"Ama yaptıklarımı sevdiğim için yapıyorum." - Alex
Başkahramanı "kötü" olan neredeyse hiç kitap okumadım. Genelde ana karakter ya iyidir ya da anti-kahramandır. Ancak Otomatik Portakal size bambaşka bir karakter sunuyor: Alex. Kitap başlarda 15 yaşında bir gencin gençliğinden aldığı güçle topluma saçtığı dehşeti gösteriyor bize. İşte Anthony Burgess'in nefreti de Alex'in yaptığı sayısız rahatsız edici davranışta ortaya çıkıyor. Hırsızlık, darp, aciz ve yaşlılara ölçüsüz şiddet, defalarca tecavüz edilen kadınlar... Bunların hepsini Alex'in gözünden, yazarın birinci tekil anlatımından görüyorsunuz. Ve bunlar onlar için çok normal. Çünkü onlar "kötü" olduklarının yeterince farkındalar ve yukarıda kendi ağzıyla dediği gibi, bunları sevdikleri için yapıyorlar.
Otomatik Portakal diğer distopyalarda da gördüğümüz bir konuyu önplana çıkarıyor ve yetişkinlerin sadece çalıştığı bir dünyada gençlerin ipini koparmasını konu alıyor. Yaşlıların ve yetişkinlerin, kendi çocuklarının ellerinde merhametlerine kaldığı, geceleri sokakların gençlere ait olduğu bir dünyayı anlatıyor bizlere. Gençlerden oluşan çetelerin yaptıkları da az buz değil. Yukarıda saydığım tüm bu suçları onlar her gece yapıyor. Polisler onları durdurmakta yetersiz, insanlar kendi evlerinde bile savunmasız. Tüm bunların ortasındaysa Alex bir çete lideri olarak karşımıza çıkıyor. Klasik müzik hayranı bir çete lideri olarak.
Şunu söylemeliyim, yazar bu çarpık düzeni dili ve anlatımıyla gayet güzel aktarmış. Zaten İngiliz argosuyla yazılmış kitap ve Alex'in ağzından anlatılan olaylar sizi iyice işin içine sokuyor. Böylece siz de Alex gibi bir gencin gözünden görüyorsunuz olayları. Duyması bile rahatsızlık veren olayları o yaşarken nasıl görüyor ve hissediyorsa o şekilde okuyorsunuz. Bir yerden sonra bu düzene alıştığınızı da söylemem gerekir; çünkü size eşlik edenler bu düzenin saf bir parçası. Yazar sizi dünyaya çekmekte gayet başarılı ve o dünyayı da yaşatmakta problem çekmiyor.
Kitabın İngiliz argosuyla yazıldığından bahsetmiştim. Buna örnek olarak şunları vermek size fikir verebilir: izlemek yerine "dikizleme", kadın yerine "çıtır", çok güzel veya harika yerine "dehşet", arkadaş yerine "kanka". Liste böyle uzayıp gidiyor.
Kurguya baktığımız zamansa durumu kavramak biraz zor oluyor. Benden önce yapılan yorumlarda değinilen şeye katılıyorum: yazarın neyi eleştirdiği tam olarak anlaşılmıyor. Şöyle ki, kitap 3 ana bölümden oluşuyor ve her ana bölüm de kendi içinde 7 kısımdan oluşuyor. İlk kısım Alex ve arkadaşlarının yaptıklarını görüyoruz. Burada, devlet tarafından çalışmaktan başka bir işle uğraşamayan ebeveynlerin acizliğini net şekilde görürken gençlerin sokaklarda korku salmasına şahit oluyoruz. Kitapta en sevdiğim kısmı da bu bölümde okudum açıkçası. Yoruma başlarken alıntıladığım sözün geçtiği yer, Alex'in gazetelerde çıkan "Gençlik nereye gidiyor? Bu serserileri nasıl durdururuz?" gibi yazılara göz attığı kısımdı. Devlet ve yetişkinler bu sorunun cevabını araya dursun onun cevabı oldukça basit. Kötü olduklarının ve yaptıklarının yanlış olduğunun yeterince farkındalar ve bundan hiç rahatsız değiller. Yetişkinler bir cevap ararken o cevabı en yalın haliyle okuyucuya veriyor. Dahası, yaptıklarını "ölçüsüz şiddet" diye tanımlaması ve gerçekten de yaptığının bu olması tuhaf bir ironi. Sanki Alex yaptıklarının farkındalığını, yetişkinlerin eleştirirken kullandığı kelimeyle ifade ederek onları alaya alıyor.
İkinci bölüme geçtiğimizde
Alex'in hapishane hayatı başlıyor
ve böylece bambaşka bir yere yöneliyoruz. Genç nesillerin bozulan yapısından ve nedenlerinden sıyrılıp bu defa daha çok devletin suçluya bakış açısını görüyoruz. Burada bir kısım vardı ki yazara büyük saygı duymama yol açtı. Alex'in gözünden bir İncil yorumu yer alıyordu ve bunu yazmak becen kesinlikle cesaret ister. Onun gibi kendini kötü şeyler yapmakla tatmin eden birinin İncil'de okuduklarına dair yorumlarını gerçekçi bir şekilde yansıtmak herkesin harcı değil. Çünkü bu durum yazarın yanlış anlaşılmasına yol açacak türden.
Üçüncü bölüme geldiğimizdeyse hiç tahmine dilemeyen bir evreye giriyoruz: olgunlaşma. Bazı basımlarda meşhur son bölüm (21. bölüm) yer almıyormuş. Benim kitabımda bu bölüm vardı. Filmiyle kitabı birbirinden ayıran bu bölüm herhalde hiçbir okuyucunun tahmin edemeyeceği şeyleri barındırıyor. İşte kitapta en büyük kafa karışıklığını ve yazarın tam olarak neyi eleştirdiğini anlamayı zorlaştıran bölüm de bu bence. Böyle bir bölüm olmalı mıydı, yoksa 20. bölümle bitseydi daha mi efsane olurdu tartışılır. Ancak yazarın bu bölümü yazmasını ben şöyle yorumladım:
her karanlığın ardından güneş doğar.
Sitede daha önce yayınladığımız gibi Otomatik Portakal pek çok kez yasak yemiş, filmi de bu yasakalrdan nasibini almıştır. Buna hiç şaşırmıyorum, çünkü herkesin okuyabileceği türden bir kitap değil. Sert ve doğrudan anlatımı, bozuk sistemde gerçekleşen rahatsız edici olaylar ve karakterin gözünden yapılan o dini yorumlar herhangi biri için gerçekten ağır olabilecek şeyler. Hatta şunu düşünüyorum, yeterince gelişmemiş ve karakteri her tarafa çekilebilecek bir insan bu kitabı okuyup Alex'i örnek bile alabilir. Böyle insanlar dünyada az değil. Bu ndenle gençleri suça yönelttiği düşünülüyorsa buna şaşırmıyorum. Çünkü arkada yatan nefreti ve eleştiriyi görebilmek her okurun altından kalkabileceği türden değil.
Bir yanda devletin sadece iş gücü olarak kullandığı yetişkinler, diğer yanda özgürlükle aileleriyle sokaklar üzerinde kontrol sahibi olmuş gençler. Ancak aynı devlet başlarda onla karşı aciz. Bu gibi eleştirilerin yanı sıra derinlerde size bir iyi-kötü sorgulaması yaptırıyor ki, kitabın en sağlam yanlarından biri olarak öne çıkıyor bu kısım.
Kötüyü baskıyla iyiye mi yöneltmeliyiz, yoksa kötü olanı bu haliyle kabul edip özgür mü bırakmalıyız? iyi veya kötü nedir?
Yorum sizin.