dedemin bana geçen doğum günümde hediye ettiği bu pegasusları ilk gördüğümde onların tüm özelliklerini ezberden sayabiliyordum. Şarj etme süresi, çıkabildiği maksimum hız, manevra kabiliyeti... Hayallerini kurduğum bir prensesten çok daha fazla değerliydiler benim için. Ayakkabılarımı dolabın içine yerleştirip, anahtarları görevliye teslim ettim. Çıkış kapısına vardığım gibi ayak baş parmaklarımı patenin iç yüzeyine bastırıp hızlanmalarını sağladım. Ağırlık merkezli hızlanıp yavaşlayan bu beygirler, ev ile okul arasını beş dakikaya indirgemişlerdi.
  
  Güneş, cam kubbenin yüzeyine vurmaya başlamıştı, insanlar, patenleriyle ya da kubbenin her yerine uzanan bantlı konveyörlerle işlerinin başına gidiyorlardı. Asansörlerin ve konveyörlerin vızıltısı tüm kubbeyi bir koza halinden çıkarıp, arı kovanına dönüştürmüştü. Evin kapısını görür görmez, yavaşça patenin önüne yaptığım baskıyı azaltıp topuklarıma yüklendim. İvmem düştükçe hızım da geometrik olarak düşüyordu. Bu kadar ani yavaşladığım için midemde bir bulantı oluştu. Kapının şifresini girdim. Önümde kayarak açılan kapı, iki göz evi gözler önüne serdi. Eve girdim ve guruldayan karnıma şifa olabilecek o sesi işittim. Biiip, biip, biip! Bu mikrodalganın sesiydi, belli ki dedem bu sabah özel bir şeyler hazırlamıştı. Sonuçta bugün aynı kubbe altında yaşayıp yaşayamayacağımızı belirleyecek ve benim için çocuk oyuncağı olan bir sınava girmiştim.
  
  Patenlerimi çıkarmadan mutfağın önündeki mini bara gidip bir tabureye oturdum ve dedemin hazırladığı lüx denebilecek kahvaltıya iştahla baktım. Önüme sertçe bıraktığı güveç kabıyla dikkatimi çekmeyi başardı. Önce çatık olan kaşları birden şekil değiştirip mutlu bir adamın yüzüne uyum sağladı.
  
  "Sana da günaydın bayım," dedi eleştirir ses tonuyla. Saçları ağarmış, gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar derinleşmeye başlamıştı. Gri gözleri, uzun ağaran saçları, beyaz teniyle birleşince bilge bir adama yaklaşıyordu ki benim için dedemden daha bilge bir adam olamazdı.
  
  "Sınav nasıldı?" diye sordu kendi güveç kabını da bırakıp oturduktan sonra. O üçüncü nesil bir mühendisti ve bana sınavımın nasıl geçtiğinden çok, soruların neler olduğunu sorduğunu biliyordum. Kendi sınavının zorluğundan sürekli bahsederdi.
  
  "Kolay değildi, çoğunu yaptım," dedikten sonra aklıma takılan soruyu düşündüm. Elektrik üretimi ile ilgili bir şeydi, sanırım yüzdelikleri ile ilgiliydi derken soru gözlerimin önüme geldi ve ağzımdaki lokmayı yutmadan atıldım. "Kubbeye giren elektriğin kubbeye giriş sırasıyla, yüzdelik dilimlerini sordular."
  
  Yapamadığımı anlamıştı ve söze atılmadan önce bir süre utancımın geçmesini bekledi. Cevaplanamayan sorular karşısındaki tutumumu biliyordu. Yemekleri yedikten sonra ortalığı toparlayıp bulaşıkları temizlik kutusuna yerleştirdik. Radyoda sabah haberlerini sunan o kibar ama pes sesli adamın giriş cümlesi duyuldu. Günaydın kubbelerin ilki! Dedem elini üzerine silip hemen radyonun sesini açmaya koyuldu. Cumhuriyetçi bir haber yayınıydı bu ve hükûmeti sürekli olarak eleştirirdi. Hoş, bu son zamanlarda hükümeti eleştirmeyenler ya kendileriydi ya da onlardan fayda sağlayan insanlardı.
  
