4.
“Ne? Ne oldu Erin, lanet olsun, konuşsana bitanem!”
Kendimi her zaman oscarlık bir oyuncu olarak nitelendirmişimdir. Tanrı vergisi yetenek işte. Gülümsememek için kendimi tuttum ve rolüme devam ettim.
“Erin, hemen şimdi zırlamayı bırakıp ne olduğunu söylemezsen gideceğim.” Sabırsız bir tonda konuşmuş olmamla biraz kendini toplamıştı. Mavi lensli gözlerini ovuşturmamak ve göz makyajını daha fazla bozmamak için sadece gözlerinin altını pembe peçetesine silerken “Josh!” dedi.
“Josh ne?”
Tekrar hıçkırmaya başlamadan önce bana acı acı baktı ve “ ÖLDÜ!” diye bağırdı. Açıkçası nasıl şoke olmuş olacağımı planlamamıştım, nasıl tepki vereceğimi düşünmemiştim ve kendimden o anı yaşamış olmama rağmen böyle bir tepki de beklemiyordum ama yaptığım şey aynen şu oldu; Bir an ağzım açık kalakaldım. Gözlerimden aşağı istemsiz yaşlar süzülürken elimi yanağıma götürdüm ve saçlarımı okşayan rüzgârdaki matem havasını hissettiğim anda Erin’in on katı beter ağlamaya başladım. Ve o ağlayan konumundan teselli eden konumuna geçmiş oldu.
“Yapma böyle, Dawn! Dawn kendine gel, o biz ağladığımızda hep güldürürdü, hiçbir zaman üzülmeyelim isterdi. Tatlım kendine gel!”
Kendimi kaybetmiştim, evet. Döktüğüm gözyaşları gerçekti, evet. Ve aslında sabah içime akıttığım gözyaşlarımdı bunlar, evet.
Yerlere oturuyor olmama ve Erin’in bluzumun ıslanacağını söylemesi umurumda değildi. Tüm gardırobum ıslansa şu anda kılımı bile kıpırdatmazdım. Bir insan öldüğünde, hele ki bu benim neredeyse-ex-aşkımsa onun dışında başka hiçbir şey urumda olamazdı. Olamıyordu işte. O an onu ne kadar sevdiğimi ve sonsuza kadar gitmiş olmasını kabullenemeyeceğimi anlamıştım ve bu canımı yakıyordu. Onun yüzünü her sabah okulda göremeyecek olmam ve dokunuşunu hissedemeyecek olmam canımı yakıyordu. Onun o ben-çok-maçoyum-dostum tavırlarını göremeyecek olmak bile canımı yakıyordu. Ve bunun verdiği acı o kadar büyüktü ki, buna dayanamıyordum. İşte bu yüzden deli gibi ağlayıp çırpınırken olduğum yere serilmiş ve uyandığımda kendimi revirde bulmuştum.
***
Gözlerimi kırpıştırdığımda bulanıklık yok oldu ve tepemde dikilen dört yüzün endişeli bakışlarını gördüm. Endişeli derken, ciddi endişeli. Yani o yapay yüzlerde gördüğüm en gerçek ifade. Neyse, biraz daha dikkatli beklediğimde Erin’in zırlamasını duyabiliyordum. “O da mı yoksa, Taaanrıığm?” diyerek ve ağzını büzerek ağlıyordu. Yattığım yerden zorlukla dikildim ve etrafıma bakındım tekrar. Şimdi kokuları da algılayabiliyordum. Burnuma gelen o iğrenç hastane kokusunu özellikle. Tiksinerek burnumu kırıştırdım ve Erin’in yanına gidip oturdum. Bana soran gözlerle bakarken yapmalaşmış ağlamasına da devam ediyordu. Nefesimi topladım ve “Erin, bitanem, haydi tuvalete gidelim, cenaze bugün kalkar. En azından onu güzel uğurlayalım, ha?”
Başını salladı ve gözlerini mendile sildikten sonra titrek bir sesle “İzin alıp eve gidelim olmadı, halimi burada görürsem bayılabilirim.” deyip burnunu hafifçe çekti. Ben de başımı sallayıp onayladım ve ayağa kalktım. Ama kalktığım gibi de oturdum. Başım aniden fıldır fıldır dönmeye başlayınca yani. Basketbol takım kaptanı Tim durduğu yerden uçarcasına geldi ve ellerimi tutarak “İstersen seni taşıyayım Dawn.” dedi endişeli bir sesle. Onun hemen peşinden de Erin’in sesi duyuldu; “Ahh, bayılacağım sanırım, biri beni taşıyabilir miii?”
