BÖLÜM 13: GERİ DÖNÜŞ
Temiz hava, doğal gıdalar düzenli uyumasına yardımcı oluyordu Yankı’nın O nedenle erkenden kalkmıştı. Üstelik her sabah annesi zorlukla kaldırıyorken bu sabah kendisi uyanmıştı. Yerinden kalktı. Artık alışmaya başladığı bu yaşamın gereklerini yerine getirmeliydi. Gerçi gelmiş olduğu yerden ya da yılların verdiği alışkanlıklarda pek farklı değildi. Yine sabahları yüzünüzü yıkıyordunuz farkı eskiden yani iki gün öncesine kadar evde lavabonun başında elini yüzünü yıkıyordu. Şimdi ise kuyudan su çekip yüzünüzü öyle yıkamak zorundaydınız. Sonuçta alışmıştı bu yaşama.
Kuyunun başına vardı. Kuyunun hemen yanındaki ağaca bir ucu bağlanmış kovayı aldı. Birbirine geçmeli ağaçlardan yapılmış tabanı daireye yakın çokgen ve konik bir kovaydı elindeki. Kovadan çok minik bir fıçıyı andırıyordu. Kovayı kuyunun içine salladı. Attığı kova batmamış aksine yüzüyordu. Yukarı çekti, bir daha denedi. Yine başaramadı. İleriden Umur beyin çadırından gelen Hundi Melek’i gördü. "Hadi Yankı ağa geç kalıyoruz" dedi uzaktan. O zaman Yankının aklı başına geldi. Bu sabah Cenevizliler kaleyi boşaltacaklardı ve kendisi Adnan öğretmenle buluşacaktı.
Düşünceleri Adnan öğretmenle buluşma konusuna gelince içine belli belirsiz bir hüzün çökmüştü. Alışmaya başlamıştı buralara. Yanına gelen küçük çocuk, kendisinin kerelerce denediği ve başaramadığı işi ilkinde başardı. Attığı gibi kova batmıştı. İşin sırrı kovanın ağzını suyla belli bir açı ile gelecek şekilde kovayı atmaktı. Buz gibi soğuk suyla yüzünü yıkadı. Hundi Melek eline yapıştı. "Şimdi sıra kahvaltıda diyordu.
Adnan Bey’de uyanmıştı. Kendisine ayrılan odada havanın yavaş yavaş aydınlanmasını izliyordu. Bir saat kadar önce kalenin kilisesinde -belki de son kere- çanlar çalmıştı. Çan sesi ile birlikte sesler duyulmaya başlamıştı. Dük Zaccaria nın istediği yemek gerçekleşmemişti. Daha kötüsü Dükün küçük kızı yemek getirmeseydi o geceyi aç bile geçirebilecekti. Sevimli kız babasının yokluğunu aratmayacak kadar bilgili ve kültürlü biriydi. Uygun bir dille Dük babasının niçin gelemediğini sorduğunda
"Komutan Humbert in dairesinde bulunamadığını, arandığını söyledi. Anlaşılan zorda kalan kale komutanı firar etmişti. Genç kız kibarlığından sormasa bile dolaylı yollarla sözü "İbrahim Bahadır" beye getiriyordu.
Sonra kafası nasıl geri dönecekleri konusuna takıldı. Yankı'da kendisi de öğle saatlerinde buraya geçmişlerdi. Bu aynada var olan ve tanımlayamadığı her ne ise öğlenleri harekete geçiyordu. Birden aklına geldi. Aynanın yüzeyi kırışıklaşmadan önce ezan sesi duyduğunu anımsadı. O zaman bu öğle bir kere daha deneyecekti. Tanrı’nın izni ile şu işler yoluna girdikten sonra Yankıyı bulacak ve geri dönmeye çalışacaklardı. Kapı çalınması onu bu düşüncelerinden sıyırdı.
"Adnan Bey, uyandınız mı?" Sesin sahibini tanımıştı. "Uyandım Düküm" dedi. Kapıyı açtı. "Dün gece için özür dilerim. Yapılacak o kadar iş vardı ki" sesi dokunaklıydı. Kolay değildi tabii, yıllarca valiliğini yaptığınız bir yeri bırakıp gidecektiniz. Bir ara sorup sormama konusunda ikilemdeyken Dük
"Dün gece Komutan Humbert kaçmış" dedi. "Biliyorum. Kızınız söylemişti" diyemedi. "Kaçtığını nereden biliyorsunuz." "Bir not bırakmış" dedi. Elinde bir kağıt vardı. Dük
okuması için kendisine uzatıyordu.