  Bir hafta önceki büyük yangının detayları hala tartışılmaktaydı. Kubbenin içindeki en büyük suç sayılan kundakçılık akıllardan silinmiş, bunun bir sigorta hatası olduğu kabullenilmişti. Bir hafta önce yanan Bebek Bakım Merkezinde yanarak ölen onlarca bebek için sadece bir dava açılmış ve yangının sigortadan çıktığı öğrenilince hemen kapanmıştı. Bana doğan bebeklerin ailelerinden alınıp altı ay boyunca el koyulması hep saçma gelmişti. Söyledikleriyse hep aynı şeylerdi. Bebeklere eski dünyada ihtiyaç duydukları mineral ve vitaminlerin damar yoluyla verildiği ve bunun insan gelişimi açısından mecburi olduğuydu ama bana kalırsa alayı boş laftı. Eğer böyle bir zorunluluk varsa kubbe halkları eğitilir, serumlar verilir ve her ailenin bebeğine kendi bakmasına izin verilirdi. Bu sorumluluğu hükûmet üstlenmişti ve bunun tek sebebi nüfusu kontrol altında tutmaktı. Karbondioksit miktarını sabit tutmak için ve kubbede daralan yerleri ferahlatmak için yapılmış bir yalanlar dizisi. Bu yangın tüm düşünceleri doğrular gibiydi, yıllarca sapasağlam kalmış, bakımından hiç geri kalmamış bir elektrik tesisatı yüzünden çıkan yangın ve bunun sonucu ölen bebekler, kontrollü nüfus ve kederli bir halk.
  
  Dedem, radyodaki haberi sanki hayatındaki en önemli şeyi dinlermiş gibi dikkatle dinliyordu. Soğutucudan bir çift hap aldım, suyumu doldurdum ve ikisini birden yuttum. Bunlar bebekken damardan aldığımız mineral ve vitaminlerin yetişkinlere verilen cinsiydi. İçinde bulaşık ve çöplerin biriktiği kutuyu alıp çıkarmadığım patenlerle yavaşça kapıya doğru sürüklendim. Dedem dikkatini tamamen haberlere vermiş ve çıktığımı fark etmemişti.
  
  Temizlik kutusunu, bunların ayrıştırılıp, steril hale getirildiği Hijyen Kontrol Binası'na bıraktım. Hane numarasını yazıp, imzaladım ve oradan çıkar çıkmaz arkadaşlarla buluşmak için asansör dibine doğru sürdüm. Parmaklarımın yaptığı baskı arttıkça hızlanan patenlerim adeta uçuyorlardı. Dar yolda insanların arasından hızlı manevralarla geçiyor, onlardan daha üstün olduğumu hissediyordum. Uzun kumral saçlarım geriye doğru savrulmaya başlamış, gövdeme yapışan tişörtümün altındaki göbeğim belirginleşmişti. Kubbe şartları altında ben zayıf ve uzun sayılabilecek biriydim lakin kitaplarda anlatılanlara göre bu yapımla geçmişte şişman diye geçermişim. Ulaşımı sağlayan elektrikli patenler ve kaykaylar, kubbenin dört bir yanını sarmış bantlı konveyörler, üst katlara erişimi sağlayan asansörler, yeme alışkanlıkların değişmesi, geçmişte ebeveynlerimizin maruz kalmış olduğu radyasyon yüzünden eski insanlardan çok farklıydık. Dedem bana sürekli kendi dedesini anlatır ve gözlerinde her seferinde bir hayranlık belirirdi. Önümde yükselen batı asansörlerini görür görmez dedemin anılarını ve tarih kitaplarını kafamdan kovup, yavaşlamaya başladım.
  
  Asansör dibi her kubbede dört tane bulunan yer isimlerindendi. Kubbenin üst katlarına çıkmaya yarayan asansörlerin iniş yaptıkları yerler her daim sessiz ve boş olurdu. Kubbede çalışan bir mühendis değilseniz genelde asansörleri kullanmazdınız ve mühendisler kubbenin güneyinde yaşardı. Burası da okula olan yakınlığı sebeptir ki gençlerin bir çeşit buluşup, konuştuğu bir mekan haline gelmişti.
  
  "Hepimizden hızlısın lakin her seferinde geç kalıyorsun," diye sitem yaptı İzmir. Kaşlarını çatmış ama yüzündeki tebessümü silememişti. Bir gözü mavi diğeri ise kırmızıydı ve bu ondan hoşlanmamın sebeplerinden sadece biriydi. Genetik bir bozukluk, bir insana bu kadar yakışabilirdi.
  
  "Hoş geldin Çağrı," dedi Ares ve elimi sıkıp dudağını kulağıma yanaştırdı, fısıldayarak devam etti. "Biraz sinirli, sınavdan sanırım."
  
  "Temizlik kutusunu bıraktım, kusura bakma." Yüzüme oturttuğum sakar bir ifadeyle başımı kaşıdım. Oturduktan sonra bile o kızgın ifade gitmedi yüzünden İzmir'in. İsmini ne zaman aklıma getirsem tarih sayfalarından bir resim ilişirdi gözüme. Kıyıya vuran dalgaların izleri ardında batan bir güneş. İsminin anlamını merak edip araştırmaya başladığımda çıkmıştı bu karşıma. Eski Dünya'da oldukça sevimli ve deniz kıyısı bir şehirmiş meğersem. Ailesinin kökeni oralara dayandığı içindi bu adın sebebi. İsmini babası koymuştu ve kendisi tarih öğretmenimizdi. Tarihten nefret ettiğim kadar seviyordum İzmir'i. O benim bu kubbede arzuladığım tek ve eşsiz kişiydi.
  
