Bölüm 27 - ŞelaleÜstüne sertçe inmekte olan serin suların altındaki adam, kontrolunu kaybetmemek için kendisini zorladı. Yere paralel bir şekilde uzanmış ve sadece elleri ile ayakları zemine değiyordu. Omuzlarıyla aynı hizadaki kolları ne çok fazla ne de çok az açılmıştı. Sırtı, karnı, bacakları, bütün bedeni bir an bile eğilip bükülme emaresi göstermeden sabitlenmişti. Böyle de olmak zorundaydı. Normal çalışmasının arasına serpiştirilmiş olan bu "dinlenme" anları, karın ve çevresindeki kasların gevşemesini önlüyordu. Belki dayanabilirdi de buna fakat kasılmış bedeninin üstüne inen su kitlesi, zaten zor olan işini daha da zorlaştırıyordu. Şelaleden aşağı akarak, her saniyede daha da hızlanan su tanecikleri, bir araya geliyor ve üstüne bombardıman gibi düşüyordu. Bunun, normal bir su ya da normal bir şelale olmadığı barizdi. Zira, kendi bildiği haliyle su, böyle davranmazdı; serbest düşüşe geçen sıvılar bir araya geleceğine daha da çok dağılır ve büyük, ağır toplar gibi, bir kişinin üstüne inmezdi.
Bir anlığına dengesini kaybedecek gibi oldu ve bacakları titredi. Bir kaç santim aşağı kaymış ve dengesi bozulmuştu. Hemececik kendisini toparlasa da, yüzüne yediği bir yeşil elmayla canı yandı ve karşısında oturmakta olan Neus'a öfkeyle baktı. Formu her bozulduğunda bu şekilde davranmıştı adam. Yüzüne isabet eden meyveler yüzünden hassaslaşmış burnundan akan kana aldırmamaya çalıştı ve ağzından nefes almaya başladı.
"Acıkmış olabileceğini düşündüm!" diye bağırdı Neus, bundan zevk aldığını bildirircesine sırıtarak.
Doğru bir noktaya, bilerek, parmak basmıştı. Eiros, saatlerdir, şelalenin altında çalışmaktaydı. Ormanın içinde bir yerlerdeki bu şelaleyi ilk gördüğü andan itibaren, doğal bir yapılanma olmadığını anlamıştı. Suların aşağıya iniş örüntüsü bir yana, ilk başta, her renkten oluşan kayalar insanın gözüne çarpıyordu. Yeşil, mavi ve kırmızının ana hatları ile bunların karışımından oluşan kayalar, hayranlık vericiydi. Islanmış olan büyük taşlar, doğal bir şekilde cilalanmışçasına parıldıyordu. Üç ana parça, bir santim bile aralık kalmayacak şekilde birbirinin içine geçmişti. Yani, on metrelik şelalenin altındaki küçük gölden yukarı yükselen kayalık alan, girintili ve çıkıntılı olmakla beraber, aslında tek bir parçaydı. Üç ana bölge -mavi, yeşil ve kırmızı- birbirine yaklaştıkça, sahip oldukları renkler birbirinin içine geçerek yeni bir sentez oluşturmaktaydı. Örneğin, yeşil ile kırmızının arasındaki bölgede, sarının farklı tonları dizilmişti. Bütün bu cümbüş, doğadaki her bir rengi içeriyora benziyordu.
Busıradışı gölcükte, Neus'un talimatları doğrultusunda çeşitli hareketler yapıyordu.
Yere paralel tuttuğu kafasını indirerek, altındaki mavi zemine bakan Eiros, yeşil elmaya uzanmaya davrandığında, şelaleden düşen kocaman bir su kitlesi kafasına çarptı ve yere kapaklanmasına yol açtı. Bu esnada göğsü meyveye çarpmış ve ıslanarak kayganlaşmış olan yiyecek, yuvarlanarak aşağıdaki gölcüğün içine düşmüştü. Eski filmlerdeki acıklı bir çocuk karakter gibi arkasından bakmakla yetinmek zorunda kaldı. Yapabileceği bir şey yoktu zira.
Daha önce de cevabını bulmaya çalıştığı bir soru işareti, tekrar aklında belirmişti; Neus, nasıl oluyor da, bu bombardıman altında düzgün bir yol izleyebilecek şekilde fırlatıyordu o meyveleri? Daha önce yolladıkları da, hedefi tam on ikiden vurarak, Eiros'un yüzüne oturmuştu. Sadece bununla da kalmıyordu. Ortalama bir insanın üretebileceğinden çok daha fazla kuvvet vardı arkalarında. Adamın canını epey bir yakmıştı her darbe. Gerçi, şu an Ugi gücünü kullanmadığı içinde olabilirdi bu.
İblis'in ürettiği o sıcak ve kuvvet dolu enerjiyi düşününce, adamın içi bir hoş olmuştu. Azıcık da olsa, tekrar onu kullanabilmek için neler vermezdi. Sadece bir kez bile ulaşsa, rahatlayacak ve keyfini çıkaracaktı. Gücün o sarhoşluk verici tadı içini dolduracak ve bütün gerginliği uçup gidecekti. Ancak, bunu yaparsa, onun pençelerinden kurtulamazdı.
Başka bir şey düşünerek, kafasını dağıtmaya çalıştı. Neus'un bu kadar çok elmayı nereden bulduğu gibi. Şelaleye vardıklarından beri durmaksızın, her hatasında yüzünün ortasına bir elma yemişti fakat adamın cepleri dolu değildi ya da yanında bir çanta getirmemişti. Yakınlarda bir elma ağacı da yoktu.
