Bölüm 1 = Geri Dönüş
Düşman bu kez sinsice yaklaşıyordu. Rakibini ezmek için en ufak bir fırsatı kaçırmamalıydı. Hor görülmüştü. Dışlanmıştı. Yıllarca acısını sineye çekip devam etmişti sessiz yaşamına. Ama bu kadar. Vakit gelmişti. Vakit, yapılanları hesaba çekme vaktiydi. İntikam vakti. Kan kokusu geliyordu burnuna. Buram buram kan kokusu. Vahşet bekliyordu düşmanını. Sahne hazırdı bile: ezilmiş, boğulmuş, doğranmış cesetler. Sessiz, kimsesiz bir yer. Çürümüşlüğün o ağır kokusu. Ölüm vardı. Her yerde ölüm.
Bunu yapacaktı.
Kafasına koyduğunu yapardı.
xxx
Küçük çocuk koşarak geliyordu. Bir yandan da hüngür hüngür ağlıyordu. Koştu, koştu, koştu… Sonunda yoruldu ve olduğu yere oturuverdi. Küçücüktü, kafası karışmıştı ve korkuyordu.
“Ne oldu küçük?”
Sesin sahibine bakmak için kafasını kaldırdı. Bu sarayın kapsında bekleyen muhafızlardan biriydi. Koşarken saraya gelmiş olmalıydı.
“Annem… Sanırım annem öldü…”
Gürültülü bir ses yankılandı. Metalin metala çarpma sesi. Sonra bir kapının gıcırtılı açılışı duyuldu ve bir siluet onlara doğru yöneldi.
“Ne oluyor muhafız? Bu çocuk neden ağlıyor?”
“Sanırım annesi ölmüş efendim.”
“Oh… Baban yok mu küçük?”
“Hayır, majesteleri. Hiç kimsem kalmadı. Karanlık Dönem’deyken hepsi öldü.”
“Öyleyse enimle gel”
Kraliçe çocuğu kucağına aldı ve içeri yöneldi
xxx
Prenses etrafa sevgiyle bakıyordu.
Pazar vardı o gün. Prenses de pazarı geziyordu. Bir tezgah gözüne ilişti. Rengarenk meyveler satan bir çocuğun tezgahı. Çocuk tezgahın arkasında yerde oturuyordu. Prenses birkaç elma aldı eline. Bizim dünyamızın aksine, olgun ve hormonsuzdular. Prenses bu dünyayı kurtardığına bir kez daha memnun oldu.
“Affedersin, bunlara kaç para ödemem gerekiyor?”
Çocuk, kirli ve yırtık giysiler giymişti. Kahverengi saçları yağ içindeydi. Mavi gözleri ise hüzünle süzüyordu dünyayı. Çocuk başını kaldırıp Prenses’e baktı.
Almira uzun etekli, fırfırlı, göz kamaştıran pembe bir elbise giymişti. Siyah saçları özene bezene taranmıştı ve parıl parıl parlıyordu. Başına taktığı minik taç, onun kim olduğunu gayet güzel açıklıyordu. Gözleri… Gözleri mutluydu. Annesini bulmuştu yıllar sonra, bu halkı o kurtarmıştı Karanlık Dönem’inden. O Kraliçe’nin kızıydı, O Galeçya’ydı. Oysaki bir kusuru vardı muhteşem Galeçya’nın: O, Evrenlerin Geçiti’ydi. Halkının üzüntüsü, onun üzüntüsü demekti.
“Baban nerede?”
“Benim ne bir babam, ne de ailem var. Hepsi öldü. Karanlık Dönem’de. Bu meyveleri ben yetiştirdim. Şimdi de satıyorum.” Çocuk yüzüne tatlı bir gülümseme kondurdu. “Siz bizi kurtardınız, Galeçya, sizin sayenizde yaşıyoruz. Lütfen bu meyveleri size hediye etmeme izin verin.”
Almira çocuğun gözlerinin içine baktı.
“Hayır, majesteleri. Bir kahramandan para alamam. Yardım etmeye de çalışmayın, kendim ayakta durmalıyım. İnsan kanına hakaret ettirmemeli.”
