.
Perilerin Hazinesi
“Kuru Döşek Hanı’na hoş geldiniz!” dedi iri yarı, pala bıyıklı adam, içten bir gülümsemeyle hanın kapısından girmekte olan müşterileri karşılarken. Han sahibi Bergun Pastaci, bal damlayan muhabbet tınıları ile cilaladığı kararında eğilip bükülme hareketleriyle müşteriye olan saygısını belli ediyordu. Bu kibar halleri kocaman cüssesi ve kalın bıyıklarıyla hoş bir tezat yaratıyordu.
Aslında o hancılar arasında bir efsaneydi. Kadim Mavitaş Ormanı’nı dörde bölen kuzey-güney ve doğu-batı ana yollarının kesişme noktasındaki Mavitaş Kasabası’nın meşhur hanının sahibi, aynı zamanda kasabanın valisiydi Posbıyıklı Bergun. Bir hancının aynı zamanda vali olması ya da vali olduktan sonra hancılığa devam etmesi pek alışılmadık bir durumdur; ama Bergun kasabanın on yıllar boyunca böyle büyüyüp gelişmesi ve zenginleşmesinin tamamen bu babadan kalma han sayesinde olduğunu gayet iyi biliyordu.
Mavitaş Ormanı hızlı at sürenlerin bile sabahtan akşama, baştan başa geçemeyecekleri kadar büyüktür. Ormanı geçen yolcular mutlaka buraya uğrarlar. O yüzden bu han mevsim gözetmeksizin tıklım tıklım dolar, müşteri eksik olmaz. Yol üstüne birçok han açıldı zaman zaman ama hiçbiri Kuru Döşek ile rekabet edemedi. Çünkü burada hizmette sınır yoktur. Parasını ödediği ve sorun çıkartmadığı müddetçe müşterinin kim olduğu ya da hangi ırktan olduğu hiç önemsenmez. Üstelik parası olmayan yolculara bile hizmet verilir. Ahırların arkasındaki yatakhanede yatak ve karnını doyuracak mütevazı çeşitlerden oluşan kahvaltı için asla para alınmaz. Şöyle der Bergun: “Zavallı fakirler ve cimriler dışarda mı kalsın?” Ayrıca bütün kasabayı çevreleyen, zaman içinde gelişip büyüyen yüksek taş duvar ve hepsi şehirdeki usta hocalar tarafından eğitilmiş, aslen kasabanın yerlisi gençlerden oluşan askeri birlikler de -komutanları Bergun’un oğlu Hardel’dir- geceyi kasabada geçirenleri güvende hissettirir.
“Ah kimleri görüyorum, Sayın Pablo Rotti! Hoş geldiniz, şeref verdiniz!” dedi Bergun, içeri giren beş adamdan ortadaki en en pahalı kıyafetlere sahip olan, yarı soylu kılıklı, ince kaytan bıyıklı adamı selamlarken.
Pablo hancı tarafından -aynı zamanda vali- hatırlanmaktan gurur duyarak, kibirli ifadesini minik bir gülücükle yumuşattı. “Hoş bulduk, hoş bulduk Sayın Bergun; keyifler nasıl?”
“Sizi görünce daha iyi olduk; şu masaya buyrun lütfen!” diye yer gösterdi Bergun. Bu sırada iki garson ellerindeki bezlerle hızlıca masanın ve sandalyelerin tozunu aldı.
Pablo ve yanındaki üçü kılıçlı, tatar yaylı, paralı asker tipli adam ve kapüşonu yüzünü gölgeleyen bir keşiş, handaki müşterilere göz gezdirerek ağır adımlarla masalarına geçtiler.
Han her zamanki gibi çok kalabalıktı. İçerideki erkekler, kadınlar, insanlar ve cüceler ve buçukluklar ve hatta bir iki gnom, elf, yarı-elf ve yarı-ork yeni gelen müşterileri şöyle bir süzdüyse de bir iki saniye sonra herkes yine yemeğine içkisine döndü.
Ayrıca sahnede bir ozan vardı. Çakırkeyif müşterilere arpı ile melodiler tıngırdatıp şarkılar, şiirler söyleyen, arada bir illüzyonist büyülerle küçük gösteriler yapan bu ozan Piki Pingel’den başkası değildi. Yolların Piki’si derlerdi ona. Henüz efsane olamadıysa da Mavitaş Ormanı Yöresinde tanınmış bir ozandı. Gnom ırkından, ikiyüzküsur yaşında, anca bir metre boyunda, zarif bir adamdı. Bıyıkları ve keçi sakalı, kestane rengi güzel parlak saçları, renkli gözleri, bembeyaz dişleri, -kendi icadı olan bir tozla fırçalıyordu her gün- sıcak gülümsemesi ile yakışıklı, esprili, romantik, karizmatik, özetle çekiciydi. İnsan kadınlarından bile birçoğu bu çocuk boyutunda adama gönüllerini kaptırmıştı doğrusu.