  "Size bir şey göstermek istiyorum," dedi Ares heyecanlı bir sesle ve oturduğumuz köşeden kalkıp karşımıza geçti. Anlamsız bir reverans verdi ve elinde tuttuğu kısa bir çubuğu bize gösterdi. Diğer elinde ise bir çakmak tutuyordu. Burası aydınlık ve ücra bir köşe olabilirdi lakin bir çakmak taşımak her zaman tehlikeliydi. Gözlerimizdeki endişeyi görür görmez söze girdi. "Lütfen sakin olsunlar majesteleri."
  
  "Sanırım birimizin tarih sınavı iyi geçmiş," dedim ve geniş bir sırıtmayla bu yasağı beğeniyle karşıladım. Çakmak ateş demekti, ateş ise benim tutkumdu. Bu yasağı Ares'le arada bir aşar ve çakmağı ateşlerdik. Benim de odamda bulundurduğum bir çakmağım vardı lakin günün bu saatinde yanımda taşımak cidden yürek isterdi. Majesteleri kelimesi buruk bir tat bıraktı kulağımda fakat buna aldırmayacak kadar fazla Ares'le vakit geçirmiştim.
  
  "O çubuk ne?" diye sordu İzmir, sağ eliyle çubuğu işaret ederek. İzmir bu küçük yasa dışı hareketlerimize ses çıkarmaz fakat pek de haz etmezdi.
  
  "Sigaradır leydim." Sigarayı yaklaştırıp burnunun altından yavaşça geçirdi. Ve aynısını bana da yaptı. "Bu bir Marlboro," dedi ve bana davetkar bir bakış attı.
  
  Sigara yasağı kubbede her halde en çok zaman harcanan davaydı. İçenler cidden gözaltına alınmış, cezalara tabi tutulmuşlardı. Yüzyıl önce çoğu imha edilmişti ve adı tarih kitaplarına geçmişti. Çakmağı bana uzattı Ares ve gözleriyle elini işaret etti. Çakmağı aldım ve bu daveti kabul ettim.
  
  "Bu yaptığınız hem çocukça hem de yasak. Sanırım ben bu saçmalığa katılmayacağım," derken çoktan ayaklanmıştı İzmir. Ares'e sinirli ve küçümser bir bakış atıp aramızdan geçti. "Sonra görüşürüz Çağrı," dedi ve patenlerinin ivmesini ileri yönde arttırdı. Sonuna ismimi koymuş olması bana haksızlık ettiğini düşünmesinden kaynaklanıyordu. Üç uzun yılın sonunda artık onu kendim kadar iyi tanıyordum.
  
  Çakmağı yaktım ve Ares'in dudaklarında tuttuğu sigarayı tutuşturdum. Sigaranın ucundaki alev biraz harlanıp sonra dindi ve sigarayı ağzından çekip bana uzattı. İnce pis kokan bir duman üfledi duvara doğru. Her ne kadar in cin top oynasa da dikkati elden bırakmak tehlikeliydi. Aynısını bende tekrarladım. Küçük nefeslerle, sıra sıra dönerek bitirdiğimiz sigaranın o acı ve buruk tadını olabildiğince çok çıkardık. Keyif aldığımız tek şey vardı ve o sigara değildi. Bir yasağı devirmenin verdiği o heyecan verici hazdı. Sigara bittikten sonra hızlıca oradan uzaklaştık.
  
  Kubbenin içindeki en uzun yapı, Hijyen Kontrol Merkezinin ortasından çıkan devasa bacaydı. Etrafı geniş ekranlar kaplı olan bu baca, kubbenin orta noktasından dışarı açılıyordu ve burayı Eski Dünya'ya bağlayan sınırlı deliklerden biriydi. Ekranlarda oynayan görüntüler güneş kaybolduğunda şehrin aydınlatılmasındaki en büyük etmendi. Reklamlar, kubbenin işleyişini gösteren kısa süreli teknoloji belgeselleri... Kubbenin batısında kalan bir dağ yüzünden daha güneş batmadan karanlığa gömülüyorduk. Işıklandırmanın bir kısmı bacanın etrafındaki ekranlardan sağlansa da çoğu kubbenin üzerine yerleştirilmiş LED mantığı ile çalışan spot lambalarıyla sağlanıyordu. Şifreyi girdim ve kendimi eve attım. Evim evim güzel evim.
  
  Üzerimi değiştim, patenlerimi çıkardım ve tuvalete girdim. İşlerimi bitirmem yarım saatimi almıştı. Kafamı yıkamıştım sadece fakat çıkan yangını yatıştırmak için kullanılan su yüzünden, hane başına verilen su miktarı süreli olarak kısılmıştı. Dedemin elinde o eski tanıdık kitabı görmüştüm. Eski Dünya'dan arta kalan kitapları uzun süreler toplamıştı dedem. Onların bu kubbenin altındaki her şeyden değerli olduğunu söylerdi. Ben onun torunuydum fakat onlar çocuklarıydı.
  
  "Akşam yemeğinde ne var," diye sordum koltuğun arkasına geçip. Omuzlarını ovalıyordum, kitabını yarıda bölmemi hafifleştirecek bir şeyler olsun diye.
  
  Önce bir duraksadı, küçük bir titreme yayıldı vücuduna. Gözlüklerinin ardında kitaba değilde daha derine bakıyormuş gibi bakışlarını toparladı ve bana döndü. Zoraki bir gülümsemeyle konuşmaya başladı.
  
  "Unutmuşum," dedi zor çıkan bir sesle. Ters giden bir şeyler olduğunu anlamış lakin doğru zamanı kollamak için sessizliğimi korumaya karar vermiştim. "Ama hemen bir şeyler hazırlarız."
  
  Ayağa kalktı dondurucudan mısır çıkartıp onları ısıtıcıya attı. Mısırları görünce aklıma o bastıramadığım kaşif hislerim ortaya çıkmıştı. Küçükken bunların nerede yetiştiğini sormuştum ve dedem her zamanki bilgeliğiyle duraksamadan cevaplamıştı. Bizim gibi dokuz tane daha kubbe olduğunu ve bunların hepsinin tüneller ve o tünellerde seyreden trenlerle bağlı olduğu öğrenmiştim. Bunlardan ikisi tarım için yapılmış gün ışığını her açıdan alan, güneydeki kubbelerdi. İkisi bir sürü havalandırması ve filtresi olan bacalarla bezenmiş sanayinin merkeziydi. Bizimle beraber üç tanesi öğretmen, mühendis, doktor yetiştiren eğitim merkezleriydi. Bir tanesi asker ve polis yetiştiren bir kışla kubbesiydi. Diğeri ise infilak etmişti. Dünyada, bu şekildeki yaşam ağları çok sık değildi. Ülkeler gücü yettiğince çok yapmaya çalışmıştı fakat binlerce insanın yaşayacağı bir kubbe yapmak bile iyi bir eğitim düzeyi ve para isterdi. Benim o kaşif ruhumda burada ortaya çıkıyordu, peki dışarıda kalanlar, onlara ne olmuştu? Askerler ne içindi? Eski Dünya nasıl bir yerdi?
  
  Yemeklerimizi yerken derin bir sessizlik oluşmuştu. Kaşık sesleri bu sessizliği örtemiyordu aksine sanki ortamı daha çok geriyordu. Dedemi konuşmaya itmek için bir soru sormak yapabileceğim en iyi yöntemdi. O, ana kubbede kalmayı başarmış, iyi bir bilim adamıydı.
  
  "Dede, bugün sana bahsettiğim sorunun cevabını anlatır mısın?"
  
  Kaşığıyla yemekle oynuyordu ve masanın üzerinde bir yere gözlerini dikmiş, derin düşüncelere dalmıştı. Sorduğum soruya geç verilmiş bir tepkiyle soruyu tekrarlamamı rica etmişti. O asla unutmazdı. Bir terslik vardı ve artık bundan emindim.
  
  "Kubbeye giren elektriğin kubbeye giriş sırasıyla, yüzdelik dilimleri..."
  
  "Tamam, hatırladım," diyerek sözümü kesti. Gözlerinde zayıf da olsa bir ışık belirmişti. "Yüzde onu Hijyen Kontrol'ün bacasındaki dumandan, yüzde otuzu kubbenin dışındaki barajdan ve son yüzde yetmişi de Eski Dünya radyasyonundan."
  
  "Radyasyonu nasıl kullanıyorlar ki?" diye sordum dikkatini dağıtmak amacıyla. O acı dolu sessizliğe tekrar gömülmeyi göze alamazdım.
  
  "Kubbe sadece bizi dışarıdan koruyan bir kalkan değil evlat, ondan faydalanan bir pragmatist o," dedi sanki kubbeden değilde bir parazitten bahsedermiş gibi. "Dışarıdaki radyasyonu emer, filtreler ve onu binlerce büyük bobine iletir. Tarih kitaplarında Dennis Siegel adına denk gelmişsindir, tüm bunları onun sayesinde yapabildik," dedi ve havada evirip çevirdiği kaşığa bakıp bir iç geçirdi. Sanki kapıldığı heyecandan suçluluk duyar gibiydi.
  
  Dedemin en kısa tanımı: küçücük bir soruyu bile gözünde büyütüp, işi tarihten mitolojiye vuran adamdı. Yemeklerimiz bittikten sonra ona yardım ettim ve boş temizlik kutusuna bulaşıkları yerleştirip, sadece iki koltuğun bulunduğu minik salona geçtik. Bir süre gözden kayboldu ve elinde bir kağıt parçasıyla geri geldi. Kağıt değerliydi ve çok nadiren kullanılan bi malzemeydi. Yeni kitapların hepsi internet üzerinden yayınlanıp, okunurdu. Kağıdı elime uzattı ve titreyen elini diğer eliyle durdurmaya çabaladı. Kağıdı elime alır almaz okumaya başladım.
              
       Sayın Deniz Ilgın,
  
   Yakın zamanda çıkmış olan BBM yangınından ötürü tüm infazlar süreli olarak beş yıl geriye alınmıştır. 29               Nisan 2110, saat 17:30'da Yaşam Merkezinde bekleniyorsunuz.

 
  Mektubun ilk iki satırından sonrasını okumam imkansızlaşmıştı. Boğazıma bir düğüm oturmuş, gözlerim yaşarmaya başlamıştı. Başımı mektuptan kaldırdım ve dedeme baktım. Ağlamaya başlamıştım. Konuşmak bir yana nefes almak bile çok zordu. Dedem yanıma geldi ve ensemden tutup başımı göğsüne yasladı. Onun da sarsıldığını hissedebiliyordum. Kollarımı güçlükle kaldırıp sarıldım ve ikimiz de derin bir sessizliğe kapıldık.
  
  Sabah olur olmaz patenlerimi giyip, mektup elimde Yaşam Merkezi denen, o modern dar ağacına yol aldım. Baş parmaklarımla yaptığım baskı o kadar fazlaydı ki patenlerimin ayağımın altında titrediğini ve limitine ulaştıklarını duyabiliyordum. Yaşam Merkezinin kapısına vardığımda topuklarıma yüklendiğim gibi ayaklarımı yan çevirmiş iki üç metre sürüklenerek durmuştum. İçeri girer girmez gördüğüm ilk masabaşı çalışanın yanına gittim ve elimdeki kağıdı masaya çarptım. Burnumdan soluyor, karşımda ne olduğunu anlamayan genç kıza bakıyordum. Kız titrek ellerle masadan mektubu aldı ve okudu. Güvenlik bir tedirginlik sezdiği gibi geldi ve arkama konuşlanladı.
  
  "Bayım bu işlerle ilgili kişi ben değilim, eğer..."
  
  "Sen değilsen kim o halde, kim bu işlerle ilgilenen. Dedemin ölüm süresini geriye çekmekle ilgilenen kişi kim?" diye sordum masanın üzerine eğilip kızın yüzüne iyice yanaşarak. Sıkılı dişlerimin arasından zar zor konuşabiliyordum. Ellerim titriyordu ve gözlerim tekrar yaşarıyordu.
  
  "Bayım, lütfen sakinleşir misiniz." Kızın sesi ağlamaklı çıkmıştı ve son dediğini duymamışım gibi tekrarladı. "Lütfen, bayım."
  
  "Sakinleşemem!" Sesim tüm binada yankılandı. "Bunlarla ilgilenen birileri olduğu sürece sakinleşemem," masada uzaklaştım ve elimdeki mektupla beraber kapıya doğru döndüm. Güvenlik görevlisi bir mancınık gibi gerilmiş, her an üzerime atlayacak gibiydi. Tüm bina ayaklanmış, o paravanlarla ayrılmış ofislerinden çıkıp kapının ağzındaki, bu gözleri yaşlı çocuğa bakar olmuşlardı. Elimdeki kağıdı kıvırdım ve cebimden bir çakmak çıkardım. "Nasıl biri, bir başkasının ölümüyle ilgilenir ki," derken artık ağlıyordum. Elim ve sesim titriyordu. Çakmağı çaktığım gibi güvenlik görevlisi üzerime atılıp kağıdı elimden aldı zira çakmak, elimden çekip almak için fazla küçüktü. Elinden kurtulmak için debelendim ve serbest kalır kalmaz son hız sokaklara kaçtım. Göz yaşları süratim yüzünden yanağımda geriye doğru bir kavis çizip kendini rüzgara bırakıyordu.
  
  Asansör altına gitmedim. Kimseyle görüşecek halde değildim ve bu haber yayılmışsa beni anlayışla karşılayacaklarını biliyordum. Gizli yerime, içerideki pis havanın süzülüp atıldığı dev pervanelerin önüne gittim. Burası daima eser ve pis kokardı. Bu yüzden kimsecikler olmazdı burada. Kendime gelmeyi bekledim ve güçlü bir duruş sergileyeceğimi düşünür düşünmez kalkıp eve sürdüm.
  