"Ayağa kalk ve devam et!" diye azarladı onu, Neus.
Soğuk kayaların üstünde uzanmakta olan Eiros, düşüncelere dalmış ve yapması gerekeni unutmuştu. Adamın bağırışıyla beraber kendine gelerek doğruldu. Üşüyordu. Ugi gücü, şu an içinde dolanmadığı için bedeni yavaş yavaş eski haline dönmeye başlamıştı. Bu sonuca, onu döven ve dinlenmesine fırsat vermeyen sular sayesinde ulaşmıştı; bir ay önce olsa, böyle bir durumda ne dengesi bozulurdu ne de, şu an olduğu gibi, soğuktan dolayı ürperirdi. Detoksifikasyon süreci işe yarıyordu demek ki. Ne kadar sürdürebileceğini bilmiyordu gerçi. Her bir saat, İblis'in çağrılarına kulak asmamak daha da zorlaşmaya başlamıştı. Ugi'nin bunu bilinçli mi, yoksa bilinçsiz mi yaptığını bilmiyordu fakat onun gücüyle bağını kestiğinden beri, bu ihtiraslara kapılır olmuştu. Zihnen arzulaması bir yana, bünyesi istiyordu. Hücreleri ona bağırıyor ve İblis'in gücünü tekrar kullanmasını söylüyordu.
"Acınacak bir haldeyim," diye düşündü.
Ancak, kendisine acımamıştı. Bunun sadece başka bir kaçış olacağının gayet iyi farkındaydı.
Neus'un ona öğretmiş olduğu gibi, bir ayağını diğerinin hafifçe önüne getirdi. Ellerini, kafasının yanlarını koruyabileceği bir hizaya kadar kaldırdı. Kolları gerilmiş ve üstüne inebilecek herhangi bir darbeye karşı hazırlıklıydı. Vücudu, uzun süreli aralıksız çalışmanın etkisiyle yorulmuş ve ağrımaya başlamıştı. Kendisini pek esnek ya da atik hissettiği söylenemezdi. Değil di de, zaten.
Bir yumruk çıkardı havaya. Hedeflediği gibi, önünden geçerek yere inmekte olan büyükçe bir su kitlesine isabet etmişti. Yerçekiminin etkisiyle alt tarafı genişlemiş ve üstü incelmiş olan, anormal boyuttaki damla, adamın yumruğuyla beraber patladı. Saçılan su damlacıkları, genci ve etrafını zararsızca dövdü. Daha önceki seferlerde olduğu gibi, hoşuna gitmişti bu his.
Neus, antrenmanın bu kısmını, 'Su Boksu' diye adlandırıyordu.
"Anlatacak pek bir yanı yok, Yıldırım, şelalenin altına geçiyor ve inmekte olan su damlalarını yumrukluyorsun," demişti, çok normal bir şeymişçesine "Ancak, hangilerini hedef alacağına dikkat et."
Adamın neden böyle bir şey demiş olduğunu, ilk başta, anlayamamıştı. Bütün su damlaları gözüne aynı görünmüştü. Ne yaptığını anlamaya çalışarak, yarım yamalak bir iki yumruk savurduktan sonra, bu soru işareti yok olmuştu. Zira, aşağı inen damlaların hepsi aynı renkte değildi. Fark etmesi zor olsa da, küçük farklılıklarla üç renge bölünmüşlerdi. Mavi, kırmızı ve yeşil. Her bir renk, kendisiyle uyuşan kaya parçasının üstüne inmekteydi. Başka bir deyişle, öncelikle, hedef olarak bir renk belirlemesi gerekiyordu; maviyi seçmişti.
İş bununla bitmemişti tabii ki. Neus'un göstermiş olduğu gibi konumunu almış ve seri bir şekilde yumruk çıkarmıştı. Elinden geldiğince davranmış olsa da, darbelerinin çoğu hedefi ıskalamıştı. Bir kısmı renkli olsa da, damlaların çoğunluğu, normal bir suyun olacağı gibi şeffaftı. Renkli ile renksiz damlaları ayırt etmesi kolay değildi. On metrelik şelalenin tepesinden çıktıkları yolda, zemine her yaklaştıkları santim için daha da hızlandıkları düşünülürse, iyice imkansız bir hal alıyordu. Bu sebeple, uzunca bir süre boyunca, şansın ona sağlamış olduğundan daha fazla renkli hedefi tutturamamıştı. Herhangi bir damlaya vurmuş olması bile, büyük oranda, kendi çabası değil de bir olasılık sonucuymuş gibi geliyordu.
Krizleri sırasındaysa, renkli ya da renksiz hiç bir damlayı vuramamıştı. İçindeki bağlantıyı açmamak ve tekrar İblis'in gücünün verdiği mayışıklığa dönmemek, aktif olarak çok fazla enerjisini yiyiyordu. Önündeki işe odaklanamıyor, hatta çevresine bile dikkat edemiyordu ki bu durum sinirlerini yıpratmaya başlamıştı. Algılarının keskinliği normal bir insanınkinin çok daha altına iniyordu. Yine de, asıl rahatsız edici olan bu değildi. Tekrar, o şeyin boyunduruğu altına girmeyi istiyordu. Bir kerecik daha, ne olur ki, diye düşünüyordu, tek bir seferden zarar gelmez. Bırakabilirim.
Korkmuştu. Bu kadar ezici bir hissin onu ele geçirmesinden korkuyordu. Gönlü istediğince kullandığı sırada bunu fark etmemişti fakat şimdi kurtulmaya çalıştığı için, bütün ağırlıyla bağımlılığı hissediyordu. Vazgeçerse olabileceklerden de korkuyordu; daha güçlü ve kuvvetli bir şekilde, Ugi'nin gücüne bağlanacaktı.
