DENGE
Bölüm X
Ölüm
Yüzyıllar gelip geçer. Mevsimler birbiri ardına dünyayı kendi istedikleri renge boyamak için çekişip dururlar. Yerküreyi sıkı sıkıya sarmalayan pamuk gibi bulutlar, kötücül kuzenleri olan koyu gri bulutlarla saklambaç oynarken, sıcacık gülümsemesi ile kemiklerini ısıtan güneşi bir görüp bir kaybeder yaşadığımız topraklar. Gördüğü zaman özlem ve sevinçle içi sıcacık olurken, göremediği zamanlarda hüzünlenip çoğu zaman saatlerce gözyaşlarına boğulur dünyamız.
Zaman denilen meret ne kadar da hızlı geçiyor. Daha dün enerji dolu güneşi içlerine kadar çeken koyu yeşil yapraklar, yaşlanıp kurumuşlar ve kendilerini son duraklarına taşıyacak asi rüzgara kapılıp gitmişler bile. Bereketli toprağın şefkatli kucağında dünyaya gözünü açan, gökkuşağının bütün renklerini içinde barındıran çiçeklerin neşeyle söylediği o şarkılar nerde? Meltemlerin sevgi dolu okşamaları ile bir sağa bir sola sallanan yemyeşil örtüye ne oldu?
Şimdilerde kuralıktan çatlamış, verimsiz, uçsuz bucaksız sarı kumların ortasında kalıverdim. Her yerde söylenen tek bir şarkı var artık, her yerde bilinen tek bir kelime; ‘Ölüm!’
Derinden, hastalıklı bir öksürük sesi duyuldu. Yaşlı ağacın koca cüssesinin her yanını, yapraklarının yeşil ve sarı renklere bulandığı kısmına kadar sert çizgileri olan kabuklar kaplamıştı. Xen gümüş zırhlarla kaplı elini ağacın gövdesinden çekmemek için kendini zor tuttu. Kadim ağacın konuştuğu unutulmuş dili işitiyor ve her kelimesinde iliklerine kadar hissettiği derin titreme ile sarsılıyordu. Dünyayı bu kadar değişik algılayan devasa ağacın bilgeliği altında ezilip kalıyordu her işittiği açıklama ile.
---0---
Furian ile arasında geçen son duellodan sonra hızla atına atlayıp Tanrıçası Seveal’ın huzuruna çıkmıştı. En ufak duygu kırıntısı olmayan yüzünde her zamankinin aksine endişeli bir merak vardı. Seveal, Xen daha kapının önüne gelmeden ‘İçeri gel şövalyem.’ diye onu davet etti. İçeri girip muazzam bir denge ile yere çökerken bir eliyle de miğferini çıkartıp yere koydu. Düsturu gereği tanrıçasının konuşmasını sabırla bekliyordu. Dışarıdan bakan biri heykelimsi duruşunun altında patlayan yanardağı ve alev saçan gözlerini göremezdi. Tabi bu Seveal değilse.
‘Ne düşündüğünü biliyorum Xen. Yine cevabını alamayacağın soruların peşindesin.’ Tanrıçanın sesi net ve sevecendi. Xen’in bu dünyada hoşuna giden bütün her şeyin tınısını içinde barındırıyordu neredeyse.
‘Bunun cevabını bilmeliyim…’ dedi şövalye içindeki yanardağı bastırıp hüzünle söylemişti sözlerini.
‘Bizleri anlamak çok zordur bunu sen de biliyorsun. İnsanlara iyiliklerin en iyisini bahşederiz ve onlar bize küfür ederler. Bazen de onların kötülüklerine olduğunu bildiğimiz şeyleri yapınca minnetlerini kazanırız.’ Sesi o kadar ikna ediciydi ki Xen neredeyse hipnotize edici etkiye kapılmak üzereydi.
‘Cevabını öğrenmeliyim.’ Dedi tekrar bütün benliği ile sesin akıcı ve derinden işleyen tınısına karşı koyarak.
Seveal şampiyonunu iyi tanıyordu. Bu sefer gerçekten de bilmek istiyordu. ‘Önce bizim ölümlüler gibi düşünmediğimizi kendi gözlerinle görmelisin. Bir hesabın üzerinden yüzlerce yıl geçse de unutmadığımızı, sonsuz yaşamlarımızda bizi anlayan tek varlıkların yine kendimiz olduğu bilinciyle yaptığımız hareketleri anlamalısın.’ Hüzün, öfke, yaptırım ve daha birçok duygu dolu ses Xen’in içine işliyordu.
---0---
Ve işte buradaydı. Nedenini bilmese de tanrıları anlamak için uçsuz bucaksız, kurak ovada tek başına heybetle duran kadim ağacın yanındaydı ve onu dinliyordu.
Ne diyordum? Hah ölüm… Bu lafımı unutma ufaklık; Ölüm sabırlı bir düşmandır…
Hem de aralarında en sabırlısı.
Yüzyıllar önce bu ova yaşam dolu bir yerdi. Az ileride akan coşkulu nehrin kenarına kurulu sıra sıra taş binaların oluşturduğu güçlü bir şehir vardı. Şehri tam ortasından bıçak gibi yarıp ikiye ayıran coşkulu nehir dışında görkemli surları aşabilen olmamıştı. Çok önceleri kötücül barbar kabilelerden ve yarı orklardan aldıkları bu ovayı ihtişamlı bir yapıya çeviren cömert ve iyi insanlar, huzur içinde yaşadıkları bu toprakları ellerinden kaçırmamak için var güçleri ile çalışıyorlardı.
Seveal’a olan bağlılıklarını göstermek için inşa ettikleri büyük tapınak ve surların dört bir yanını süsleyen tanrıçanın amblemleri göz kamaştırıcı güzellikteydi.
Şehir kurulduktan tam iki yüz elli yıl sonra, Seveal kendine bir şampiyon aramak için tüm kıtayı gezmiş ve artık umutsuzluğa kapılmaya başlamıştı. Kendine layık birini aramış ve bulamamıştı. Ona tapınanların görkemli şehrinde bile bağlılık ve yetenek açısından yeterli birileri çıkmamıştı. Standartlarını gözden geçirmeden önce Büyük Okyanusu aşıp Güney’deki farklı tanrıların yönettiği kıtaya gitmeye karar verdi. Ayrılırken bütün şehri güçlü koruma büyüleri ile donattı ve on beş yıl sürecek olan yolculuğuna başladı. Şehre davet edilmeden kimsenin giremeyeceğine neredeyse emindi.
Seveal’ın gidişinin üzerinden bir yıl geçmeden surların önünde bir adam belirdi. Genç yüzü bakımlı ve pürüzsüzdü, çelimsiz bir vücudu vardı, fakat öyle bir duruşu vardı ki dağları bile dize getirirdi. Kapıya yanaştı ve sabırla bekledi. Çok geçmeden bir muhafız neden burada olduğunu sordu, uzun surların tepesindeki gözetleme kulesinden. muhafıza dönüp ‘Ben bir şifacıyım. Tanrıçanız Seveal sizleri yalnız bırakmamam için beni yolladı. Hastalarınıza bakacağım ve yaralarınızı iyileştireceğim. Sizlere en az onun kadar iyi bakacağıma yemin ettim.’
Bu sözleri duyan muhafız yumuşadı. Fakat yine de, her muhafızda olması gerektiği gibi içinde ufak bir şüphe vardı. Aşağı inip adamı yakından incelemek istedi, fakat yerde duran bir halat yığınına takıldı. Parlak zırhları bir tangırtı ile yere çarptığında bütün muhafızlar surlara toplandı. Oluk oluk kan akan vücudunun kırık uzuvlarının imkansız açılarla çarpıtılmış görüntüsüne kimse kısa bir süreden fazla bakamıyordu. Genç adam dışında. O elini kaldırıp asasına tutunmuş, çoktan bir şeyler mırıldanmaya başlamıştı. Muhafızın yattığı kan çukuruna dönen topraktan bir parça aldı ve adamın göğsüne iyice bastırdı. Kimsenin anlamadığı kadim dilde söylediği büyülü sözlerin tonu giderek yükseldi ve bir şimşek çakması ile son buldu. Derin bir nefes alan muhafız dehşetle gözlerini açtı. Ellerini her yerinde gezdirdi ve daha da şaşırdı. Bir çizik bile kalmamıştı vücudunda.
Hemen genç adamı içeriye aldılar ve ona kalacak bir yer inşa ettiler. Genç adam hiç ismini söylemedi. Sadece işini yapıyordu ve bu konuda çok iyiydi. Bir veba salgını başladığında tüm şehrin çocukları ölümle burun buruna geldiğinde hepsini bir alana topladı ve onları iyileştirdi. Tek tuhaf yanı her iyileştirdiği hastasına ‘Seni ölümden kim kurtardı?’ diye sormaktı ve hastaları ‘Sen’ demediği sürece de onların yakasını bırakmıyordu.
Genç adam şehirde on dört yıl kaldı. Seveal Güney Kıtasından dönmeden hemen önce şehirdeki herkesin sevgisini kazanmıştı. Bir sabah erkenden ardında bir not bile bırakmadan şehri terk ettiğinde, gidişi büyük bir hüzün yarattı. Şehirdekiler, ismini bile bilmedikleri bu adam için şarkılar yazdılar.
Seveal’ın bir savaşçı ile döndüğü, yanında çok güçlü ve tehlikeli bir kılıç getirdiği dilden dile söyleniyordu. Şehirdekiler sevinci ve hüznü bir arada yaşıyorlardı. Tanrıçaları adına seviniyorlardı fakat gelecek yıllarda onun yüzünü göremeyeceklerini de biliyorlardı. Tanrıçalarının bütün işi artık şampiyonunu eğitmek olacaktı.
Aradan yirmi yıl geçti. Veba salgınından kurtulan tüm çocuklar, artık birer şövalyeydi ve Seveal’ın armasını zırhlarının omuz kısmında gururla taşıyorlardı. Birliklerini gösteren rengarenk bayraklar havada dalgalanırken, komutanları arkasını dönüp her birinin yüzüne gururla baktı.
‘İleri!!!’
Seveal’ın altın şehrine saldırmaya cesaret eden düşmanları ile neredeyse eşit sayıdaydılar. Rakipleri de onlar gibi atlara binmiş karşılaşacakları noktaya doğru hızla at sürüyorlardı. Genç şövalyeler dört nala giden atlarının üzerinden birbirlerine gülümsediler. Eğitimleri sert ve zorlu geçmişti. On yıldır bu an için eğitiliyorlardı ve rakipleri sayıca eşit olsa bile yetenek olarak onların yanına bile yaklaşamazdı. Hemen dördüncü formasyona geçtiler. Bir ok başı gibi dizilip rakiplerini ortadan yaracaklar sonrasında iki yana ayrılıp onları bir ölüm çemberine hapsedeceklerdi.
Seveal şampiyonu Xenathion’u eğitirken içinde bir şeylerin koptuğunu hissetti. Büyülü şehri saldırı altındaydı. Hemen şampiyonunun yanından ayrıldı ve kendisini savaş alanına nakletti. İnsanüstü gözleri saniyeler içinde aradığı figürü buldu ve hızla kendini Kötülük Tanrıçası Psaela’nın yanına ışınladı.
‘Sana neden şehrime saldırdığını sormayacağım. Zira öcünü almak niyetindesin. Fakat şunu bil ki şövalyelerim senin eğitimsiz askerlerini fazla vakit kaybetmeden yenecektir. Neden gücünü azaltacak bu hamleyi yapıyorsun?’ Seveal’ın sesi saf bir merak duygusu barındırıyordu.
Psaela derinden gelen kötücül bir kahkaha attı. Kahkahası ile durdukları yükselti sallandı ve gök yüzü ona eşlik edercesine kara bulutlarla kaplandı. ‘Öcümü alacağım Seveal ve sen de beni izlemekten başka hiçbir şey yapamayacaksın!’ sözleri biter bitmez kendini savaş alanının ortasına taşıdı Psaela ve büyülü sözler söyleyerek büyünün tüm bedenini sarmasını bekledi. Topraktan kara dumanlar çıkıp tüm bedenini kapladı.
Dağılan kara dumanların arasında başka bir figür belirdi. Sıska, genç bir adamdı. Yüzü pürüzsüz ve düzgündü. Büyü ile güçlendirilmiş sesi ile Seveal’ın tüm şövalyelerine seslendi.
‘Şövalyeler sizi ölümden kim kurtardı?’ ses ovada yankılanırken iki tarafın da koşan atları yavaşladı ve durdu.
Şövalyeler hep bir ağızdan hipnotize olmuşcasına ‘Sen kurtardın!’ dediler. Gür sesleri havada bir savaş marşı gibi yankılanırken, kimsenin ismini bilmediği genç adam eli ile havayı keser gibi bir hareket yaptı.
Birbirine az önce gülümseyen şövalyeler yüzlerinde büyük hayal kırıklığı ile bir bir yere düştüler. Binlerce şövalye atlarının üzerinden tangırtılar saçarak yere yığılırken, savaş alanını toz bulutları kapladı. Hepsinin vücudunda veba yarası gibi büyük kara izler vardı. Şövalyelerin komutanı karnında yeni oluşan kalın kan izine baktı. Bacağı sanki az önce kırılmış gibi çarpık bir açıyla atından sallanıyordu. Miğferini çıkartmak istedi fakat ellerini kullanamıyordu. Her yeri kırılmış gibiydi. Yirmi yıl önce kapıdan içeriye büyük bir minnetle aldığı kendini iyileştiren sıska adama baktı ve bir lanet okudu. Ardından sessizce yere kapaklandı bir zamanların şanlı muhafızı.
Böylece yitti Seveal’ın şövalyeleri. Böylece yağmalandı altın şehir.
Ölüm sabırlı bir düşmandır evlat. Hem de içlerinde en sabırlısı.
İşte bu yüzden Seveal’a hizmet eden ve edecek olan tüm Şampiyonlar ölüme mahkumdur. Sadece kendi tanrıçalarının ellerinden, sadece ona borçlu olarak bir kez daha hayata dönmek için.
---SON---