Kısa ama can sıkıcı bir sessizliğin ardından Murat yeniden bir soru sordu “Ne yapmam gerek?” “Hangi konuda?” “Yani bütün bu olanlar… Resmi olarak?” “Şimdilik hiç. Belki bu akşam ve belki bir iki gün daha evin yerine başka bir yerde, ne bileyim otelde veya bir arkadaşında kalman daha daha uygun olur gibi. Mahallenin tek sakini olarak evine girdiğin anda medyanın tüm ilgisi senin üzerine yoğunlaşacak. Basın şimdilik bu tip detaylar haberdar değil. Ve inan bana medya sorguları polis sorgularından daha acımazsızdır.” Sonra Murat’a kartvizitini uzattı. “Aklına şimdi hatırlayamadığın başka ayrıntılar gelirse diye telefon numaramı sana veriyorum. Şahsi numaram; önemsiz görünse bile ve saat kaç olursa olsun arayabilirsin. Ara! Altını özellikle bir kere daha çizme gereği hissediyorum; detayların önem sıralamasını bize bırak. Çoğu vakada çözüm inanamayacağın kadar basit görünümlü ayrıntılar sayesinde gelir. Senin iletişim bilgilerin bizde. Daha ayrıntılı bir ifadene ihtiyacımız olursa veya seni ilgilendiren bir gelişme, ararız. Başka bir sorun veya sıkıntı var mı?” Murat basit bir “Hayır” deyip, izin istedikten sonra, yüzünde düşünceli bir ifadeyle minibüsten indi.
Soruşturmayı yöneten amiri uzaktan gözaltında tutmayı akıl eden uyanık muhabirlerden biri, Murat’ı amirin minibüsünden çıkarken görünce, peşinde bir kameramanla ona doğru hamle yaptı ancak Murat, muhabiri erken fark etti. Koşar adım, yakında park halinde olan arabasına ilerledi. Muhabir yetiştiğinde Murat arabasının kontağını çoktan çevirmişti bile. Muhabirin “Polis ifadenizi neden aldı?” sorusuna cevap olarak, hafif aralık duran araç camını tamamen kapattı ve bir iki keskin manevranın ardından, evini pas geçerek, geliş istikametinin aksine doğru ilerlemeye başladı… Beş dakika sonra bütün o çılgınlıktan tamamen kopmuş, etrafı ağaçlarla kaplı sakin bir yolda, kabul edilebilir bir hızla Üsküdar’a doğru ilerliyordu. Bu gece otelde kalacaktı.
***
İlk gece neredeyse hiç uyuyamadı. Bütün gece olayı haber bültenlerinden ve internetten takip etti. Medyanın, konuyla ilgili olarak kendisinden daha az bilgisi vardı. Sadece Zerzevatçı köyü yakınlarında, metruk bir binada çok sayıda faili meçhul ceset bulunduğu bilgisine sahiptiler. Kalan bilgilerse dedikodudan ibaretti. Hulusu Amir, kendisiyle paylaştığı bilgilerin yarısı kadarının bile medya mensuplarına ulaşmasını büyük bir maharetle engellemişti. Bunu takdir etti. Kendisininse Hulusu amirin güvenini boşa çıkarma gibi bir niyeti yoktu. Hulusu gerçekten de insan sarrafıydı. İşbirliği taktiği işe yaramış, Murat; neredeyse kendini polis amirine minnet duyar halde bulmuştu…
Sonraki birkaç gün, kafası sonsuz sorularla dolu olsa da işe gidip gelmiş, rutin görevlerini yerine getirmekte herhangi bir zaaf göstermemişti. Bir reklam sanat yönetmeni olarak, her zamanki titizlik ve kalitesiyle tasarımlarını yapmış, birkaç sunum toplantısına katılmış, ajansın geniş balkonunda kahve ve sigara içerken iş arkadaşlarıyla gündelik olaylar hakkında her zamanki sohbetlerini etmişti. Bu sohbetler sırasında daha birkaç gün önce ne gibi bir felaket sahnesinin içine düştüğünden yahut artık işyerinden birkaç sokak ötede üç yıldızlı bir otel odasında kalmaya başladığından kimseye söz etmemişti. Akşamları her iş çıkışı yaptıkları gibi kadınlı-erkekli küçük bir grup olarak, Elmadağ’daki o kafeye gidip, hafif bir akşam yemeği eşliğinde işyerinde olup bitenlerin dedikodusunu yaptıktan sonra -Reklam ajanslarında dedikodu bitmezdi- Taksim’e geçip, “light” biralarını yudumlamışlardı. Günlük rutinleriydi bu ve çok önemli bir olay olmadıkça değişmezdi pek. İstisnai olarak bazı akşamlar, büyük bir kampanya üzerinde çalışırlarken mesela; neredeyse üç dört gün ajanstan hiç çıkmadan çalışarak sabahladıkları olurdu. Rutini bu gibi şeyler bozardı ancak.