Buna dayanmak için harcadığı çaba yüzünden, krizler esnasında başka bir şey yapamaz hale geliyordu. Neus'un seslenişleri, onu dünyaya döndürmüştü her seferinde.
"Bu da renksiz," dedi, genç adam, kendi kendine.
Bu sefer, hedefi tutturduğunu zannnetmişti. Morali bozuldu. En azından on küsür saatini harcamış olsa da, hala doğru düzgün bir ilerleme kaydedememişti. Ugi gücüne bir ulaşabilse, refleksleri hızlanacaktı fakat bunu yapamazdı. Yaptığı her şeye ihanet ederek, tekrar bağımlılığın kollarına atlamak olurdu bu.
Altındaki siyah, şort mayo haricinde üstü tamamen çıplak olan adam, ileri çıkarmış olduğu kolunu, aynı hızla geri çekti. Kaslı, hacimli vücudu ıslanmış ve üstüne düşen damlalar yüzünden hafiften maviye dönmüştü. Çıplak, nasırsız ayakları, kayalarda sık sık kayıyor ve sendelemesine yol açıyordu. Dengesini korumak için kendisini zorlamasından dolayı, tabanları aşınmıştı.
Etrafına bakındı. Sağında, şelalenin sınırı vardı. Kendisinin bulunduğu yerin tam karşısındaki ana kaya parçasına, kırmızı damlalar inmekteydi. Onun solunda, kendisinin bulunduğu mavi bölge ile kırmızının kesiştiği melez renkli bölgeden çıkıntı yapan, diğer ana kaya, yeşildi. Mavi ile kırmızı, şelalenin dibinde kalırken, o biraz daha uzak bir konumdaydı. Buradan, ona inen damlaların rengini seçemiyordu. Kimilerinin yeşil olması gerektiğini bilse de, her biri aynı gibi gelmişti.
"Ne yapıyorsun?" diye seslendi ona, şelalenin diğer tarafındaki kuru bir bölgede oturmakta olan Neus "Bu gidişle, hiç bir şeyi vuramayacaksın!"
"Kırmızı damlaları bile görebiliyorum!" diye yanıtladı, kayaları döven suyun içinden sesini iletmek için o da bağırıyordu "İlk geldiğimde, kendi önümdekileri bile zar zor seçebiliyordum. Ben de düşündüm ki..."
"Ne?" diye bağırdı, onun lafını bölen adam "Kimin kanını içebiliyorsun?"
"Kırmızıları diyorum. Kır-mı-zı! Onları..."
"Kangren mi oluyorsun?!" dedi, onu hala anlayamayan Neus.
"Ananın örekesi!" diye bir küfür savurdu, Eiros.
"Cık cık cık, sana hiç yakıştıramadım," dedi, bu sefer kendisine söyleni çok iyi şekilde duymuş olan Neus.
"Madem dediğimi anlıyorsun, ne uğraştırıyorsun be?" diye çıkıştı, genç.
"Aynı soruyu sana sorabilirim, Yıldırım. Sana ne dediğimi hatırlamıyor musun?" dedi, cebinden bir yeşil elma çıkaran Neus.
Tekrar bir darbe bekleyen Eiros, istemeden gerildi. Adamın yolladığı meyvelere karşı bir türlü korunamıyordu. Ancak, beklediği şey gerçekleşmedi. Bunun yerine, önlüklü adam, elmayı ısırarak afiyetle yemeye koyulmuştu. Adamın neyi kast ettiğini düşündü. Ona, önemli olabilecek bir ipucu vermemiş yada herhangi bir püf noktasından bahsetmemişti. Neden bahsettiğini anlayamadı.
"Doğrudan anlatılan bir şeyi anlamayan kişilerdensin demek ki," diye iç çekti, Neus "Pekala. Ancak, sana ne olduğunu söylemeyeceğim. İşin bittiğinde yanıma gel."
Bunu dedikten sonra, yerinden kalkarak şelaleden uzaklaşmaya başladı. Eiros, onun nereye gittiğini ya da tek başına eve nasıl varabileceğini bilmiyordu. Bu yüzden endişelenecek gibi olsa da, adamın sözleri onu daha çok rahatsız etmişti. Ne demek, çoktan olayın püf noktasını söylemişti. Ne kadar düşünürse düşünsün, aklına herhangi bir şey gelmiyordu.
Canı sıkılsa da, hayvani damlalara yumruk savurmaya devam etti. İşine yarayabilecek herhangi bir şey aramayı da sürdürdü fakat çabaları boşunaydı. Bu şekilde, saatlerini harcadı. Gündüz, geceye döndü ve hava iyice soğudu. Suyun altında nefes almak bile hepten zorlaşmıştı. Verdiği her nefesle birlikte, havada küçük bir buhar bulutu ortaya çıkıyordu. Durmaksızın hareket etmesine rağmen titriyordu. Darbeleri iyice zayıflamış ve yavaşlamıştı.
Neus, ay en parlak anına ulaştığında geri döndü. Gördüğü şeyden memnun olmuşa benzemiyordu.
"Bugünlük yeter," diye seslendi, Eiros'a.
Bağırmamış olmasına rağmen, sesi gayet net bir şekilde genç adama ulaşmıştı. Hayal kırıklığı ve sabırla karışık bir tonu vardı.
"Ha-hayır," dedi, titremekten dişleri birbirine çarpan adam.
Bir yumruk savurdu ve kaçırarak, dengesini yitirdi. Yere kapaklandı. Dondurucu su darbeleri sırtına, beline ve kafasına indi. Kalkmaya çabalasa da, kasları ona itaat etmedi. Yanıyorlardı. Dışarısının soğukluğuna rağmen, vücudunun içi akıl almaz bir sıcaklıkla yanıyordu. Saatlerdir, aralıksız bir şekilde çalıştırdığı kaslarında enerji kalmamıştı. Oksijensizlikten fermentasyona başvurmuş olan doku, laktik asitle dolup taşmıştı. Depoladığı karbon kaynakları bittiği için, kendi kendisini sindirmeye başlamıştı.
"Devam etmekle eline ne geçecek? Neden bunu sürdürüyorsun? Bugünlük vazgeçmen ve yarın tekrar gelmen mantıklı değil mi?" diye sordu, Neus "Boşuna kendine yükleniyorsun. İlk günde bu şelaleyi fethedebilen kimse çıkmadı daha."
"Canım istemiyor," diye yanıtladı adam.
Dizini kendine çekerek, yere elinden geldiğince sağlam bastı. Tekrar dengesini kaybetmemeye çalışarak doğruldu. Soyulmuş ayakları kanıyor ve akan kızıl sıvı, suya karışıyordu. Elde etmediği fakat onun olan kaslı bedeni, ay ışığını yansıtıyordu. Dolgun göğüs kasları ve karnındaki altılı sıra sırılsıklamdı. Geniş omuzları ve hacimli kolları, harcadığı çabadan dolayı kızarmıştı.
"Bu kadar mı?" diye sorguladı, Neus "O kadar soruya vereceğin tek cevap, bu mu?"
"Evet."
"Belki de sandığım kadar çaresiz değilsin," diye yanıtlayan adam, sırıttı ve cebinden bir elma çıkararak ona fırlattı.
Bu sefer, daha nazik davranmıştı. Eiros'un yüzüne çarpmak yerine, kolayca yakalayabileceği bir şekilde yollanmıştı. Açlıkla havada kaptığı meyveye bakan adam, bir an, gözlerinin onu yanılttığını zannetti. Zira, elmanın rengi maviydi. Herhangi bir mavi de değil. Şu an, üstünde bulunduğu kayalıkla aynı tonda bir maviydi.
"Bu da ne?" diye sordu.
"Ağrılarına veya üşümene yardımcı olmaz fakat seni bir süre daha ayakta tutabilecek bir şey. Merak etme, yapay değil," diye yanıtladı adam ve ekledi "En azından belli koşullar altında yapay değil."
Ne ima ettiğini anlamasa da, elmadan bir ısırık aldı adam. Tadı, normal bir elmanınkine benziyordu. Hayır, sadece benzemiyordu. Bir elmanınkiyle aynıydı fakat sadece en şekerli olanlarınki gibi tatlıydı. Meyvenin içi, dışı ile aynı renkteydi. Isırıktan sonra, Eiros, vücudunda bir değişim ya da benzeri bir şey hissetmedi. Bir enerji patlaması ya da benzeri bir şey yaşamamıştı. Gerçi, böyle bir şey beklemiş olması, büyük ihtimalle, fantastik şeylerle zamanında çok fazla ilgilenmiş olmasındandı. Sonuçta, bir yiyeceğin kana karışarak etkisini göstermesi için, belli bir süre geçmesi gerekiyordu.
"Son bir şey daha var, Yıldırım," dedi, arkasını dönmüş ve gitmek için hareketlenmeye hazırlanan adam "Aradığın şey, gözlerinin önünde. Bakıyor ama göremiyorsun. Görmeye çalıştığın için, göremiyorsun."
"Ne demek..."
"Hoşçakal! Yiyeceğini de bir anda bitirme. Bir daha buraya gelmeyeceğim," diyen adam, hızla uzaklaştı.
Elindeki koçana bakan Eiros, yapabileceği başka bir şey kalmadığını bilerek, kızararak pembeleşmiş omuzlarını silkti ve koçanı da ağzına attı.
Ertesi sabah da, aradığı püf noktasını bulamamıştı. Bedeni bir yerden sonra yanmayı kesmiş ve hissizleşmişti. Aslında onun işine yarayabilecek olsa da, tepki zamanı iyice uzadığı için bir süre dinlenmeye karar verdi. Neus'un onu izlerken oturmuş olduğu alana çıktığında, bir kayanın, normal ve koyu gri bir tanesinin ardına gizlenmiş bir çuval elma buldu.
"Demek bütün o meyveler buradan geliyormuş," dedi kendi kendine "Bir şeylerin garip olduğunu biliyordum!"
Adamın elmaları nereden bulduğu hakkında aklında pek çok teori oluşmuştu. Uzay-zamanı bükerek, göründüğünden daha çok şey alabilen bir cep ya da ışınlanma gücü gibi uçuk şeyler düşündüğü bile olmuştu. Son aylarda yaşadıkları düşünülürse o kadar da uçuk sayılmazlardı belki. Oysa, kayanın ardına gizlenmiş bir çuval kadar basit bir şeydi gerçek. Ne büyüleyici bir yanı vardı ne de ortaya çıkan bir gizemin oluşturduğu değere sahipti.
"Benimle taşak mı geçiyorsun?" dedi ve sinirleri bozularak güldü.
Kahkahası arttı ve yankılanarak çevreye yayıldı. Eğlenmişti. Neus'un, kendisine has, oldukça acımasız bir espri anlayışı vardı.
"Bir dakika..."
Zihninin içinde bir şimşek çaktı. Acaba, adamın demek istediği şey bu olabilir miydi? Evet, kesinlikle buydu. Hatta başka bir anlamı olamazdı.
"Tabi ya..." diyerek, elmalara girişti.
Çuvaldaki meyveler üç renge sahipti. Yeşil, kırmızı ve mavi. İlk başta, Neus'un yediklerinin normal yeşil elmalar olduğunu zannetmiş olsa da, yanılmış olduğunu anladı. Bu üç rengin hepsi, kayalıklarla uyuşuyordu. Diğer iki rengi ellemeden, sadece mavileri yedi. Ne olduklarını bilmese de, adamın rastgele bir şekilde ona bu mavi elmalardan birisini yolladığını düşünmüyordu.
Mavi elmalardan, karnı doyana kadar yedi ve biraz dinlendikten sonra, öğlen vakti, tekrar mavi kayanın üstüne geçti. Güneş banyosu ve yiyecekten aldığı enerji sayesinde titremesi geçmişti. Ağrıları ve yanmaları azalmıştı azalmasına fakat hala canı yanıyordu. Bu konuda yapabileceği bir şey yoktu, sadece devam edebilirdi. Öyle de yaptı.
Neus'un öğretmiş olduğu esneme, gerinme, dayanıklılık vb. amaçlara sahip hareketleri yapmak için arada bir duraklamak ve kısa süreli dinlenmeler haricinde, bütün gününü Su Boksu yapmaya harcadı. Dinlenmeleri sırasında mavi elmalardan yemeyi de ihmal etmemişti. Susadığında, ağzını açması yetiyordu.
---
Üç kişi, evin dışındaki verandada oturmuş çene çalıyordu. Girişin iki yanındaki koltuklara dizilmişlerdi. Bir tarafta uzun patron Yugiera, diğerinde yeni ayağa kalkmış Engar ve yanında Kueti vardı. Çelik mavisi saçlı kadın, bir tanesi yere paralel kalacak şekilde, bacak bacak üstüne atmıştı. Sargılı ve askıda olan kolu, hareketsiz bir şekilde önünde sallanan Engar'ın, kalın kaşları çatılmıştı.
"Dediğini anlıyorum, kaptan ama sana katılmıyorum. Böyle bir şeyin olması imkansız," dedi ve ekledi "O takım, bu sezon şampiyon olamaz."
"He canım. Zaten aldıkları üç atak oyuncusu da yedekte durup bekleyecek," diye yanıtladı, istifini bozmayan kadın.
"Ugi sınırı olduğunu zannediyordum," dedi, konuşulan konuyla çok fazla alakası olmayan Kueti.
"Her oyuncu türüne göre değişiyor o. Hem federasyon sezon arasında sınırı değiştirmekten bahsediyor," diyen Engar, sağlam elini, uzun ve kumral saçlarının arasında gezdirerek onları geriye attı "Aldığınız o ataklar tamamen israf olacak."
"Yüzündeki o malca sırıtışı sil istersen," dedi, Yugiera "Sezon arasında alınan kararlar, sezon sonuna kadar yürürlüğe konmuyor."
Engar, bu tartışmayı kazanabilecek gibi durmuyordu. O da, taktik değiştirdi.
"Her neyse. Bir şampiyonluk da bari sizin olsun. Hepsini biz alacak değiliz ya," diye, göğsünü kabarttı "Köylü möylü, sizin de sevinmeniz gerekiyor sonuçta."
"Anlıyorum..." diyen Yugiera, bacağını indirerek dik bir pozisyona geçti "İkinci bir kez komaya girmek istiyorsun."
Bunu derken, bir elini diğerinin avuç içine vurmuş ve ardından parmaklarını kütletmişti. Ancak, Engar bu tehditle yılacağa benzemiyordu.
"Beni o Neus denen pısırıkla karıştırma," diye yanıtladı, gözleri alev alev.
İkisi de birbirine dik dik baktı bir kaç saniye. Oralı olmayan Kueti, etrafı seyretmeye devam etti. Kaptan ile Engar'ın kavgalarına alışmıştı artık.
"Nasıl belirleyelim?" diye sordu, gözlerinden, beklentiyle kendisini zar zor yerinde tuttuğu belli olan Engar.
"Yaralı birini dövecek havada değilim," diye yanıtladı, sadistçe sırıtan Yugiera "Şimdilik."
"Geri mi basıyorsun, kaptan?" diye alaylı bir şekilde sordu, Engar "Anlıyorum anlıyorum. Benim gibi birisiyle, kendi kaptanı bile, bir yerden sonra uğraşamaz. Sonunda vazgeçmiş olmanı anlıyorum."
"Uğraşılmaz birisi olduğun konusunda haklısın, velet," dedi Yugiera "Taş-kağıt-makas."
"Öyle olsun," diye, onu onayladı Engar.
Bu seferki kapışmaları, böyle olacaktı demek ki. Anlaşmazlıklarını, genellikle bu şekilde, o anki koşullarda yapabilecekleri bir yarışma yoluyla sonuca vardırırlardı. Çok nadiren, sadece diyalog yoluyla anlaştıkları olmuştu. Bunu en başta garipsemiş olan Kueti, zamanla alışmıştı.
İkili, oturdukları yerde doğrularak pozisyon aldı. Birbirlerine hala inatla bakıyorlardı. Başlamak için, karşıdakinin bir hareket yapmasını beklediler. İnsanüstü hıza ve algıya sahip bu iki kişi, rakibin herhangi bir açığını yakalamaya çalışıyordu; bir mimik, bir parmak seğirmesi veyahut benzeri bir şey. Düşmanın hangi hareketi yapmayı planladığını belli eden bir işaret.
