1.Bölüm: Genç Ermiş
Hessel fazla katı yürekliydi. Sahip olduğu topraklara, emrindeki yüzbinlerce adama ve hükmettiği, sayısı artık milyonları bulan halka sahip olmasındaki yegane etken de, işte bu katı yürekliliği olmuştu. Sevdiği kadını bu yüzden kaybedecek, bu yüzden sevilmeyen adam olacaktı. O ve ondan sonraki krallar, Hessel'in tanrılardan habersiz parlattığı yıldızın kurbanı olup birer birer hırslarına yenik düşecek ve sönmesi icap eden yıldız, parlaklığına parlaklık katarak daha da güçlenecekti uçsuz bucaksız evrende...
Zaman, tanrıların zamanıydı. Dünya üzerinde cismen vücud bulmasalar da, insanların kalplerinde varlıkları her zaman hissedilirdi. Nerede ve hangi boyutta oldukları asla bilinemeyen tanrılar, insanoğlunun kaderini etkilemekle görevlendirilmişlerdi. İnsanların hayatlarının her alanına karışmazlardı. Lakin harp, kan davası gibi büyük yıkımları beraberinde getiren olaylar vuku bulabilecekse, işte o zaman hayatın akışına müdahale eder ve barışı sağlarlardı. Onların amacı sadece ve sadece dünyadaki nizamı devam ettirmekti ve başarıyorlardı da.
Doğan her yeni şey için gökte yeni bir yıldız cismolurdu bir anda. İnsanların yıldızlarının parlaklıkları, hayattayken yapıp ettiklerinin büyüklüğüne göre ya daha da parlar, diğer yıldızları gölgede bırakır; ya da küçüldükçe küçülür ve sonunda ışığını kaybederdi...
Hessel doğduğunda yıldızı gökyüzünde öyle bir parlamıştı ki, gece olmasına rağmen bir an için gündüzün geri geldiğini sanmıştı insanlar. Ebeveyni günlerce şenlik vermişti yurtlarında. " Büyük bir gurur olacak oğlum bu uçsuz bucaksız Melaik (Dünya) yurdu için" diyordu babası Zennan. Aslında Zennan kibirli biri değildi hiç bir zaman. Hatta alçak gönüllü bile sayılabilirdi. Melaik'teki insanlar ona hürmet ederler, onu severlerdi. Fakat yıllardır tanrılardan istediği erkek çocuk ona bahşedilince, sevinci bir anda köpüren deniz gibi köpürdükçe köpürdü ve bu sebeptendir ki tanrılar onun söylediği bu kibirli sözlere müsamaha gösterdi. Fakat tam o sırada, gökte kimsenin göremediği küçük bir yıldız parlamıştı. Işığı o kadar cılızdı ki, diğer bütün yıldızlar sönse yine de belli belirsiz görünürdü kapkaranlık gökyüzünde. Ve o küçücük yıldız, yıllar boyunca varlığını tanrılardan gizli sürdürdü evrende.
Yıllar zamanı bile şaşırtacak büyük bir hızla ilerlerken, Hessel de herkesi şaşırtacak bir hızla büyüyordu. Babasının tam istediği gibi bir evlattı o. Zennan bununla gurur duyardı fakat oğlunun şımarmaması için pek dile getirmezdi bu gururunu. Lakin zamanla gururu içinde büyümeye başlamıştı. Öyle ki çoğu vakitler kendini oğlunun yaptığı cesurca işleri ballandırarak anlatırken buluyordu. “Sizinkini bilmem ama benim Hessel’im ormandayken hayvanlar ondan öyle bir ürküp kaçar ki, bütün yaratıklar heyecanla bir başka diyara göç ediyor sanırsınız.” “ Benim Hessel’im gibi avlanan başka biri var mıdır bu Melaik’te? Sanmıyorum. Sinsice yaklaştı mı hiçbir hayvan duyamaz onu vücuduna saplanan ok fırlatılana kadar. Aslan avına çıkan var mı bu topraklarda Hessel’imden başka ? Onu da sanmıyorum”.
Zennan bu kibirli sözlerini söylerken, yıllar önce ortaya çıkan yıldız da büyümeye başladı aynen Zennan’ın içinde büyüyen kibir gibi. Zira artık dikkatli bakılınca görülebiliyordu o yıldız diğerlerinin yanında. Ve tanrılar bunu farkettiklerinde iş işten geçmiş olacaktı. Çünkü artık yıldız, diğerlerine de tesir etmeye başlamıştı. İlk başta da Hessel’e…
Brethol geyiğin otuz metre kadar arkasındaydı. Küçük bir çalılığın ardına gizlenmiş ve yayını germişti. Yayını gererken çıkan gıcırtı sesini duyan geyik aniden kafasını havaya dikti. Kulaklarını sesin geldiği yöne doğru çevirmişti. Brethol nefesini tuttu ve öylece bekledi. Yapacağı en küçük ses, geyiğin bir şeylerden ciddi anlamda işkillenmesine, belki de onu farketmesine neden olacaktı ve avını kaçıracaktı. Sabırla geyiğin başını tekrar eğip otlanmasını bekledi. Çok yavaş nefes alıp veriyor ve yerinden kıpırdamamaya çalışıyordu. Sonunda geyik hiçbir tehlikenin olmadığına kanaat getirip otlanmaya devam etti. “Nihayet.” Diye iç geçirdi Brethol. Yayını kaldığı yerden biraz daha gerdi. Çünkü bu mesafeden okunu yayının şu anki gerginliğiyle atarsa hedefini bulmasının çok zor olduğunu düşünüyordu. Fakat o melun gıcırtı tekrar çıkınca geyik bu sefer kafasını kaldırır kaldırmaz Brethol’un sadağını görmüştü ve hemen ordan uzaklaştı. “Hettay!” (kahretsin) diye bağırdı Brethol. “Cis pelor si menna mel in cünedan!” (Bu lanet yaydan nefret ediyorum!)
“Sen ermişlerin dilini nicedir bilirsin kardeşim?” Brethol yayını yere fırlatmış bağırırken, arkasından Hessel’in bunları alaycı bir ses tonuyla söylediğini duydu. Yüksekçe bir ağacın dalına oturmuş kendi yayını eliyle geriyor, gevşetiyor, bir takım ayarlamalar yapıyordu. Brethol ona döndü ve bir an şaşkın baktıktan sonra gülümsedi. Hessel de gülerek karşılık verdi. “Donah mel in cinor.” (Cevap bekliyorum.) diye ısrar etti ermiş dilinde sırıtarak. Brethol de merak ediyordu şimdi Hessel’in bu dili nereden öğrendiğini. “Peki sen? Sen nicedir biliyorsun kardeşim?” diye soruya soruyla cevap verdi.
“Bu soruyu sana önce ben sordum. Kardeş.” Sırıtarması yüzünden silinmiyordu Hessel’in. Konduğu daldan çevik bir hareketle aşağı indi ve ağır adımlarla kafasını kaşıyarak Brethol’un yanına yürüdü. “Tamam.” Dedi Brethol. “Ermişlerin yanında büyüdüm. Ama sen de konuşabildiğine göre sen de onların yanında büyümüş olmalısın.” Sonra bir an bekledi. Yüzündeki gülümseme yerini hayrete bıraktı. Hessel ise ona eskisinden daha da cıvık bir şekilde sırıtıyordu. “Sen ermişlerin yanında büyümedin. Sen benim akranımsın ve orda olsaydın seni kesinlikle görürdüm. İnanamıyorum! Sen… Sen Doğuştan Ermiş’sin! Sen bir Ceber’sin!” Brethol gerçekten inanamıyordu. Bunca yıldır beraber olduğu, kardeşi gibi gördüğü dostu Hessel bir Ceber’di öyle mi?
“Neden bana söylemedin? Senin en iyi dostun değil miyim?” Sesinde bir kırgınlık vardı Brethol’un. Hessel’se hala sırıtıyordu ve bu Brethol’un sinirlerini bozmaya başlamıştı.
“Ah kardeşim! Bunu ne zaman öğrendim sence?” dedi Hessel. Biraz daha ciddileşmiş gibiydi. Brethol bir şey söylemedi. Öylece en yakın arkadaşına bakıyordu.
“Dün bir rüya gördüm.” Dedi Hessel. Uzun bir nefes aldı ve devam etti. “Rüyamda bir dağın zirvesindeydim. Sayısını hatırlamadığım kadar çok şimşek çakmıştı. Yağmur yüzüme vuruyordu. Sonra gökteki kara bulutların ortasında bir delik açıldı. Gün ışığı süzülmüştü içinden. Sonra oradan bir kuş geldi bana doğru. Bembeyaz ve kocaman bir kuş. Kanatlarını açınca bak şu upuzun ağaç kadar oluyordu genişliği.” Az önce üzerinden indiği ağacı gösterdi ona. “Dağın zirvesine kondu ve ilk kez duyduğum bir dilde bana bir şeyler söyledi. Nasıl oldu bilmiyorum ama dediklerinin her bir kelimesini anladım. Sonra onun üzerine bindim ve beni o delikten içeriye, yukarı götürdü. Tam o sırada uyandım ve haykırarak söylediğim ilk şey ‘Füs fe in Ceber!’ oldu.”
“Ben bir Ceber’im.” Diye fısıldadı Brethol. Suratı hala şaşkınlığın esareti altındaydı. “Evet.” Diye onayladı Hessel. “Ve bu konuda kesinlikle yardım almam gerekiyor çünkü ne yapmam gerektiğini hiç bilmiyorum.” Diye dert yandı Brethol’e. Brethol’un şaşkınlığı bir nebze olsun geçmişti ve bu andan itibaren ne olacağını o da bilmiyordu. “ Gel. Seni ermişlerin diyarına götüreyim kardeşim. Onlar ne yapılacağını kesinlikle bilirler. Uzun bir zaman yürümemiz gerekecek ama hancı Nedor’un atlarından iki tanesini izinsiz ödünç alırsak buna o kadar da gerek kalacağını sanmıyorum.” Dedi yaramaz bir çocuk edasıyla.
“Tamam kardeşim dediğin gibi olsun bakalım. Ermişlerin diyarını merak ederdim ne vakittir.” Sonra bir an durdu. “Ama önce sana geyik avlama konusunda küçük bir ders vermem gerekecek. Seni izledim de, gerçekten tam bir çaylaktın.” Dedi gülerek. Brethol ona şöyle bir baktı. “Gerçekten komiksin kardeşim. Ama eğer benim yayımla o geyiği avlarsan seni sırtımda taşıyarak Nedor’un hanına kadar götüreceğim. Yok eğer vuramazsan sen beni taşıyacaksın tamam mı?” Dedi. Hessel gülümseyerek bu anlaşmayı onayladı ve ekledi “Eğer eşek gibi anırmak da olursa kabul.” Brethol bunu kabul etmekte biraz zorlansa da Hessel’in ona bakıp “Korktuysan girmeyelim iddiaya kardeşim.” Demesi üzerine kabul etti.
***
“AA İİ!” diye anırıyordu Brethol hana giden yolda.Üzerindeyse Hessel büyük bir keyifle şarkılar söylüyordu. “O yayla nasıl vurdu geyiği anlamadım. Gıcırtısını yüz fersah ilerdeki hayvanlar bile duyardı onun.” Diye geçiriyordu içinden Brethol. Ama olan olmuştu artık. Hana kadar taşıyacaktı Hessel’i.
Nihayet hana vardılar. Gündüz olduğu için çok dikkatli olmaları gerekiyordu. Ama hiç de umdukları kadar tehlikeli değildi atları aşırmak. Önce harayı uzaktan gözlediler. İçerde kimsenin olmadığından emin olduktan sonra usta birer hırsız gibi haraya süzüldüler. İçeri girip iki at beğendiler kendilerine ve sonra kapılarını açıp, iplerini çözüp hızla uzaklaştılar haradan. Brethol bağırıyordu “Bu neydi böyle? Hiç heyecanlı değildi. Değil mi usta?” Rüzgardan saçları uçuşuyordu arkasında. “Evet kardeşim. Ama gideceğimiz yere gidene kadar bir sürü heyecan yaşayacağımızı seziyorum.” Diye cevap verdi Hessel.