  Eve girdiğimde dedem beni iyi bir gülümsemeyle karşıladı ve kahvaltıyı işaret etti. Bu Yaşam Merkezi'nin işlevini de ilk dedem anlatmıştı. Doğum tarihleri, yıllık sağlık raporlarının arşivlendiği binanın bir diğer ve hazin hizmetiyse nüfusu dengede tutmaktı. Altmış beş yaşına gelmiş ya da çaresi olmayan bulaşıcı bir hastalığı olanları infaz etmekle hükümlüydüler. Dedem altmış bir yaşındaydı, daha dört yıl vardı ve biz buna zaten hazırdık. Lakin geçen gelen ölüm fermanıyla altı ay süremiz kaldığını öğrenmiştik.
  
  Dedem sürekli beni teskin ediyor ve hayatımıza hiç bir şey olmamış gibi devam ediyordu. Altı ayı benimle, huzurlu bir şekilde geçirmek istediğini söylüyordu. Bense her türlü resmi açıklamayı okuyor, bir açık bulmak için onları analiz ediyordum. Kubbenin sanal kitaplığına gidip tüm anayasayı baştan sona okumuş, bazı yerlerini ise defalarca okumuştum. Arkadaşlarımla neredeyse hiç görüşmüyor tüm vaktimi araştırma yaparak ya da dedemle oyalanarak geçiriyordum.
  
  İki ay sonra elime bir bilgi geçti ve bunu kullanmak için her şeyi yaptım lakin yaşım ve dedemin istekleri üzerine bunu da başaramadım. Askere alınan vatandaşlar bu infazdan muaf tutuluyordu. Bu sayede askerlik hakkında bir çok bilgi de edinmiştim. İşin büyük bir kısmı korunaklı bir zırh içinde Eski Dünya'da geçiyordu. Her yaştan insan alınıyordu askere ve bende dedemle beraber yazılmayı önermiştim fakat o kesin bir dille reddetmişti. Belki de birlikte yaşayacağımız onca yıldan feragat ediyordu. Bunu öğrenmem iki ay sürmüştü, kabul ettirme çabalarım ise bir ay kadar ve sonunda vazgeçip başka bir açık aramaya başlamıştım.
  
  Bu araştırmalarım sırasında hükûmetin bir çok pis işine de denk gelmiştim. Bir kaç mevki sahibinin yaşının sekiz senedir elli altıda takılı kaldığını, çocuklarınınsa bir kısmının askeriyede rütbeli ya da masabaşı çalıştığını öğrenmiştim. Nüfusu dengelemek için yapılan idamlar, salgın hastalıklar ve BBM'de çıkan büyük yangın. Dikkatle bakılınca bunların hepsinde hükümetin parmağı vardı. Askeriyenin bu kanundan muhaf olması bile sır gibi gizleniyordu, öğrenmek için patenlerimi satmam ve rüşvet vermem gerekmişti.
  
  İnfaza bir ay kala dedem bana yavaş yavaş vasiyetini açıklamaya başlamıştı. Üstü kapalı bir şekilde olsa da hemen anlaşılıyordu. Kitapların bakıma ihtiyacı olduğunu söylüyor, ailenin öneminden bahsedip, evlenme yaşımın yaklaştığını işaret ediyordu. Yemek yaparken sık sık yardım istiyor ve kubbenin işleyişinden bahsediyordu. On yedi yaşında evlenmek geç bile sayılabilirdi lakin ben kafamı dedemin ölecek olduğu fikrinden alamıyordum.
  
  Tüm bunlar olurken İzmir sınavdan geçemedi ve tarım işlerinin yapıldığı güney kubbelerine gitti.  Ares evlendi ve daha büyük bir eve taşındı. Bense yüksek bir puanla tamamladığım sınavın ardından, dedemin torpillerinin de makbul geçtiği birinci sınıf bir işe kavuştum. Tüm paramı dedemi rahat ettirmeye harcıyordum. Yeni koltuklar, müzayededen aldığım Eski Dünya romanları ve daha iyi yiyecekler. Dedemin arkadaşları sıra sıra öldürülüyorlardı. Bunların hepsi hükümetin cinayetleriydi. Anayasa maskesi altında bu kubbeler hayatımıza el koyuyor, onları yönlendirip en sonunda bizden onu alıyorlardı. ,

  İdam gününün sabahı erken uyanmış bir kubbenin altında hazırlanabilecek en iyi kahvaltıyı hazırlamıştım. Bir limon bulup, biraz şekerle ondan limonata bile yapmıştım. Bunlar oldukça zor bulunan lükslerdi. Dedem uyanır uyanmaz barın yanında bir tabureye oturmuş, gözlerini sofrada gezdiriyordu. Aslında limonata ve tavuk eti dışında her zamanki kahvaltımızdı.
  