Tim’e gülümsedim ve Erin’in bu durumda bile böyle davranabilmesine sinir olarak “Çok memnun olurum canım.” dedim. Çocuğun yüzü resmen aydınlandı. Evet, yeni sevgilime de karar vermiş bulunuyorum. Erin orada yakınmalarına devam ederken Tim beni güçlü – ve bayağı kaslı – kollarıyla kaldırdı. Ne yalan söyleyeyim, kendimi daha iyi hissetmiştim. Kafamı göğsüne yasladığımda kalbinin atışını duymak içimde bir şeyleri alevlendirmişti sanki. Elimde olmadan ellerimi boynuna doladım ve iç geçirdim.
Onun kalbini istiyorum.Ne? Onun kalbini mi istiyordum? Bunu ben düşünmüş olamazdım, hayır! Bunu ancak o katil düşünebilirdi! Yoksa çok mu abartıyordum? Yani ben bunu kalbini söküp çıkarmak istiyorum anlamında kullanmamıştım sonuçta. Sanırım giderek psikopatlaşıyorum, Tanrı’m…
Tim ağır ama büyük adımlarla revirden çıkarken Erin’in de kendini futbol takımından Jeremy’ye taşıttırdığını gördüm göz ucuyla. “Tanrı’m, ne kıskanç ama.” Tim’e bakıp güldüm, içimden geçenleri söylemesi hoşuma gitmişti aslında. Yine de onu şimdi onaylayamazdım, hemen arkamızdan gelirken olmazdı. Pek de sinirli olmayan bir sesle “Öyle deme…” deyiverdim. Aslında sesim daha çok alay eder gibiydi de, bu önemsiz bir ayrıntı.
Nihayet okul koridoruna çıkabildiğimizde normalden fazla ses olduğunu fark ettim. Ve bu kesinlikle benim sessizlikten çıkan kulaklarımın aniden alışamaması durumu falan değildi. Şöyle bir etrafa baktığımda ağlayan birkaç kız – ki bunlar büyük ihtimalle Josh’ıma aşıktılar – gördüm. Bunlardan kimisi inek, kimisi şişman, kimisi erkek Fatma, kimisi de aramıza katılmaya çalışan yeniyetmelerdendi. Tabii aralarında okulun önde gelen seçkinleri de vardı. – Ama onların üzüntüsüne ne kadar güvenilir bilinmez. Josh’ın peşinden ağlayan insanların çeşitliliği beni gerçekten şaşırtmıştı. Sonuçta o eziklere hep haddini bildirir, gerekirse zor kullanırdı. Buna rağmen insanların ona saygı duyduğunu ve onu benimsediğini görmek beni bir nevi mutlu etmişti. O ağlayan insanlara gülümsemek içimden gelmese de daha ağır basan Josh’ın hatırası bunu yapmamı sağladı. Tabii kafamı Tim’in göğsüne gömdükten sonra.
Kafamı kaldırmadan önce Tim bayağı bir hareket etti, bir şeyler yaptı, birileriyle konuştu. En sonunda derin bir uykudan uyanırmış gibi ya da bir tembel hayvanın uyanması gibi – başımı kaldırdım ve etrafıma bakındım. Tim kafasını eğdi gülümsemeye çalışan yüzüyle. “Günaydın, Cinderella.” Kızgın bir yüzle ona baktım ve “Cinderella değil o bir kere.” dedim. Bana şaşkın şaşkın baktığında “Uyuyan Güzel.” deyip somurttum. Anlamış gibi kafasını sallayarak “Doğru, doğru. Çok özür dilerim. Ama sonuçta bir prensessin yani, bunu tutturdum.” deyince düşünür gibi yapıp “Sanırım evet.” diye cevap verdim. Ela gözlerindeki bitkin matlıkla güldü. Bir an onu ne kadar yorduğumu düşünüp kendime kızdım. “Ayy, Timmy! Çok özür dilerim kaç saattir kucağındayım kim bilir.” dedim pişman bir sesle. Beni duymamış gibi yaptığında dürtükledim. “Sadece sessiz ol canım.” cevabını alınca kafamı tekrar gömdüm.
Etraftaki diğer çocuklarla konuştuğundan bir arabayı ödünç alıp beni evime bırakacağını, arabasının tamirde olması yüzünden küfrettiğini duydum. Tabii bunlar elimde olmadan o ve Josh arasında bir kıyaslama yaparken bir fon gibi kulağıma ulaşıyordu.
Evet, Josh’la onu kıyaslıyordum. Elimde değildi, çünkü ciddi ciddi benzerlikleri vardı. Ama mesela Josh ölü gibi beyazken Tim daha esmer bir ten rengine sahipti. Ayrıca sivilceleri yoktu ve Josh’tan bir sene daha büyüktü. Çevresindeki insanlar genellikle zeki, disiplinli ve kendine güvenen, okulla ilgili her işe el atan insanlardı. Josh daha serseri takılırdı. Hem zekilikle de alakasızdı. Belki “Üç kere yedi kaç?” deseniz yüzünüze aval aval bakardı. Ama kalbi çok temizdi. Kesinlikle kabadayılığı, içkisi, sigarası vs. dışında kötü bir alışkanlığı yoktu. Bana karşı da hep nazik davranmıştı. Öldüğü güne kadar.