Kendisini herkese tüccar diye tanıtan ama neyin ticaretini yaptığı belli olmayan Pablo Rotti ve arkadaşları masalarına otururken, Piki Pingel de -köşedeki ufak sahneyi beğenmemiş olacak ki- masadan masaya zıplayarak, hatta bir de avizeye tutunup sallanarak bar tezgahının üzerine sıçradı. Herkese görünebilmek için daima yüksek bir yere çıkardı. Ve eski zamanlardan kalma bir şarkıyı söylemeye başladı:
Eskiden, beşbin yıl önceden
Dağ kadar bir taş geldi gökten
Heyula gibiydi, çok süratliydi
Yere değen Tanrı’nın eliydi
Kadim elfler taşı gördüler
Düşerken çöl olan yere
Tanrılara dua ettiler
Korktular gazaptan boş yere
Maviydi Taş mücevher gibi
Düşünce, geldi bereket
Bugün Dolunay Gölü’nün dibi
Olan yerde başladı hareket
Yıllar değil aylar geçti
Kadim orman büyüdü
Mavi Taş burayı seçti
Şüphesiz ilahi bir büyüydü
Mavi Taş gökten geldi
Özde bereketin sırlarıyla
Sonsuz çeşit can verdi
Eski kurak topraklara
Mavi bir taştı gökten gelen
Tanrı eli gibi yere değen.
Bu arada Bergun yine Pablo’nun masasındaydı. Anlaşılan Pablo ve ekibi sadece bir gece kalacaktı. Odaları ayarlanmış, içkileri tazelenmiş, akşam yemeği için yavaş yavaş garsonlar masayı donatıyorlardı.
Pablo’nun üç muhafızı Duro, Paks ve Prot pis sakallı, kabadayı bakışlı, iriyarı adamlardı. Yüzlerindeki yara izleri, güçlü kasları, kocaman elleri, sertleştirilmiş deriden kabaralı yelekleri, kılıçları, hançerleri ve küçük tatar yayları ile birbirlerine o kadar çok benziyorlardı ki, gören de onları kardeş zannediyordu. Kardeş olmasalar bile uzun zamandan beri paralı askerlik, fedailik sektöründe beraber çalıştıkları için birbirlerinin huyunu suyunu iyice öğrenmişlerdi.
Ancak keşiş olan onlardan farklıydı. Adı Mupsar olan bu esrarengiz adam Pablo’nun ekibine yeni katılmış ve sadece özel bir iş için tek seferliğine anlaşmıştı. Pek konuşkan değildi Keşiş.
“Sayın Bergun sizin ve kasabanızın çok methini duyuyorum ülkenin dört bir yanında...” diyerek lafa girdi Pablo içkisini yudumlamadan önce.
“Ah! Teveccühünüz...” diye karşıladı Bergun, utanmış gibi yaparak. Aslında bu sözleri her gün duymaktan bıkmıyordu bir türlü.
“Çok merak ettiğim bir şey var,” diye devam etti Pablo. “Nasıl oluyor da hafızanız bu kadar güçlü? Buraya üç dört sene önce sadece bir kere gelmiştim ve siz beni içeri girer girmez hatırlayıverdiniz!”
“Ah, bilmiyorum; mesleki bir alışkanlık olmalı,” dedi Bergun ama birden yanında bir tabureye çıkmış Piki Pingel’in eli omuzuna kondu. Minik Ozan tabureye çıkmış da olsa iri yarı Bergun ile yan yana komik duruyorlardı.
Piki’nin üzerindeki ceket gözleri yoracak kadar rengarenkti ama gerekirse içini dışına çeviriyor, ceket o zaman siyah oluyordu.
“İşte böyledir bizim Bergun
Çalışır hemen her gün
Unutmaz hiçbir şeyi
Sanki baykuş bilgeliği,” dedi Pablo’ya lafa balıklama dalarak. Bir yandan Vali’nin omuzuna elini kırk yıllık dostu gibi atmış, daha doğrusu atmaya çalışıyordu.
Bergun birden kızardı. Aslında Piki’nin ima ettiği “baykuşun bilgeliği” adı verilen, hafızayı güçlendiren bir büyüyü her gün yaptırırdı Bergun. Her sabah daha kahvaltısını yapmadan kasabanın büyücüsüne uğrar, kendisine hafızasını sağlamlaştıran, zihnini berraklaştıran, dayanıklılık veren, gücüne güç katan büyüler yaptırırdı. İşte Bergun’un en ince ayrıntıları unutmayıp, yüzlerce hatta binlerce eski müşteriyi şıp diye hatırlamasının sırrı buydu. “Sizi meşhur ozanımız Piki Pingel ile tanıştırayım,” dedi konuyu kendi üzerinden uzaklaştırmak için.
Pablo ozan Piki’yi masalarına davet etti. Bu sırada Bergun Pablo’ya “ticaret için doğuya mı gideceksiniz? Cüceler Kızıl Dağlar’da bolca zümrüt çıkarıyormuş bu günlerde,” dedi.
“Hayır Bergun, aslında bu sefer bir serüvene atılıyoruz,” diye cevap verdi Pablo saklamaya gerek duymadığı bir gururla.
“Ah, serüvenciler!.. Cesaretli insanların hali başka oluyor tabii. Bu içkiler benden olsun öyleyse... Umarım fazla tehlikeli bir maceraya atılmıyorsunuzdur,” dedi Hancı.
“Ay Tapınağı harabelerine gidiyoruz,” dedi Pablo. Bu cümleyi biraz yüksek sesle söylemiş, tam o esnada handaki uğultu da tesadüfen azalır gibi olmuştu. Neticede yakın masalardaki pek çok müşteri bunu duydu. Bir anda bir fısıltı silsilesi dolaştı ve en ücra masadakiler bile Pablo’nun maksadından haberdar oldu. Ardından sanki korkunç bir şey söylenmiş gibi herkes sus pus oldu ve ortam ölüm sessizliğine büründü. Şimdi bar kısmındaki onlarca kişi gözlerini yeni gelenlere dikmişti. Bakışlar öyle sinir bozucuydu ki, Duro, Paks ve Prot endişeli bir şekilde ellerini kılıçlarının kabzalarına attılar.
Birden, Piki Pingel biraz ötedeki kasabanın yerlisi birkaç adamın masasına zıpladı ve anında arpını tıngırdatarak müzikal bir şiir okumaya başladı. Herkesin ilgisi bu defa ozana döndü.
Ay Tapınağı ortasında ormanın
Yüzlerce yıldır, yalnız ve uğursuz;
Yaşayan ölüler halkıdır oranın,
Sonsuz kiracıları doyumsuz acının
Kafasını hızlı hızlı sağa sola çeviriyor, gözlerini faltaşı gibi açıyor, kaşını gözünü oynatıyordu. Arpından çıkan melodiler, mezar taşlarına çarpan kemik seslerini çağrıştırıyordu.
Susmaz şarkılar ve iniltiler
Rüzgarın esmediği o yerde
Gece hayaletler, gündüz periler
Yabancıyı düşman bilirler
Birden hanın ışıkları söndü! Bu arada bir iki bayan çığlık atmıştı. Sadece sağda solda birkaç mum yanıyor, bir de ozanın elindeki küçük arp parıldıyordu. Arptan gelen fosforlu ışık alttan Piki’nin yüzüne vurdukça korkunç bir efekt oluşturuyordu. Gözbebekleri kaybolmuş, bembeyaz aklarından yansıyordu ışık. Adamın sesi de ürpertici bir hal almıştı.
Nice maceracı gitti fütursuzca
Hazine, şan şöhret uğruna
Ya da aşkına elmas bulmaya
Katıldılar o meçhul güruha
Dışarıda hava aslında iyi olmasına rağmen fırtına çıkmış gibi rüzgar uğultuları ve çarpan kepenklerin sesleri duyulmaya başlamıştı.
Dönemedi çoğu kahramanlar
Divane oldu sağ kurtulanlar
Neye yarar hazineler paralar
Kalmadıysa aklın harcayacak kadar
Dışarıdan gelen uğultulara kurt ulumaları ve canavarımsı sesler eşlik etmeye başlamıştı. En son sanki bir kurt adam tarafından parçalanıyormuş gibi feryat eden insanların sesleri de gelmeye başladığında handaki bütün kadınlar korkuyla çığlık attılar ve yanlarındaki şanslı erkeklere sarıldılar.
Yatar cesurlar ve aptallar
Gölgesinde karanlık tapınağın
Gündüz yanar gece ağlar
Dönen olmadı şimdiye kadar.
Şarkı bittiğinde han tekrar aydınlandı ve bütün o ses efektleri şıp diye kesildi. Piki dinleyicilerin alkışlarını abartılı reveranslarla kabul ediyordu. Tecrübeli Ozan yine mükemmel bir gösteri sunmuştu izleyicilere.
Piki daha sonra tekrar Pablo’nun masasına dönerken, Bergun da düşünceli bir ifadeyle “orası hiç tekin değildir sayın Pablo, keşke bir daha düşünseniz,” diyordu.
“Hah! Çoğu abartıdır o söylenenlerin!” diye korkmadığını vurguladı Pablo. Bergun masadan ayrıldı. Ozan’ın gerilimli ortamı yumuşatması Pablo’nun hoşuna gitmişti. Ozan’a da yemek söylendi ve ziyafete başladılar. “Gerçekten dönen olmamış mı oraya gidenlerden,” diye Piki’ye şaka yollu sordu Pablo.
Piki ise gayet ciddi bir tavırla önce kendilerini dinleyen var mı diye etrafına bakındı. Sonra da sır veriyormuş gibi masaya eğilerek Pablo’ya
“O uğursuz kötü yerden
Dönmek zordur gerçekten
Mümkündür ancak yetenekliysen
Eskiden gitmiştim oraya ben,” dedi.
Pablo’nun ve -Keşiş hariç- korumalarının gözleri merakla açıldı. Piki’nin söyledikleri çok ilgilerini çekmişti. “Sen gittin mi oraya gerçekten? Söylesene hazineyi bulamadın mı?” diye sordu Pablo aceleyle ve sesini alçaltarak.
“Mücevherler ve altınlar, sınırsızdılar
Taşımaya lazım sizin gibi adamlar
Ben kaçtım canımı zor kurtardım
Ancak birkaç değerli taş aldım
Söylüyorum size servet yatıyor orada
Ben ne yapabilirdim yalnız başıma
Sıradan serüvencilerle gittim hataydı
Ben kaçabildim onların hayatı kaydı,” dedi Piki.
Masadaki adamlar etkilenmiş gibiydiler ancak yine de ufak bir şüphe taşıdıkları farkediliyordu. Piki ukala bir gülümseme takınarak yeleğinin ufak cebinden değerli bir taş çıkardı. Ceviz büyüklüğünde bir elmastı bu! Sanki içinde binlerce minik yıldız varmış gibi ışığı yansıtıyordu. Bu kocaman mücevherin bir servet değerinde olduğunu tahmin etmek hiç de zor değildi. Diğerlerinin gözleri bu sefer fal taşı gibi açılmıştı. Pablo içgüdüsel olarak alıp yakından incelemek üzere elini uzattı ancak Piki taşı derhal yeleğinin cebine geri koydu.
Pablo kendini toparladı. Şarabını yudumlarken bir şeyler düşünüp plan yaptığı belliydi. Masadakiler sessizce Patron’un konuşmasını beklediler. Sonunda “belki de sen de bizimle gelmelisin Piki, oraya daha önce gittiysen bu işimize yarayabilir,” dedi.
“Bilmem ki ne desem
Ben de mi sizinle gelsem
Bir kez kurtarmıştım kıçımı
Bir daha mı şansımı denesem?” dedi Piki.
“Peki diğerleri kurtulamadı da sen nasıl kurtuldun oradan?” diye sordu Paks.
“Periler, insanı fena büyüler
Diğerleri hep hayal gördüler
Ama illüzyonisttir benim adım
Hayali numaralara kanmadım
İşte böyle sevgili dostum
Kurtuldu kıymetli postum,” diye cevap verdi Ozan.
“O halde sen de bizimle geliyorsun!” diye vurguladı Pablo. “Hepimiz altıda bir pay alacağız. Senin görevin hayali şeyleri tespit edip bizi uyarmak, gerçek düşmanları biz hallederiz... Tamam mı, var mısın?”
“Tamam beni ikna ettiniz
Belli ki sağlam kişilersiniz
Ne zamandır arıyordum zaten
Adamakıllı bir serüven,” dedi Piki Pingel ve hepsiyle el sıkıştı.
Ekibe katılan yeni üye şerefine kadeh kaldırıldı. Yenildi, içildi sonunda ertesi sabah erkenden yola çıkacakları için herkes odalarına çekilmek üzere kalktı. Yalnız o zamana kadar pek fazla konuşmamış olan Keşiş, diğerlerine belli etmeden elini Piki’nin omuzuna koyarak “biraz özel konuşabilir miyiz?” dedi. Adamın mengene gibi parmaklarını omuzunda hissetmek Piki’nin pek hoşuna gitmediyse de ilk günden tatsızlık çıkmasın diye Mupsar’ın isteğine uydu.
Kuytu bir köşeye çekilmişlerdi. “Bak Piki, bilmeni isterim ki senin bu numaralarını yemiyorum,” dedi Keşiş buz gibi bir sesle.
“Ne numarası dostum
Ne demek istiyorsun?”
Birden Keşiş’in eli Piki’nin yelek cebine girdi ve çıktı. Mücevheri kaptı! Piki uzun zamandan beri ilk defa şaşırıyordu; çünkü el çabukluğu aslında kendi marifeti olduğu halde -üstelik çok ustaydı bu konuda- bu Keşiş kendisinden bile hızlıydı! Sanki zaman durmuş, adam elini Ozan’ın cebine sokup mücevheri almış ve sonra zaman tekrar akmaya başlamıştı. Piki allak bullak olmasına rağmen adama hayranlık duymadan edemedi. Kendisinden hızlı birine ilk defa rastlıyordu. Gerçi bu kaba saba adam neredeyse yelek cebini yırtacaktı; Piki en azından zariflikte Keşiş’i rahatlıkla geçebileceğini düşünerek teselli oldu.
Mupsar pırıl pırıl parlayan elması üç parmağının arasında tutuyordu. Piki’nin “onu verir misin geri...” demesine kalmadan Keşiş bir çıtırtı eşliğinde elindeki taşı parçaladı. Parçalar dağıldı, yere döküldü ve anında ceviz büyüklüğündeki elmasın aslında gerçekten de bir ceviz olduğu belli oldu! Piki illüzyon büyüsü sayesinde bu cevizi bir mücevher gibi göstermişti. Ama anlaşılan Keşiş kolay aldanmıyordu.
“Pekala ustasın
İşte beni yakaladın
Gerek yok kızmaya
Ufacık bir şakaya,” dedi Piki zoraki bir şekilde sırıtarak.
“Neden?.. Bizimle gelebilmek için yalan söylemen şartmıydı? Orada bir hazine bulamazsak durumunun ne olacağını düşündün mü?” dedi Mupsar sorgulayan bakışlarla.
“Önce sen söyle neden
Pablo’ya söylemeden
Sırrımı sakladın
Bu zamanı bekledin?” dedi Ozan.
Mupsar biraz durakladıktan sonra cevap verdi: “Çünkü bu ekibe katılmanın faydalı olacağını düşündüm; her ne kadar bir yalancı da olsan yetenekli olduğun su götürmez bir gerçek,” dedi.
Piki’nin sırıtışından keyfinin yerine geldiği belli oluyordu; takdir edilmek daima şımartırdı Ozan’ı. “Pekala, pekala...”
“Belki gitmedim oraya ama
Güvendim bana anlatan adama
Doğrudur onun gördükleri
Eminim buna adım gibi,” dedi Piki.
“Öyle mi, kimmiş bu adam?” diye sordu Mupsar.
“Ay Tapınağı’na giden adam
Aslında benim babam
Anlattı bana harabeleri
Gizli saklı hazineleri
Korkunç hayaletleri, zombileri
En önemlisi de perileri,” dedi Piki ve bir an geçmişi hatırlayarak durgunlaştı. Tekrar devam etti sonra:
“Babam dı ozanların en iyisi
Görmedim onun gibi birisi
Özgündü şiirleri kafiyeleri
Mükemmeldi şarkıları besteleri
Babam gezip dolaşmadı
O yüzden pek meşhur olmadı
Ben ki ozan diye dolaşırım
Hala onu kıskanırım
Babalık ozanların piriydi
Manyak derecede yetenekliydi
Yaklaştığında ölüm zamanı
Yaşlı babam verdi sırrını
Dedi ki: Bul Ay Tapınağı’nı
İlham perisi Dryad’ın ağacını
Dryad’ın büyüsü uçurur seni
Ona katlar yeteneğini
En güzel şiirleri yazarsın
Sesinle bülbülleri kıskandırırsın
Büyülü ilhamın perisi
Dünyanın gerçek hazinesi
Öğrendin işte Mupsar
Budur hayatımın hikayesi,” dedi Piki ve Keşiş’in tepkisini merak ederek suratına baktı.