Her ne kadar günlük rutinlerini, göze çarpacak derecede ciddi bir aksama veya değişiklik olmadan uygulamaya devam ediyor olsa da aslında zihninin bir yanı sürekli Abdülbaki Efendi konağında yaşananlarla meşguldü. Sanki her geçen yeni gün hatta saatle birlikte bu tuhaf olay, giderek zihninin daha büyük bir kısmını işgal eder olmuştu. İnsan, hayatında kendini her gün bir kitle katliamının ortasında bulmuyordu nihayetinde. Hulusi’nin tahminleri yerindeyse bu olay neredeyse seri cinayet olmaktan çıkıp, kitle katliamı boyutlarına ulaşmıştı. Belki tam da bu yüzden kendini biraz şanslı da hissetmiyor değildi. Doksan, yüz senedir hatta belki de daha uzun süreden beridir peyderpey cinayetlerin işlendiği bir bölgede, birkaç hafta da olsa yaşamış, en azından olayın açığa çıkmasında bir rolü olmuştu. Büyük bir olaydı bu. Basının anladığı manada büyük değil ama. Gazeteciler büyüklükten sansasyonelliği anlarlardı sadece. Koparabilecekleri yaygaraya bakarlardı. Başka bir açıdan büyüktü bu olay… Sıradan bir insanın hayatında neler vardı mesela?.. Doğar, büyür ve ölürdük kabaca ama bütün bu süreçte kaçımız bu hayatta gerçekten dikkate değer bir fark yaratarak yahut bu türden bir şeylere tanıklık ederek tamamlayabilirdik yaşantımızı… İnsanoğlunun en büyük kusuru gereğinden fazla kibirli olmasıydı ve kendisine gerekli olan kibir miktarı ise yaklaşık olarak sıfırdı. Kibir, insanın evrendeki gerçek konumunu anlamasını engelleyen bir akıl perdesiydi sadece. O kadar kibirliydi ki insan; her boyutta; aklının alamayacağı genişlikte evrenler yaratan bir tanrının, o evrenlerin merkezine kendini yani insanı koyduğuna hiç sorgulamadan inanırdı. Yıldızlar arası çarpışmaları, galaksileri yutan kara delikleri, boyutlar ve zamanlar arasındaki bariyerleri sarsacak güçteki patlamaları yaratan tanrı, koca evrende toz zerresi kadar bile etkisi olmayan bir kaya parçası üzerinde, adına yaşam dedikleri bir var oluş biçimiyle mevcudiyetini sürdüren minicik bir türün hizmetine vermişti bütün bunları güya. Peki bu mikroskobik türün, bütün bu evrensel olaylar üzerindeki etkisi yahut yetkisi ne kadardı? Hiç! Daha kendi minik gezegenleri üzerindeki basit hava olaylarını bile kontrol edemiyorlardı. Bırak kontrolü, yarın havanın nasıl olacağını sorsan söyleyemezlerdi. Ama yine de bütün bunların kendileri şerefine ve sırf kendilerine hizmet için yaratılmış olduğunu düşünmekte beis görmüyorlardı.