Nefesimin daraldığının hissetmeye başlamıştım hemen. Ve gözlerim de kararıyor gibi oluyordu işte. Onun öl- Bunu telaffuz etmek bile içime öyle bir acı düşürüyordu ki… Bir an Tim’in kollarında olduğum için kendimden utandım. Resmen olmam gerektiği gibi davranıyordum. Bu beni öldürüyordu.
Tim aniden ayaklandı ve içsel gevezeliğim kesildi. Arkadaşına teşekkür ederken beni tutan ellerinden birinin hafif gevşediğini hissettim. İki saniye sonra şıngırtı çıkaran soğuk madde kazağıma değdi. Kafamı kaldırıp “Gidiyor muyuz?” diye sordum sanki telefondan konuşuyormuşum gibi kulağa cızırtılı gelen sesimle. Kafasını sallayıp “Onbeş dakika sonra sıcak yatağında yatmış dinleniyor olacaksın. Bu büyük adam da sana kas gücünü gösterip çorba yapacak.” Kafamı tekrar gömdüm. Bu çocuk bana kesinlikle Josh’ı hatırlatıyor. Daha kötüsü, içimdeki ses bana pişman olmam gerektiğini söylediği halde onu dinlemiyorum!
***
Kafamı deri koltuğa iyice gömmüş, ayaklarımı toplamış yatıyordum arka koltukta. Tim de önde sessiz sessiz arabasını sürüyordu. Arada bir şarkıyı mırıldandığını duyuyordum ama umurumda değildi doğrusu. Birkaç defa derin nefes alıp konuşacakmış gibi oldu ama sonra tekrar sustu. Ben de sesimi çıkarıp onu sıkıştırmaya üşendiğim için aramızdaki sessizlik uzadı da uzadı. Ta ki eve varıncaya kadar. “Geldik sanırım, burasıydı değil mi?” Başımı istemeyerek ve hantal hantal kaldırdım. Küçük-sevgi-yuvam karşımdaydı. Tim’in evimin yerini bilmesine şaşırmam gerekiyordu ama okulun en popüler insanı olunca bilinmeyen bir şeyinizin kalması neredeyse olanaksız olduğundan pek garipsemedim. “Hı hı.” derken başımla da onayladım. Tim ise sesimi duyar duymaz benim ağır hareketlerimin aksini uygulayarak fişek gibi arabadan çıktı, kapımı açtı ve beni kollarının arasına aldı bir kez daha. “Umarım çantamı almışsındır. Anahtar içinde.” dedim kafamı gömerek. Belli belirsiz bir onaylama sesi duydum. Sonra beni tek koluyla sıkı sıkı tutarken diğeriyle bagajı açıp eşyalarımı oradan çıkardı. Onları da tek koluna alınca bagajı seslice kapattı. Evle olan mesafeyi beni de taşımasına rağmen kısacık bir zaman zarfında kapattı, kapıyı açtı ve en sonunda sıcak, güvenli ve bir derece huzurlu olan evimdeydik.
“Gel bakalım.” deyip beni üst kattaki odama bıraktı. – Odama kadar her yeri bilmesine biraz şaşırmadım değil. – Eşyalarımı da bir köşeye koyup odamdan uçarcasına çıktı ve iki saniye sonra merdivenlerden gelen sesi duydum. Çorba yapmak için zerzevatı nereden bulacağını bilmediğini düşünüyordum ama sormadığı için konuşmadım. Yaklaşık yarım saat kadar uyudum sanıyorum çünkü göz açıp kapamalık bir süre içinde beni sarsan ellerini hissetmiş ve “Dawn, uyan.” diyen yumuşak sesini duymuştum. Uyanınca ellerim gözlerime gitti ama lenslerim olduğunu hatırlayıp son anda ovuşturmaktan döndüm. Çatlak bir sesle “Ne zaman kalkıyormuş cenaze?” dediğimi uzak bir yerden işitiyordum. “Şimdi değil. Sen ilk önce çorbanı iç bakalım.” Kafamı gönülsüzce sallayıp getirdiği tepsidekileri mideye indirmeye başladım. Ne kadar acıktığımı o anda fark ediyordum. Kısa bir süre içinde leziz – gerçekten bir erkeğin elinde çıktığına inanması zor olan – kremalı mantar çorbamı ve iki dilim ekmeğimi bitirmiştim. Tim o sırada armut koltuğumda oturmuş odamı gözlüyordu sanırsam. Ne yalan söyleyeyim yemek yerken gözüm kör olmuş, başka şey görmez olmuştum.
