Bradbury sonsuza dek gözlerini yumduğunda üzüldüm ama yeterince üzülemediğimi biliyordum. Çünkü daha önce hiçbir kitabını okumamıştım, fikirleri benim fikirlerimle hiç karşılaşmamıştı. Nasıl biri olduğunu bilmiyordum. Hatta Gaiman'ın
"Ray Bradbury'i Unutmayacak Adam"ı bile fazla bir şey ifade etmiyordu benim için. Ama ne zaman ki Fahrenheit 451'i elime aldım ve okumaya başladım, her geçen sayfada biraz daha üzüldüm. Böyle bir adamı kaybetmenin değerini daha iyi anladım. Gaiman'ın neden böyle bir şey yazdığını da anladım. Bradbury, edebiyat aleminin göreceği en sert yazarlardan biri olduğunu bu kitabı yayımladığı anda göstermiş. Öncesinde dergilere gönderdiği yazılar ne nitelikteydi bilemiyorum ama Fahrenheit 451'in bambaşka bir şey olduğu çok açık. Kitapların olmadığı bir gelecek distopyanın ta kendisi. Şu an dışarı çıkıp sorsanız insanların yarısının umurunda olmayacaktır muhtemelen, ki kitapta da var böyle insanlar. Hatta öyle bir empoze edilmiş ki fikirler, kitabın ne olduğunu bilenler bile zor bulunuyor. Kitabın ne olduğunu tabii ki biliyorlar, ama neden kitabın
var olduğunu, neden okunması gerektiğini ve okumayanların ne kaybedeceğini bilmiyorlar. Sürekli kaybediyorlar, kaybettikçe düşüyorlar. Sonsuz döngü teklemeden devam ediyor. Ama çark döndükçe merkezkaç kuvvetiyle bir iki kişi dışarı fırlıyor ve kitapları fark ediyor. Guy Montag isimli itfaiyeci de onlardan biri.
Yalnız bu distopyada beni kitapların yakılmasından daha çok etkileyen şey televizyon imparatorluğu oldu. Eserde televizyon resmen insanların büyük bölümünü ele geçirmiş. Bu kurbanları öyle bir sindirmiş ki, geriye ne bir zeka kırıntısı kalmış ne de düşünceden nasibini almış kelimeler. Guy Montag'ın eşi Mildred kitapta karşılaştığımız sanal yaşam ile gerçeği karıştıran karakterlerden biri. Öyle ki okurken onun cümlelerinde duraksayacaksınız, "ne kadar saçma bir cevap" diye düşüneceksiniz. Çünkü kendisi tamamen aklını yitirmiş durumda, diğerleri gibi. Evlerin duvarları tamamen televizyon kaplı bir şekilde, dört duvarla çevrelendiğinizde tamamen sanallıkta yaşamaya başlıyorsunuz. Gerçi Mildred sadece üç duvarla bile kendisini kaybetmiş durumda. Televizyondaki 'aile'lerde bulunan 'insan'ları kendi 'akrabalar'ı sayacak hale gelmiş. Çok acı verici sahnelerdi, ki günümüzde pek uzakta da değiliz bu konumdan.
Şu günlerde televizyon genelde yaşlı kadınları Mildred seviyesine çıkartacak kadar kendine çekiyor ve zihinlerini emiyor. Anneannem mesela... Televizyon izlemediği zamanlarda gayet bilinçli, tonton bir kadın ama televizyon açıldığı anda oturduğu yerden sadece dizideki kötü karaktere hakaret etmek için kıpırdıyor. Dizideki kız yere düştüğünde onunla beraber "uufff" diyor, adam karısını aldatırken "ooh, karın geliyor, basacak şimdi sizi terbiyesizler" diyor. Burada suçlu olan anneannem değil. Burada suçlu olan biz değiliz. İşin kötü yanı, burada suçlu olanlar dizi yapımcıları vs. de değil. Suçlu var mı bilmiyorum. Sanırım suçlu olan içgüdülerimiz ve duygularımız. Yavaş yavaş kendimizi kaybediyoruz. Kaybetmeyelim. Kaybetmeyin. Lütfen.
Fahrenheit 451, kitabı sadece okumuş olmak için okumayan, kitabın içindeki düşünceleri yakalamak ve onlar hakkında düşünmek, iyice değerlendirmek isteyenlerin bulabileceği en değerli eserlerden biri. Öyle ki, bir günde bitirebileceğim bir kitabı sadece düşünmek için kenara koyup ona bir gün boyunca dokunmadığım bile oldu. Yüzbaşı Beatty'nin yaptığı iki -ya da üç- konuşma kitaba ara verip düşünülesi ve karşı çıkılasıydı. Keşke yakın çevremde bu fikirleri hemen sıcağı sıcağına tartışabileceğim biri olsaydı kitabı okurken veya bitirdiğimde. Kendimi çok daha mutlu hissederdim. Şizofrenlik böyle başlıyor işte! Şaka bir yana, Montag'ın kitaplar hakkında önceden düşündükleri, sonradan düşündükleri, Clarisse ve amcasının düşündükleri ve yaptıkları, Mildred ve arkadaşları hep kitaptaki önemli sembollerdi. Sembolleri yorumladığınızda da, bana güvenin, bu kitaptan çok daha fazla zevk alacaksınız.
Clarisse demişken... Kimse dikkat etmese de hepimizin hayatında böyle biri illaki vardır. Belki bir kere görmüşüzdür, belki her gün görüyoruzdur. Ama hiçbiri "Mutlu musun?" diye sormaz. Yüzeysel anlamıyla değil ama, kitaptaki anlamıyla. Bir sorsa, eminim ki kitapta Guy Montag'ın hayatının değişmeye başlaması gibi bizimki de değişecektir. Ama hemen, ama kelebek etkisiyle.
Kitabın ön sözü olan Fahrenheit 451'in yazım hikayesi çok samimi ve etkileyiciydi. Bradbury'nin kütüphanelerde büyümesi, kitabı yazarken yaşadıkları, mücadeleleri çok güzel yansımıştı ve kitabın ruhunu yakalamak için ısıtıyordu bizi resmen. Bazı okurlar ön sözleri okumadan geçiyorlar, hiçbir kitapta yapmayın da, bunda hiç yapmayın. Fahrenheit 451 gözünüz önünde olgunlaşırken o meyveden bir ısırık almak ve gerekirse cennetten kovulmak isteyeceksiniz. Bu sefer
"İşte yasak meyve!" yazan neon tabelaya güvenin ve lezzetli meyveyi sularını bileklerinizden aşağı akıta akıta yiyin. Meyve bittiğinde bir süre kendinizi tok hissedeceksiniz. Ama sonunda yine acıkacaksınız, bu sefer de yardımınıza Yakma Zevki, Resimli Adam veya Şimdi ve Daima koşacak. Tabii ki yeniden acıkacaksınız, ama kusura bakmayın. Bradbury'den bir tane var(dı). Malesef bununla yetinmek zorunda kalacaksınız.
Üsluba bakacak olursak, ben hiç beklemediğim kadar akıcı ve şiirsel buldum. Bazı yerlerde yapılan kelime, cümle tekrarları bambaşka bir hava katmış kitaba. Olaylar da bir-iki yer hariç sürükleyici bir şekilde devam ediyor. Zaten kitap da kısacık, hemen bitirebilirsiniz. Tam fayda almak içinse biraz yavaş okumak gerekiyor.
Ray Bradbury... Gitmeseydin keşke.
"Mutlu olmak için ihtiyacımız olan her şeye sahibiz, fakat mutlu değiliz."