En sonunda, Yugiera bir elini havaya kaldırdı. Başının tepesine kadar yükseltmişti. Engar da, onu taklit ederek elini kaldırdı.
"Taş!" diye bağıran kadın, onu hızla indirdi.
Aynı şekilde, kendi elini de indirdi Engar fakat onu bir acı dalgası karşıladı. Sağlam elini, sakat tarafındaki eline çok sert vurmuş ve hala iyileşmekte olan omzunu sarsmıştı.
"Kağıt!" diye, tekrar kaldırmış olduğu elini indirdi, Yugiera.
Bir yandan, şeytanice sırıtıyordu. Karemsi yüzüne yayılmış olan gülümseme korkutucuydu. Ancak, acısına ve şaşkınlığına rağmen, Engar geri basmadı. Elini tekrar indirdi ve omzundan bir acı dalgası daha yayıldı.
"Makas!" diyerek, son darbeyi indirdi ikili.
Eller, galibin kim olduğunu belirlemek üzere ortaya geldi.
"Ben kazandım," diye sevindi, Engar.
Makasa karşı taş gelmişti. Keskin nesneye karşılık, semsert ve kesilemez bir cisim.
"Bence asıl kazananın ben olduğumu rahatlıkla söyleyebiliriz," diye cevap verdi, gülen kadın "Yaran açılmış, gerizekalı".
Bir küfür savuran Engar, kadının haklı olduğunu fark etti. Acıyla sarsılan kararlılığını pekiştirmek için, her seferinde daha da sert hareket etmiş ve gereksiz bir şekilde kendisini yaralamıştı.
"Bu yüzden, asla benimle yarışacak bir seviyeye gelemeyeceksin," diye eğlendi, mavi saçlı kadın.
Böylece, kapanmış olan tartışma tekrar açıldı ve ikili, yine, birbirlerine laf sokma yarışna girdi. Geldiğinden beri kaç kez incelediği ormanı, tekrar incelemeye koyulan Kueti, bir çayın güzel gidebileceğini düşündü. Nasıl olsaydı acaba? Elinde pek çok çeşit bitki vardı. Bu saatte papatyalı gitmezdi fakat belki portakal ile karıştırabileceği bir... dikkatini, uzaklarda belirmiş bir şey çekince düşünceleri dağıldı. Bu şeyi tanıyordu.
"Kaptan..." dedi.
Hala tartışmakta olan kadın onu duymamıştı.
"Sandalyenin koltuktan daha iyi olduğunu iddia etmek aptallıktır!"
Kadının, söyledikleri arasında sonucu olan bu tek cümleyi yakaladı kız. Tartışmanın ne ara buraya gelmiş olduğunu anlayamayarak, bu sefer daha yüksek sesle, kendisini tekrarladı.
"Kaptan."
"Ne?!" diyen kadın, bakışlarını ona çevirdi.
"Döndü," diye yanıtladı, parmağıyla ormanın içerisinde bir yeri işaret eden kız.
Dediği yöne bakan Yugiera ve Engar, ilk başta bir şey göremediler. Keskin nişancı genç kadının görüşü, doğal bir sebepten ya da nişancılık geçmişinin getirdiği tecrübeden dolayı, onlarınkinden daha iyiydi. Ancak, bir kaç saniye sonra demek istediğini görmüşlerdi.
"Bu o mu cidden?" diye sordu, Engar "Hatırladığımdan daha..."
"Evet, o," dedi, Yugiera ve şaşkın bir tonda ekledi "Neus ona ne yaptırdı?"
Bir şey demeyen kız, izlemeye devam ediyordu. Bildiği Eiros'tan ( yoksa Yıldırım mı demeliydi, Neus öyle diyordu ona) çok daha farklıydı. Bir hafta içerisinde bu kadar değişmiş olabileceğine inanmak pek de kolay değildi.
"Neus'a haber verin," diye emretti, Yugiera.
"Buna gerek yok, Yugi," dedi, kapının önünde belirmiş olan Neus.
Kara çukurlara benzeyen gözlerine, iş üstündeyken beliren o canlılık ve ciddiyet oturmuştu.
"Ona ne oldu?" diye sordu, Kueti, adama.
"Ben de bunu merak ediyorum," diyen önlüklü adam, verandadan toprak alana çıktı.
Sakin fakat tedbirliydi. Başkası olsa bunu anlayamazdı fakat adamla yıllarını geçirmiş olan Yugiera, en azından bu kadarını biliyordu.
Çok hafifçe çiseleyen yağmur sayesinde, normalde olduğundan daha kuruydu bugün toprak. Adam, biraz ilerledikten sonra Eiros'u beklemeye koyuldu ve ellerini ağzının önünde birleştirerek seslendi.
"Elmaları sevdin mi?!"
Sesindeki alaycılığa rağmen, Yugiera, bir merak işareti sezmişti; Neus bile rahat değil, diye düşündü.
Bir cevap vermeden devam etti, genç adam. Yüzündeki ifadeden ne hissettiği anlaşılmıyordu. Bir süre sonra, Neus'un yanına geldi ve hiç duraksamadan ilerlemeye devam etti. Saçakların altında bekleşen üçlüye doğru yönelmişti. En sonunda, yanlarına vardı. Gözlerinde, normalde bir insanda olmaması gereken bir ifade vardı.
"Eiros," diye sordu, Kueti "İyi misin?"
Sözlerinde evham ya da endişe yoktu. Hayatta kalmaya çalışan birisinin içgüdüsel dikkati vardı; Yugiera, bu hisse kapılmıştı.