Keşiş Mupsar elini uzatarak minik adamın omuzuna koydu. Bu ellerin eklem yerlerinde ancak dikkatli gözlerin farkedeceği sıradışı şekil bozuklukları vardı. Küçükten beri yapılan sert idmanlar yüzünden kemiklerin şekilleri değişmişti. Piki omuzundaki bu elin boynunu sıkıp çıt diye kırabileceğini düşünüp huzursuzlandı. “Bak küçük dostum, umarım oraya gittiğimizde senin yüzünden başım belaya girmez. Eminim sinirlendiğimi görmek istemezsin,” dedi Keşiş. Piki zoraki bir şekilde sırıttı.
Ertesi sabah yola çıktılar. Piki Pingel ufak bir midillide yolculuk ediyor, diğerlerinin kocaman atlarına yetişmeye çalışıyordu. Ancak genelde arkada kalıyordu ve bu pozisyonda manzaranın tadını pek çıkaramıyordu.
Temperli Dağlara giden yolda ilerliyorlardı. Bu yolu takip ederek dağların dibindeki Temper Kasabası’na varmak at üstünde bir buçuk iki gün kadar sürerdi. Temperli Dağların içinde cücelerin işlettiği madenler ve yaşadıkları labirentler vardı. Cüceler yabancıların labirentlere girmesine pek sıcak bakmadıkları için ticaret merkezi olarak dağların dışına insanlarla ortak bir çalışmayla Temper Kasabası’nı kurdular. Dağdan çıkarılan demir ve kömür bu kasabadaki yine cücelerin işlettiği demirhanelerde silah ve zırh yapımında kullanılıyordu. Cücelerin işçiliği kaliteliydi. Ülkenin dört bir yanından gelen tüccarlar bu malları satın alıyordu.
Ama bizim grup Temper’e gitmiyordu. Gece bir su kenarında kamp kurdular ve ertesi gün öğlene doğru ana yoldan ayrılıp güney yönünde ormana giren bir patikaya saptılar. Artık güneye, Dolunay Gölü’ne doğru iniyorlardı.
Dört ana yol hariç Mavitaş Ormanı’ndaki neredeyse bütün patikalar, adeta üstü ağaçlarla örtülmüş tüneller gibidir. Ormana girenler gündüz vakti güneşi pek göremezler. Rutubetli, basık havası ve hiç bitmeyen bir tünelin içinde saatlerce yürümek yeterince can sıkıcı değilmiş gibi, ormanın karanlıklarından çeşit çeşit garip sesler duyulur.
Saatlerdir yürüyorlardı ve tahmin etmek kolay olmasa da, o zamana kadar havanın kararmış olması kaçınılmazdı. Ancak gruptan hiçbiri ormanın içinde kamp kurmayı aklına getirmiyordu. Üç silahşörler Duro, Paks ve Prot ellerinde birer gaz lambası taşıyarak yolu aydınlatıyorlardı.
“Burası elflerin bölgesi mi?” diye sordu Paks sırf sohbet olsun diye.
“Hayır,” dedi Mupsar “elfler genelde ormanın doğu kısmında yaşar. Buralarda daha ilginç yaratıklar vardır. Örneğin ‘Satyr’ denilen keçi adamlar, ‘Unicorn’ diye bilinen boynuzlu atlar, çeşitli periler, at adam ‘Centaur’lar buralarda yaşarlar ve hepsi de büyülü yaratıklardır. Burada gördüğünüz bazı ağaçlar ağaç, bazı çiçekler çiçek olmayabilir; fazla yaklaşırsanız hareket ettiklerini görürsünüz. Ayrıca her çeşit sürüngen, böcek ve örümceğin her boyda olanına da rastlayabilirsiniz buralarda...”
Birden ormandan çıkıvermeleriyle Mupsar sustu. Geceydi, ama bulutsuz gökyüzündeki kocaman ay ve parlak yıldızlar hatırı sayılır şekilde aydınlatıyordu etrafı.
“Dolunay Gölü!” dedi Pablo. Kocaman gölün karanlık suları üzerinden dolunayın resmi yansıyordu. Birden hepsi de o gece dolunay olduğunu idrak ettiler. Dolunay Gölü’nün üzerinde dolunayın kocaman yansıması görünüyordu. Sanki iki ay aydınlatıyordu geceyi.
Gölün öte yakasından bir uluma duyuldu. “Haa, bir de kurtadamlara sık sık rastlanır buralarda,” diye ekledi Mupsar.
Göl ile orman arasındaki çimenlik sazlık kesimde kendilerine uygun bir kamp yeri buldular. Bu arada kumsalda bazı ayak izlerine rastlamışlardı. “Bu izler sanki gölden çıkıyor gibi,” dedi Prot. Sanki devasa bir kazın ayak izleri gibiydi. Sırayla nöbet tutup geceyi ormandan gelen tuhaf sesler ve gölün karanlık sularındaki sıradışı şıpırtıların arasında ama olaysız geçirdiler.
Nihayet sabah olduğunda gölün muhteşem manzarası gözler önüne serilmişti. Dolunay Gölü o kadar büyüktü ki güney sahilleri hayal meyal gözükmesine rağmen doğu ve batı yönlerindeki kıyılar gözle görülemeyecek kadar uzaktı. Ancak ötede grubun hizasında, gölün ortasında bir ada vardı. “İşte Elmas Adası!” dedi Mupsar.
Kahvaltılarını ettikten sonra Piki sordu:
“Nasıl geçeceğiz karşı kıyıya
İhtiyaç var bir sala ya da sandala?”
Diğerleri gülüştüler. Mupsar “bu gölde salla dolaşmak istemem doğrusu; düşünsenize, eğer tekin bir göl olsaydı kıyısında en azından bir balıkçı köyü olmaz mıydı?.. Sahi sen sandalla mı geçmiştin geçen gelişinde adaya Piki?” dedi.
“Ha, ben mi? Tabii
Büyük bir yelkenli
Kocaman direkli
Efsunlu bir sandaldı
Rüzgarı hep kıçtan aldı,” dedi Piki Keşiş’e pis pis bakarak.
Pablo, eğitimli atına orada beklemelerini tembih ediyordu ama bir tehlike olursa kaçabilsinler diye hayvanları çözdüler. Grubun hepsi sırt çantalarını takmıştı. Çantalar pek dolu değildi; dönerken dolu olmasını ümit ediyorlardı. Kıyıya yanaştılar. Keşiş hariç diğerlerinde biraz heyecan seziliyordu ama cesur adamlar oldukları da şüphe götürmezdi.
Piki şaşkındı:
“Neler oluyor böyle
Planınız nedir söyle
Yüzmek midir derdin
Yoksa aklını mı yedin?” dedi.
Hepsi yine gülüştüler. Mupsar çantasından içinde renkli sıvılar olan beş küçük şişe çıkardı. “Bunlar suda yürüten büyülü iksirler,” diye açıkladı Piki’ye. Zaten Ozan şişeleri görür görmez anlamıştı olayı; gnomlar hassa koku alma yetisine sahip büyük burunları sayesinde iksir hazırlama konusunda yetenekliydiler.
Mupsar herkese -Piki hariç- birer şişe dağıttıktan sonra, “şurupları aynı anda içeceğiz ve hemen koşmaya başlayacağız. Unutmayın, iksirin etkisi uzun sürmez, o yüzden karşı kıyıya varana kadar ne olursa olsun durmayacağız; düşen olursa bile durmayacağız, sakın tökezlemeyin,” dedi. Sonra herkes bir birinin yüzüne baktı. “Hadi bakalım!” ve hep birlikte şişeleri kafaya diktiler.
Piki heyecanla:
“Hey, hey dur bakalım!
Benim de var sakalım
İksirleri içtiniz
Beni es mi geçtiniz?” diye bağırıyordu.
İksirin tadı kötü olmalıydı ki adamlar suratlarını ekşitip iğrenç sesler çıkardılar ama bir damlasını dahi ziyan etmediler. Herkes garip hissediyordu, büyü hemen etkilemişti. Duro çekinerek gölün sularında bir iki adım attı; ayak bileklerine kadar bile batmıyordu suda. Mupsar “koşuun!!” diye bağırarak Piki’yi kaptığı gibi sırtına attı.
Suyun üzerinde son sürat koşuyorlardı. Arada bir ayakları kayar gibi oluyor, sendeliyor, heyecanlanıyorlardı. Piki ise kedi gibi yapışmıştı Mupsar’ın sırtına. Keşiş Gnom’u taşıdığı halde diğerlerinin önüne geçmişti; at gibi güçlüydü doğrusu.
Yarı yola geldiklerinde adanın kıyıdan gözüktüğü kadar yakın olmadığını çoktan anlamış oldular. Derken Paks’ın sesi çınladı: “Sular! Sular kabarıyor, bir şeyler var!” diye bağırıyordu. Kocaman yüzgeçler suyun yüzeyini dalgalandırıyor, belli ki bazı yaratıklar gruba doğru yüzüyorlardı. “Koşun! Koşun! Koşuuun!!” diye bağırıyordu Mupsar daha da hızlanarak. Diğerleri de hızlanmıştı ama artık dizleri daha fazla titriyor, kayıp düşme korkusu yürek sıkıştıracak derecede heyecana neden oluyordu.
Piki geriye dönüp baktığında grubun arkasındaki suların fokur fokur kaynadığını gördü. Koyu renkli, perdeli yüzgeçler bir görünüp bir kayboluyorlar ama peşlerinden ayrılmıyorlardı. Arada bir iki tane daha yaratık yanlardan gelip peşlerindeki sürüye katılıyorlardı. Piki tekrar önüne döndüğünde adaya yaklaştıklarını görüp ümitlendi ama birden dört beş tane uçan yaratığın kendilerine doğru geldiğini görünce sevinci kursağında kaldı.
“Dikkat!” diye bağırdı Pablo “karşıdan bir şeyler geliyor!”
Mupsar ise “devam edin! Devam edin!” diye bağırıyordu hiç hız kesmeden.
Uçanlar yaklaşık iki karış boyunda insanımsı yaratıklardı. Sivri kulakları ve badem şekilli gözleriyle minik elflere benziyorlardı. Sırtlarındaki kanatlar kelebek ve böceklerinki gibi yarı saydam ya da renkliydi. Çok hızlı uçuyorlardı. Üçü kız, ikisi erkekti ve üstlerindeki elbiseler yapraklardan örülmüş gibiydi. Kanatlılar grubun yanına varınca bir iki metre yanlarında uçarak takip etmeye başladılar. Kıkırdayarak gülüyorlardı, neşeli tipler oldukları belliydi. Kızlar ellerindeki çiçek tozlarını ve yapraklarını bizimkilerin yüzüne atmaya başladılar. Duro hapşırmaktan neredeyse düşecekti.
