Tüm edebi metinler bir hikâyeyi önümüze sunsalar da, o göz alıcı imgelemin ardında asıl olan gerçek ise sanatçının yaşama bakış biçimi, felsefi öz ve barındırdığı doğru, üstün fikirleridir, ki eser çoğu zaman bu temellerin üzerine kurularak inşa edilir. Şunu kabul etmeliyiz ki üstün eserler, üstün zihinlerden türer, fakat doğanın tuhaf bir oyunudur ki üstün zihinler bazen çok nadir olarak kendi sınırları dışına da çıkamayabilir.
Küçüklüğümden beri annem bana sürekli şunu der, hâlâ da diyor gerçi: Her zaman senden iyi insanlarla arkadaşlık kur. Bir eseri de dikkate aldığımda barındırdığı özgün fikrin, üslubun, alt metnin ve tüm bu bileşenlerin oluşturduğu kolektif yapının en önemli yanı, sahip olduğu gizem, tutku ve akılcılığın yakalayamayacağım kadar uzakta olması, ben yaklaştıkça aramızdaki mesafenin azalmaması. Eserleri güçlü kılan da okuyucunun onun üzerinde değil, eserlerin okuyucu üzerinde baskın gelmesidir, hem duygusal hem diğer şekilleriyle.
Bir örnek vereyim. Sokrates, Atinalı bir siyasetçi için şöyle diyor: “Ben bu adamdan daha bilgeyim! Göründüğü kadarıyla, ikimiz de güzellik ve iyilik hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. O, hiçbir şey bilmediği hâlde bir şeyler bildiğini sanıyor, oysa ben hiçbir şey bilmemekle birlikte bunun bilincindeyim. Bu durumda, hiçbir şey bilmediğimi bildiğim için, az da olsa ondan daha bilgeyim sanırım”.
Ne de söz ustası. Değinmek istediğim esas nokta işte bu; bir eser çoğu zaman düşünce yönünden felsefi düşüncelerimin ötesinde veya eşdeğer noktalarda, içerik olarak idrak sınırlarımın ötesinde, hayranlık uyandıracak veya ilgi oluşturacak düzeyde, üslup olarak kendine has boyutlarda olmalı. Örnek vermem gerekirse açıp Nietzsche, Platon okur ve ne kadar avare olduğumu görür, Steinbeck, Shakespeare ve Salinger okurken gıpta eder, Jordan, Martin, Poe, Lovecraft okurken ise o içine hapsolduğum gerçek olmayan -belki de gerçek olamayacak kadar gerçek- dünyadan çıkmak için âdeta mücadele veririm. Bazı felsefeci ve romancıları okumaya uğraşsam da bir türlü devamını getiremediğim oldu çünkü bu eserlerde felsefecinin bilgeliğini sorguluyor, yanlışını görüyor ve üstünlüğüne olan güvenim sarsılıyor, romancılarda ise hani hep deriz ya ben daha iyisini yazarım diye, tam olarak bu değilse de bu çizgide tepkiler verdiğimden ve eserin beni etkisi altına alamaması, daha doğrusu yazarı budala olarak gördüğüm, yazılan şeyin okunmaktan öte satılmak, duyulmak maksadıyla yazıldığını düşündüğümden yine kendimi üstün görüp eseri ve yazarı ciddiye almıyorum.
Jacques’in Efendisi, Sokrates için şöyle diyor: “Sokrates Atina’lı bir bilgeydi. Eski zamanlardan beri delilerin arasında bilge kişilerin konumu tehlikelidir”. İşte benim en çok korktuğum durum da budur, delilerin arasında bilge, hırsız bir kedinin karşısında yargıç, kötü bir eserin içerisinde çokbilmiş bir okur olmak. O kadar yazdım ama doğrusu en büyük korkum kötü ve utanmaz bir eserle karşılaşmak. Mutlulukla diyebilirim ki şu ana kadar böylesi çok az eserle karşılaştım.