"Kendinde değil gibi. Neus, neler oluyor?" diye sordu, Yugiera "Bir şeyler yanlış."
Bunu sadece o hissetmiyordu. Diğerleri de, bu genç adamda bir şeylerin yanlış olduğunu fark etmişti. Kolu sakat olmasına rağmen Engar, geriye fırlayıp gardını aldı. Bıçakları yanında olmadığı için kendisine küfretti. Yugiera, gerilmiş ve atılmak için bekliyordu. Kueti'nin eli, belindeki tabancaya gitmişti.
Adam, ağzını açtı. Yugira, tekrar bir zümrüdi alev veya benzeri bir şey çıkmasını bekledi.
"Allah'ını seven bir ekmek versin."
Ardından, geriye düşerek, sırt üstü, tahta zemine yığıldı. Köşeli yüzü, bir haftadır tıraş olmamanın verdiği sık sakallara rağmen incelmişti. Hacimli vücudu gitmiş ve yerini daha ince bir tanesi almıştı. Hala kaslıydı kaslı olmasına. Kazandığı kütle, bir haftada yok olacak cinsten bir şey değildi fakat spor salonlarında kendisini şişirmiş birisine benzemesine neden olan hacim yok olmuştu.
"Kurumuş gitmiş," diye bir yorumda bulundu, başında dikilen Engar.
Yanına gelerek, çömelen Neus, cebinden bir elma çıkararak Eiros'a uzattı. Zar zor açtığı gözünün ucuyla bunu gören genç adam, sert bir şekilde adamın eline vurdu ve meyve fırlayıp gitti.
"Al onu, münasip bir yerine sok!" diye bağırarak söylendi "Elma elma elma. İçim dışım bitki oldu. Senin yüzünden hayatım boyunca bir daha elma yiyemeyeceğim. Hayır, sadece elma da değil. Bir daha meyve yiyemeyeceğim!"
"Sağlığı gayet yerinde göründü bana," dedi Engar "Onu taşıdığımda da bu kadar zayıf olsaydı keşke."
"Sen..." dedi, Eiros, onu tanıyarak.
Minnet ve hayranlık duyguları karıştı içinde.
"Bu mu şimdi?" diye sordu, Engar "Hayatımı bunun için mi tehlikeye attım?"
Bir yandan, yüzünde meraklı bir ifadeyle, Eiros'un kafasının yanını ayağıyla dürmüştü. Yerdeki bir böcekle oynar gibi bir tavrı vardı.
"Bana pek de öyle sıradışı gelmedi," diyerek, Neus'a döndü.
Onun sorusunu cevapsız bırakan Neus, Eiros'un kalkmasına yardımcı oldu ve onu içeri, salona götürerek koltuğa oturmasına yardımcı oldu. Diğerleri geride kalarak, onları yalnız bırakmıştı. Neus'un yalnız çalışmayı sevdiğini biliyorlardı. Mutfağa gittikten sonra, elinde büyük bir tepsi yemekle dönen adam, onu Eiros'un önüne koydu. Kıtlıktan çıkmışçasına, ki aslında bu benzetme yanlış sayılmazdı, yemeklere saldırdı, Eiros.
"Gücü hiç kullandın mı?" diye sordu, ciddi bir tonda, önlüklü adam.
Ağzına bir kızarmış tavuk tıkıştıran genç, cevap vermeye çalışsa da anlamsız kelimeler çıktı. Zorla yutkundu ve buzlu çaydan büyükçe bir yudum alarak, boğazını temizledi. Herhangi bir görgü kuralı ya da benzeri bir şey umurunda değildi o an.
"Hayır. İblis'in gücünü hiç kullanmadım," dedikten sonra tekrar yemeğe döndü.
"Neler yaşadın?" diye sordu, Neus.
Bir yandan yemek yerken, bir yandan -aralıklarla- konuşmaya devam etti, genç adam.
"Su Boksu -- bir süre sonra dediğini anladım -- bariz olanı görememek hakkındakini --" doğru düzgün bir cevap vermek için yemeğe arada verdi "İlk başta benimle dalga geçtiğini zannetmiştim. Daha doğrusu, özellikle beni uğraştırmak için şifreli konuştuğunu. Pek de haksız sayılmam, bilerek bana cevabı söylemedin ama bunun için seni suçlamıyorum. Kendim fark etmem gerekiyordu ki en sonunda anladım."
"Nasıl becerdin bunu?" diye bir soru yöneltti, kara gözlü adam.
"Bıraktığın çuvalı bulduğum sırada dank etti. Senin -itiraf etmesi biraz utanç verici ama- o elmaları hep fantastik bir şekilde ortaya çıkardığını düşünmüştüm. Basitçe bir çuvaldan geldiklerini öğrendiğimde neler hissettiğimi anlayabilirsin. Şaşırdım ve biraz da hayal kırıklığına uğradım. Sonuçta, böyle bir gizemin ardından bu kadar basit bir şey çıkmış olması hiç de tatmin edici değildi fakat düşününce, bunun aslında gerçeğin doğasına çok da uygun olduğunu fark ettim. Yani, hayat dediğin şeyde gerçekler basittir ama kişi, bazen bunları göremez çünkü istediği cevap orada yatmaz. Anlatabiliyor muyum? Antrenman da böyle bir şeydi. Püf noktası arayıp durdum ama sen, bana, bir püf noktası olmadığını söyleyip durdun. Haklıydın da. Bir mantık ya da zeka oyunu değildi bu sonuçta."