Kağıtta, Türkleri küçültücü cümleler vardı, tehditler vardı, öfke vardı. Adnan Bey, daha sonra bütün bunların gerçek olduğunu anlayacaktı. Ama ilginç olanı ise Veinnous Dauphin Humbert in Papa 6. Clement tarafından Symirna’yı geri almak için görevlendirilmesiydi. Saint Pietro kalesini geri almış Amazon kalesini alamayınca kahrından ölmüştü. Yani adam kağıtta yazdıklarının büyük bir bölümünü gerçekleştirmişti. Symirna’nın aşağı liman kalesini alınca, Umur Beyin yaptıklarını yapmamış şehir halkını kılıçtan geçirmişti. Bütün bunları geri döndükten sonra öğrenmişti Adnan Bey. Hiç bir şey demeden kağıdı geri uzattı.
"Bizler hazırız" dedi. Birlikte dışarı çıkmışlardı. Kalenin meydanında toplananlar yüz kişiden fazla olmalıydılar. Çoğunluğu kadın ve çocuklar oluşturuyordu. Herkesin ellerinde taşıyabileceği kadar eşya vardı. Kalabalığa derin bir sessizlik hakimdi. Yalnızca çocukların mızıldanmaları ve ağlamaları duyuluyordu. Dük meydana gelince kilisenin çanı çalmaya başladı. Kalabalıktan dualar, yakarışlar duyulmaya başlamıştı.
Yukarıda, surların üzerinde duran iki asker kale kapısını indiren büyük kolları çevirmeye başladı. Böyle bir kapının nasıl olup ta bu kadar kolay açılıp kapandığına hayret eden Adnan Bey merakını gidermişti. Kalenin içerisindeki büyük ağırlıklar, köprü kapının ağırlığını dengeliyordu. Kapının ucu yere değdiğinde iki koruma ile Dük Zaccaria yürümeye başladı. Ardından önce erkekler olmak üzere kalabalıkta yürümeye başlamıştı. Dükün ardında iki kızı yürüyordu. Küçük olan Maria sık sık karşıya bakıyordu. Kendisini seven Türk gencini görmeye çalışıyordu. Bir ara kalabalık arasından çıkan elindeki dala dayanarak yürümeye çalışan birini gördü. Gözleri parıldadı, bir kere daha baktı. Bu Oydu, İbrahim Bahadır'ın ta kendisiydi. Şükürler olsun ki yaşıyordu ve yarası ağır değildi.
Karşıda, hendeğin diğer tarafında, Türkler bekliyorlardı. Ama öyle kalabalık değillerdi. Kaleye yerleşmek için acele etmiyorlardı. Dük kendisini görünce atından inen Umur Beye yaklaştı.
"Onurlu bir düşman, onursuz bir dosttan daha iyidir" dedi. Umur Gazi’nin uzattığı eli tuttu. İki el dostça sıkıldı. "Belli ki suçlunun cezasını kendiniz vereceksiniz" dedi. Kimi kastettiğini anlamıştı Dük "Eğer suçlu bir korkak gibi kaçmamış olsaydı gerekli cezalandırmanın yapılacağına emin olabilirsiniz" diye yanıtladı Umur beyi.
Umur bey, solunda üç yüz metre kadar ilerisinde karaya yanaşmış olan kadırgasını gösterdi. "Yolculuğunuz için gereken önlemleri aldık" dedi. Kadırgaya çıkacakları iskelenin hemen yanında hazırlanmış sofralar gözüne çarptı. "Biz inandığımız İsa gibi son yemeğimizi yedik" dedi. Ama Umur beyin bir gün önceden hazırlatıp Kadırgaya koyduğu yollukları görünce kalabalıktan kimse hayır diyemeyecekti. Türk usulü börekler, çörekler, sarmalar, tatlılar günlerden beri tam doymayan halka sonsuz bir sevinç yaşatacaktı. Yaşlı adam ağır ağır yürümeye başladı, kalabalıkta arkasından geliyordu.