  "Bunları, yanımda diğer tarafa götürmemi beklemiyorsun her halde," dedi dedem ve küçük bir tebessüm etti.
  
  Ayakta durup mutfağın köşesinden tedirginlikle dedemi izlediğimi fark eder etmez hemen oturup ona eşlik ettim. Daha önceleri bir işkence gibi gelen bu hüzün dolu sessizlik artık ikimizinde paylaştığı özel anlardı. İki kişi bir çok şeyi paylaşabilirdi lakin bir sessizliği paylaşmak kolay değildi. Bu bizim çarpık düzene baş kaldırışımızdı; sert tepkili bir sükunet.
  
  Öğlen dışarı çıktık ve benim gizli mekanım olan dev pervanelerin oraya gittik. O pervanelerin arkasında Eski Dünya vardı ve dedem bu dünyayı reddetmişti. İlk başlarda onun kubbeye alıştığını ve ondan kopamadığını düşünmüştüm lakin o asker olarak hükümete hizmet etmekten kaçınmıştı, haklıydı da. Bantlı konveyörlere yanaşmadan kubbede dolaştık. Patenlerim olmadığı için yürümek bana çok tanıdık bir histi. Ne önce ne de sonra, tam zamanında geldiğimiz Yaşam Merkezin'de  son kat olan üçüncü kata çıkmamız söylendi ve denileni yaptık. Tüm gün ağzımızdan çıkan kelimeler iki cümle yapmazdı. Katta kimsecikler yoktu. Bunun sebebi elbette tam zamanın da orada olmamızdı. Bizden öncekiler gitmiş, bizden sonrakilerin de gelmesine yirmi dakika vardı.
  
  "Deniz Ilgın değil mi?" diye sordu koridorda elinde bir listeyi tutan asistan. Dedem kafa sallamakla yetindi ve elimi sıkıca tuttu. "Beni izleyin lütfen."
  
  Asistanın ses tonundan aylardır süren bu infaz sürecinde nelere tanık olduğunu düşündüm. Sesi duygusuz ve kaskatı çıkıyordu. Onun için yaşlı insanlar biraz ateş gibiydi. Hemen söndürülmeleri gerekiyordu. Ardı ardına açılan kapıların sonunda bir yatak ve iki doktorun bulunduğu bir odaya geçtik. Doktorlar da asistan gibi duygusuz ve kayıtsızlardı. Sıktığı elimi bırakmadan bana sıkıca sarıldı. Gözleri dolmadı, sesi ya da elleri titremedi.
  
  "Seni seviyorum, evlat."
  
  "Bende seni seviyorum dede," derken sıktığı elimi bırakmadan beyaz bir sedyeye yattı. Koluna bir iğne soktular ve hazır olmasını söylemesini istediler. Bir insan ölmeye nasıl hazır olabilirdi?
  
  "Hazırım," dedi ve bana güçlü bir bakış attı. Tüm bu paylaştığımız sessizliği silip atan bir bakıştı. Bana olan sevgisini, güvenini, umudunu yansıtan bir bakış. Gurur dolu bir bakıştı.
 
  Boğazıma oturan düğümü yutkundum ve gözyaşlarımı bastırdım. Sedyenin yanında eğildim ve sıkıca tuttuğu elini öptüm. Bu sırada serumların bağlı olduğu tüplerden gelen sesle tüm bedenim titredi. Ssssss. Elimi daha sert sıkmaya başladı ve ayakları kayışların altında sertçe titredi. Gurur dolu bakışları dinmeden gözlerini yumdu ve titremesi geçti. Yaşlarıma engel olamadım, ellerini öptüm ve daha kötüye gitmeden oradan ayrıldım. Tüm yol boyunca tırnaklarımı avucuma geçirmiş, dişlerimi sıkıca kapamıştım. Göz yaşlarımın akmasını engelleyemese de feryat koparmaktan alıkoyuyordu. Eve girdim ve koltuğa çöktüm. Yanımda, okuduğu kitabıyla gözlüğünü fark ettim. Kitabı elime aldım ve hıçkırıklara boğularak, bağıra bağıra ağladım.
  