Lafına ara veren adam, buzlu çaydan bir yudum daha aldıktan sonra devam etti.
"Kısaca, renkli olan damlaları seçmek için tek ihtiyacım olan şeyin içgüdü olduğunu anladım. Onları bulabilmemi sağlayacak bir numaraya ya da öyle bir şey yoktu. Bir kestirme aradığım halde böyle bir şey yoktu. Zaten, beni böyle bir şeye sokmanın amacı da bu değil miydi?" diye, bir soruyla dediklerini tamamladı.
"Kısmen," diye yanıtladı, Neus "Fakat eksiklerin var."
"Nö gibi?" diye sordu, kızarmış bir ekmek somununu bölmeden ağzına sokarak bir ısırık alan Eiros.
"Hepsini açıklamayacağım, Yıldırım, kusura bakma ama bunu yapmak gibi bir amacım yok. En başından beri de olmadı fakat şunu söyleyebilirim; gerçek hakkında yaptığın genelleme eksik. Antrenmanın sırasında, kayaları inceledin mi?"
"Evet. Üç renkleri var; mavi, kırmızı, yeşil. Birbirleriyle kesiştikleri bölgelerde yeni renkler ve tonlar da ortaya çıkıyor."
"Doğru fakat sadece bu kadar mı?" diye sorguladı, adam.
Yemeyi bırakan Eiros, hafızasını zorlayarak düşündü ve gördükleri arasında, söylenmeye değer başka bir şey aradı. En sonunda, böyle bir şey bularak, tekrar konuştu.
"Üçünün de kesiştiği yerdeki renk beyazdı."
"Evet. Yalnız, böyle olmaması gerekiyor. Bir maddenin üstündeki bütün renkler birbirine karıştığında, ortaya beyaz değil siyah çıkmalı. Böyle bir şey, sadece ışıkta olur," dedi, kara gözlü adam ve devam etti "Aynı zamanda, mavi, yeşil ve kırmızı, görünür ışığın üç ana rengidir."
"Üstünde bulunduğum şeyin, bir madde değil de, ışık olduğunu mu söylüyorsun?" diye sordu, meraklanmış genç.
"Hayır hayır. Ne biri ne de diğeri. Ya da her ikisi. Aynı zamanda, eklemem gerekiyor, Yıldırım," dedi, Neus "O kayaların rengi, üstlerine düşen sudan dolayı oluşmuş bir şey değil."
"Değil mi?"
"Hayır, değil. O renklere sahipler çünkü içten gelen bir özellik sonucu öyleler. Yani, şelalenin renkleri sonucu sonradan boyanmamışlar," diye açıkladı, adam.
"Aynı renkli damlaların, aynı renkli kayaların üstüne düşmesi sadece bir tesadüf mü yani?" diye sordu, Eiros "Böyle bir şey imkansız."
"İmkansız değil. Tam tersine, doğada tesadüfler çok büyük bir rol oynar. Bunu unutmasan iyi olur," diye yanıtladı adam "Fakat bu sefer, yanılmıyorsun. Bu, bir tesadüf değil. Kayaların, maddenin yanı sıra, ışığın da özelliklerini sergilemesi sonucu, üstlerine düşen damlalardan bazıları kayaların rengine sahip oluyor. Başka bir deyişle, kayalardan yayılan renkli ışık, onlara düşen kimi su damlalarından yansıyor. Su, kayaların rengini değiştirmiyor. Kayalar, suyun rengini değiştiriyor."
"Düşününce... dediğin mantıklı geliyor ama bir şey kafama yatmıyor. Renkli damlacıkları yumrukladığımda etrafa saçıldılar ve içlerinden hiçbirisi rengini kaybetmedi," dedi, Eiros.
"Dikkatlisin," diye, onu övdü adam "Sana, o kayaların ne bir madde ne de bir ışık, ya da her ikisi olduğunu söylemiştim. Suya geçen ışık, içinde maddeleşiyor yani. Boyama gücüne sahip, duruma göre ışıma ya da emme ve yansıtma gücüne sahip bir şey düşünebiliyor musun?"
"Pek değil," diye itiraf etti, Eiros "Hayal etmesi çok zor."
"Aynen öyle!" dedi, Neus "Fakat yine de, bu bir gerçek. Kavraması ne kadar zor olursa olsun, var olan bir şey."
"Anladım. Yani ne her gerçek çok basit ne de her gerçek çok karmaşık," diye ona katıldı, genç adam "Sanırım gereğinden fazla genelleme yapıyorum."
Neus'un beklemiş olduğu gibi, belli şeyleri çok çabuk kavrayabilen birisiydi, Yıldırım.
"Orası sana kalmış bir şey," dedi, Neus ve gitmek için ayağa kalktı.
"Son bir sorum var," dedi genç adam.
Kara saçlı adam, ona döndü.
"Elmaların içinde ne vardı? Doğal olduklarını söylemiştin ama sana inanmıyorum. Bir hafta boyunca devam edebilmemin başka bir açıklaması yok," dedi, Eiros.
"Onlar mı?" diyen adam, güldü "Sadece rengi değişik elmalardı."
"Ne yani?" diye sordu, şaşırmış Eiros "Hiç bir katkı yok muydu?"
"Hayır," diyen adam, başka bir şey eklemeden uzaklaştı.
Eiros, afallamıştı. Bir hafta boyunca devam edebilmesinin tek sebebinin, o elmalardaki enerji verici bir madde ya da benzeri bir şey olduğunu düşünmüştü. Kendi azmi ve isteği sonucu bunu yapmış olabileceği aklına hiç gelmemişti.