“Bunlar da ne?” diye bağırdı Prot aslında ne olduğunu gayet iyi tahmin ettiği halde.
“Periler!” diye bağırdı Mupsar.
Erkek periler ise “ölüceksiniz! Ölüceksiniz!” diye gülüyorlardı. Birisi elindeki dal parçasını Paks’ın kulağına sokmak istedi.
Gruptaki herkesin artık ciğerleri ve bacak adeleleri yanıyordu sanki. Bir yandan peşlerindeki su yaratıklarının stresi, bir yandan da yanlarından uçan perilerin tacizlerine rağmen sonunda adaya varmayı başardılar. Kıyıya varmadan periler gözden kaybolmuştu. Grup kıyıya çıktıktan sonra da bir müddet koşmaya devam etti. Ve durduklarında hemen kılıçlarını çektiler. Su yaratıklarının peşlerinden karaya çıkacaklarını sanmışlardı ama düşündükleri gibi olmadı.
Nefeslerinin normale dönmesi epeyce sürdü. Mataralarından su içtiler. Çoğunun düşündüğünü Paks dile getirdi: “Dönüşte yükümüz ağır olursa ne yapacağız?” dedi.
Pablo bu uğursuz düşünceyi def etmek ister gibi elini salladı ortaya, “boş verin bir çaresini buluruz önce hazineleri bulalım da,” dedi.
“Şşştt!” diye araya girdi Mupsar. “Artık konuşmalarımıza dikkat edelim, kulak misafiri olanlar olabilir!” dedi. Diğerleri şüpheyle etrafa bakındılar.
Ada da ağaçlarla kaplıydı ama buradaki orman örtüsü Mavitaş Ormanı’nın genelindeki kadar sık ve boğucu değildi. Güneş rahatça tabana iniyordu. Eğrelti otları ve çeşitli çalılar doluydu ağaçların arasında. Grubun gelmesiyle birkaç dakika susmuş olan çeşit çeşit kuş tekrar ötmeye başlamıştı. Kuşların ötüşleri güzeldi ama yüzlercesi hatta binlerce ses bir arada olunca en doğa düşkünü kişinin bile başını ağrıtabiliyordu. Üstelik birazdan bu uğultulu müziğin içinde fısıltılar ve gülme sesleri duyulmaya başladı. Ekibin hepsi buna hazırlıklı olduklarından şaşırmadılar. Yine de bazen kendi isimlerini duymaya başlamak ürpertici olmuştu. Konuşmalar daima fısıltı gibiydi ama gruptaki herkes sanki kafasının içinde duyuyordu bu konuşmaları. “İlahlar adına! Biraz önce ağaçların arasından yemin ederim ki birisi adımı seslendi,” dedi Duro şaşkın bir halde.
“Önemsemeyin! Perilerin işi; aldırmayın, dinlemeyin söylediklerini,” diye hatırlattı Mupsar.
Pablo ise Piki’ye dönmüştü: “Söyle bakalım Ozan Efendi! Ne taraftan gidiyoruz? Ne de olsa daha önce gelmiştin sen bu adaya,” dedi.
Ağaçların arasından, her yönden küçük kız sesleri hep bir ağızdan “Yalan söylüyor, yalan söylüyor. Asla gelmedi, yalancı Piki, yalancı Piki!” dediler.
Ozan söylenenleri duymamazlıktan geldi. “Ah, evet tabii,
Gerçi gelmiştim o zaman ben
Buranın diğer yönünden
Ancak hedefimiz belli
Adanın tam orta yeri
Güzel bir tepe var orada
Ağaçlardan yükselen yavaşça
Ay Tapınağı’nın yeri
İşte o tepenin üzeri,” dedi.
Yarım saatlik bir yürüyüşle tepenin yamacına vardılar. Tepede de ağaçlar vardı. Yamaçları yumuşak çimenler ve hoş kokulu çiçeklerle kaplıydı. Yukarı baktıklarında en tepede ağaçların arasında eskiden kalma taş yapıları kısmen görebildiler.
“Şu ana kadar pek de zor olmadı ha?” dedi Pablo gülerek ama diğerlerinin bakışlarından bu fikre pek de katılmadıkları belli oluyordu.
Burada biraz mola verdiler. Mupsar çantasından su dolu şişeler çıkarıyor diğerlerine dağıtıyordu. “Kutsanmış sularınız hazır olsun, içeride zombi ve hayaletlerle karşılaşırsak...”
“Karşılaşacağına emin olabilirsin! Ne kadar da zekisin!” dedi Piki şişelerden birini kaparken.
“Pekala meşalelerimize de yağ sürelim, tapınağa girerken hepimizde birer tane olmalı...” diye devam ediyordu Mupsar fakat tam o sırada Paks biraz öteye koşturarak yere eğildi ve “heeyy! Şuraya bakın, altın!” diye bağırdı. Diğerleri hemen adamın yanına geldiler. Elinde üç tane altın sikke tutuyordu.
“Şurada da var!” diye atıldı Prot biraz daha ileriye koşarak. Duro da ona katıldı ve Pablo da. “Her yerde altın var!” diye bağırıyorlardı. Yerlerde altın sikkeler birer ikişer metre arayla pırıl pırıl parlıyorlardı. Adamlar açgözlü tavuklar gibi dolanıyorlardı ortada, yerlerden altın paraları topluyorlardı.