  Çalıştığım yerden çaldığım ispirtoyu halının, kitapların, ahşapların ve plastiklerin üzerinde gezdirdim. Ölen dedem değildi benim. Hiç olmayan annemdi, babamdı, kardeşim ve karımdı, ailemdi ölen. Bu acıyı yaşayan bir avuç insan vardı kubbede ve bu bir tepki yaratmıyordu. Belki daha fazlası, diye düşündüm. Çakmağımı çıkartıp yere attım ve dumanlar çoğalmadan elimde demir bir sopayla evden çıktım. Gizli yerime gittim ve devasa pervaneyi seyrettim. Elimdeki demir sopayı sertçe ileri ittim ve devamlı esen pis havanın kesilmesini bekledim. Yıllardır bakım görmeyen pervaneler buranın ciğerleriydi ve ben onları elinden alıyordum. Evet insanlar ölecekti belki daha kötüsü olacaktı, gün geçtikçe süzülmeyen havada minik ciğerleri dayanamayan bebekler de ölecekti. Kimsenin aklına pervaneler gelmeden, karbondioksit ve zehirli gazlar ele geçirecekti tüm kubbeyi. Ölümler insanlarda hışma yol açacaktı. Altı ay önceki bebek ölümlerini düşünecekler ve içlerindeki öfkeyi körükleyeceklerdi. En sonunda biri bu demiri görecek ve sabotaj ihtimalini düşünecek ve bunun da sorumlusu olarak hükûmeti göreceklerdi. Bir devrim bu şekilde parladı ve yayıldı. Devrim de hastalık gibiydi, etkileşimle sebepsiz yayılan bir hastalık. Bense bir trene atladım, askere yazıldım ve devrim adını verdiğim virüsü Eski Dünya'ya yaymaya gittim. Kim bilir belki de dünya sandığımız kadar eskimemiştir, belki de kubbeler bizi dışarıdan değil, dışarıyı bizden korumak için yapılmıştı. Şimdi ben, hastalığın taşıyıcısı, bunların hepsini öğrenecektim ve diğerlerine de öğretecektim.
Spoiler: Göster

Çevrimdışı maviadige

  • **
  • 161
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Daha Fazla Nefes
« Yanıtla #1 : 06 Nisan 2016, 22:32:33 »
Hikaye genel olarak iyiydi. Hikaye farklı bir dünyada geçtiği için biraz daha detay olsa iyi olabilirdi. Daha çok karakterin dedesi ile olan bağı üzerineydi. Dedenin sağlam duruşunu ve kişiliğini sevdim.

Diğer insanları da merak etmedim değil. Daha doğrusu katı kuralların olduğu bir dünyada kimse daha önce isyan etmemiş mi onu merak ettim. Ya da geçmişte birileri karşı koymuşsa bile neler yaşanmış? Son paragrafta ise karakterin planı biraz kafama takıldı. Belki ben kafamda tam oturtamadım, neden o demir sopayı kimse uzun süre fark etmeyecek? Yine de son kısmı sevdim. Hikayeye farklı bir yön ve heyecan katmış. Devam edecek mi peki hikaye? Böyle sezon finali gibi olmuş biraz. Gerisinde yaşanacak olayları merak ettim. :)
Yakından bakarsan güzelleşecek.
Uzun süre bakarsan sevimli olacak.
Sen de aynısın...

-School 2013-

Çevrimdışı milenya

  • **
  • 260
  • Rom: 6
  • Belki de Tanrı bize inanmıyor!
    • Profili Görüntüle
Ynt: Daha Fazla Nefes
« Yanıtla #2 : 06 Nisan 2016, 23:15:50 »
Okuduğunuz ve yorumladığınız için çok teşekkür ederim.
Hikayenin eksik taraflarının farkındayım. Özellikle bir isyan kesinlikle gerekliydi ama zaten bu da bir nevi isyan hikayesi. :) Neyse, aslında bunu başta kubbe dediğim yapıyı anlatmak istediğim için yazıyordum sonra bir öykü içinde yapmak istedim bunu. Uzun olmasın diye her konuya değinmek istemedim. Uzun öyküler paylaşmak istemiyorum fazlaca zaman ve efor istiyor okuyan açısından. (İnfilak eden bir kubbeden bahsettim sadece. İsyanı onun üzerinden yazmayı düşündüm ama vazgeçtim.)
Kubbede unutulmaya yüz tutmuş (otomasyon dışı kalmış), içerideki temiz havayı koruyan pervanelere sıkıştırılmış bir çubuk kolay fark edilmeyecektir diye düşündüm. Çıkarttığı yangınla beraber içeride oksijen azalırken, pervaneler çalışmadığı için de hava filtrelenmeyecekti... Belki de hikayenin sonuna yaklaştıkça acele etmişimdir. :)
Bu benim ilk post-apokaliptik denemem. Okuyan bir kaç arkadaşım da bunun bir giriş hikayesi olduğunu söylemişti ama ben devam düşünmüyorum. Kubbeyi bu hikayede tasarladım -amaç da buydu- ileride kullanırım başka hikayelerde orası ayrı.
Spoiler: Göster