Almira düşüncelere daldı.
xxx
“Ülkenin tam ortasındayım ben. Ölçün, biçin, ben olacağım merkezde. Yıllaaar, yıllar önce, dedelerinizin dedelerinin, dedelerinin dedeleri doğduğu zamanlar, Paketsi henüz yeni kurulmuş ve çok, çok gençken, Yıldızların Başkanı kendi elleriyle dikti beni buraya. Yanımdan dupduru bir nehir akıyordu. Nehirde her renk, her çeşit balık yüzüyordu. Ben, küçücük köklerimi nehire uzatıp ondan bolca su ve mineral alıyordum. Tadına diyecek yoktu, doğrusu.
Zamanla çevrem kentleşmeye başladı. Önce, o koskocaman sarayı yaptılar yanı başıma. Yıllar boyunca, krallar ve kraliçeler, prensler ve prensesler o saraydan baktılar bana. Başka başka binalar da yapıldı zamanla. Evler yapıp, dükkanlar açtı bu mutlu ülkenin küçük insanı. Küçücük çocuklar büyüttüm gölgemde ben. Nice insanlar oldu ki, gölgemde doğup, gölgemde öldüler.
Ben de büyüdüm. Dallarım gökyüzüne yükseldi zamanla. Her gün, yukarıdan gülümseyen güneşe karşı korudum küçük insanlarımı. Bana salıncaklar kurdular.. Meyvelerimi yediler, besledim onları.
Günün birinde, öyle bir şey oldu ki, tüm yaşam durdu etrafımda. Küçük insanlar evlerine kapandılar. Dükkanlar açılmıyordu artık. Yapayalnız kalıvermiştim. Nehir kurumuştu. Tüm balıklar ölmüştü. Toprakta bir damla su bulamıyordum. Meyve veremedim, ki zaten besleyecek çocuk kalmamıştı gölgemde. Yapraklarım tek tek kuruyup döküldüler toprağa…
Hayat bitmişti.
Gelmiş geçmiş en büyük Kraliçe, Kraliçelerin Kraliçesi kaybolmuştu.
Onunla birlikte hayat da.
Ama esrarengiz bir şekilde ölemiyordum. Bir şey.. Uzak, ama aslında çok yakın bir şey beni sıkı sıkı bağlıyordu hayata. Asla ölemedim. O bir umuttu, hayat oydu, biliyordum, o gelince geri dönecekti hayat. Susuzluktan dilim damağım kurumuştu, çok yorulmuştu, ama ölmedim. Bir umutla bekledim ben de, herkes gibi onu.
Yıllarca bir efsane süregelmiştir Pakesti’de. Bir gün, çok kötü bir şey olacaktı. Kimse bilmezdi ne olduğunu. Kötülük kaplayacaktı ülkemizin üzerini ve kara bulutlar güneşi göstermeyecekti bizlere. Yaşam hemen hemen tükenecekti. Yiyecek ekmek bulamayacaktık. Aç kalacaktık. Çoğumuz ölecekti, delirecekti. “Ama umut, en iyi ilaçtır kötülüğe” demişti Tina.
Onu dinledik.
Bir umut bekledik yıllarca.
Ve o, umutlarımızı boşa çıkarmadı. Bize döndü.
Galeçya, Pakesti’deydi yıllar sonra.
Kara bulutlar dağıldı gökyüzünden o gelince, nehir yine akaya başladı ve balıklar yeniden renklendi. Yaprakların doluştu yeniden dallarıma, kelebekler ve kuşlar hiç eksik olmadı bir daha üzerimden. Yeniden meyve verdim. Ve küçük çocuklar yeniden yedi onları, beslendiler ve büyüdüler.
Hayat geri dönmüştü.
En güzeli de hayatla birlikte Kraliçe. Ama bu kez yalnız değildi. Yanda kızı, Prenses Almira, namı-diğer Galeçya vardı.
Ve anladık ki o bizdi. Bizden biriydi ve Geçit’ti.