“Durun, onlar altın değil!” diye bağırdı Mupsar. İyi eğitimli keşişlerin irade gücü çok sağlamdır. O yüzden Mupsar diğerlerinin gördüğü hayalleri görmüyordu. Ve Piki de gnom olduğu için bağışıklıydı illüzyonlara. Gnomlar ırksal olarak illüzyon büyülerine yetenikli olduklarından aynı zamanda kolay kolay illüzyonlara kanmazlar da. Piki Pingel de diğerlerinin durumuna gülüyordu o sırada.
Diğerleri bir an dönüp ikisine baktılar. Kararsızdılar ama şimdi ellerindeki altınlar artık eskisi kadar parlak görünmüyordu gözlerine.
“Kuş pisliği topluyorsunuz!” dedi Piki katıla katıla gülerken. Ve birden herkes gerçeği gördü! Avuçlarındaki kuş pisliklerini iğrenerek attılar. Ağaçların arasından kıkır kıkır gülen çoğu kız olan perilerin kahkahaları duyuluyordu.
Ancak Pablo bunu pek komik bulmamıştı. Kılıcını çekti ve ağaçların arasına koşturarak “geberteceğim sizi kanatlı küçük sıçanlar!!” diye bağırmaya başladı. “Çıkın ortaya çıkın! Keseceğim hepinizi!!”
Mupsar derhal adamın peşinden koşup tuttu, sakinleştirmeye çalıştı. “Bay Pablo sakin olun! Periler sadece şakacıdır ama onları tehdit ederseniz başımız daha çok belaya girer!” dedi aceleyle ve fısıldayarak.
Ama Pablo öfkelenmişti bir kere, aptal yerine konmak ağırına gitmişti. Hala bağırıyordu “Bırak Mupsar, bırak hepsini doğrayacağım!” diyordu. Keşiş adamı tutmuş en azından kılıcını sağa sola sallamasına engel oluyordu.
Bu arada Piki, Pablo’nun önünde durarak renkli bir mendili salladı. Diğer ikisi şaşırarak Gnom’a baktılar.
“Diğer üçü gittiler
Farkında mısınız beyler?” dedi Piki adamların kayboldukları çalılıkları işaret ederek.
Prot ve Duro, kendilerini çağıran fısıltıların peşinden ilerlerken çok eski bir ağacın yerin üstüne çıkmış devasa kökleri üzerinden aşıyorlardı. Burası biraz gölgeliydi ve toprak yosun kaplıydı. Birden üç karış boyunda oturan bir adam gördüler. Bu da kanatlı minik elflere benziyordu ve elinde kendi boyutuna uygun bir arp tutuyordu.
Duro ve Prot ellerindeki tatar yaylarını Peri adama doğrultunca Peri korkmuş ve şaşırmış gibi yaptı. Elini kaldırmış silahsız olduğunu işaret ediyordu. Diğer ikisi biraz yaklaşınca Peri yavaşça ve nazikçe ince parmaklarını arpın üzerinde dolaştırmaya başladı. Gökkuşağını anımsatan melodiler kulaklarını okşamasa, adamlar Peri’nin tellere dokunmadığını sanabilirlerdi. Müzik o kadar yumuşaktı ki, aydınlık gökyüzündeki beyaz bulutları kaygısızca seyretmek kadar huzur vericiydi.
Biraz hüzünlendiler ama bunun sebebi eskiden ne kadar mutsuz olduklarını hatırlamalarıydı; o da müzik devam ettikçe geçecekti sanki. Peri adam büyüleyici tınılara ahenkli sözlerle eşlik etmeye başladı:
Dur insanoğlu, bekle!
Nedir o elindeki,
Silah mı bana doğrulttuğun?
Ya gözlerindeki nefret, öfke?
Tanımadan, etmeden,
Bilinmezlik mi korktuğun?
Ben güçsüzüm, kırılgandır kanatlarım,
Ufacık tefecikim, yazık değil mi bana?
Zararım yoktur kimseye, sevgi doluyum;
Tuhaf görünüyorum diye mi bu yadırgama?
Silah mı o bana doğru tuttuğun?
Farklıyız diye kıyacak mısın canıma?
Sakin ol insanoğlu, biraz otursana,
Yaslansana, şöyle serin gölgeli ağacın altına;
Kuş cıvıltılarını dinle ya da bir şarkı söyleyeyim sana,
Sakinleş hadi, ormanın kokusunu içine çeksene.
Ağaçlar, yapraklar, hayvanlar hepsi canlı anlasana;
Konuşuyorlar kendi dillerinde, dinlesene.
Duyuyor musun müziği, doğanın mırıltılarını?
Sessizliğin bile melodisi vardır burada
Ve huzur, kuş tüyü yatakları aratmaz.
Bırak artık silahı, korkma dostuz hepimiz.
istersen hafifçe uzan, rahatla iyice
Kapat, ağırlaşan gözkapaklarını güzelce.
Hadi, sevimli bir tebessümle yüzünde,
Ilık bir göle girer gibi, dal uykuya yavaşça;
Kulağında perilerin ninnileri ve müzik,
Aşık cırcır böcekleri, olgun kelebekler,
Ve kuşların kanatlarında çiğ taneleri,
Tatlı düşler görsene insanoğlu,
Doğa ananın huzurlu kucağında.
.