Dük Zaccaria, son yurttaşı da binesiye kadar kenarda beklemişti. Yanında kilisenin papazı vardı, Papaz efendi her bineni takdis ediyor, dudağı kıpır kıpır dualar ediyordu. Son yolcudan sonra papazda kadırgaya bindi. Dük bu kere elini Adnan beye uzattı.
"Garip bir adamsınız ama sizi tanıdığıma sevindim" dedi. Yılların öğretmeni Adnan Çelik, bu yaşadıklarından oldukça etkilenmişti. Gözleri dolu doluydu. Tarih boyunca savaştıkları bir milletti Cenevizliler, kendi deyimleriyle Cenovalılar. Ama tarih hep savaş hep kan ve gözyaşı demek değildi. "Bazen düşmanlık adı altında gizli dostluklar ve gizli hayranlıklarda yaşanıyordu.
Uzakta olanları çadırından izleyen Aydın oğlu Mehmet Bey oğluyla gurur duyuyordu. Hem akıllı ve cesur olduğu için hem de mert ve gerektiğinde bağışlayıcı olmayı bildiği için. Oğlunun, Umur’unun burada Symirna da yaptırdığı kadırgayı ufukta kaybolasıya kadar izledi. Symirna artık tamamen kendilerinindi.
Adnan Bey ve Yankı’nın karşılaşması daha duygusaldı. Gerçek iki dost gibi baba oğul gibi kucaklaştılar. Adnan Bey, dün akşam elçi olarak geldiğinde çocuğun sağ ve esen olduğunu görmüştü. Ama şimdi kucaklayasıya kadar yüreğinin bir köşesinde tedirginlik kalmıştı. Delikanlı mutluydu. İki gün öncesinden daha olgun görünüyordu. Bu yolculuk onu olgunlaştırmış olmalıydı. Kendisi altmış bir yıl yaşamıştı ama bu yaşadıkları onu daha fazla olgunlaştırmamış mıydı? Yankı, bu yaşamı benimsemişti, sanki burada doğmuş burada büyümüş gibiydi.
Bir sela sesi duydu, kalenin surlarına çıkan gür sesli bir asker Tanrıya şükrediyordu. Kalabalık başta Hoca Selman ve Mehmet Bey olduğu halde kaleye doğru yürümeye başlamıştı. Aydınoğlu Mehmet beyin kaleye yürümesi ile ortalık bir anda şenlik yerine döndü. Davullar vuruluyor borular ötüyordu. Yaşanan bir zaferdi bir fetihti. Bunca zaman ter dökmüş olanlar sevincini de yaşayacaklardı. Bu sevinci bu bayramı hak etmişlerdi. Sonra dualar edilecek sonra fethedilen kaleye yerleşilecekti. Yankının yanındaki Hundi Melek, Adnan beyi göstererek
"Bu bey kim, giysileri seninkilere ne kadar benziyor" dedi. Evet, aynı zamanın, aynı dünyanın insanlarıydılar. "Bu benim öğretmenim, amcam" dedi. "Amcam" deyişinin içtenliği Adnan beyin hoşuna gitmişti.
"Nasıl yaşamından memnun musun" diye sordu yaşlı adam. Yankı gülümsemeyle yetinmişti. "Dönme vaktimiz geliyor" deyince çocuk uykudan aniden uyanmış gibi irkildi.
"Nasıl döneceğiz" dedi. Olayın bu boyutunu hiç düşünmemişti.
"Geldiğimiz yolla." İstersen sen biraz daha dolaş Ama uzaklara gitme. Öğlen olmadan beni bul." dedi Çocuk bir an durdu "Ben gelmesem.”. Yaşlı adamın kafası olumsuzca sallandı. "Bizler buraya ait değiliz. Geldiğimiz yere dönmek zorundayız" Durdu düşündü. Olacakları tahmin bile edemezsin" dedi. Sahilde görünen kaleye doğru yürümeye başladı.
Yankı, kalan süresinin keyfini sürmek istiyordu. Değişik bayraklı tekneleri izlemek için Hundi Melek’le sahile indiler. Bir ağacın gölgesine oturdu, körfezin çırpıntısıyla, bir yükselen bir alçalan teknelere bakıyordu. Neden sonra kendilerine yaklaşan bir tek direkli yelkenli gördüler. Tekne burnunu çevirmiş küreklerle yaklaşıyordu. Güvertede biri el sallıyordu. Biraz daha yaklaşınca ayakta durmak için yelken direğine tutunmak zorunda olan İbrahim Bahadır’ı gördüler. "Hadi dolaşalım biraz" diye bağırıyordu.
Adnan Bey, cebinde sakladığı saatini çıkarıp baktı. Vakit yaklaşıyordu. Kaleye gelmiş olduğu büyük konağı aradı. Kalenin içerisinde her şey nasıl bırakıldıysa öylece duruyordu. Bey’in izni olmadan kimse elini herhangi bir şeye sürmüyordu. Öğle namazı kalenin kilisesinde kılındıktan sonra içerideki ganimet dışarı çıkarılacak, Bey tarafından adaletli bir şekilde paylaştırılacaktı. Büyük konağı buldu. Merdivenlerden çıktı. Ayna kendi evinde duran ayna aynı yerinde salonun ortasında duruyordu. Şimdi sıra Yankı’yı bulmaya geliyordu. Geldiği gibi çabuk adımlarla merdivenlerden indi.
Çevreye bakındı, ne Yankı nede Hundi Melek ortalıkta görünmüyordu. "Nerede kaldı bu çocuk" diye hayıflandı. Aklına surlar geldi. Taş basamaklardan yukarı çıktı. Hendeğin ötesinde kalabalık yiyor içiyor eğleniyordu. Gözlerini kısarak baktı, delikanlıyı göremiyordu. Öbür yana yürüdü. Kalenin içerisine baktı. Yine göremedi delikanlıyı. Kafasını kaldırdı güneşe baktı. Güneş tepeye varmak üzereydi. Birden aklına deniz geldi. Bir tekne bulmuş onunla geziyor olabilirdi. Zaten bu deniz tutkusuyla başlamamış mıydı her şey. Bakışları sahilde salınan teknelere kaydı. Aklına gelen başına gelmişti. Yankı ve yanından hiç ayrılmayan küçük çocuk tek direkli büyükçe bir teknedeydiler. Avazı çıktığı kadar bağırdı. "Yankı" diye. Rüzgar sesini dağıtıyordu. Elini kolunu deli gibi sallamaya başladı.
Surların üzerinde deli gibi el kol sallayan adamı ilk olarak tayfalardan biri farketti. Kafasını kaldırıp direğin üzerinde seren duran Yankı’ya seslendi
"Miço! Hey çocuk bak" dedi. Yankı tayfanın gösterdiği yere bakınca Adnan öğretmenini farketti. Aklına ayrılmadan önce söyledikleri geldi. Direkten kayarcasına indi. Önemli bir şey olmasa Adnan Bey böyle bağırmazdı.
Iğırbar, kalenin yanındaki küçük düzlüğe yanaşan tek direkli tekneye Iğırbar demişti, İbrahim Bahadır. Kırlangıç demişti kadırga, kalita demişti denizde dolaşan, sahile yanaşmış tekneleri göstererek. Ama en güzeli Umur ağamın kadırgası "Gazi" demişti. Önce Yankı atladı karaya arkasından Hundi Melek.
Adnan Bey, surlardan inerken onlar kalenin kapısına doğru koşuyorlardı. Kalenin avlusunda buluştular. "Vakit gelmiş olmalı" dedi soluk soluğa. Delikanlı birden geri döndü. Adnan Bey "Nereye" diyen sesini zor duymuş olmalıydı. Tayfalar Iğırbarı kayalara bağlamaya çalışıyordu. İbrahim Bahadır, aksaya aksaya yanlarına gelmeye çalışıyordu.
Yankı, gazinin önünde durdu. "Ağam, hoşça kal. Belki bir daha görüşemeyiz" dedi. Kendi geldiği yerde olduğu gibi yanaklarını öptü. Koşarak geldiği yöne döndü. Hundi Melek ise ne yapacağını şaşırmıştı. Kale kapısından tekrar girdi. Adnan Bey, bir sokağın köşesinde el ediyordu. Yankının geldiğini görünce yoluna devam etti. Sokağa girince nereye geldiğini anlamıştı Yankı. Aynanın olduğu eve gidiyorlardı.
Bir an olduğu yerde donup kalmıştı Hundi Melek, Amcasının yüzüne baktı safça. Amcası "Peşlerinden git, ben yetişirim" deyince fırladı. Girdiği sokağı görmüştü ama o geldiğinde sokakta kimse yoktu. Sokak boyunca duran evlerden birine girmiş olmalıydılar. İlk eve girdi. Bir ses seda yoktu. Ondan çıkıp diğerine girdi. Sokaktaki üç beş evi sırayla kontrol etmekten başka yapabilecek bir şeyi yoktu.
İki yabancı eve girer girmez ikinci kata çıktılar. İkisi de soluk soluğaydılar. Yine aynı şey olmuştu. Dışarıdan ezan sesi geliyordu. Müezzin kilisenin çan kulesine çıkmış olmalıydı. Aynanın karşısına geçip beklemeye başladılar. Bakalım aynı şeyler tekrar yaşanacak mıydı?
Hundi Melek, kendini şanslı sayıyordu. Diğer evlerin kapıları kapalı olduğu için direk olarak en sondaki en büyük eve yöneldi. Bu ev kaledeki en büyük ev olduğuna göre Zakkaria nın evi olmalıydı. İçeri girdi, içeride ses seda yoktu. Tam dışarı çıkacaktı ki yukarıdan gelen çıtırtıları duydu. Ağaçtan yapılan ikinci kat üzerinde yürüyenlerin ayak seslerini olduğu gibi yansıtıyordu. "Yankı Ağabey" diye seslendi.
Bekledikleri olmuş aynanın yüzeyinde hafif dalgalanmalar başlamıştı. Yerinden önce Yankı kalkmıştı. Aynaya doğru yürümeye başlamıştı. Gitmek istemiyordu ama gitmek zorundaydı. Aynanın yanına yürüdüler. O an Hundi Melekin sesini duydular.
"Hundi Melek hoşça kal" dedi. Aşağıdan ayak sesleri gelmeye başlamıştı.
"Hadi" dedi Adnan Bey. "Biz buraya ait değiliz. Üstelik annen baban kardeşlerin arkadaşların" Adnan bey, söyleyince aklına geldi ailesi, onları özlemişti. Aynanın yüzeyi bir su yüzeyi gibi çırpınmaya devam ediyordu.
"Seni unutmayacağım Hundi Melek. Hoşça kal" dedi bir kere daha. Sonra, aynanın dalgalanan yüzeyine daldı. Ardından da Adnan Muallim bıraktığı zamana dönmeyi umarak daldı.
Hundi Melek, dakikalarca salonda dikilip kaldı. Az önce sesi gelen Yankı, odada yoktu. Her yana baktı, bulamadı. Pencerelerde sıkı sıkıya kapalıydı. Korku ve heyecanla ne yapacağını bilemez durumdaydı. Yanına gelen amcasını bile fark etmemişti. "Neredeler" dedi İbrahim Bahadır. "Bilmiyorum" diye yanıtladı. "Az önce yukarıdan sesi geliyordu. Ben çıkınca sır olmuşlardı." Amca ve yeğen birbirine destek olarak çaresizce aşağı indiler. Durumu babalarına anlattıklarında, yaşlı adam sorunun aynadan olduğunu aynanın tılsımlı olduğunu anlamıştı. Güvendiği beylerinden birini çağırdı ve
“Şu kocaman aynayı kaldırın, saklayın.” Birkaç saniye düşündükten sonra, fikrini değiştirmişti “Bana Pişrev Ağa’yı çağırın” dedi. Birkaç dakika sonra yaşına göre hayli dinç görünümlü Pisrev Ağa gelince de
“Bu ayna, keferenin eline nereden geldi bilemem ama kimselere göstermeden sarın sarmalayın. İki ay önce gittiğimiz o urum köyünü hatırladın mı?” Yaşlı adam, Beyinin nereyi kastettiğini anlamıştı. “Bildim beyim, gün batımında, Söke Beyin obasının o yanda, ovanın kenarında güzel küçük bir köy vardı orayı kastediyon değil mi?
Evet, Pişrev kardaşım, köyün dışında viran bir ev vardı. Pişrev Bey anımsamıştı. Eski ama güzelce bir evdi. Eğer elden geçerse iyi bir konak olurdu. Ama yaşlı beyinin sözleri düşüncesini böldü.
O büyük boş evin bodrumuna gömün” dedi. Bir saniye durdu “Derine gömün he mi” dedi. Ardından adamı yanına çağırdı ve kulağına “Bu durumu başkaları bilmese iyi olur he mi? Dedi…