Atlarıyla çokça gittikten sonra durup dinlenmeye karar verdiler. Havaya akşamın habercisi bir kızıllık hakimdi. Su kenarında durdular. “Ne kadar var Brethol?” dedi büyük bir yorgunlukla Hessel. Bitkindi. “Bu geceyi burda geçirdik mi, sabah da şafak sökmeden yola koyulduk mu, yarın kuşluk vaktinde oradayız.” Diye cevap verdi Brethol. “İyi o zaman biraz kestirmenin kimseye zararı dokunmaz heralde. Ben yatıp şekerlememi yaparken sen de o eşsiz yeteneklerinle bize bir geyik yakalarsın değil mi üstad?” diye dalga geçti Hessel bulduğu ilk ağacın dibine uzanarak. Ama yatıp şekerleme yapma konusunda dalga geçmiş gibi gözükmüyordu hiç çünkü çoktan horlamaya başlamıştı bile.
“Uyumadığını biliyorum Hessel kalk yardım et bana. Yoksa ikimizde yarına kadar bir şey yiyemeyeceğiz.” Dedi Brethol Hessel’in umutsuzca süren horlama taklidine aldırmadan. Hessel büyük bir yıkıma uğramış gibi kalktı ayağa. “Tamam tamam. Sen hiçbir şeyi bensiz yapamaz mısın be adam!” dedi. “Hadi kardeşim. Bu sefer kendi yayını kullanmana izin veriyorum.” Diyerek güldü Brethol. Hessel ona kızgın bir bakış attı ama bunun rol olduğu o kadar çok belliydi ki…
İki saatin sonunda gerçekten bitkin bir şekilde yakaldıkları üç tavşan ve bir geyikle geri döndüler. Afiyetle karınlarını doyurduktan sonra şafak sökene kadar uyudular.
Uyandıklarında hava hala karanlıktı. Sadece doğu ufkunda bir laciverlik dalgası vardı. Güneş doğacağının sinyallerini veriyordu. Atlarına atlayıp sürdüler ermiş yoluna iki genç adam. Nihayetinde vardıklarında bu diyara, büyük kapıda onları yaşlıca bir adam karşıladı. “Brethol! Hoş geldiniz. Yanında kimi getirdin böyle?” Babacan bir tavrı vardı adamın. Sert bir mizacı varmış gibi görünse de, gülümsemesi güven veriyordu insana. “Lefa usta. Bu benim arkadaşım Hessel. Sana önemli bir konuda danışmak için geldik. Gerçekten önemli bir konuda.” Diye de ekledi başkalarının gelmesinin yasak olduğunu bildiği için. Ermiş Lefa onları buyur etti içeri. Hessel içeri girerken bir an adamın yüzüne baktı. Adam gülümseyerek “Hoş geldin genç ermiş.” Dedi. Hessel onun kendisinin Ermiş olduğunu nasıl bildiğini sormadı. Çünkü karşısındaki de bir Ermiş’ti. Hem de usta bir Ermiş.
Avlu o kadar büyüleyici bir mekandı ki, uzun süre hiçbir şey söylemeden yalnızca ustaların öğrencilerine ders vermelerini seyretmişti Hessel. Yemyeşil ve kocaman bir bahçesi vardı. Bahçenin tam ortasında ağzından su fışkırtan büyük beyaz bir güvercinin heykeli vardı. Heykele bakarak bir şeyler anımsar gibi oldu ama onun üzerinde fazla düşünemedi. Çünkü O’nu görmüştü. Heykelin ağzından fışkırttığı suyu izleyen kızı… O beline kadar uzayan altın sarısı saçlarının güzelliğini ömründe gördüğü hiçbir güzellikle kıyaslayamazdı. Hoş kokusu Hessel’i neredeyse rüyalar alemine sokacaktı. Ve gözleri… O mavi gözleri suyun ışıltısında o kadar güzel parlıyordu ki, dünyada eşi benzeri asla görülemeyecek bir güzellik taşıyordu. Kız yavaşça sağına döndü ve kendisine bakan büyülenmiş Hessel’i farketti. Ve onun içinde de bir heyecan dalgası kabardı aniden. Gözleriyle bakışarak aşık olmuşlardı sanki birbirlerine. Uzun süre boyunca bu büyülü mekanda bu şekilde birbirlerine bakarak kalmak ve gülümseyişlerini görmek, kalplerinde hissetmek istiyorlardı birbirlerine olan tutkularını. İşte böyle olmuştu Hessel’le Linoria’nın birbirlerine ilk bakışları. Ve son olmayacaktı kalplerinin bu delice atışları.