Bunun karşılığında günlük hayatları nasıldı peki? Sabahın köründe, sevmedikleri işlerine gidebilmek için sıcak yataklarından güçbela kalkıp, temelde hayvan nakliye konteynerlerinden daha konforlu hiçbir şart sunmayan toplu taşıma araçlarında yolculuk ederek, sekiz saatlik mahkumiyetlerine yetişmek için götlerini yırtıyorlardı. Oysa haberlerde, misal; bir ülkenin, işgal ettiği başka bir memleketin esir vatandaşlarını benzer şekilde; ayakta, üst üste, sıkış tıkış halde çalışma kamplarına naklettiğini görseler, itirazları dünyayı yıkardı. Onlardan tek farkları kendi prangalarının görünmez oluşuyken hem de…
Bu şekilde bir hayat yaşamaya değmezdi ama çoğu insanda intihar edecek göt yoktu. Murat’da da yoktu. İşte bu yüzden bir intihar haberi duyduğunda diğer insanların aksine; yazıklanmak yerine, içinden tebrik ederdi o adamı. Bütün yaşamsal içgüdüleri aksini haykırdığı halde, sırf bilinci ve iradesinin gücüyle; kendi anlamsız ve etkisiz hayatına son verme dürüstlüğü ve cesaretini gösterebildiği için. Kendi hayatını da diğer çoğu hayat gibi etkisiz ve anlamsız bulmakla birlikte Murat hiç intihar etmeyi düşünmemişti. Bunun sebebinin kendisinde o cesaretin olmadığını bilmesiydi elbette. Ayrıca yaşamın basit zevklerinden keyif alıyordu hala. Seks, içki, papatyaların vasat kır kokusu, dalga sesleri… Bunlarda alabiliyorken henüz, alabildiği kadar zevk almaya çalışmaya karar vermişti bir dönem; intihar üzerine düşünürken. Ve bu kararına sadıktı hala.
Bununla beraber, hayatın çoğunlukla bir rutinler silsilesinden oluşuyor oluşu, canını sıklıkla sıkmıyor değildi. İşte bu yüzden; içinde istemsiz de olsa bir rol oynadığı bu toplu mezar/yamyamlık olayına ilgi duyuyor ve kıyısından köşesinden de olsa bulaştığı için kendini az da olsa şanslı sayıyordu. Şanslı hissetmek belki biraz duyarsız bir duyguydu, doğru. Sonuçta insanlar ölmüştü. Çok sayıda. Hem de oldukça vahşi şekilde; yenilerek. Diri diri mi yenildiler yoksa öldürüldükten sonra mı yenildiler bunu polis de bilmiyordu. Henüz. Belki adli tıp incelemesi sonuç vermiş ve polis öğrenmişti artık ama kendisinin hala en ufak bir fikri bile yoktu. Onca insan, bir bir ortadan kalkmış ve neredeyse yüz yıldır kimse bu insanların nereye kaybolduğunu anlayamamıştı. Kim bilir kaç kişi, kaç aile; sevdiklerinin, yakınlarının, ciğerparelerinin senelerce peşine düşmüş, bulamayınca; bir gün belki tesadüfen de olsa karşılaşırız ümidiyle, şehrin sokaklarını arşınlamıştı umutsuzca. Yüzünü görmeksizin arkasında yürüdüğü herkesin ardından “Belki de bu odur” diye çaresizce bakakalmak ne büyük bir azaptı kim bilir…
Zihnini kemiren sorular bunlardan ibaret değildi sadece… Komşusu sandığı o ihtiyar gerçekte kimdi mesela? Fail yahut faillerin biri mi yoksa kendisi gibi tesadüfen olaylarla ilişiği kurulan tamamen masum biri miydi? Fail ya da faillerle bir şekilde işbirliği içinde olmasa niye komşusu gibi davranıp, onu teskin etmek üzere yalan yanlış bilgiler versindi ki?… Asıl soruysa şuydu; bu adamlar, o kadar kurbanı nereden, hangi yollarla edinmişlerdi de kimsenin dikkatini çekmemişti bu durum? Bu kadar uzun süre dikkat çekmeden bu işi yapabilmiş olmaları büyük şanstı doğrusu. Yahut büyük uzmanlık! Kendisinin de o kurbanlardan biri olmayacağı ne malumdu? Kıl payı kurtulmuştu belki hazin bir akıbetten. Hatta orada bir müddet daha -etliye sütlüye karışmadan ama- yaşamaya devam etse, kendisi de sessizce ortadan kaldırılacaktı kuvvetle muhtemel… Bu son düşünce geç gelmişti aklına ama gelince tam bir şok etkisi yaratmıştı zihninde. Ne kadar büyük bir tehlikenin eşiğinden döndüğünü daha yeni yeni anlıyordu.