“Bitti.” dedim ve ağzımı sildim peçeteyle. “Çok teşekkür ederim Tim. Gerçekten bugün bana çok yardımcı oldun. Ayrıca çorba da çok lezzetliydi.” Gülümsedi. “Dostlar bu günler içindir.” Şu anda başka biri olsa direk çıkma teklif edebilirdi ama o bunu yapmamıştı. Evet, gözümde bir artı daha kazanmış oldu. “Şey, saat kaç oldu?” Bir an durdu ve kolundaki saati düzeltme çabalarının ardından “Sekiz buçuğu biraz geçmiş.” diyerek beni bilgilendirdi. “Ailen merak etmez umarım? Benim için azar işitmeni istemem. Ölüm haberi onlara da gitmiştir büyük ihtimalle, geç kalırsan korkabilirler.” Umursamaz bir tavırla omuz silkti. Her konuda iyi olan bir insanın böyle davranması garibime gitmedi değildi hani. Yani omuz silkmesi ya onları takmadığı, ya da onarlın onu takmadığı anlamına gelirdi, değil mi? Çok fazla üstüne gitmedim yine de. Belki de bunun sebebi beni yalnız bırakmamak istemesiydi. “Annemler geldi mi?” diye sordum emin olmak için. Başını salladı ve “Birkaç saat önce geldiler. Sen uyuduktan hemen sonra. Şu ölüm olayını konuştuk. Yarın sabah cenaze kalkıyormuş.” Gözlerimi istem dışı bir noktaya odaklamıştım ve halimi bozmadan başımı salladım. Sonra konuyu değiştirmek için “Kaç saat uyudum ki?” dedim, sanki bir daha bu konu açılmayacakmış gibi… “Bilmem ki, herhalde iki falan. Bu arada lenslerini çıkarmayı unutma, uzun süre takarsan ne olacağını benden daha iyi biliyorsun.” Gülümsedi ve ben de gülümsedim. Sonra yatağımdan çıkıp lavaboya gittim ve lenslerimi çıkarırken kendime bakmamaya özen gösterdim. Gözüme çarptığı kadarıyla cadıya dönmüştüm. Aynaya bakmadan saçımı hale yola sokmanın içi olacağını düşünerek bir fırça kaptım ve hızlıcana tarayıp bulduğum ilk tokayla dağınık bir topuz yaptım. Şimdi daha iyiydi büyük ihtimalle. Üstümü başımı da düzeltip makyajımı çıkardıktan sonra ancak dönüp aynaya baktım. Kendime notum: Ortalama üstü.
Hole çıkınca merdivenden aşağıya baktım. Alttan sesler geliyordu çok hafif. Bir ara babamın tok sesini de duyar gibi oldum. Sonra odama gittim ve yatağımın üstüne oturdum. Tim ise duruşunu bozmamıştı. Bir süre ona bakınca fark ettim ki aşırı çökmüş duruyordu. “Hadi artık eve git Tim. Babam seni bırakır. Halin çok feci, aynaya bakmadın mı hiç bugün?” Buruk bir şekilde gülümseyip “Beni boşveer, sen iyi ol o bana yeter.” deyip göz kırptı. Kızgın bir hale bürünerek ve kaşlarımı çatarak “Hayır efendim. Hemen şimdi gidip lavaboda yüzünü yıkıyorsun, sonra da babam seni evine bırakınca deliksiz bir uyku çekiyorsun, anlaşıldı mı ?” Şu anda kimse benim fikrimi değiştiremezdi, bunu yüzümden okumuş olacak ki “Emredersiniz leydim.” diyerek ayağa kalktı. Yalpaladığı gözümden kaçmamıştı. Hemen ayağa dikildim, yanına gidip koluna girdim. Bugün en çok yaptığımız şeyi yapıp birbirimize gülümsedik ve ona lavaboya kadar eşlik ettim sonra da.
O çıkana kadar aşağı inip babamdan onu eve bırakmasını isteyip gitmeden önce yemesi için bir şeyler hazırladım. Çıktığında yine kapıda duruyordum. Kolundan tutup aşağı indirdim ve zorla bir şeyler yedirttikten sonra kocaman teşekkürlerle ve yanağından minik, masum bir öpücükle uğurladım. Babam gelince içimde kötü bir his vardı. Nedenini bilmiyordum ama o ani gelen kötü hisler var ya, onlardandı işte. Bunun boş bir kuruntu olduğunu düşünerek kendimi rahatlatmaya çalıştım. İşe yaramadığını görünce gidip piyanonun başına oturdum ve yatağıma gidene kadar çaldım, çaldım…
Lütffen yorumlarınızı esirgemeyin. Umarım hoşunuza gitmiştir. (: